30 Mart 2010 Salı
Belphegor - Necrodaemon Terrorsathan (2000)
Grubun profesonel ellere vardığı bu çalışma ile birlikte soundu artık black metalle ilişkilendirmek de zorlaşıyor. Aslında benim aklıma Morbid Angel geldi. Başka bir grup da gelemezdi, zira brütal klasik deathle alakam birkaç grupla sınırlı. Albüme adını da veren giriş parçası Allah var, haklarını yememek lazım, gerçekten iyi, çarpıcı yıkıcı parçala beni Behçet kıvamında zevkle dinletiyor kendisini. Albümün diğer bir hoş tarafı da kısa olmazı. Zira 2: Hızlı, vahşi ve kısa albümleri severim.
6,50/10
29 Mart 2010 Pazartesi
RETRO: Mystic Circle - Drachenblut (1999)
Almanya'dan çıkan black gruplarına karşı hep bir sempati beslemişimdir. Milletçe manyak olmaları bir yana ki bu ekstrem müzik yapmaları için çok uygun bir bataklık oluyor, beni hayal kırıklığına uğratmayacaklarına bir nevi eminim. Ha, favori grup çıkıyor mu aralarından o da yok, ayrı bir mevzu bu. O yörenin dolaylarından çıkma grubumuz da melodik tempolu biraz da senfonik tarzlarıyla hababam hababam çalışmışlar ama istedikleri konuma da bir türlü ulaşamamışlar. Bırakalım bu duygu sümsüklüğünü, geçelim bir kalemde. Albüm hoş dinlenilir ancak akılda yer tutmayır. Almanların efsanevi kahramanı Siegfried'in maceralarının anlatıldığı bu albümün en hoş beş yanlarından biri parçalar arasına giren bazen akustikleşen kısa bölümlerse diğeri de melodi olarak seyrek de olsa sezindirilen ortaçağ ezgileri. Ayrıca vokal güzel, bir kaç yerde bayan vokal kullanımından kaçınılmamış. Ek olarak hikaye anlatımına uygun biçimde konuşma temposuna yaklaşan tok sesli zeusvarimsi bir vokalden de faydalanmışlar. Kısaca anlatmak istediğim 90 sonlarında iyice bağnazlaşan en sert ben olacağım kafkası yürüten bir janr içinde ağır abiliklerini kaybetmeden ufak tefek değişiklikler yapmaktan kaçınmamışlar. Keşke aynı başarılarını bestelerin güzelliğinde de gösterebilselerdi.
6,75-/10
28 Mart 2010 Pazar
V.A. - The Best Classics...Ever! (2005)
Eminim hepimiz reklamlarda filmlerde cingıllarda duyduğumuz artık klişeleşmeye başlayan klasik müzik eserlerine birarada sahip olmayı hep düşlemişizdir. Zaman gelir benzer coşkuları duyguları tekrar ve tekrar yaşayabilmeyi isteriz. Derleme albümler de ideal bir seçenek sunar bizlere. İsimlerini bestecilerini bile bilmediğimiz bu besteleri toparlamanın kolay bir yöntemi var aslında. Ben! 4 Cd'den oluşan bu koleksiyon geniş arşivi ile dikkat çekiyor. Her cd duygusal olarak konsept yapılara bölünmüş. Lakin kronolojik ya da çeşitlerine göre , arya, senfoni, piyano gibi, bir ayırıma gidilmemiş. Lafı uzatmaya gerek yok, hiç yapmadığım bir şey yapacağım ve link vereceğim. Her yerde bulunabilecek bir yapıt değil çünkü. Umarım benim kadar keyif alan birileri çıkar.
Ahan da bağlantım burada.
CD1
Bu derlemenin en mühim parçalarından biri. Zira bir duygusallık bir huzur bir naiflik incelik kibarlık, yani ne diyeyim, almış başını yürümüş bu cdde. Açılışı Eric Satie'nin Gymnopedie No.1 isimli piyano çalışması ile yapıyoruz. Cd'ye ayrı karakteristik özelliğini veren modern bir çalışma. Ardından gelen parçalar yaylı ağırlıklı ve baroktan klasik döneme nostaljik bir dönemi ifade ediyor. Özellikle Bach'ın Air'i kulaklara daha aşina. Besteciler ise Mozart'tan, Vivaldi'ye değişkenlik gösteriyor. İşin içine duygusal çarpıntılar girince Albinoni'nin ünlü eseri Adagio in G Minor'ü eklememenin de mümkünatı yok bittabi. Bu albümün ve aslında genelin kafa karıştırıcı yanı modern ve nostaljik eserlerin içiçe geçmesi. Ayrıca konseptinden çıkartılıp her ne kadar çaba gösterilse bile birbirine denk düşmeyen parçaların bir araya getirilmesi sendromu her derleme albümünün kronikleşmiş bir sorunu. Kulağımız çağdaş olanları eskilerden kolaylıkla ayırtedebiliyor. Günümüze yaklaştıkça en azından buradaki eserlerin keskinliklerin melodilerinin zayıfladığını daha akıcı muud bir karaktere büründüklerini duyumsuyoruz. İşte buna örnek verebileceğim en iyi parça Gabriel Faure'nin Pavane'si (aslında sönük kalanların içinde en çok göze batanı demek lazım ki bu da üstteki savın geçersizleştirilmesi gibi görünebilir ilk bakışta). İsmi hiç tanıdık değil ama bilinçaltınızı yeterince karıştırırsanız melodinin farkındalığına varabilirsiniz. Neyse diğer klasikleşmiş eserlerden devam edersek Kuğu Gölü'nden alınma Swan Theme ki Çaykovski'nin, muhteşem kalp parçalayan melodisi ile Moonlight Sonata, Beethoven'ın, Adagio for Strings, Samuel Barber'in,
Tekrar etmek gerekirse birkaç kilise ilahisi dışında söz içermeyen ve piyano ile kemanların başrollerini üstlendiği parçalardan oluşan bu ilk cd, yorgun argın eve geldiğinizde kabus ya da stres kovucu etkisi sayesinde huzurlu bir uykuya yavaş yavaş tatlu tatlu sürüklenmek gayesiyle dinlemek için birebir. Bireüç.
CD2
Bu CD'nin konseptini tam anlamadım. Ama öncelikle bilindik hoptempo ve yaylı ağırlıklı parçalarla başladığını söylemek lazım. Mozart'tan Ein Kleine Nachtmusic'in Allegro'su, vals klasiği Strauss'dan On the Beautiful Blue Danube, Verdi'den eğlenceli operetimsi La Donna e Mobile yani Motor Kız, aha aha kent taç dis, Vivaldi helecana gebe Concerto L'estate RV315 -III Presto (Ben de bir şey anlamadım isminden, yalnız değilsiniz, star wars'daki robotların ismi neydi bu arada?), Bizet'in çıstıra çıstıra zilli ve at koştururcasına tempolu Carmen operasının girişi, benzer formülayı sessizlikten fevkalade çılgınlık seviyesine taşıyan Ravel'den Bolero. Biliyorum, aklınıza Çin'deki dere isimleri kadar yabancı geliyor. Lakin inanın, kulaklarınız buraya kadar olan parçaları biliyor. Sonrası ise, opera ve arya desem? Klasik müzik bir yere kadar tamam da opera, ı-ıhh. Aralarda ilgi çekici diğer bir parça ise modern zamanları temsilen Gershwin'in jazz etkisini klasik müziğe taşıdığı Rhapsody in Blue açılışı (bu arada bu derlemenin modernizmi anladığım kadarıyla 20.yy başı ile sınırlı, yakın vakitlerden birkaç parça dışında örnek yok ki istisnalardan biri de bu CD'de yer alıyor, John Williams'ın Schindler'in Listesi film müziği)
CD3
Albümün bu bölümü Chopin'den mükemmel bir piyano eseri Mazurkas Op.59 ile açılıyor. Aklıma boğaz kıyısında Osmanlı asilzadeleri geliyor her nedense. Ardından çocukluğumuzdan beri bildiğimiz arı bızıltısı senfonisi başlıyor. Hakikaten de ismi Flight of Bumble-bee ve bestekar Rimsky Korakov. Takip eden parça yüzüme bir gülümseme yapıştırıyor. Yine Çaykovski yine Kuğu Gölü. Bu müzik hani tombul bayanların balet elbisesi (tufumuydu neydi ismi) giyip elele tutuşup dans ettikleri komik görüntünün fon musikisi. Vivaldi'nin en ünlü eseri Dört Mevsim'in ilkbahara denk gelen kısmı ile devam ediyoruz. Yaylı ağırlıklı Brandenburg Concerto No.3... ile bu sefer Bach yüreğimizi kaldırıyor. Anlaşıldı ki bu albümün teması kalben bir ferahlık, bir temaşa, bir mutluluk üzerine odaklı. Fakat derleyenler opera aryalarıyla yine dengelemeyi seçmişler soundu. Kendileri bilir. Kulağımıza Planets'den aşina (benim kulağıma en azından) Jupiter, Bringer of Jollity ile birkaç ay öncesine gidiyor ve oralarda takılmayıp hemen geri dönüyorum. Albümün ilginç anlarından birini ise Japon-Çin etkili Izzy adlı bir sanatçının Suo Gan adlı eseri oluşturuyor. Ayrıca UEFA marşının aslında Handel'e ait Zadok the Priest-Coronation Anthem olduğunu öğreniyoruz.
