30 Ağustos 2015 Pazar

Gilles Deleuze - Foucault

Devlet yoktur devletleşme vardır

Çevirmenin önsözü der ki:
Bu çalışma, Deleuze’ün diğer tüm çalışmaları gibi, kendi rizomatik ve nomadik yaklaşımını ortaya koyan “ortadan başlamak” düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş halidir ve bu anlamda ne bir Foucault’ya giriş ne de Foucault’dan çıkıştır. Foucault’yu açıklamaktan ziyade Foucault’nun felsefesini farklı şekillerde katlayarak neler yapılabileceğini gösterir.

Altını çizdiğim cümleleri ise birbiriyle ilişkilendirmeye çalaşarak alıntıladığımda şöyle bir metin çıkıyor ortaya, aralıkları okuyucunun doldurması gerekli hal alıyor:

Sözceler, bir yasadan ve br seyreklik etkisinden ayrı düşünülemez. Hatta bu onları önermelerin ve cümlelerin karşısına koyan özelliklerden biridir zira önermeleri, herhangi birini türlerin ayrımına uygun olarak diğerleri üzerinden anlatabildiğimiz ölçüde, istediğimiz kadar bu şekilde düşünebiliriz: ve böylesi bir biçimlendirme mümkün olanla gerçek olan arasında bir ayrım yapmak zorunda değildir, mümkün önermeler meydana getirir. Gerçekten ne söylendiğine gelince, bunun fiili seyrekliği bir cümlenin başka cümleleri olumsuzlamasından, başkalarını bastırmasından ileri gelir, öyle ki her cümle söylemediği her şeyi, anlamını çoğaltan ve hükmen gerçek bir zenginlik kaynağı teşkil eden bir gizli söylem oluşturarak kendini yoruma sunan, virtüel ve gizli bir içeriği bünyesinde barındırmaya devam eder. Bir sözce grubunun ve hatta tek başına bir sözcenin tanımı işte budur: çokluklar...Çokluk, bir ve çoğa ilişkin geleneksel problemlere ve bilhassa onu koşullandıracak, düşünecek, bir kökenden türetecek vb.. bir özne problemine tamamen kayıtsızdır. Her durumda kendini birinde düzenleyecek ve ötekinde geliştirecek bir bilince geri göndermek anlamına gelecek olan bir bir ve bir çok yoktur. Yalnızca seyrek çokluklar vardır; tekil noktalarla, bir an gelip özne işlevi görecek olanların dolduracağı boş yerlerle ve birikebilen, tekrarlanabilen ve kendini kendinde muhafaza eden düzenliliklerle. Çokluk aksiyomatik ya da tipolojik değil topolojiktir. Sözce düzeyleri çaprazlamasına kesen olası bir yapılar ve birlikler alanının içinden geçen ve bunları somut içeriklerle zaman ve mekanda açığa çıkaran bir çokluktur. Özne, cümlesel ve ya diyalektiktir, söylemi başlatan birinci şahıs karakterine sahiptir. Halbuki sözce özneye dair bir şeylerin yalnızca üçüncü şahısta ve türetilmiş bir fonksiyon olarak tutuunabildiği ilkel bir anonim fonksiyondur. Sözce görünür olmadığı gibi gizli de değildir. Sözceler ortamları belirlediği gibi ortamlar da sözceler türetir. Ancak bu iki formasyon birbiri içine girmiş olsa da heterojen olarak kalır: Aralarında ne karşılıklılık ilişkisi ne bir izomorfizm ne doğrudan bir nedensellik ne sembolizasyon söz konusudur. Özne bir değişkendir yada daha ziyade sözceye ait bir değişkenler kümesidir.

İki anlamda form diyoruz: Birincisi, maddeleri biçimlendirir veya organize eder;ikincisi, fonksiyonları biçimlendirir veya sonlandırır, bunlara amaç yükler. Sadece hapishane değil hastane,okul,kışla ve atölye de biçimlenmiş maddelerdir. Cezalandırmak gibi bakmak,eğitmek,yetiştirmek ve çalıştırmak da biçimselleşmiş fonksiyonlardır. Her ne kadar bu iki form birbirine indirgenemez olsa da aralarında bir tür karşılıklılık olduğu doğrudur.

Her toplumun kendi diyagramı veya diyagramları vardır. Her diyagram toplumlar arasıdır ve oluş halindedir. Asla önceden varolan dünyayı temsil etmek için işlemez yeni bir tür gerçeklik, yeni bir hakikat modeli üretir. Ne tarihin öznesidir ne de tarihin üzerinde asılı bir şekilde durur. Önceki gerçeklikleri ve anlamları bozarak onlarca oluşum veya yaratım noktası, beklenmedik birleşimler,umulmadık süremler oluşturarak tarihi yapar. Tarihi bir oluşla ikiler. Yani iktidarı oluşturan kuvvet ilişkilerinin açığa çıkmasıdır. Diyagram haritaların üst üste binmesidir. Ve bir diyagramdan diğerine yeni haritalar çizilir. Ayrıca birleştirdiği noktaların yanısıra görece özgür veya bağımsız noktalar, yaratıcılık, mutasyon ve direnç noktaları barındırmayan diyagram yoktur, ve belki de bütünü anlamak için yola çıkmamız gereken nokta burasıdır. Diyagramların ardışıklığını veya süreksizliklerinin ötesinde birbirlerine nasıl yeniden bağlandıklarını ancak her çağın mücadeleleri ve bu mücadelelerin tarzı temelinde anlayabiliriz. İktidar nasıl pratik edilir? İktidar pratiği bir duygulam olarak belirir zira bizzat kuvvet diğer kuvvetleri etkileme kudretiyle ve diğer kuvvetler tarafından etkilenme kudretiyle tanımlanır. Kışkırtma, uyarma, üretme etkin duygulamlar oluşturur ve kışkırtılma, uyarılma, üretmeye sevkedilmiş olma, faydalı bir etkiye sahip olma da tepkisel duygulamları teşkil eder. Bu ikinci grup basitçe ilk grubun ters tepmesi veya edilgen yüzü değil, bu ikisi arasındaki indirgenemez karşılaşmadır., bilhassa etkilenen kuvvetin belli bir direniş kapasitesine sahip olduğu düşünülürse. Aynı zamanda her kuvvetin etkileme ve etkilenme kudreti vardır, öyle ki her kuvvet iktidar ilişkileri gerektirir; her kuvvet alanı bu ilişkilere ve onların varyasyonlarına göre kuvvetleri dağıtır. Kendiliğindenlik ve alıcılık artık yeni bir anlam kazanır, etkileme, etkilenme. Etkilenme kudreti kuvvetin bir maddesi ve etkileme kuvveti de kuvvetin bir fonksiyonu gibidir.

İktidarı oluşturan kuvvet ilişkileriyle Bilgiyi oluşturan form ilişkileri arasında bilginin iki formu veya formel unsurları arasındaki farka benzer bir fark görülmüyor mu? İktidar ve bilgi arasında nitelik farkı veya heterojenlik vardır; ancak aynı zamanda karşılıklı bir varsayma ve yakalama da bulunur ve son olarak da birinin diğeri üzerinde önceliği söz konusudur. İktidar formlardan değil yalnızca kuvvetlerden geçtiği için, öncelikle bir nitelik farkı vardır. Bilgi iki büyük formel koşul olan görme ve konuşmaya, ışık ve dile göre segment segment bölünen biçimlenmiş maddelere ve biçimselleşmiş fonksiyonlara dairdir...İktidar aksine diyagramatiktir.