CD4
Star Wars müziğini andırır bir parça vardır. Dadann, gümgümgüm dadann gümgümgüm, işte o anlamadığınız şey Richard Strauss'a ait ve ismi Also Sprach Zarathustra yani yanılmıyorsam Zerdüşt böyle buyurdu. Ardından uzay havası sinemalarda tüyler kırpaştıran Özen Film'in jeneriğini hatırlatır biçimde devam ediyor. Parça ise şaşırtıcı bir tezatlıkta Rome ve Juliet çalışmasından Montagues and Capulets, bestekar efenim Prokofiev. Sonra yine hepimizin ezbere terennüm edebileceği Beethoven'ın 5 Nolu Senfonisi. Ortak yanları coşkulu, yerinden zıplattırıveren, gerilimli, helecanlı, maceracı olmaları. Bu son albüm bünyede yarattığı keyif dozajına bağlı olarak ilk CD ile yarışıyor. Elimizden kılıçları bırakmıyor ve savaşa giden Walküre kıt'asının arkasına dizilip bayrakları kaldırıp The March of Valkyries'e katılıyoruz. Karanlık yanıyla metalcilere önerilen ama en mühim eserlerini opera olarak veren Wagner'in bilindik eseri. Therion tarafından da yeniden yorumlanan pek çok reklama cingıl olmuş ruha zarar gaz parça O Fortuna'yı da biliyoruz. Bestecisi ise ne hikmetse o kadar ünlü değil: Carl Orff. Ardından gelen parçayı ise ben şahsen pek bilmiyordum. O yüzden bonus bir keyif aldım bu şarkıdan. Keman ve Vivaldi diyeyim, icracı da kimse artık o da hünerini konuşturmuş. Concerto l'inverno RV297. Takip eden parça Fındıkkıran balesinden bir vals çalışması, neredeyse kuş börtü böcek seslerini hayal ediyorsunuz. Yine Çaykovski yine Tchaikovsky. Aryalardan ise en bilindik ve eğlenceli örneklerden biri, Rossini'nin Sevilla Berberi'nden alınma bir parça oldukça güçlü bir performansla albümde yer alıyor. Etkileyici bir soprano performansı gösterilen diğer bir parçada Puccini'nin Madame Butterfly operasından alınma. Eski bir kayıt gibi tınlamasına rağmen ve tabi ki opera olmasına rağmen, herşeye rağmen, ağzım birkaç karış açık dinliyorum bu parçayı. Birkaç şarkıyı geçersek e yine Çaykovski'ye varıyoruz. 1812-Festival Overture Op.49 gayet şık. Sonrasında Avrupa ve AB ile ilişkili her durumda çalınan Ode to Joy'u dinliyoruz. Beethoven efendim. Kapanışı ise haleluyah haleluyah çığlıkları arasında tomurcuklanan ve Handel tarafından yazılmış kış parçası Halelujah Chorus ile yapıyoruz.
8,0+/10
Ahan da bağlantım burada.
CD1
Bu derlemenin en mühim parçalarından biri. Zira bir duygusallık bir huzur bir naiflik incelik kibarlık, yani ne diyeyim, almış başını yürümüş bu cdde. Açılışı Eric Satie'nin Gymnopedie No.1 isimli piyano çalışması ile yapıyoruz. Cd'ye ayrı karakteristik özelliğini veren modern bir çalışma. Ardından gelen parçalar yaylı ağırlıklı ve baroktan klasik döneme nostaljik bir dönemi ifade ediyor. Özellikle Bach'ın Air'i kulaklara daha aşina. Besteciler ise Mozart'tan, Vivaldi'ye değişkenlik gösteriyor. İşin içine duygusal çarpıntılar girince Albinoni'nin ünlü eseri Adagio in G Minor'ü eklememenin de mümkünatı yok bittabi. Bu albümün ve aslında genelin kafa karıştırıcı yanı modern ve nostaljik eserlerin içiçe geçmesi. Ayrıca konseptinden çıkartılıp her ne kadar çaba gösterilse bile birbirine denk düşmeyen parçaların bir araya getirilmesi sendromu her derleme albümünün kronikleşmiş bir sorunu. Kulağımız çağdaş olanları eskilerden kolaylıkla ayırtedebiliyor. Günümüze yaklaştıkça en azından buradaki eserlerin keskinliklerin melodilerinin zayıfladığını daha akıcı muud bir karaktere büründüklerini duyumsuyoruz. İşte buna örnek verebileceğim en iyi parça Gabriel Faure'nin Pavane'si (aslında sönük kalanların içinde en çok göze batanı demek lazım ki bu da üstteki savın geçersizleştirilmesi gibi görünebilir ilk bakışta). İsmi hiç tanıdık değil ama bilinçaltınızı yeterince karıştırırsanız melodinin farkındalığına varabilirsiniz. Neyse diğer klasikleşmiş eserlerden devam edersek Kuğu Gölü'nden alınma Swan Theme ki Çaykovski'nin, muhteşem kalp parçalayan melodisi ile Moonlight Sonata, Beethoven'ın, Adagio for Strings, Samuel Barber'in,
Tekrar etmek gerekirse birkaç kilise ilahisi dışında söz içermeyen ve piyano ile kemanların başrollerini üstlendiği parçalardan oluşan bu ilk cd, yorgun argın eve geldiğinizde kabus ya da stres kovucu etkisi sayesinde huzurlu bir uykuya yavaş yavaş tatlu tatlu sürüklenmek gayesiyle dinlemek için birebir. Bireüç.
CD2
Bu CD'nin konseptini tam anlamadım. Ama öncelikle bilindik hoptempo ve yaylı ağırlıklı parçalarla başladığını söylemek lazım. Mozart'tan Ein Kleine Nachtmusic'in Allegro'su, vals klasiği Strauss'dan On the Beautiful Blue Danube, Verdi'den eğlenceli operetimsi La Donna e Mobile yani Motor Kız, aha aha kent taç dis, Vivaldi helecana gebe Concerto L'estate RV315 -III Presto (Ben de bir şey anlamadım isminden, yalnız değilsiniz, star wars'daki robotların ismi neydi bu arada?), Bizet'in çıstıra çıstıra zilli ve at koştururcasına tempolu Carmen operasının girişi, benzer formülayı sessizlikten fevkalade çılgınlık seviyesine taşıyan Ravel'den Bolero. Biliyorum, aklınıza Çin'deki dere isimleri kadar yabancı geliyor. Lakin inanın, kulaklarınız buraya kadar olan parçaları biliyor. Sonrası ise, opera ve arya desem? Klasik müzik bir yere kadar tamam da opera, ı-ıhh. Aralarda ilgi çekici diğer bir parça ise modern zamanları temsilen Gershwin'in jazz etkisini klasik müziğe taşıdığı Rhapsody in Blue açılışı (bu arada bu derlemenin modernizmi anladığım kadarıyla 20.yy başı ile sınırlı, yakın vakitlerden birkaç parça dışında örnek yok ki istisnalardan biri de bu CD'de yer alıyor, John Williams'ın Schindler'in Listesi film müziği)
CD3
Albümün bu bölümü Chopin'den mükemmel bir piyano eseri Mazurkas Op.59 ile açılıyor. Aklıma boğaz kıyısında Osmanlı asilzadeleri geliyor her nedense. Ardından çocukluğumuzdan beri bildiğimiz arı bızıltısı senfonisi başlıyor. Hakikaten de ismi Flight of Bumble-bee ve bestekar Rimsky Korakov. Takip eden parça yüzüme bir gülümseme yapıştırıyor. Yine Çaykovski yine Kuğu Gölü. Bu müzik hani tombul bayanların balet elbisesi (tufumuydu neydi ismi) giyip elele tutuşup dans ettikleri komik görüntünün fon musikisi. Vivaldi'nin en ünlü eseri Dört Mevsim'in ilkbahara denk gelen kısmı ile devam ediyoruz. Yaylı ağırlıklı Brandenburg Concerto No.3... ile bu sefer Bach yüreğimizi kaldırıyor. Anlaşıldı ki bu albümün teması kalben bir ferahlık, bir temaşa, bir mutluluk üzerine odaklı. Fakat derleyenler opera aryalarıyla yine dengelemeyi seçmişler soundu. Kendileri bilir. Kulağımıza Planets'den aşina (benim kulağıma en azından) Jupiter, Bringer of Jollity ile birkaç ay öncesine gidiyor ve oralarda takılmayıp hemen geri dönüyorum. Albümün ilginç anlarından birini ise Japon-Çin etkili Izzy adlı bir sanatçının Suo Gan adlı eseri oluşturuyor. Ayrıca UEFA marşının aslında Handel'e ait Zadok the Priest-Coronation Anthem olduğunu öğreniyoruz.
CD4
Star Wars müziğini andırır bir parça vardır. Dadann, gümgümgüm dadann gümgümgüm, işte o anlamadığınız şey Richard Strauss'a ait ve ismi Also Sprach Zarathustra yani yanılmıyorsam Zerdüşt böyle buyurdu. Ardından uzay havası sinemalarda tüyler kırpaştıran Özen Film'in jeneriğini hatırlatır biçimde devam ediyor. Parça ise şaşırtıcı bir tezatlıkta Rome ve Juliet çalışmasından Montagues and Capulets, bestekar efenim Prokofiev. Sonra yine hepimizin ezbere terennüm edebileceği Beethoven'ın 5 Nolu Senfonisi. Ortak yanları coşkulu, yerinden zıplattırıveren, gerilimli, helecanlı, maceracı olmaları. Bu son albüm bünyede yarattığı keyif dozajına bağlı olarak ilk CD ile yarışıyor. Elimizden kılıçları bırakmıyor ve savaşa giden Walküre kıt'asının arkasına dizilip bayrakları kaldırıp The March of Valkyries'e katılıyoruz. Karanlık yanıyla metalcilere önerilen ama en mühim eserlerini opera olarak veren Wagner'in bilindik eseri. Therion tarafından da yeniden yorumlanan pek çok reklama cingıl olmuş ruha zarar gaz parça O Fortuna'yı da biliyoruz. Bestecisi ise ne hikmetse o kadar ünlü değil: Carl Orff. Ardından gelen parçayı ise ben şahsen pek bilmiyordum. O yüzden bonus bir keyif aldım bu şarkıdan. Keman ve Vivaldi diyeyim, icracı da kimse artık o da hünerini konuşturmuş. Concerto l'inverno RV297. Takip eden parça Fındıkkıran balesinden bir vals çalışması, neredeyse kuş börtü böcek seslerini hayal ediyorsunuz. Yine Çaykovski yine Tchaikovsky. Aryalardan ise en bilindik ve eğlenceli örneklerden biri, Rossini'nin Sevilla Berberi'nden alınma bir parça oldukça güçlü bir performansla albümde yer alıyor. Etkileyici bir soprano performansı gösterilen diğer bir parçada Puccini'nin Madame Butterfly operasından alınma. Eski bir kayıt gibi tınlamasına rağmen ve tabi ki opera olmasına rağmen, herşeye rağmen, ağzım birkaç karış açık dinliyorum bu parçayı. Birkaç şarkıyı geçersek e yine Çaykovski'ye varıyoruz. 1812-Festival Overture Op.49 gayet şık. Sonrasında Avrupa ve AB ile ilişkili her durumda çalınan Ode to Joy'u dinliyoruz. Beethoven efendim. Kapanışı ise haleluyah haleluyah çığlıkları arasında tomurcuklanan ve Handel tarafından yazılmış kış parçası Halelujah Chorus ile yapıyoruz.
8,0+/10
Behemoth - The Return of the Northern Moon (1992) Demo
Grubun evet abi dalgayı bırakalım geleceğe bakalım dediklerini hissedebiliyoruz bu demoda. İşlerini daha ciddiye almışlar, kararlarını kalıcılık yönünde vermişler. Sanırım. Sound ise ilk demoda olduğu gibi ağır abi black metali modunda devam ediyor. Galiba. Elbette çok yetkin ürünler beklememek lazım. Zaten tarz icabı da teknik çalma stilleri felan umut etmiyoruz. Hala veletler halihazırda. Muhtemelen. Karanlık ve depresif atmosfer sıkıcılığa düşülmeden gayet başarıyla yansıtılıyor. Büyük olasılıkla.
Neden mi bu muğlak konuşmalarım. Kat kat kadifeden perde tabakaları arasında kayıp ve boğuk kayıt kalitesinin volümü bir yukarı bir aşağı dalgalanıyorsa, bu demoyu kulaklık vasıyasıyla dinlemek işkenceye dönüşüyor. Hoparlörden de fayda yok. Evet topu topu 3-5 kere dinledim, akıl sağlığımı korumam da şart bir yerde. Kısacası müzikal olarak önceki demodan bir adım ileri olması kendisini dinlenilir kılmıyor.
3,75/10
27 Mart 2010 Cumartesi
Overkill - Horrorscope (1991)
Duyabildiğim kadarıyla vokalin en bi profesyonelce kulanıldığı albüm elbette aman ormancı testere kıvamındaki gitar tonu ile klasik thrash soundunun klasik bir örneği oluyor. Bu esnada sözleri gruba bırakıyoruz.
"I can't help this feeling, I been here before.
Everything is different, Everything the same"
Bilmiyorum neden, belki de thrash'a yine çabuk doydum. Sadece aklımda bir Slayer kaldı ki ilk bir kaç albümünü dinlemedim değil. Yine de umudum yok.
Son söz grubun ilk dönemlerini dağınık gürültücü sinir bozucu bulanların dahi keyifle dinleyebilecekleri enerjik ve sıkı biraz da disipliner sayılabilen riflerle ritimlerle dolu bir albüm. İlginç bir detay: Nevermore tadı aldım, aksilik olmazsa gelecekler ya her yerde Nevermore duyuyorum sanki..
Everything is different, Everything the same"
Bilmiyorum neden, belki de thrash'a yine çabuk doydum. Sadece aklımda bir Slayer kaldı ki ilk bir kaç albümünü dinlemedim değil. Yine de umudum yok.
Son söz grubun ilk dönemlerini dağınık gürültücü sinir bozucu bulanların dahi keyifle dinleyebilecekleri enerjik ve sıkı biraz da disipliner sayılabilen riflerle ritimlerle dolu bir albüm. İlginç bir detay: Nevermore tadı aldım, aksilik olmazsa gelecekler ya her yerde Nevermore duyuyorum sanki..
7,75+/10
26 Mart 2010 Cuma
Grave Digger - The Reaper (1993)
Grup müzik alemine 1993 yılında hızını arttırarak bateride power metal kalıplarını kullanarak geri önüyorlar. Birnevi bu yeni soundu kendilerine yakıştırdım. Yine de bu durum bestelerin kalitesinde üst bir aşamaya geçtikleri manasına gelmesin. Hatta bazı parçaların aşırı basitlikten ve absürt nakaratlardan muzdarip olmadığını söylemek de zor. Yine diyorum yine de power metalin enerjikliği grubu dinlemeyi kolaylaştırıyor alınan müzikal zevkin derekesini arttırıyor. Vokalde ise çok da bir değişiklik yok. Aynı kurabiye canavarlığı..
Şu son dinlememde puanımı kırdım. Devil Plays Piano, Rule Mr.H ve Legion of the Lost dışında dişe dokunur şarkı yok çünkü yahu. Ayrıca grup intro ve outro yazma özürlüsü, bu albümde bunu bir defa daha görüyoruz.
6,75/10
Şu son dinlememde puanımı kırdım. Devil Plays Piano, Rule Mr.H ve Legion of the Lost dışında dişe dokunur şarkı yok çünkü yahu. Ayrıca grup intro ve outro yazma özürlüsü, bu albümde bunu bir defa daha görüyoruz.
6,75/10
25 Mart 2010 Perşembe
Amorphis - Am Universum (2001)
Progresif dalgalarla dansettikleri dönemle birlikte ilgimi kaybettiğim grup vokalini değiştirdikten sonra yeniden küllerinden doğdu. Rastalı kirli uzun saçlı genç metalci kızların idolü haline gelen yeni vokalden önce de elbet grubun şarkılarını seslendiren yükünü sırtlamış emektar biri vardı. Her ne kadar gruba sonradan katılmış olsa da ve clean vokal kulvarında sesi zaman zaman irkiltici bir hal alsa da. 70lerin hammond (mı derler?) orgununy anısıra tonu tam da sevdiğim gibi olan yakışıklı saksafon katkısı müziğin sertliğinden bir şey kaybettirmiyor. Ama keşke vokali azaltıp besteleri daha jam bazlı fusion (mu derler?) jazz rock kıvamında yapsalardı tadından yinmeyecek bir ürün çıkabilirdi. Bu haliyle değeri gözardı edilen albüm nedense mainstream rock şarkılarını andırır bestelere sahip olma gibi bir durumla da karşı karşıya. Bu yüzden zaman zaman kimi zaman 90ların klasik grupları, Faith No More, Soundgarden hatta RHCP tadını almak mümkün.
Albümde parlayan parçalardan Alone zaten en bilindik olanı. Goddess (of the sad man), Shatters Within ve Veil of Sin de benim naçizane beğendiklerim.
7,50+/10
24 Mart 2010 Çarşamba
Snow Patrol - Eyes Open (2006)
Sound olarak benzeştiği Travis, Coldplay gibi İngiliz grupları ile birlikte ismini duyuran grup hatırlıyorum da Chasing Cars ile bayağ bayağ bir sükse yaratmıştı. Şimdi bu şarkı ayrı bir yerde duruyor, güzel hakkaten. Diğer gruplarla ortak yönü olan romantik duygusal dokungaçlı belirtgeçliğin zirve yaptığı bir parça. Haşmetmahaplarına ulaşamamakla birlikte zaman zaman sinir bozuculuğa bulanabilen Shut Your Eyes, parça içi dinamikleri ile hali vakti mihrabı yerinde Its Beginning to Get to Me ve nihayetinde nakarat çatlatan Make This Go on Forever, hah ha Fear Factory'deki ünvanlar gibi oldu heh he, eksik kalmasın hoh ho, vasatın üzerinde yer alıyor. Özellikle aşk pıtırcıklarına yönelik uyaklı basit sözler ve melodilere dayanabiliyorsanız keyifli keyifli dinlenebilen hoş bir pop-rock çalışması. Daha ne diyeyim anacım?
7,25--/10
21 Mart 2010 Pazar
RETRO: Zuhal Olcay - Başucu Şarkıları (2001)
Ablamızın aslında şarkıcı mı yoksa aktris mi olduğunu hala bilmemekle beraber ikinci şıkka daha yakınım. Bu albümde ise sanırım sevdiği şarkıları toparlamış sanatçı. Şöyle dinlerken hakketten de bazı şarkıların Zuhal Olcay yorumlarının zamanla baskın çıktığını anlamak mümkün. Duru hoş bir ses, dingin besteler. Güzel. Vokal biraz daha önde olabilirdi. Şarkıların içindeki gerilimi notasal değişimi dramayı daha başarıyla aktarabilirdi. Sıkıcı olmayabilirdi. Di di de di di. Ama bu yapıt böyle güzel. Pop müziğinden pek anlamam da bu yarıştığı melankolik slow pop stilinde klasik bir albüm gibi durduğunu söylemek mümkün. Arabesk etkiler bekleyenlerin uzak durması gereken bir çalışma.