Kurum esasında büyük görünürlükler, görünürlük alanları ve büyük söylenebilirlikler,sözce rejimleri örgütler. Kurum iki formlu veya iki yüzlüdür (sözgelimi seks, aynı anda hem konuşan hem gösteren, hem dil hem ışıktır)..Her formasyonda görünür alanı oluşturan bir alıcılık formu ve söylenebilir olanı oluşturan bir kendiliğindenlik formu vardır. Kuşkusuz bu iki form kuvvetin iki yönüyle veya iki duygulam çeşidiyle, etkilenme kudretinin alıcılığı ve etkileme kudretinin kendiliğindenliğiyle aynı şey değildir. Ancak bu iki form bu duygulamlardan türer ve içsel koşullarını onlarda bulur. Mesele şu ki kuvvet ilişkisinin kendi içinde bir formu yoktur ve bçimlenmemiş maddeler (alıcılık) ile biçimselleşmemiş fonksiyonlar (kendiliğindenlik) arasında temas kurar. Oysa bilgi her iki tarafta kah görünür olanın alıcılığı kah söylenebilir olanın kendiliğindenliğini kullanarak biçimlenmiş maddeler ile biçimselleşmiş fonksiyonlarla meşgul olur. Biçimlenmiş maddeler görünürlükle, biçimselleşmiş veya sonlandırılmış fonksiyonlar ise sözcelerle ayırt edilir.

İktidar ilişkileri bilgi ilişkilerini gerektiriyorsa, bilgi ilişkileri de iktidar ilişkilerini varsaymaktadır. Sözceler ancak bir dışarıdalık formu içinde dağılmış olarak var iseler, görünürlükler ancak başka dışarıdalık formu içinde dağılmış olarak var iseler, bunun sebebi bizzat iktidar ilişkilerinin artık formu bile olmayan bir unsur içinde dağınık ve çok noktalı olarak bulunmasıdır.

Dışarıdalıkla dışarıyı brbirinden ayırmak gereklidir. Dışarıdalık hala bir formdur, hatta her biri diğerinin dışarısında olan iki formdur zira bilgi iki ortamdan ışık ve dilden, görme ve konuşmadan oluşur. Dışarısı ise kuvvete ilişkindir. Kuvvet eğer her zaman diğer kuvvetlerle ilişki içindeyse, kuvvetler zorunlu olarak artık herhangi bir formu olmayan ve bir kuvvetin başka bir kuvvet üzerinde etki etmesine veya bir kuvvetin başka bir kuvvet tarafından etkilenmesine olanak veren bölünemez mesafelerden oluşan indirgenemeyen bir dışarıya gönderir. ..Her türlü dış dünyadan ve hatta her türlü dışarıdalık formundan daha uzak bir dışarı ki bu noktadan itibaren aynı anda sonsuzca daha yakın olacak bir dışarı...kuvvetlerin formların uzayından başka bir uzayda, tam da ilişkinin bir ilişkisizlik, yerin bir yersizlik, tarihin bir oluş teşkil ettiği Dışarısının uzayında hareket etmeleri... Dışarısı her zaman bir geleceğe açılır. Hiç bir şey asla bitmez çünkü hiç bir şey asla başlamamıştır; her şey başkalaşır. Bu anlamda kuvvet, kendini yakalayan diyagram için bir potansiyel veya kendini direniş kapasitesi olarak sunan üçüncü bir kudret sergiler. Esasında bir kuvvet diyagramı, kendi ilişkilerine karşılık gelen iktidar tekilliklerinin yanısıra kendileri de katmanlarda, ama bunların değişimini olanaklı kılmak üzere, gerçekleşen noktalar düğümler odaklar gibi direniş tekillikleri sunar.

İktidar diyagramı disipliner bir model ortaya koymak için hükümranlık modelini terkettiğinde, yaşamın yükümlülüğünü ve yönetimini üstlenen biyo-iktidara ve ya popülasyonların biyo-politikasına dönüştüğünde yeni bir iktidar nesnesi olarak ortaya çıkan yaşamdır. Bu noktada hukuk hükümranın ayrıcalığını oluşturan şeyi, yani öldürme hakkını (ölüm cezası) giderek reddederken çok daha fazla toplu katliama ve soykırıma izin verir. Bunu o eski öldürme hakkına dönmekle değil aksine kendisinin en iyi olduğuna inanan ve düşmanını artık o eski hükümranın hukuki düşmanı olarak değil zehirli ve ya bulaşıcı bir madde bir nevi biyolojik bi tehlike olarak gören bir popülasyonun ırkı,yaşam alanı, yaşamı ve hayatta kalma koşulları adına yapar...Direnmek için insanı ileri sürmeye gerek yoktur. Direnişin eski insandan çekip çıkardığı şey, Nietzche'nin dediği gibi daha büyük,daha etkin, daha olumlayıcı, olanaklar açısından daha zengin bir yaşamın kuvvetleridir. Üstinsan asla bundan başka bir anlama gelmemiştir. Yaşamı bizzat insanın içinde özgürleştirmek gerekir zira insanın kendisi insan için bir hapsetme biçimidir. İnsanın içindeki kuvvetler ancak dışarıdan gelen kuvvetlerle ilişkiye girmek suretiyle bir form oluşturuyorsa, bunlar şimdi hangi yeni kuvvetlerle ilişkiye girme riskiyle karşı karşıyadır ve bundan artık Tanrı ya da İnsan olmayan hangi yeni form ortaya çıkabilir? Artık sonsuza taşınma veya sonluluk değil, bir sınırsız-sonlu söz konusudur, böylece sonlu sayıda bileşenin neredeyse sınırsız bir kombinasyon çeşitliliği getirdiği bütün kuvvet durumlarına müracaat edilir.Örnek: Artaud, Cummings, Dada,Burroughs...

İktidar,nesnesi olarak yaşamı aldığında yaşam da iktidara direniş haline gelir. İktidarın iktidara direnen bir yaşam ortaya çıkarmaksızın yaşamı amaç olarak almadığı ve son olarak da dışarının kuvvetinin diyagramları sürekli sekteye uğratarak altüst ettiği söylenbilir. Öbür taraftan direnişin çapraz ilişkileri sürekli olarak yeniden katmanlaşmaya, iktidar düğümleriyle karşılaşmaya veya hatta bunları üretmeye devam ederse?

-katmanlar üzerinde oluşmuş, biçimselleşmiş ilişkiler (bilgi)

-diyagram düzeyinde kuvvet ilişkileri (iktidar)

-dışarısı ile olan ilişki ya da mutlak ilişki, ilişkisizlik olarak ilişki (düşünce)