7,50/10
20 Mart 2010 Cumartesi
Rotting Christ - Aealo (2010)
Grup biraz tembel davranmış bu albümle. Önceki albümde sahip oldukları tarzı etnik musiki ile süsleyerek devam etmişler. İşin metal kısmında, ki zaten soundlarında devrimsel kopuş yaşayan bir grup değil (ayrıca çok teknik oldukları da söylenemez), kendilerini tekrar ederlerken şarkıların çoğuna serpilen Yunan deseler de helele heyo çeken bilindik Balkan bayan korosuna dayalı etnik öğeler daha efektif ve yaratıcı kullanabilirmiş duygusu veriyor insana. Bu koronun şarkıların başına nakaratına kıçına yerleştirilmesi kreşendo gücünü zayıflatıyor. Bestelerdeki tekdüzelik de kendini kısa sürede eleveriyor. Sözlerdeki antik yunan savaşçısı geyiği 300 Ispartalı'nın helenik kardeşler üzerinde etki bıraktığını gösteriyor. "Are you ready to die for peace" hah ha yemeyin abi, dünkü çocuk muyuz? Diamanda Galas adlı avangart bir müzisyenin Anadolu'daki Yunanlılara yaktığı ağıdı da bu albümde coverlamak işin tuzu biberi oluyor. Bir Allahın kulu da çıkıp Kafkaslardan Balkanlardan Anadolu'ya gelen yüzbinlerce müslümanın keyiflerinden mi göç ettiklerini sorgulamayacak?
Şimdi de şu soruyu sorayım, güneş pokla sıvanır mı? Ooolum bu Rotting Christ, albümün yarısı hala gaz, atmosferik, duygu yüklü, eşlik edilebilir aşinalıkta. İlk parça Aelo, bence kayıdın en iyisi Eon Aenaos, tulum eşliğinde akıl durduran Dub-Sag-Ta-Ke süperler. Yine de gruba pragmatizmin yollarında kolaycılığı seçip sermayeden yemeye başladıklarını hatırlatmanın faydası olacaktır. Bu gidişat sürerse bu kadar hoşgörülü davranmayacağım a canım.
Not: yeniden yorumladıkları Orders From The Dead ile gruptaki değişimden hiç hoşlanmamaktayım, halkların kardeşliği bu şekilde olmaz. Düşünün, bizim ülkemizden bir metal grubu benzer sözlerle (evet ikiyüzlü bir şekilde sözlerin bir kısmı sansürlenmiş Rotting Christ tayfasınca) ortaya çıkacak ve tepki görmeyecek. Ama düşmanlık ve kin yayma işini yabancı gruplar üstlenince; tabi bunu da yüzsüzce dolaylı bir şekilde yapıyorlar, yok kahramanın dilinden yazdık bu sözleri, yok hikaye konsept böyle, yok tarihi referans aldık, hadi oradan!; ağzı açık ayran budalası gibi biz de dinliyoruz. Yeri gelmişken söyleyeyim dedim.
Not2: yanlış da anlaşılmasın, işi protesto saçmalıklarına götüren gazcı tipler oluyor, komik duruma düşüyorlar. Böyle bir şeye en güzel tepki o tarz grupları organizasyonlara çağırmamak, görmezden gelmek, unutulmasını sağlamaktır bence. Ayrıca Rotting Christ bu bahsettiğim sınıfa sokulamaz, henüz..
8,25/10
18 Mart 2010 Perşembe
Behemoth - Endless Damnation (1992) Demo
Kayıt kalitesi daha doğrusu kalitesizliği ile dikkat çeken grubun bu ilk demosunda ses kulaklığın bir o yanına bir bu yanına tenis maçındaki top ,ee tenis topu, gibi sekiyor, gitarlar arada kontrolden çıkıyor ciyaklıyor. Bateri yankılı bir şekilde miksajı baskın. İrezil rüsva yani. Onun dışında tarz olarak grubun paganik etkili black soundundan da oldukça ayrı, doomvari ağır abi black metali yoğunluğunda. Parçalar basit, teknik beceri kabiliyet yok, zati grup elemanları "daha biz tıfıl veled idik, çok takılmayın" diyorlar. O zaman tüketecek nefes de yok bizde. Fakat ilginçtir basit müziği sevmemden mi yoksa daha önce böyle ağır black metal dinlememiş olmaktan mı kaynaklı parçaların genel havasından hoşlandım. Emare olaraktan, iskelet olaraktan etkileyici fikirler geziniyor. Misal deli dumrul bateri tıkırtıları eşliğinde svirisinek elektro saz rif şahane, Temple of Evil'de. Gönül rahatlığıyla...
4,25/10
17 Mart 2010 Çarşamba
Belphegor - Blutsabbath (1997)
Valla bu albümü dinlemek her babayiğidin harcı değil. Nice delikanlılar gördüm, bu albümü dinledikten sonra ezilmüş büzülmüş. Hah ha. Özellikle baterist ezme büzme işinde usta galiba, son vakitler duyduğum en hayvani performansı sergiliyor. Hayvan demişken koala panda uğurböceği felan algılamayın, bariz ayı. Onun dışında dur durak bilmeden bazen black bazen death böğürtüler içinde hızlı tempolu vahşi bir musiki. Ne diyeyim. Albüme adını veren parça biraz daha iyi. Sözler basit ve "evil" olacağım gayreti içinde gelişmemiş. Çok da tarzım değil açıkcası.
5,75/10
16 Mart 2010 Salı
RETRO: Therion - Vovin (1998)
Cımbızla çekip bütününden ayırdığınızda ve tek başlarına değerlendirdiğinizde her şarkının bir gideri var, her halükarda. Ama birleşip voltranı oluşturduklarında bayan daha doğrusu soprano vokalin ağırlığını ve bünyede civa gibi biriktirdiği zona sıkıntısını yaşamamak mümkün değil. Yaratıcılık, senfoni ve metalin uyumu bıdı bıdı hepsi fevkalade. Fakat bir yerlerde dinamizm kayboluyor, bazı yerler gereğinden uzun tutulmuş, soprano vokal demiştim zaten, kötü değil ancak fazlası zarar. Yine de..
8,50/10
14 Mart 2010 Pazar
Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş - Part 666
Ohara film listelemeyeli aylar geçmiş.
Star Wars 1-2-3-4-5-6 ya da 4-5-6-1-2-3
Her zaman derim Star Trek>Star Wars. Çoğunu izlemediğim bu seriyi izlemeyi tamamlayınca da ne kadar haklı olduğumu gördüm. Tabi burada karşılaştırdığım şey filmler değil tüm konsept. Ayrıca Darth Vader'in neden büyütüldüğünü de anlamış değilim. Açıkcası İmparator hem daha kuul hem de oyunculuğunu konuşturan ender isimlerden biri. Öncelikle çağdaş 3 filmin ilki tüm seride olduğu gibi şapşal yaratıkların şapşal davranışlarından eziyet görüyor. Üstelik bilgisayar efektlerin komikliği de gözleren kaçmıyor. Anakin'i oynayan genç berbat, yönetmenlik özellikle ikinci filmdeki aşk sahnelerinde berbat. Anakin'in Vader'a dönüştüğü 3.süsü biraz daha iyi. Ama bu dönüşüm de bence hiç mantıklı değil, über abartılı. 70'lere dönersek ilk filmde dar bir bakış açısı kullanılmış, TV dizisi mantığında. O döneme göre bu ilk üç serinin görüntü kalitesi gayet güzel olsa da 2. filmde çok daha iyi olabilecek kar kaplı savaş sahneleri cortlamış. Vader'in imparatorun kıçına tekmeyi basıp tövbe estağfürullah getirdiği son film biraz da temposuna bağlı olarak keyifli bir izlenim sunuyor. Tabi oyuncak ayıları görmezden gelmek zor. İzlemeye sondan başlayıp ilk filmde Vader'i amiralin yaveri olarak görmek ayrı bir hayal kırıklığı yaratıyor.
CNBC-e için üç kere: yip! yip! yip!
Aşk Tutulması
Yerli sinemada iz bırakacak kadar iyi olabilecekken 70'lerin sıcak ortamıyla bütünleşmeye amaçlayarak elindekinden de olan film modern vakitlerde filizlenen bir aşkı anlatıyor aslında. Fenerbahçe'yi baygınlık getirtene kadar kullanması yönetmenin, iyi işlenen mizahi öğelerin artık sonlarda ciddi ciddi bir anlatım gayretine bağlanması ile birlikte zayıf yanlarını oluşturuyor. Keyifli mi özellikle ilk yarısı..
Star Trek 2009
Süper keyifli bir film, bi nane hatırlamıyorum ama, hah haha. Sanırım Kaptan Kirk'in gençliğine gidiyoruz. Yeni akademiye başlayan haşarı genç. Spock geçmişe zaman yolculuğu yapıyor. Ya öyle bişeyler işte..
Paprika
Enteresan azcık sürrealist bir anime. Rüya alemi ile gerçek istismar edilen bir deney çalışmasının ardından birbirine karışıyor. Gündüz saygın bir bilim kadını gece yani rüya aleminde Paprika adıyla vamp bir kadın.. Çok da rahat koltuğunuza yaslanıp izlerken keyifle kahvenizi yudumlayacağınız bir film değil. Düşündürüyor yani.
Star Trek 2 - Wrath of Khan
Yıl 1982, Khan diye bi kötü adam destekçileriyle birlikte bir gezegene hapsedilmiş. Sonra Atılgan ekibinden bazılarını rehin alıp kurtuluyorlar ordan. Amaçları intikam tabi ki de. TV filmi tadına. Zaten intikam istemlerinin sebebi büyük ihtimalle diziye bağlı. Pek de keyif alarak izlemedim.
Star Trek: The Motion Picture
İlk film, kült bence. Dünyaya doğru gelen dev bir nebula tarafından saklanan yapay bir gezegeni inceleme görevi verilir Atılgan'a. Bir on dakka boyunca Atılgan'ı değişik açılardan keyifle izleriz. Uzay görüntüsünü aktarabilmenin sevinci ile hiç aceleye getirmeden sindire sindire çekmişler bu sahneleri. Nihayetinde 50-60lı yıllarda uzaya yollanan sondaj uydusu Discover bir makine toplumu tarafından güçlendirilip geriye yollanmış. Ve bu yapay zeka yaratıcısını aramaktadır, bir çocuk saflığıyla. Dikkatinizi çekerim yıl 1979. Biz bu konulara 2000'lerde tav oluyorduk!
Starsky&Hutch
Komedi dans ikilisi gibi bir şeydi sanırım. Komedi filmlerini hatırlamamak gibi bir özelliğim var. Keyifle izleyip izlemediğimi bırakın sonunu getirip getirmediğimi bile hatırlamıyorum. Bu sağlıklı bir şeye işaret etmiyor sanırsam.
Mutant Chronicles
Keyif demişken işte bu! Zihnini yorma. Abidik gubidik bir gelecekte insanlar savaşa tutuşmuşken yer altından bir zombi ordusu uyanır. İnsanlığın ağzına zıçar. Bir ekip oluşturulur, zombilerin beynine yolculuğa çıkarlar. Aksiyon aksiyon aksiyon beybi.
The Hangover
Bir diğer komedi filmi. Las Vegas'a bekarlığa veda partisine giden arkadaşlar sabah uyandıklarında odada bir bebek, kaplan ve aralarından birini kayıp bir şekilde bulurlar. Hatırladıkları ise koca bir hiç. Komedi filmlerinde gözardı edilen ilginç ve dikkati üst seviyede tutacak hikaye örgüsünü güçlü tutarak izlemesi keyifli bir 96 dakika sunuyor yönetmen.
District 9
Metin de koca koca gedikler olsa da (uzay gemileri olan bir medeniyeti düşüşü?, neden uzay gemisini Abd parçalayıp teknolojisini sömürmemiş?, neden uzaylılar bu kadar zavallı?) düşük bütçesi ile görüntü anlamında çok güçlü ve keyifli bir seyir sunan film ilginç konusuyla da bizi düşüncelere sevk ediyor. Dünyaya bir grup böcekimsi uzaylı mülteci olarak gelseydi ve onlara Güney Afrika'nın siyahi vatandaşları bile ırkçılıkla yaklaşsaydı ne olurdu. Yalnız film bu böceklerin yaşamına kesiti onlardan birinin üzerinden değil, kaza eseri Kafkaesk bir şekilde dönüşüm geçiren bir insan, ama gayet sıradan ve salak bir insan, üzerinden anlatıyor. Demek ki sinema sektörü o kadar da ileri gitmemiş.
Paranormal Activity
Sürekli gerilim havası ve minimal çekim tekniği ile göz dolduran film bütün korku filmlerin klişelerini kullanması ve saçma sapan işaretlere bizi yönlendirmesi ile seyir keyfimizi bozuyor. Türk bir yönetmen ya da senarist'in elinden çıkmasıyla gurur duyduğumuz maliyetinin kat kat üzerinde para kazandıran filmde baş rol oynayan erkek çocuğunu çatır çatır kesmek isteyen yüzbinler arasında olmanın da sevincini taşımaktayım efendim. Moron..
Grave of the Fireflies
Efsane kült bir savaş karşıtı anime. Bilerek duygulara oynayan film bize düşma felan göstermiyor. İkinci Dünya Savaşında şehirleri bombalana ve savaşı kaybetmeye başlamış Japonya'da ailesini kaybeden abi-kızkardeş açlıkla mücadele ederek hayatta kalmaya çalışıyorlar. Ağladım mı? Hayır, sadece gözüme bir şey kaçtı , üç dört kerecik. Dolayısıyla keyifli bir seyir olaağını zannetmiyorum, ama yüzde doksan ağlayacağınız için içinize ferahlık dolacak.
The Party
Komedi filmlerinin efsanevi filmi. Başrolünü sakar bir Hintli rolünde Peter Sellers oynuyor. Bu tarz komediye hiç gelemiyorum ama bir süre sonra partinin mantık ötesi çılgın bir seviyeye sürüklenmesini görmek oldukça keyifliydi.
Avatar
Evet şirinler köylerini Gargamele karşı koruyorlar. Dünyaya Orman Denir desem Ursula LeGuin desem. İzlediğim boyut iki olsa bile bu aldığım keyiften pek de bir şey götürmedi. Ancak yine dikkatinizi çekerim, kahraman yaratıklaşan bir insan. Antropolojik bir şey bu, kökleri misyonerliğe bile dayalı olabilir. Film iyiydi ya, klişelerden bile pişman olmadım. Ne iyisi be Süper ötesiydi.
Ulak
Olduğundan çok daha fazlasını vaat eden bir film. Yine de bu kadar egzotik bir konuyu işlemesi ile takdiri hak ediyor Çağan Irmak. Fakat sanat danışmanına bir kaç kelamım var. O köy varya o köy Anadoludan ziyade Meksika köyüne benziyordu. Uzun lafın kısası keyifli bir seyir için tavsiye edebilirim herkese.
(500) Days of Summer
Moderen romantik komedi izlemesi keyifli dakikalar sunsa da sonuçta ortaya süper şık ve kendi modasını oluşturmuş kıyafetli gençleri görmenin dışında somut bir şeyler sergilemiyor. Belki de tür meselesi.
Recep İvedik 2
Bu da bizim moderen komedimimiz. Allah bizi kahretmesin, araya reklamlar girince hepsini izleyemedim ama bu birleşik parodiler kümesinden nefret ettiğimi söylemek güç. Burnu havada entellektüelizme Son! Biz buyuz kardeşim, bak keyfine.
Eski Olacak O Kadar'ın da hastasıyız vesselam.
Trainspotting
90'lar, İngiltere, Müzik daha ne isteyeyim ki
Kafayı bulmuş keyifleri keyif uyuşturucu müptelalarına özenmek mi? Aman kalsın. Bu arada Sonisphere'nin biletlerini tüketen hayvanlara (alınamasın kimseler, koala, panda gibi düşünün). Yuh diyorum size, ohaa çüşş
Terminator Salvation
Serilerde konu olarak öncellerin sonra çekilmesine kıl oluyorum. Zaten dizisinin de çıkmasıyla birlikte konusunun hak getire bir hale bürünmesi neticesinde bu filmi sinemada izlemeyi düşünmedim bile. Yine de keyifli bir izleme amacıyla devreye soktukları yeni karakter ve olmaz sa olmaz full ekşını başarılı buldum. Oyunculuk, kalieli senaryo felan, yaw de git başkasının başına ekşi kardeşim..
Sherlock Holmes tüm kaliteli oyunculuğu ve müthiş atmosferine rağmen yarıda bırakıp çıktığım bir film oldu. Biraz da salonun azizliğine uğradık. Ayrıca yine yarım yamalak izleyebildiğim sürüsüne bereket film içinde yerli filmlerden ikisi Umut ile ismini hatırlamadığım ama bir gencin kumpasa getirilip intihar komandosu olması yönünde beyninin yıkanmasının konu edildiği film oldukça dikkat çekiciydi.
Farkındaysanız bir kelimeyi her kısımda kullandım. Bunu bana söyleyen ilk yüzyirmiüç kişiye iyi dileklerimi sunacağım, heh he
Star Wars 1-2-3-4-5-6 ya da 4-5-6-1-2-3
Her zaman derim Star Trek>Star Wars. Çoğunu izlemediğim bu seriyi izlemeyi tamamlayınca da ne kadar haklı olduğumu gördüm. Tabi burada karşılaştırdığım şey filmler değil tüm konsept. Ayrıca Darth Vader'in neden büyütüldüğünü de anlamış değilim. Açıkcası İmparator hem daha kuul hem de oyunculuğunu konuşturan ender isimlerden biri. Öncelikle çağdaş 3 filmin ilki tüm seride olduğu gibi şapşal yaratıkların şapşal davranışlarından eziyet görüyor. Üstelik bilgisayar efektlerin komikliği de gözleren kaçmıyor. Anakin'i oynayan genç berbat, yönetmenlik özellikle ikinci filmdeki aşk sahnelerinde berbat. Anakin'in Vader'a dönüştüğü 3.süsü biraz daha iyi. Ama bu dönüşüm de bence hiç mantıklı değil, über abartılı. 70'lere dönersek ilk filmde dar bir bakış açısı kullanılmış, TV dizisi mantığında. O döneme göre bu ilk üç serinin görüntü kalitesi gayet güzel olsa da 2. filmde çok daha iyi olabilecek kar kaplı savaş sahneleri cortlamış. Vader'in imparatorun kıçına tekmeyi basıp tövbe estağfürullah getirdiği son film biraz da temposuna bağlı olarak keyifli bir izlenim sunuyor. Tabi oyuncak ayıları görmezden gelmek zor. İzlemeye sondan başlayıp ilk filmde Vader'i amiralin yaveri olarak görmek ayrı bir hayal kırıklığı yaratıyor.
CNBC-e için üç kere: yip! yip! yip!
Aşk Tutulması
Yerli sinemada iz bırakacak kadar iyi olabilecekken 70'lerin sıcak ortamıyla bütünleşmeye amaçlayarak elindekinden de olan film modern vakitlerde filizlenen bir aşkı anlatıyor aslında. Fenerbahçe'yi baygınlık getirtene kadar kullanması yönetmenin, iyi işlenen mizahi öğelerin artık sonlarda ciddi ciddi bir anlatım gayretine bağlanması ile birlikte zayıf yanlarını oluşturuyor. Keyifli mi özellikle ilk yarısı..