Yukarıdakilere ek olarak her türlü iç dünyadan daha derin olacak bir içeri de mevcuttur..Dışarının içselleştirilmesidir, Bir'in ikilenmesi değil Öteki'nin yeniden ikilenmesidir. Aynı'nın yeniden ürtimi değil Farklının tekrarıdır. Bir Ben'in sudur etmesi değil her daim öteki olanın veya bir Bensizliğin içkinliğe koyuluşudur. Bükme, yeniden katlama, sabitleme, terzilikteki duble kenar işlemi gibidir. İçeri daima dışarının ikilemesi olacaktır. ..İkilemin Grek versiyonu: Bir maharet olarak kendiyle ilişki, ' insanın başkalarına uyguladığı iktidarın içinde kendine uyguladığı iktidar', insan kendini yönetemiyorken nasıl başkalarını yönettiğini düşünebilir? Dışarıya ait olan şey kuvvettir çünkü esasen başka kuvvetlerle ilişki anlamına gelir: Kendi içerisinde diğer kuvvetleri etkileme (kendiliğindenlik), ve diğerleri tarafından etkilenme (alıcılık) kudretinden ayrı düşünülemez. O halde ortaya çıkan sonuç, kuvvetin kendiyle kurduğu ilişki, kendini etkileme kudreti, kendinin kendi üzerindeki etkisidir. Grek diyagramı uyarınca yalnız özgür insanlar diğerlerine hükmedebilir. Foucault'nun temel fikri, iktidar ve bilgiden türetilen ama onlara bağımlı olmayan bir öznellik boyutu fikridir. Yunanların yaptığı budur. Kuvvetin kuvvet olmayı bırakmayacağı şekilde, kuvveti katlamışlardır. İçerideliği, bireyselliği veya öznelliği göz ardı etmek bir yana özneyi icat etmişlerdir, ama bir türev veya bir özneleşmenin ürünü olarak. Özneleşme, kendiyle ilişki kendini sürekli yaratır. Ama kendini yaraatırken sürekli dönüşür, kipini değiştirir, öyle ki Grek kipi çok uzak bir hatıra olarak kalır. İktidar ve bilgi ilişkileri tarafından ele geçirilen kendiyle ilişki, başka yerlerde ve başka şekillere sürekli ortaya çıkar. Dört çeşit katlanma, özneleşme kıvrımı vardır. İlki maddi yönümüze ilişkin olup kıvrım tarafından kuşatılır ve içine alınır. İkincisi kuvvetler ilişkisinin kıvrımıdır. Üçüncüsü bilginin veya hakikatin, sonuncusu da dışarının kıvrımıdır. Belki de Doğu böyle bir fenomen sergilememiştir ve dışarının çizgisi burada boğucu bir boşluk içerisinde asılı kalır. Bu durumda çilecilik bir yok oluş kültürü veya böylesi bir boşlukta herhangi bir belirli öznellik üretimi olmaksızın nefes alma çabasıdır.

Kuvvet, kendinin kendini etkilemesi ve kendinin kendi üzerindeki etkisi olacak şekilde katlanabilir mi ki dışarıda da kendi başına kendiyle eşzamanlı bir içeri oluşturabilsin? Yunanlıların yaptığı mucize değildi.

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Mbongwana Star - From Kinshasa (2015)

Afrika kıtasında yolculuğumuza devam ediyoruz. Kıtanın orta güneyinde kendi yağında kavrulan ve kendi hype hültürünü oluşturan Kongo var elimizde. İzlediğim bir belgeselde oranın gençlerinin bir kısmının elde avuçta olmamasına rağmen dandi gibi giyinip kulüplerde boy gösterdiğini, hava attığını izlemiştim. Apaçilerden çok daha sofistike kodları vardı diye hatırlıyorum. İşte buralarda çalınan müziğin indie dans ritimleriyle ve pek leziz baslarla birleşimi neticesinde ilk albümüyle Mbonwana Star karşımıza çıkıyor. Doğrusu prodüksiyona bakınca kısıtlı imkanlara sahip bu ülkenin standartlarından çok dışında olduğu açıkça görünüyor. Kesin uluslararası bir yardım alınarak dillendirmek istemesem de albümün cilalanıp parlatılarak dünyaya sunulması, bu kara derili kaderi talihsiz arkadaşı dış güçlerin projesine ortak etmiş. :) Çok da iyi olmuş, güzel olmuş. Birbirinin soundunu taklit eden dj kaynaklı dans popun istila ettiği bir piyasada tam da ferah nefes açıcı bir hamle. Albüme ethno dans ağırlığını vermekle birlikte slow şarkılar kadar elektronik gitar gibi türle etkileşim içinde kalmak şartıyla farklı denemeler de kendine yer bulabilmiş. Özellikle ikinci yarısı göz dolduruyor kaydın. Nganshe, Malukayi, Suzanna, Kimpala şık hareketleri oluştururken bir yuğtupda emmeli bokkalı bir Kala'yı dinleyin, kararınızı öyle verin.

8,25/10

28 Ağustos 2015 Cuma

Jose Saramago - Yitik Adanın Öyküsü

Hikaye bir anlamda Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'a benzediği için o seviyede beni sarsmadıysa da yazım dilindeki acayip hinlikler ağızda diğer romanına kıyasla çok leziz tatlar bırakıyor. İspanya ve Portekiz'in olduğu İber yarım adasının bir gün ansızın kıtadan koptuğunu ve okyanus içinde bir gezintiye çıktığını düşünün. Buna yaptıkları eylemlerle sebep olduğuna inanan bir grup insanın yollarının kesişmesini anlatıyor kitap. Bir yandan alışık olduğumuz gibi bürokratlar, politikacılar, bilim adamları ve medya mensuplarının bu fenomenin gündelik hayata yansımaları konusunda bocalamalarını okurken arkadaş olup gezgin hayatı sürdürmeye başlayan bu grupla birlikte aşkın ve ölümün yeniden tanımlanmasına tanık oluyoruz. İber adası okyanusta sürüklenirken hayat bir şekilde tüm tecrübeleri ile devam ediyor, kalanıyla gideniyle. Hem ada yolculuğunu sürdürüyor hem de insanoğlu.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Tamikrest - Taksera (2015)

Afrika haritasında dünyaya sesini duyurmayı başaran bazı müzikal sahalar kıtanın dört bir yanına dağılır. Biri Arap kültürünün yer yer Bedevi müziğiyle harmanlandığı Kuzey Afrika ise diğeri de kendi içinde çok büyük çeşitlilik gösteren Nijerya'ya kadar Batı Afrika'dır. Bu coğrafya'nın ortasında Mali ise daha çok erkeklerin peçe taktığı Tuaregler'in müziğiyle tanınır. Tamikrest bu tarz müziği gayet hoş bir dinamizm ile icra ediyor. İlginçtir belki bilirsiniz, yerli nüfusun en yoğun olduğu Latin Amerika ülkelerinden Bolivya'da kadınlar komik bir şapka takar. Inkaların torunları bu şapkayı 1900'lü yılların başında madenci işçilerinden alıp kültürlerine yedirmiştir. Afrika müziği de bu tarz modern dünyanın getirdiği sentezlerle, sırf dünyaya yayılabilmek maksadıyla oportünist bir şekilde değil hamurundan, içselleştirerek kulağa oldukça hoş gelen sesler icat ediyor. Tuareglerin bu müziği çöl blues'u şeklinde tanımlanıyor. Bir blues orkestrasının ritmik, el çırparak dans ettirerek yerel ezgilerini, saygınlıklarından ağırbaşlılıklarından hiç bir şey kaybetmeksizin icra ettiğini düşünün. Öyle bir güzel işte. Bu albüm,grubun konser kaydı. Nerelerde kaydedildiğini bilmiyorum ama büyük ihtimal kendi yurtlarından uzak bir yerlerde olsa gerek. Bu da konserin heyecanını ister ve de istemez düşürüyor. Yine de grupla ve müziği ile tanışmak için çok şık şıkı dık bir vesile.Buraya da gelse izlesek, Aratan N Tinariwen ilen coşsak.