Star Trek 2009
Süper keyifli bir film, bi nane hatırlamıyorum ama, hah haha. Sanırım Kaptan Kirk'in gençliğine gidiyoruz. Yeni akademiye başlayan haşarı genç. Spock geçmişe zaman yolculuğu yapıyor. Ya öyle bişeyler işte..
Paprika
Enteresan azcık sürrealist bir anime. Rüya alemi ile gerçek istismar edilen bir deney çalışmasının ardından birbirine karışıyor. Gündüz saygın bir bilim kadını gece yani rüya aleminde Paprika adıyla vamp bir kadın.. Çok da rahat koltuğunuza yaslanıp izlerken keyifle kahvenizi yudumlayacağınız bir film değil. Düşündürüyor yani.
Star Trek 2 - Wrath of Khan
Yıl 1982, Khan diye bi kötü adam destekçileriyle birlikte bir gezegene hapsedilmiş. Sonra Atılgan ekibinden bazılarını rehin alıp kurtuluyorlar ordan. Amaçları intikam tabi ki de. TV filmi tadına. Zaten intikam istemlerinin sebebi büyük ihtimalle diziye bağlı. Pek de keyif alarak izlemedim.
Star Trek: The Motion Picture
İlk film, kült bence. Dünyaya doğru gelen dev bir nebula tarafından saklanan yapay bir gezegeni inceleme görevi verilir Atılgan'a. Bir on dakka boyunca Atılgan'ı değişik açılardan keyifle izleriz. Uzay görüntüsünü aktarabilmenin sevinci ile hiç aceleye getirmeden sindire sindire çekmişler bu sahneleri. Nihayetinde 50-60lı yıllarda uzaya yollanan sondaj uydusu Discover bir makine toplumu tarafından güçlendirilip geriye yollanmış. Ve bu yapay zeka yaratıcısını aramaktadır, bir çocuk saflığıyla. Dikkatinizi çekerim yıl 1979. Biz bu konulara 2000'lerde tav oluyorduk!
Starsky&Hutch
Komedi dans ikilisi gibi bir şeydi sanırım. Komedi filmlerini hatırlamamak gibi bir özelliğim var. Keyifle izleyip izlemediğimi bırakın sonunu getirip getirmediğimi bile hatırlamıyorum. Bu sağlıklı bir şeye işaret etmiyor sanırsam.
Mutant Chronicles
Keyif demişken işte bu! Zihnini yorma. Abidik gubidik bir gelecekte insanlar savaşa tutuşmuşken yer altından bir zombi ordusu uyanır. İnsanlığın ağzına zıçar. Bir ekip oluşturulur, zombilerin beynine yolculuğa çıkarlar. Aksiyon aksiyon aksiyon beybi.
The Hangover
Bir diğer komedi filmi. Las Vegas'a bekarlığa veda partisine giden arkadaşlar sabah uyandıklarında odada bir bebek, kaplan ve aralarından birini kayıp bir şekilde bulurlar. Hatırladıkları ise koca bir hiç. Komedi filmlerinde gözardı edilen ilginç ve dikkati üst seviyede tutacak hikaye örgüsünü güçlü tutarak izlemesi keyifli bir 96 dakika sunuyor yönetmen.
District 9
Metin de koca koca gedikler olsa da (uzay gemileri olan bir medeniyeti düşüşü?, neden uzay gemisini Abd parçalayıp teknolojisini sömürmemiş?, neden uzaylılar bu kadar zavallı?) düşük bütçesi ile görüntü anlamında çok güçlü ve keyifli bir seyir sunan film ilginç konusuyla da bizi düşüncelere sevk ediyor. Dünyaya bir grup böcekimsi uzaylı mülteci olarak gelseydi ve onlara Güney Afrika'nın siyahi vatandaşları bile ırkçılıkla yaklaşsaydı ne olurdu. Yalnız film bu böceklerin yaşamına kesiti onlardan birinin üzerinden değil, kaza eseri Kafkaesk bir şekilde dönüşüm geçiren bir insan, ama gayet sıradan ve salak bir insan, üzerinden anlatıyor. Demek ki sinema sektörü o kadar da ileri gitmemiş.
Paranormal Activity
Sürekli gerilim havası ve minimal çekim tekniği ile göz dolduran film bütün korku filmlerin klişelerini kullanması ve saçma sapan işaretlere bizi yönlendirmesi ile seyir keyfimizi bozuyor. Türk bir yönetmen ya da senarist'in elinden çıkmasıyla gurur duyduğumuz maliyetinin kat kat üzerinde para kazandıran filmde baş rol oynayan erkek çocuğunu çatır çatır kesmek isteyen yüzbinler arasında olmanın da sevincini taşımaktayım efendim. Moron..
Grave of the Fireflies
Efsane kült bir savaş karşıtı anime. Bilerek duygulara oynayan film bize düşma felan göstermiyor. İkinci Dünya Savaşında şehirleri bombalana ve savaşı kaybetmeye başlamış Japonya'da ailesini kaybeden abi-kızkardeş açlıkla mücadele ederek hayatta kalmaya çalışıyorlar. Ağladım mı? Hayır, sadece gözüme bir şey kaçtı , üç dört kerecik. Dolayısıyla keyifli bir seyir olaağını zannetmiyorum, ama yüzde doksan ağlayacağınız için içinize ferahlık dolacak.
The Party
Komedi filmlerinin efsanevi filmi. Başrolünü sakar bir Hintli rolünde Peter Sellers oynuyor. Bu tarz komediye hiç gelemiyorum ama bir süre sonra partinin mantık ötesi çılgın bir seviyeye sürüklenmesini görmek oldukça keyifliydi.
Avatar
Evet şirinler köylerini Gargamele karşı koruyorlar. Dünyaya Orman Denir desem Ursula LeGuin desem. İzlediğim boyut iki olsa bile bu aldığım keyiften pek de bir şey götürmedi. Ancak yine dikkatinizi çekerim, kahraman yaratıklaşan bir insan. Antropolojik bir şey bu, kökleri misyonerliğe bile dayalı olabilir. Film iyiydi ya, klişelerden bile pişman olmadım. Ne iyisi be Süper ötesiydi.
Ulak
Olduğundan çok daha fazlasını vaat eden bir film. Yine de bu kadar egzotik bir konuyu işlemesi ile takdiri hak ediyor Çağan Irmak. Fakat sanat danışmanına bir kaç kelamım var. O köy varya o köy Anadoludan ziyade Meksika köyüne benziyordu. Uzun lafın kısası keyifli bir seyir için tavsiye edebilirim herkese.
(500) Days of Summer
Moderen romantik komedi izlemesi keyifli dakikalar sunsa da sonuçta ortaya süper şık ve kendi modasını oluşturmuş kıyafetli gençleri görmenin dışında somut bir şeyler sergilemiyor. Belki de tür meselesi.
Recep İvedik 2
Bu da bizim moderen komedimimiz. Allah bizi kahretmesin, araya reklamlar girince hepsini izleyemedim ama bu birleşik parodiler kümesinden nefret ettiğimi söylemek güç. Burnu havada entellektüelizme Son! Biz buyuz kardeşim, bak keyfine.
Eski Olacak O Kadar'ın da hastasıyız vesselam.
Trainspotting
90'lar, İngiltere, Müzik daha ne isteyeyim ki
Kafayı bulmuş keyifleri keyif uyuşturucu müptelalarına özenmek mi? Aman kalsın. Bu arada Sonisphere'nin biletlerini tüketen hayvanlara (alınamasın kimseler, koala, panda gibi düşünün). Yuh diyorum size, ohaa çüşş
Terminator Salvation
Serilerde konu olarak öncellerin sonra çekilmesine kıl oluyorum. Zaten dizisinin de çıkmasıyla birlikte konusunun hak getire bir hale bürünmesi neticesinde bu filmi sinemada izlemeyi düşünmedim bile. Yine de keyifli bir izleme amacıyla devreye soktukları yeni karakter ve olmaz sa olmaz full ekşını başarılı buldum. Oyunculuk, kalieli senaryo felan, yaw de git başkasının başına ekşi kardeşim..
Sherlock Holmes tüm kaliteli oyunculuğu ve müthiş atmosferine rağmen yarıda bırakıp çıktığım bir film oldu. Biraz da salonun azizliğine uğradık. Ayrıca yine yarım yamalak izleyebildiğim sürüsüne bereket film içinde yerli filmlerden ikisi Umut ile ismini hatırlamadığım ama bir gencin kumpasa getirilip intihar komandosu olması yönünde beyninin yıkanmasının konu edildiği film oldukça dikkat çekiciydi.
Farkındaysanız bir kelimeyi her kısımda kullandım. Bunu bana söyleyen ilk yüzyirmiüç kişiye iyi dileklerimi sunacağım, heh he
RETRO:Tanju Okan - Bir Zamanlar (Best of Tanju Okan) (1999)
Nostaljik pop müziğine aylıp bayılmasam da bugünkü ile kıyaslandığında , elbette iyi yapılan elektronik hariç, birkaç dev adım önde bir yerlerde konuşlanıyor, tabi kalitatif anlamda. Nihayetinde bu derleme de biraz meyhane atmosferini taşımakla beraber pek çok bilindik hatta mütevazi olmaya gerenk yok efsane parça içeriyor. En iyi dostum içki ve sigara dediği Dostlarım, Öyle Sarhoş Olsam ki, neden saçların beyazlamış arkadaş diye bilinen Deli Gibi Sevdim, Ayrıca albümün ilginç çalışmalarından biri de yaşamı olumlaması ile genel sounddan oldukça farklı bir yerde duran ve ajitatif havası ile daha bi güzelleşen Arkadaş Dur Bekle.