9/10

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Anton Çehov - Bütün Oyunları 2: Vişne Bahçesi

Everest Yayınları Çehov'un öykülerini olduğu kadar oyunlarının da tümünü cilt cilt yayınlıyor. En bilindik oyunları Martı, Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi'nin yanısıra Jübile adında kısa bir güldürüyü de içeriyor bu cilt. Baştan söyleyeyim, tiyatroya bir türlü kanım ısınmamıştır. Yine de bu örnekte olduğu gibi okuması bir nebze daha keyifli. Anlamadığım şekilde bu oyunlar güldürü alt başlığıyla tanımlansa da trajik yanları ağır basıyor. Ya da benim mizah anlayışım yok ki bu da bir dereceye kadar doğru.
Jübile, bir banka müdürünün kendi için hazırladığı ödülü delegelerin elinden alacağı vakit tam da yazımını huysuz yardımcısına devrettiği konuşmasını yetiştirmeye çalışırken uzun yoldan dönen eşinin bitmek tükenmek bilmeyen dırdırıyla bir de üstüne üstlük laftan anlamayan yaşlı bir kadının  çenesiyle baş edememesi üzerine kurulu Olacak O Kadar tadında bir oyun. Martı ise yaşlı bir tiyatro oyuncusunun oğlunun modern sanat anlayışının ailesiyle ters düşmesi, annesi tarafından hakir görülmesini işliyor. Ayrıca diğer oyunlarda olduğu gibi onun sevdiği bir başkasını, o başkası ise ötekini, öteki ise başka birini, o başka biri ise gelip bu oğulu sevdiği yani bütün mahalle kalp kırıklığı ismindeki bir dönme dolap içinde tur atıyor. Nihayetinde genç intihar ediyor.
Üç Kız Kardeş babalarını kaybetmiş ve hayatta kendi yollarını izlemeye çalışan üç kız kardeşin taşra kenti sıkıntısını işliyor. Babalarının asker arkadaşları ile birlikte farklı ve ilginç karakterler üzerinden gerilimli çözülmeyen ilişkiler daha da düğüm oluyor. Ümitsizlik en sonunda kabullenme getiriyor, en yüksek idealler de sis oluyor dağılıyor. Son oyun Vişne Bahçesi savurgan bir kadının ve kardeşinin tüm zenginliğini tüketmesi sonucu gözü gibi baktıkları çocukluk anılarıyla dolu bahçelerinin sonunda sonradan görme bir dostlarına satılıp yerine yazlık yapılmaya başlandığı ana tanık olmalarıyla sonlanıyor. Kölelik sonrasında çalışanlarına iyi ve eli açık davranması ile 'en iyisi bile' vurgusunun yapıldığı aristokrat ailenin değişime ayak uydurmaya dahi çalışmaktan kaçınarak olanlara teslimiyeti, yaşlı uşağın serflik dönemlerini öven mutasyona uğramış ruh hali, güzel günler göreceğiz tavrıyla sosyalist idealizmi temsil eden üniversite öğrencisi ve para kazanma uğruna çevreyi talan etme dahil gözünü hiç bir şeyden esirgemeyen burjuvazisi oyunun zamanın ötesine geçen temasını oluşturuyor.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Dødheimsgard - A Umbra Omega (2015)

Piyano, saksafon, akustik ve bas gitar ile harmanlanan kaotik ve nakarat düşmanı düzenlemeler vasıtasıyla grup, metal müziğin sertliğine ihtiyaç duymaksızın yeterince baş döndürücü bir dinleti sunabiliyor. Yer yer teyatralliğe kayan, feryat figan vokallerin albümün ironik bir şekilde en melodik yüzünü teşkil etmesi de ilginç bir ayrıntı. Bütün bunlara rağmen endüstriyel kulvara göz kırpan black metalin kemiğe işlemiş halini duymamak imkansız. Bu işkence altında acılara katlanan soğuk tavır Arcitect of Darkness ile son şarkı Blue Moon Duel'de bir nebze de olsa duygusallığa da evrilen bir hat izliyor. Özellikle albümün ağır piyano vuruşları ile sonlanması kubbede tedirgin ve yorgun bir sada bırakıyor. Gitar rifleriyle yakalanan epik hava albümün tümünde olduğu gibi ters yüz edilmiş bir performansın parçası olmasından ayrı düşünülemez.

7,50-/10

23 Ağustos 2015 Pazar

Sebahattin Selim Ertan - Karadenizin Zemheri Çocukları

Kurtuluş hareketinin 80 öncesi Samsun'da faal kadrolarından kitapta da adı geçtiği şekliyle Selo, o günün tarihini kapalı odalardan ya da dergi sayfalarından değil bizzat sokaklardan anlatıyor. Anlatım da yalın sokak diliyle yapılıyor. Şiddet eylemlerinin her ne kadar mecbur kalmadıkça öldürmekten çok korkutma gayesiyle yapıldığı şeklinde aklanmaya çalışılsa da eylemlerin nasıl şiddet sarmalına dönüştüğüne dair izleri takip etmek mümkün. Hatta klişe itibariyle mahallelerin, sokakların bölüşüldüğü, her gün bombaların çerez gibi patlatıldığı, kahvehanelerin tarandığı, yolların kesildiği bir dönemden bahsediyoruz. Üstelik yazar altını özellikle çizerek belirtse de kitle ve işçi örgütlenmesini baz alan bir hareketin mensubu olarak askeri faaliyetin bu kadar baş döndürücü sıklığı belki de işte o dönemin şartlarından kaynaklanıyordur.

Bernhard Hennen - Ejderha Elfleri II

İlk cilde puan verseydim, 6,50 verirdim. Her ne kadar aksiyon artsa da bu cilt skalayı daha da düşürüyor maalesef. Çünkü ilk cildin sonunda Nandalee ölmemiş. Hocası Gonvalon ile umutsuz bir aşk yürütmeye çalışıyor. Favori karakterimiz Artax romanda kendine daha az yer bulabilmiş. O da aşk meşk olaylarından ayrı kalmamış. Barbar prenses Shaya ile aşkı da Nandalee'den az olmasın hayli dramatik. Fakat kitabı hayal kırıklığı abidesine çeviren şeyler bunlarla sınırlı değil. Bu cildin sonunda da hikaye kesinlikle sona ermiyor. Bu durumda devamı olmadan okumaya başlamak yersiz, gereksiz.
Özetin özeti ise sanırım şu şekilde anlatılabilir.
Ejderlerin bir tanesi Alp'lari öldürmeye devam ediyor. Nandalee en büyük ejder Karanlık'ın ki diğer adı da Gece Uçuşu müridi oluyor. Büyü olarak da güçleniyor. Karanlık ise kehanete göre kendi sonuna getirecek olmasından kuşkulansa da Nandalee'ye destek atıyor. Bu büyük ejder Alp'lerin yok olmasının farkına varıyor ama tam da istenildiği gibi katledenlerin Devanther olduğuna kanaat getiriyor. Nandalee Karanlık tarafından alıkonunca aşk yaşamaya başladığı talihsiz Gonvalon'a bir kuş aracılığıyla hala yaşamakta olduğunu belli ediyor. Gonvalon ise korkuları ile beslenen korkutucu bir ulu ağaça kendini teslim ederek kızın izini sürüp Karanlık'a ulaşıyor. Bu süreçte ona yardım eden Lyvianne'nin Gonvalon'un annesi olduğunu Gonvalon olmasa bile biz öğreniyoruz. Tek ejder için çalışan ejder elflerinin kuralını çiğneyerek Gonvalon Karanlık için çalışmaya başlıyor ve bu ihaneti kitabın sonuna geldiğinde asıl patronu Altın'ın Lyvianne'ye onu öldürmesi için direktif vermesiyle sonuçlanıyor. Gonvalon, Nandalee ve onların zayıf ama büyü konusunda potansiyel gösteren arkadaşı Bidayn, Nangog dünyasına gidip insanların istilasını gözetliyorlar. Ve orada insanların doğayı yoketmesine karşı mücadele eden yeşil ruh ile iletişime geçiyorlar. Diğerleri buna inanmasalar da Nandalee ve Karanlık aslında bu dünyayı yöneten büyük bir gücün onlarla işbirliği yapmaya çalıştığının farkında.
Artax da Shaya ile koklaşıyor. Çatışmalara giriyor felan. Tarihi belirlenmiş Luwienlilerle yapılacak savaşı boşuna engellemeye çalışıyor. Seçenek kalmayınca sonunda Luwienlilerin çelik silah üretme endüstrisini çalmayı başarıyor. Korsanlardan devşirdiği Volodi isminde bir barbarın sayfaları dolduran şimdilik gereksiz görünen maceraları Atrax'dan rol kapıyor. Atrax'ın sarayını yöneten adamın elf casusu olduğu Devantharların gözünden kaçmıyor. Onu izlemekle yetiniyorlar. Artax'ın hava donanması yeşil ruhun etkilediği bulut toplayıcıların isyanı yüzünden büyük hasar görüyor ve en güvendiği yardımcısı Juba hayatını feda ediyor. Gonvalon,Nandalee ve Bidayn'lı grup ile Artax-Shaya-Volodi ekibi karşılaşsa da düşman kamplarda yer alıyorlar.
Cüceler ise silahlarını daha da geliştirip ejder avlamaya devam ediyorlar. Yavaş yavaş içlerindenbiri kral olma yolunda ilerliyor.

AYYUKA - Sömestr (2015)

Grubun üçüncü albümü. Benim bugüne kadar alışık olduğum normları oldukça zorlayan sözsüz bir müzik yapıyorlar. Anadolu müziği temelinde yükselmekle birlikte çimento konusunda güzel bir arayış içindeler. Progresif, saykedelik ve hatta surf rockvari (ki bu örnekte kısa kısa kısacık Guaruja, albüme ismini veren parça ile birlikte favorim) işlerin yanısıra saksafonuyla iki şarkıda desteğini sunan Orlando Julius vasıtasıyla funk  harca katılmış. İnanın, bu iki şarkı özellikle ecinnilerin düğünü diye tabir edebileceğim Sömestr albümdeki diğer şarkılara fark atıyor. Bu işbirliği çok yakışmış diğer bir deyişle. Dinledikçe açılan şans verilmesi gerekilen çalışmalardan biri bu. Yaza da oldukça yakışıyor. Yalnız saykedelik deyince balina uğultusu şeklindeki gitar efektini kullanmamak olmaz anlayışıyla ise hiç hemfikir değilim.

7,0+/10

Alain Badiou - Deleuzecü siyaset diye bir şey var mıdır?

15 sayfalık bir konferans metnini başka bir derlemeye dahil etmeden basıp satmak ne kadar doğru, bilemiyorum. Ama baskıya gösterilen özeni de görünce olumsuz bir cevap vermeyeceğim kendi kendime sorduğum bu soruya.
Badiou bu kitapçığın başlığında da yer alan soruya cevaben Deleuze'un bilim, sanat ve felsefe olarak üç tür düşünce sıraladığından bahisle konuyu açıyor. Yine de bu siyaset namına görüş belirtmediği anlamına gelmiyor. Bir sanat siyaseti, bir bilim siyaseti ve bir felsefe siyaseti olduğunu düşünür Deleuze. Bu haliyle siyaset yeni bir şeyin yaratımıdır. Diğer anlamı ise yeni kapitalizm biçimlerinin analizidir. Dünyaya inanmak, olayları yağdırmak ve denetimden kaçmak Deleuze'un etik maksimleridir Badiou'ya göre. Bu maksimler olumsuz maksim (denetimden kaçmak), öznel maksim (dünyaya inanmak) ve yaratıcı maksim (olayları yağdırmak) olarak ayrılabilir. Bu üçünün arasındaki bağ Deleuze'un etiğini oluşturur. Yazar, 11 eylül ile ilgili bir soruya ise şöyle bir cevap verir:
Olay yeni bir şeyin yaratımıdır. Buradaki yaratım nedir? Ölümün yaratımıdır. Ölüm ise yaratım değildir. Yaratım daima yaşamı barındırır. Ve bu Deleuze için çok özel bir biçinde böyledir çünkü Deleuze'de yaşam bizzat varlığın adıdır. Bu yüzden de bir olgudur ölüm ve korkunç bir olgudur, ama bir olay değildir.
Modern kapitalizm analizi tanımıyla siyaset, yaratıcı değildir yazara göre. Yeni bir şeyler yaratan ise siyasetin ilk anlamıyla irtibatlandırılan ve  tarihin parçası olmayan en somut örnek olarak 1968'de yaşanan oluş kavramı oluyor, Burada aklıma kapitalizmin yaratıcılığı  ya da kapitalizmde yaratıcılık reddedilirken kriterler nelerdir sorusu geliyor.
Spinoza'da Tanrı olduğumuzu bildiğimiz an..Tanrı'nın bir parçası, evet ama bizzat Tanrı olan bir parçası. Demek ki insanlarda Şeytan'dan Tanrı'ya diyalektik bir değişmenin imkanı bulunuyor. Güzel bir umut.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

RETRO: Skyfire - Spectral (2004)

Marmaris'te sahil kenarında yürürken maruz kaldığım müzik denen şeyi kulağımdan temizlemesiyle dahi görevini yapmış sayılır bu albüm. Önceki albümünden hatırlarsak power melodeath kulvarında at koşturuyor arkadaşlar. Bir miktar progresif tarafa kaymışlar bu albümle. Keyboard epik manada kullanılınca oldukça başarılı olurken bazı yavaşlama anlarında atmosfer yapmaya kalktığında hoşuma gitmedi. Aslında melodiler gereğinden fazla keyboardun omuzlarında. Ama gitara yüklenseler bu durumda ne kadar Skyfire olur, tartışmalı. Diğer yandan kulağa hoş gelen bir kaç riff ve güçlü melodiler ile bezeli albüm. Ama dört nala bir tempo ile birlikte türdaş albümlerde olduğu gibi akılda kalıcılık sorunu yaşamıyor değil. Dinledikçe zihinde olmasa da kulakta bir doygunluk yaratıyor ve zamana da yenik düşmüyorlar. Solo gitarın eşek arısı tonu da bazen yeterli gelmiyor doğrusu.

7,50-/10

Hardingrock - Grimen (2007)

Evim evim güzel evim. Marmaris'den sonra memlekete de uğrayıp sonunda dönüş yaptım. Bolca müzik dinleyip kitap okudum. Bunlardan biri de metal camiasının tanıdık isimlerinden Emperor başta olmak üzere pek çok grupta yer alan ve solo albümlere de imza atan Ihsahn, daha az bilindik Peccatum'dan Star of Ash ki Ihsahn'ın eşi olur, aman dikkat! ve Norveç folk müziği üstatlarından Knut Buen'in tek albümlük Hardingrock projesi. Enfes güzel bir müzik. Hani sopranoların sesi meleklerle kıyaslanır ya halt etmişler. Buradaki bayan vokal ortalığı yakıyor. Müzik ise metalcilere hafif, dünya müziği severlere ise sert kaçacak bir minvalde ilerliyor. Bazı yerlerde brütal vokalleri duymak mümkün. Keman, piyano rock enstrümanlarına eşlik ediyor. İtiraf etmek gerekirse melodiler ise biraz tribünlerin beğenisine yönelik tutulmuş gibi. Kısa sürede alışıp sarhoş olabiliyorsunuz. Bu haliyle memnunuz. Melodilerin bir çoğunun gelenekselliğinden şüphe duyulmuyor. Anlatılan hikayeler de öyle. Müziğin akışını engelleyen şey ise aralara giren hikaye anlatıcılığı. Tabi liriklerde ola geldiği gibi bu anlatımlar da Norveççe. Diller kulağımızda çeşitli genellemelerle tınlar. Klasik örnek Almanca'nın disiplini, Uzakdoğu dillerinin sevdiğini dile getirirken bile sövüp sövmediği konusunda şüphelere düşüren şiddetli tınlaması gibi. Norveççe de şapşal bir adamın konuşukluğuna benziyor. Hakaret etmiyorum ama saf ve çakır keyif bir adamın telaffuzu gibi. İnsanları izleyen Güvercin ya da onun gibi bir isme sahip bir filmde de bunu çok açık duyabilirsiniz. Dolayısıyla işin ciddiyeti bir miktar bozuluyor. Ayrıca Wardruna kadar karanlık ve ezoterik eyler beklenmemesi gerektiğine dair de bir uyarı geçelim.