7,25+/10
7,25+/10
Septic Flesh - Communion (2008)
Dimmu Borgir ve Roting Christ'e aşina olanların hiç yabancısı kalmayacağı bu albüm hayli senfonik, biraz bumbastik öğelerle süslü death metal gibi bir minval üzerinden ilerliyor. Dark metal diyelim kısa olsun. Aslında bestelerin biraz basitliğinden tekdüzeliğinden formulizminden hatta ucuz yöntemlerinden dem vuracaktım ki Rotting Christ'in son albümünü dinleyince dilimi ısırdım, söyleyeceklerimden vazcaydım. Birden bu albüm daha da kıymete bindi.
Death metali içersinde göze batmayacak özellikte olmasından dolayı hoşuma giden vokaller şöyle bir yıkanıp pürüpak olunca yani temizlenince hoşlanabilite rasyosunda negatif anlamda değişimler yaşıyor. Senfonik tat bırakan yaylı ve üttürü kılığındaki syntler sert bir tonda sounda hakim ikenkene özellikle bazı parçalarda, albüme adını veren şaheser gibi, bateri vuruşları bu sertliğe katkıda bulunuyor. Bu albüm kulaklıkla dinlendiğinde ayrı bir havaya bürünse de bazılarınca dillendirilen orjinallik övgüsüne katılamayacağımı söylememi şart koşuyor. Üstteki isimlere ek olarak Monolith Deahcult'ı da ekleyebilirim, hemi de daha brütal bir versiyonu.
8,25/10
13 Mart 2010 Cumartesi
Yo La Tengo - I Am Not Afraid of You and I Will Beat Your Ass (2006)
Eğer doğru hatırlıyorsam ismi espanyolca benim yaşım ... anlamına gelen kalıp cümle iskeletine dayanan grubu albümün ilk parçası da olan Pass the Hatchet, I Think I'm Goodkind ile tanımıştım. Yaklaşık 10 dakkalık süreye sahip şarkı cayır cayır gitarları ile orta-yavaş tempoda ecnebilerin cem dedikleri bir çizgide müzik şöleni sunuyor. Bu şarkı sebebiyle albümü dinlemeye başlamam açıkcası süpriz bir sonuç doğurdu. Çünkü diğer şarkılar içlerinde enerjik bir potansiyel biriktirseler de 60-70li yıllar Beatlesvari soundlarıyla gayet nostaljik duruyorlar. Daha doğrusu modernize nostaljik pop-rock gibi bir şey. Albümde kullanılan üflemeli çalgılar, piyano ve yaylılar jazz, folk ve karayip müziği gibi birbirinden farklı kompozisyonları çağrıştırıyor. Ritim açıkcası albümü temsil eden özet sözcük olmalı. Albümün canlılığını büyük oranda borçlu olduğu backgroundda yerleşik akışkan ritim dalgası özellikle albümün bence diğer süper parçası The Room Got Heavy'de zirve yapıyor. Özünde kısa ve basit bir rock n roll parçası olan Watch Out For Me Tonight ile 11 dakikalık grubun hikayesinin anlatıldığı The Story of Yo La Tengo da fena değil.
Uzun lafın özcağızı kendi içinde değişkenlik gösteren, birkaç tane süper enerjik parça artı solo olarak da diğer şarkılarda da karşımıza çıkan 70li yıllar cayır gitarları ile dinlemesi keyifli bir albüm. Ancak bu elbette metalci bir bünyeye hitap etmeyecek yavaşlıkta hatta ve hata sıkıcılıkta melodileri içermediği anlamına gelmiyor. Bu arada yo la tengo ingilizcedeki i have kalıbına denk düşüyormuş, sahip olmak yani.
7,25/10
12 Mart 2010 Cuma
Air - Moon Safari (1998)
Böyle dinlence, downtempo elektronik bir musikinin sıkıcılık sınırlarını aşabileceğine inanmak şaşırtıcı doğrusu. Öyleyse sadece bu meziyetlerinden dolayı önlüklerine bir kırmızı kurdele hakediyorlar. Dinlendirme konusunda çok iyiler, hamamda iyice yoğrulmuş gibi hissetmemek mümkün değil, kulunç felan kalmıyor geriye. Deneysel soundlar felan. Pozitif müzik, kısacası, cumayı kutladığım bu akşama da ne güzel yaraşırmış. Seni gidi eir seni, hibilibibili.
8,0/10
11 Mart 2010 Perşembe
Overkill - The Years of Decay (1989)
Bobby biraz durulmuş, vokal disiplin altına alınmış, gang nakaratlar da yok, azcık sofistike olma durumları mı ne mevcut? Neyse grubun en sevilen bu albümü Metallica izleri taşımıyor da değil, gitar rifleri ve tonu sayesinde bunu açıkca görebiliyoruz. Bu durum da enerjik olsa da bence ruhsuz hallerini (bu albüm için konuşuyorum) dengelemekte. Ki albümün en azından üçte biri ağır/yavvaş parçalardan oluşuyor.
Albüm kapakları hala abidik gubidik. Ben bir albüm yapacağım da kapağı sanat eserine dönüştürmeyeceğim, hah? Peh yani peh.
Who Tends the Fire süper bu arada.
8,0-/10
9 Mart 2010 Salı
A Silver Mt. Zion - Kollaps Tradixionales (2010)
Önceki albüme göre daha sınırları belli olan keskin bir sounda sahip albüm öncelikle güzelim kapağıyla hoşcağzıma gidiyor. İlk parça klasik yandan çarklı blues soundlarında gezinip orkestral hallere bürünüyor. Biraz da güz güneşinde ısınan Avrupai plaj tadında. Pek ala. Ama ikinci şarkıda albümün temelini sarsan deprem gibi anlara rastlıyoruz. I Built Myself a Metal Bird gücünü post-punk'tan alan bin fantom kılığında peydah oluyor. 3. şarkı ise tamamiyle enstrümantel haliyle cırtlak vokalin bu albümde vokalini daha yerinde kullandığını hatırlatıyor bize, tam bir klasik post-rock şarkısı. Geri kalanları da anlatmayayım. 2010 fırtına gibi başladı doğrusu, Rotting Christ, Dark Tranquillity, Orphaned Land, Burzum, yakında Avantasia...
8,0+/10
7 Mart 2010 Pazar
Sabaton - The Art of War (2008)
Avrupa tarzı power metal çizgisini terketmeksizin soundunu olabildiğince sertleştiren grup konu olarak da 20 yy savaşlarını almış. Bu yüzden bazen savaş metali gibi saçma bir etiketle tanımlansalar da ortalarda gürleyen toplar uçak zıvırtıları felan yok. Dolayısıynen savaş metal gibi bir şeyi en azından ben emmoğlum ve bakkalın çırağı kabul etmiyoruz. Parçaların arasında bionik kadın misali bir sesle konuşan kısa geçişler var, işte hatunkızımız Sun Tzu'dan öğütler felan veriyor. Sen uyursan ölürsün, sen ölürsen herkes ölür gibi.. Sound açısından ise vokale alıştıktan sonra şarkıları da vakit geçirmeden çözüyorsunuz. Melodileri dile pelesenk cins-i kabilinden. İşte tam da bu yüzden albüm çok ve de pek çok dinlemelere müsait değil. Ara ara gelen synth ise çoğunlukla destek görevini görüyor, biraz keskin bir tonu var, fena değil. Grup özellikle Cliffs of Gallipoli adlı manalı sözlere sahip şarkısıyla biliniyor buralarda. Sözleri savaşı değil barışı vaaz ediyor ve biraz da gurur verici bir nasihatle bitiyor. "Bazı yolar vardır üzerinde yürünmeyecek, bazı ordular vardır hücum edilmeyecek, bazı kentler vardır kuşatılmayacak" Ama bence daha iyi şarkılar var. The Art of War, Talvisota, The Price of a Mile, Rus İngilizcesinden muzdarip olsa da süper gaz Panzerkampf gibi.
8,25/10
8,25/10
6 Mart 2010 Cumartesi
Berksan - Çilek (2004)
Ahhah hah ha! Neler oluyor bana böyle? Hmm hiç de fena değilmiş..ohh yee :-)
Her nasıl olduysa müzik koleksiyonuma giren ve doğal olarak gözardı ettiğim bu albüme yaşlılığın getirdiği açık fikirlilikle bir kulak vereyim dedim. Dinlenebiliniyor gayet. Tarkan çakması genç çocuğun sesi fena değil. Nakaratları dile pelesenk yapma çabası saçma sonuçlara ulaşsa da (misal Fıstık, Kıpır Kıpır) gayet tempolu güzel hafif duygusal bir eksende parçalar değişkenlik arzediyor. Gençliğim aklıma geldi vallaha. Özellikle duygusal ve dumtıslı tempolu parçalarda şarkıcımız güzel performans gösteriyor. (misal Kaldım Böyle ve Muhtacım,turkische haus haus haus, ful slow için Unutamam ya da Kum Saati ) Yapımcıların dünya müziğini takip ettikleri göze çarpıyor. Alaturkaya sıkışmamışlar. Yine de yapılanların orjinal olduğunu söylemek güç. Ayrıca kulağımız daha komplike müziğe alışkanlık kazandığı için bu şarkıların arkayapısında alternatif melodileri, efektleri boş yere arayıp durdum. Nasıl olsa pop dediğin budur, kolay dinlenir düşündürmez. Gizlisi saklısı batıni iddiaları yoktur. Ve bu tarz bir albüm için 6 buçukun manası "iyi" dir. Bir de hatırlatma , bir pop albümü 1 saat olmaz, bayar zira.
Kendime not: Belphegor'dan sonra pembe kapaklı bir giriş blogda pek şık durmuyor.