8,50-/10

16 Ağustos 2015 Pazar

RETRO: Dio - Sacred Heart (1985)

Maşallah! Artık inceden inceden sızmaya başlayan 80'ler sounduna rağmen Dio'nun vokalini dinlemek her zaman keyifli oluyor. Hala ilk iki albümü akla getiren gaz parçalar var: Sacred Heart, King of Rock and Roll, Rock 'n' Roll Children gibi. Diğer yandan fena değiller de miktarını arttırmış. Bu şarkılara da gitar soloları destek atıyor da yine de son şarkıyı kurtaramıyor.

7,50/10

Nils Petter Molvær - Khmer (1997)

Güneşin altında çok kalmamdan dolayı kafamda oluşan garipliğe barlar sokağındaki rock barın ilaç olmayacağını hissediyor ve kendimi yine bloğa atıyorum. Bu bembeyaz cilt kızardı kızaracağı kadar, bronz ten bizlere zaten hayal. Hem her şey fani değil mi? İstanbul'un bir haftası her şeyi temizler. İlginç müzikler dinliyorum bu tatilde. Biri de bu nu jazz kaydı. Nu ne? Wiki amca der ki: Çağdaş elektronik müzik türü. Caz ile diğer farklı türleri misal funk, soul, elektronik dans müziği ve doğaçlama, karıştırır birleştirir. Nil ağbimiz albümde acayip bir şekilde trompet çalıyor. İlk şarkıda duyduğumuz gibi trompet ve perküsyon atbaşı gidiyor ve yoğun doğu ezoterizmi kokuyor. Bu haliyle albüm bir nevi modernleştirilmiş bir new age örneğinden çok da farklı değil. İkinci parça için bir şey söyleyemiyorum. O başlangıçtaki elektronik melodi ile sluandırılmış bir Blade Runner havası sezinlemek mümkün. Sonrasında müziğin nereye gittiğini tarif bile edemem. Yani bu sofistike besteler albümü defalarca dinlenebilir kılıyor. Bak, aradan neredeyse yirmi sene geçmiş, hala taze duruyor bu yüzden. Üçüncü şarkıda da elektronik vuruşlar ile belli bir ritmi takip ediyoruz. Şarkının ağırlığı nu jazz denince kafamızda oluşacak chill out atmosferini doğruluyor sanılmasın. Şarkılar çok farklı ritimler izliyor albüm boyunca. Ayrıca enstrümanlar bir garip çalınıyor, üçüncü şarkıdaki gitarı duydunuz mu ya da trompetin kesik kesik çalınması ve ya son şarkıdaki keman. Kısacası prodüksiyon olarak temiz ve yalın, ritmik olarak farklı, öz olarak egzotik, kimi zaman melodik kimi zaman atmosferik kimi zaman da progresif teknik bir deneysel elektronik jazz albümü bu. Her bir şeyden biraz var. Bu çeşitliliği de sıkı ve disiplinli bir yaklaşımla bir arada tutmasını başarıyor.

7,75-/10

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Colour Haze - To the Highest Gods We Know (2014)

Bugüne kadar gittiğim tatillerde ihtiyaç duyduğum anlarda otellerin pansiyonların vayları fileri beni yarı yolda bırakmadı. Bu sefer tatilde dizi-film izleyeceğim diye karar verdiğim anda ise ne Turunç ne de Marmaris yüzümü güldürdü. Eşek yükü gibi taşıyorum mereti yanımda. Ama neyse bin bir zorluk bu albüm hakkında bir kaç şey yazabiliyorum, klimalı otel odasından.
Bu aralar bayağı sayke-stoner tınılarında gitar müziği denk geldi. Kötü de olmadı hani. Bunlardan biri Colour Haze stoner sayke rock alemlerinde başarılı bir grup. Her albümünde ufak tefek değişiklikler yapıyor ve genelde de iyi işliyor bu rütuşlar. Albümün ilk iki şarkısı klasik normları takip ediyor. Özellikle Circles'a aklımdan güzel bir youtube klibi bile düşündüm. Söylemeyeceğim ama. Yalnız vokalin çatallaştığı bazı anlar çirkinleşiyor, yapacak bir şey yok, serzenişte bulunabiliriz anca. Albüme adını veren şarkı gruptan beklediğimiz deneysel hareketlerden biri. 12 dakika süresince hispanik akustik gitar, keman vessair uyumsuz bir dansın kurbanları oluyor. Ecnebilerin deyişiyle boğayı gözünden vurmasalar da , kaşının ortasına da çakmasalar da mıhı (bu da bizim deyişimiz olsun) burun kemerini çatlatmışlar hani. Lakin o ilk dinlediğimde ruhumu sarsan etnik ağırlıklı All albümünün tadı, işte o hiç gelmeyecek.

7,50/10

9 Ağustos 2015 Pazar

Karayazı #1..16 , Kuzgun #3-4-5, UP # XIV5


Karayazı


İlk 16 sayısını okuma imkanı bulduğum şiir ağırlıklı edebiyat dergisi Karayazı, şiir anlayışını ikinci yeniyi de içerip kerteriz noktası alarak modern şiirin tuğla koyucusu olma yolunda hedef çizmekle beraber bir kaç yıldır yayınlanma imkanı bulamamasına baktığımızda kalıcı olamadıklarına dair bir yorum getirmek mümkün. Modern şiirde adını duyurmuş olan diğer bir dergi Heves ile ikinci yeni akımı üzerinden sık sık polemik yazısına yer veriliyor. Şiir üzerine kuramsal yazılar şiir örnekleri kadar yer kaplıyor. Bu yazıları Ersun Çıplak gibi isimler kaleme aldığı kadar tercüme makaleler de sayfalarda yer buluyor. Elbette kuramsal yazılar sadece şiir üzerine odaklanmamış. Bir noktadan sonra dergi kendi içinde daralmaya yaşamaya başladığında içerik kısa öykü çevirileri ile zenginleştiriliyor. Bu sayede sadece şairlere, yazarlara yönelik gibi duran yayın politikasının ağırlığı kırılıyor. Sık sık şiirleri yayınlanan sisimler şunlardan oluşuyor: Osman Erkan, Salim Nacar, Ersun Çıplak, Mehmet Mümtaz Tuzcu, Feriz Şahin, Necmi Zeka, Talip Nacar, Cuma Duymaz, Enis Akın, Öktem Tepe.


Kuzgun


Kuzgun bildiğiniz gibi, ama ufak tefek değişiklikler mevcut.
Üçüncü sayı Ceyhun Atuf Kansu yazısı ile açılıyor. Ian McGewan'ın bir öyküsüne ve kısa bir röportajına yer verilmiş. Kitapsız kalmış metinler köşesinde 3. sayıda Nurullah Ataç, 4. sayıda Reşat Nuri Güntekin ve 5. sayıda Peyami Safa makaleleriyle konuk edilmiş.
Son sayılarda öyküler de ağırlıkla yer bulabilmiş sayfalarda. Ayrıca sivil toplum kuruluşları ve projeleri ile ilgili tanıtım yazıları ve röportajlar ortaya konmuş: Burdur gölünün kurumasını önlemek için toplumsal duyarlılığı artırıcı çalışmalar, Tohum Otizm Vakfı üçüncü sayıda, Pozitif Yaşam Derneği 4. sayıda ve Yaşam Bellek Özgürlük Derneği 5. sayıda tanıtılıyor.
Dördüncü sayıya damgasını vuran isim sayfalarında sıkça örneklerine yer verilen modern heykeltraş Antony Gormley söyleşisi oluyor. Söyleşiler şiir alanında ürün veren Ve yayınevi editörü Kenan Yücel ile devam ediyor. Metinlerarasılık ölçütünde Cemal Süreya'nın şiirlerinin irdelendiği bir araştırma yazısı öne çıkmakta.
Beşinci sayının açılışı ise hayata şu günlerde gözlerini kapamış olan B.B.King ile yapılmış oldukça doyurucu bir söyleşi ile yapıyor. İranlı şair Ahmed Şamlu'nun iki şiirinin tercümesine yer verilmiş. Dergide eksik kalan kuramsal tarafa Hayati Baki, Şairin Zihin Temrinleri ismindeki makalesiyle müdahale ediyor. Sadece Kuzgun'da değil diğer dergilerde de eksik kaldığını düşündüğüm ki bir ölçüde bu görevi gazete eklerine bırakıyorlar sanırım, kitap değerlendirme ve eleştirilerine de tek sayfa da olsa bir müdahale söz konusu. Umarım periyodik olarak bu konuya eğilirler. Diğer bir yenilik ise genç şairlerin ilk şiirlerini yayınlamaya başlamaları oluyor.

Bir Tuhaf İnsandayız / Veysel Çolak

Deprem olacak, insanlar yıkılacak önce
çatlamış ilişkilerin içine düşülecek bir bir.

Yüzü çamura dönüşüyor yaşayanların
sis kalınlaşıyor, yollar açık, herkesin bir gideni var
ama içi ateş dolu geleni olmayanın.

Korkaktınız, zordu sizin için verdiği sözü tutmak
bildim yalanı, kırdım, kırıldım, yaşadım ne varsa
bir saçak altında kalbimi kustum
bir haydut olup saldırdım kendime
bir ada'yım şimdi, suyun altında kalmış
dört bir yanım sizden oluşan boşluk
dalgalar coşkun, fırtına uyarıcı
belki de iyileştirir beni sudaki tuz.

Hep güzel şeyler düşündüm sizin için
bilseniz ağlarsınız. Gecikmiş biri gibi orada kalırsınız gene de
genişler uzaklığınız, üstünüzde göç eden turnaların gölgesi

Kafka'nın böceği çırak sayılır, başlamış büyük oyun
derindeki kurt ona buna dönüşmüş
kentlere sığmıyor hiçbiri, katillerin dünyasındayız
ağaçlar hızla kuruyor, açan çiçekler yok
boğulmuş akvaryumdaki balık
aynalar hala yalancı, hiç kimse üzgün değil üstelik.

Asitle bir mermere yazıyorum bunları

Biri gelince kapıyı aralık bırakın
nasıl olsa sizi yiyecek bir tuhaf insandayız
isteyince kolayca gidebilsin, sırada başkaları var.


UP


Franz Kafka ve böceği temalı kapak karşılıyor bizleri. Walter Benjamin'in Kafka Üzerine adlı eserine ek olarak da yayınlanacak Kafka Efekt ismindeki ilginç eleştirinin yanısıra, Kafka'nın biyografilerinde pek de görülmeyen gey ve Yahudi dindar arkadaşı Georg Mordechai Langer üzerine yine enteresan yazı kapak temasının altını dolduruyor. Stalin zamanında kapatılan devrimci Rus sanat okulu WChUTEMAS üzerine özellikle aramıyorsanız başka bir yerde okuma imkanı bulamayacağınız hayli detaylı bir araştırma yazısı dergiyi emsallerinden farklı kılmaya devam ediyor. Devam eden şeylerden biri de Derrida'nın söyleşileri. Bu sefer jazz'ın ünlü isimlerinden Ornette Coleman misafir edilmiş.





8 Ağustos 2015 Cumartesi

Bayram Koca (derleyen) - Türkiye'de İslam ve Sol

Referans kitap olma gayesini başarıyla tamamlayan kitap pek çok farklı kişinin kaleminden çıkma makale, R.İhsan Eliaçık, Mehmet Bekaroğlu ve M.Hayri Kırbaşoğlu ile yapılan söyleşi ve sonunda da iki hareketin programlarını içeriyor. Son yıllarda gündeme gelen sol İslami fikriyat ve hareketi sol ve İslam arasında bir sentez yapmaktan ziyade İslamın özünde eşitlik, adalet gibi soldan bildiğimiz nosyonları zaten içerdiğine inanan kişiler insiyatifinde öne çıkarılan bir olgu. Yani ortak değerler üzerinde sosyalistler dahil her türlü gruplarla eylem birlikteliğine girmeyi önemseyen bu fikriyat aslında sayıları milyonları bulan geleneksel cemaat mensupları ve İslami tandanslara sahip sağ parti destekçileri yanında bir damla kalıyor. Duyulan sesin yankısı ise kendisinden kat kat fazla. Yine de bu hareketin geldiği konuma bakarsak kamuoyunda pompalandığı kadar umutlanmanın gereği bulunmuyor. Kitabın yayınlandığı 2014'ten günümüze gelişen olaylara bakarsak, HAS Parti dağılmış devamcıları Sosyal Demokrasi İçin Emek ve Özgürlük Platformu adıyla CHP içinde örgütleniyorlar. Siyaset arenasında Kapitalizme Karşı Mücadele Dernekleri adıyla faaliyet gösteren Anti-Kapitalist Müslümanlar, İhsan Eliaçık ve onun İnşa Kültür Evi çalışmalarından çekildiklerini duyurmuş. Eren Erdem CHP'den milletvekili seçilince onunla yollarını ayıran ve bu duyurularını dahi internette bulunamayacak kadar inaktif bir duruma düşen Devrimci Müslümanlar Hareketi. Parçalanma bazen iyidir, çoğu zaman ise atomize olmakla sonuçlanır. Kitap bu grupların yanında daha çok fikri çalışmalarla öne çıkmaya çalışan Emek ve Adalet Platformu ile geleneksel İslami yanı daha fazla öne çıkan TOKAD üzerine de hayli doyurucu makaleler içermekte. İslam ve Sol arasındaki gri bölgedeki bu sağlam duruşun öncesi geçiş döneminin fikir adamları sayılabilecek Nurettin Topçu, Cemil Meriç ve Kemal Tahir ile görüşlerine kitapta yer verilen eleştirel değerlendirmelerinin yanısıra bu dönemin politik tarafları da çalışmaya dahil edilebilirdi. Teorik ve örgütsel anlamda İBDA-C ya da en azından bazı eylemlerde bir araya gelmenin ilk adımlarını atan Özgür-Der gibi. Ayrıca araştırmanın odak noktası bir kimlik tasavvurunda bireysel olarak HDP içinde faaliyet yürüten insanlar da bulunuyor. Kitap sol İslam'ın Şeriati'de taçlanan görüşlerinin evrimini içeren makalesiyle, yıllardır dinsellikle barışık bir hat çizmeye çalışan Teori ve Politika dergisi yazarından fazla karışık ve sentetik bulduğum ama okuması beyin fırtınası yaratan makalesiyle, Demir Küçükaydın'ın dinin üstyapı olduğuna dair Marksizme uyarlanmış orjinal saptamasıyla, sol İslam derken Alevilerin dışlanmasının analizi ile zengin ve zihin açıcı bir çalışma. Aynı eksene farklı yaklaşımları aynı kitapta yer vermenin böyle güzel bir yanı bulunuyor. Ancak buradaki makalelerde de okumaktan kaçınamadığımız ve şahsen artık defaatle okumaktan yorulduğum bazı şeyler bulunuyor. Şeytanlaştırılan cumhuriyetin kuruluş dönemi, aydınlanma eleştirisi gibi. Eleştirilerin hedefinde de İslamcılardan çok solcular bulunuyor. Özeleştiri ise sağcılaşma üzerinden İslamcıların kendini temize çıkarma çabaları olarak okunabilir. Diğer yandan İslamcılık ile sağ politika arasında altı çizilen farklılık popülizm ve geleneksellik övgüsüyle yine siliniyor. Mevcut duruma bakınca madem kültürümüz o kadar iyiydi neden bu durumdayız. Hep şu emperyalist ve batıcı müdahaleler!