6,50/10
5 Mart 2010 Cuma
Belphegor - The Last Supper (1995)
Özlemişim böyle pis bir soundu. Black etkili bildiğin illeş death metal. Vokal gurul gurul brütal ağırlıklı olmakla beraber yırtıcı black çizgisine de sık sık kayıyor. İlk başlarda tabikine de dinlemek zor. Melodileri kanırttıra kanırttıra buluyorsunuz çünkü. O da her şarkı da değil. Neyse 99 yılı baskısı 6 adet farklı parça içeriyor, bunlardan biri Black Sabbath'tan Sabbath Bloody Sabbath ile Sodom'dan Outbreak of Evil. Açıkcasına söylemek gerekirse bu bonus parçalar fark yaratıyor, olumlu yönde. Keyboard'u güzel kullanamadıkları ilk göze çarpan olumsuzluklardan biri. Bir diğeri de brütal death ile aramın limoni olması. Fakat dediğim gibi bu aralar böylesine sert bir şeyler dinlemeye ihtiyacım olsa gerek dinlemekten ya da kafama tak tak baget yemekten keyif aldım. Özellikle Drowned in Excrements, In Remembrance of Hate bla bla ile Kruzifixion'da.
6,50/10
4 Mart 2010 Perşembe
RETRO: Graveworm - As the Angels Reach the Beauty (1999)
Şu gotik black mevzusunu hala biraz ucuz bulduğum yöntemle yapmaya devam ediyor grup. İlk albümlerindeki brütal vokal tümden terkedilip vokaller Cradle of Filtvariliğe bırakılmış. Olmamış. Yer yer tırmanışa geçen güzel melodiler ne yazıkki zirve yapamadan tepe taklak monotonluğa düşüyor. Biraz da bu sürenin olması gerekenden daha uzun olmasına bağlı bazı parçaların. Bununla birlikte her şey o kadar da kötü değil. Dediğim gibi güzel melodiler içeriyor albüm. Aynı zamanda gayda ya da gayda kılığına girmiş synth, her neyse, egzotizme tavan yaptırıyor. Ancak hal mevzu bu. İşin aslı ben biraz da imajına kılım grubun. Black metalci olacaksın, ama gotizmi eziklik seviyesine vardıracaksın, albüm kapağına cıbıldak peri kızı koyacaksın, grup logosunu 80'ler hard rock tarzına geydireceksin. Yani haksız mıyım?
6,50+/10
6,50+/10
3 Mart 2010 Çarşamba
King Diamond - House of God (2000)
Off off gözlerimi açamıyorum, çalışmayın arkadaşlar valla hizmet etmeyin bu kapitalist düzene. Çıkın ormana dağa kendi yetiştirdiğinizi yeyin gayri, açıkcası merak ediyorum var mı o yürek kimse de acep?
Neyse albüme ismini veren şarkı gariptir bayağ bayağ romantik, güzel bir şey, beklenmedik hmm. Farkına vardım ki birkaç dakikadır boş boş ekrana bakıyorum. Normalde son kez albümleri dinlerken sözlerini de takip ederim. Aha yine içim geçmiş, iki oldu. Kısa keseyim, The Trees Have Eyes, Help bi de Black Devil da iyi zzzzzzzzzzzz
7,0+/10
Neyse albüme ismini veren şarkı gariptir bayağ bayağ romantik, güzel bir şey, beklenmedik hmm. Farkına vardım ki birkaç dakikadır boş boş ekrana bakıyorum. Normalde son kez albümleri dinlerken sözlerini de takip ederim. Aha yine içim geçmiş, iki oldu. Kısa keseyim, The Trees Have Eyes, Help bi de Black Devil da iyi zzzzzzzzzzzz
7,0+/10
1 Mart 2010 Pazartesi
Mussorgsky: Pictures at an Exhibition / Tchaikovsky: Piano Concerto No. 1/Horowitz: By the Water (1990)
Piyanist:Horowitz
Horowitz adında ünlü bir piyanist yahu demiş, şu Mussorgsky'nin Sergideki Resimler süitini bir çalayım, dibine Mussorgsky onuruna bestwlediğim bir şarkıyı da takayım ki By the Waters oluyor, durmayayım orada Çaykovski'nin 1 nolu piyano konçertosunu da kaydedeyim, böyle güzel bir şeyler olsun. Öncelikle bu albümün dinlenme sebebi Sergideki Resimler'in yeni başlayanlara önerilmesi.
a) Sergideki Resimler: 15 adet kısadan uzuna değişen ve yalın piyanoya dayanan bu eseri ilk dinlemelerimde zorlandığımı söylemem gerek. Cevap deminki cümlede saklı. Sadece piyano var. Ne kadar melodik, dibi tepesi olursa olsun kulağı alıştırmak güç. Bazen dandunlar sıkıcı bir hal alabiliyor ve ilk dinlediğimde her nedense piyano tonu soğu gelmişti, sonra geçti, acımadı hiç.. Halbuki besteci benzer şirin bir melodinin değişik şekillerde çalınmasına dayalı dört adet Promenade parçası ile bizim gibi kütük dinleyiciye elinden geldiğince yardım etmeye çalışmış. Neyse Bydlo ile Samuel Goldenberg and Schmuyle kral parçalar. İşin gerçeği bu süitin orkestral versiyonu daha ünlüymüş felan filan. Bir de bu kayıt canlı, kulaklıklarla ver sesi, ehh öksürük tıksırık duyuyorsun değil mi?
b) By the Water: Sulak arazi etkisini backgroundda titrek piyano vuruşları ile yaşıyor olsak da önde pek bir melodi yok. Fon musikisi.
c) 1 Nolu Konçerto: Toscanini yönetimindeki NBC Senfoni Orkestrasının orkestral kısımlarını çaldığı bu yapıt üç parçadan oluşuyor, Allegro, Andantino, ee yine Allegro, yani giriş gelişme ve yine giriş gibi bir şeyler. Piyano başında yine adamımız var. Kayıt çok eski hışırtılı felan fi tarihinden, fakat bu durumun bir lezzet katmadığı da söylenemez. Konçerto majestik bir şekilde ve güçlü keman partisi ile açılıyor. Kısacası şenlikli. 17 dakikalık ilk parçanın sonları ve ortanca parça biraz durgun. Sonda yine tanıdık ezgiler dalga dalga çağlıyor. İçimden bir ses Çaykovskiyi seveceksin diyor. Çünkü aklımda oluşan imge nostaljik , soğuk yer yer karlı pastel renklere bürünmüş Rusya manzarası ve içinde dört kişilik depremzede bir ailenin hayatını idame ettirebilecek genişlikte kabartılı etekler giymiş kadınların, ince uzun komedi klap favori ve sakalların eşlik ettiği adamların katıldığı aristokratik partiler üzerine oluşuyor.
8,0/10
Horowitz adında ünlü bir piyanist yahu demiş, şu Mussorgsky'nin Sergideki Resimler süitini bir çalayım, dibine Mussorgsky onuruna bestwlediğim bir şarkıyı da takayım ki By the Waters oluyor, durmayayım orada Çaykovski'nin 1 nolu piyano konçertosunu da kaydedeyim, böyle güzel bir şeyler olsun. Öncelikle bu albümün dinlenme sebebi Sergideki Resimler'in yeni başlayanlara önerilmesi.
a) Sergideki Resimler: 15 adet kısadan uzuna değişen ve yalın piyanoya dayanan bu eseri ilk dinlemelerimde zorlandığımı söylemem gerek. Cevap deminki cümlede saklı. Sadece piyano var. Ne kadar melodik, dibi tepesi olursa olsun kulağı alıştırmak güç. Bazen dandunlar sıkıcı bir hal alabiliyor ve ilk dinlediğimde her nedense piyano tonu soğu gelmişti, sonra geçti, acımadı hiç.. Halbuki besteci benzer şirin bir melodinin değişik şekillerde çalınmasına dayalı dört adet Promenade parçası ile bizim gibi kütük dinleyiciye elinden geldiğince yardım etmeye çalışmış. Neyse Bydlo ile Samuel Goldenberg and Schmuyle kral parçalar. İşin gerçeği bu süitin orkestral versiyonu daha ünlüymüş felan filan. Bir de bu kayıt canlı, kulaklıklarla ver sesi, ehh öksürük tıksırık duyuyorsun değil mi?
b) By the Water: Sulak arazi etkisini backgroundda titrek piyano vuruşları ile yaşıyor olsak da önde pek bir melodi yok. Fon musikisi.
c) 1 Nolu Konçerto: Toscanini yönetimindeki NBC Senfoni Orkestrasının orkestral kısımlarını çaldığı bu yapıt üç parçadan oluşuyor, Allegro, Andantino, ee yine Allegro, yani giriş gelişme ve yine giriş gibi bir şeyler. Piyano başında yine adamımız var. Kayıt çok eski hışırtılı felan fi tarihinden, fakat bu durumun bir lezzet katmadığı da söylenemez. Konçerto majestik bir şekilde ve güçlü keman partisi ile açılıyor. Kısacası şenlikli. 17 dakikalık ilk parçanın sonları ve ortanca parça biraz durgun. Sonda yine tanıdık ezgiler dalga dalga çağlıyor. İçimden bir ses Çaykovskiyi seveceksin diyor. Çünkü aklımda oluşan imge nostaljik , soğuk yer yer karlı pastel renklere bürünmüş Rusya manzarası ve içinde dört kişilik depremzede bir ailenin hayatını idame ettirebilecek genişlikte kabartılı etekler giymiş kadınların, ince uzun komedi klap favori ve sakalların eşlik ettiği adamların katıldığı aristokratik partiler üzerine oluşuyor.
8,0/10
Etiketler:
HOROWITZ,
MUSSORGSKY,
TCHAIKOVSKY,
TOSCANINI
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)