7 Ağustos 2015 Cuma

Metronomy - The English Riviera (2011)

Bu albümün Love Letters'dan neden niye nasıl çok daha iyi değerlendirildiğini anlamadım. Bu son albümünün deneyselliğinden, uyuşmazlığından hadi diyelim tam olsun; garipliğinden uzak olması yine de geleneksel pop normlarına bütünüyle yakınlaştırmıyor. Sözümüze sadığız: indie pop hep yaptıkları şey. Bu manada farklı şey arayan zihinleri tatmin etmekten uzak. Popçuları yoldan çıkarmak için ise tatlı bir tuzak. İlk cümlemdeki sorumun cevabı belki de bu. The Look, fazlasıyla tanıdık gelecek kadar etrafta duyduğumuz ve hakikaten de etkileyici bir parça. The Bay, She Wants, Loving Arm gibi şarkıları da dinlediğimizde pişmanlık duymayacağımız kesin. Fakat meyveli soda hiç bir zaman susuzluğu gidermez.

6,75-/10

6 Ağustos 2015 Perşembe

Bernhard Hennen - Ejderha Elfleri I

Okuru hikayeyle iletişime sokma açısından iki tür yaklaşım var fantastik kurguda. Biri mitolojik manada detaylara ağırlık vermeyip aksiyonu yüceltir. Bu yüzden okuyucunun kafasının karışmasını önlemek için gizem öğesi varsa eğer oldukça lineer olur ve başta ya da başlarda basitçe altyapı hazırlanır: işte elfler vardır, cüceler bir de bunlar hiç anlaşamaz. Hiç de bize yabancı gelmeyecek insansı, sadece dış görünüş değil huyları kıskançlıkları arzuları vessair, ile insansı tanrılar vardır, kulların dünyasıyla haşır neşirlerdir felan. Bir de ağır abilerin fantazyası vardır. Okuyucu kadar karakterler de bir bilinmez senaryonun peşinde ipuçlarını birleştirmeye çalışır. Son sayfalarda ya da diğer üçleme beşlemelerde çözülen gizem illa ki mitolojik bir bağıntıya sahip olur. Bununla birlikte okuru o dünyanın içine çekmek için sanki o dünyanın kültürünü, kültürlerini biliyormuşçasına yaklaşma tekniği sündürülmediği sürece gayet güzel işler. Bu kitabın daha ilk sayfalarında muğlak anlatımlarla karşılaşıyoruz. Üstüne üstlük tentaküllü bulut toplayıcıları, Gece Soluğu, Alp yıldızı, ejderhalar, Nangog, Yeşim Taşı Bahçesi, Daia gibi terimlerin arka arkaya sıralandığı bu kehanet görüsü kitabın gerisi için olumlu bir başlangıç olmuyor. Mitoloji, yaratılış destanları, tanrılar, ejderhalar, her karakter bunlar hakkında az çok bir fikre sahip. Ama nedense biz okurlardan uzun süre saklanıyor bunlar, açıklandığı zaman da ki hala tam anlamıyla bir şeyleri çözdüğünüz söylenemez, artık diyeceğiniz şey banane yafu oluyor. Yazar yaratıcı olabilir, farklı bir bakış açısı getirmiş olabilir. Almanların en önde gelen FK yazarlarından biri de. Ama çiftçiyken bir anlık sürede ölümsüz bir hükümdara dönüşen Atrax'ın hikayesi dışında kendini okuma zahmetine sokacak bir şey sunamıyor. Bu hikaye sayesinde kötüden vasata geçiş yapabiliyor. Ucuza bulduysanız ve sayfalar dolusu okumaktan sıkılmayacaksanız, elinizde de başka bir şey yoksa neden olmasın?
Konu şu şekilde ilerliyor. Yani bence spoiler:

Anladığım kadarıyla birbirleriyle sihirli geçitlerle bağlı üç dünya mevcut. Birinde hayvan kafalı insansı Devanthar denilen tanrıların yönettiği insanlar yaşıyor. Her krallığı o kralın Devantharı tarafından desteklenen bir ölümsüz yönetiyor. İşin aslı Devantharlar ölen hükümdarların yerine yenilerini geçiriyorlar, tiplerini felan değiştiriyorlar, insanlar da kanıyor bu duruma. Diğer dünyaya göz kulak olanlar ise ejderhalar. Bunlar da kendi aralarında ikiye mi ayrılmış, hiç anlamadım. Kademe kademeler. Bunların patronu en büyük tanrısal varlıklar ise Alpler olarak geçiyor. Pek insanlara bulaşmıyorlar. Bu dünyada ise elfler, goblinler,cüceler,troller yaşamakta. Ejderhalar bazı elfleri tüm sosyal bağlarından koparıp eğitiyor, büyü öğretiyor, suikast makinesine çeviriyorlar. Ejderha elfleri oluyor bunlar yani. Kimilerini casus olarak yetiştirip insanların yanına salıyorlar. Tarafsız olması gereken diğer üçüncü dünyaya insanların Devantharların teşvikiyle yerleşmeye başlaması Ejderhaları ya da en azından içlerinden bir kısmını iyice kızdırmış. Komplo var aslında. Hatta ihanet edip bir Alpi öldürecek kadar. İki ana hikaye var. Birinde Nandalee isminde huysuz kaba saba bir öğrenci ejderha elfi olmaya çalışıyor. Hocaları ile kavga ediyor vessair. Ama bazı ejderhalar, en kadimi Karanlık sanırım, tarafından tutuluyor. Üff dert yani. Diğerinde ise Artax ismindeki basit bir çiftçinin uçan deniz anası benzeri bir yaratık olan bulut toplayıcısı üzeri ve etrafına yerleştirilerek uçurulan bir gemiden düşerek ölmesinin ardından hemen bir Devanthar tarafından Aaron isminde bir ölümsüze dönüştürülmesinin hikayesini okuyoruz. Haremden çıkmayan korkak ve acımasız öncekinin yerine vicdanını konuşturan bu tipin hem  kendini hem de ülkesini değiştirme çabalarını izlemek oldukça keyifli. İnsanları tapınağında ölü bulduğu başka bir ülkeye ait uçan gemi ya da Devantharların ürkünç tapınağı gibi gizemli yerlere bulaşması, yasak olmasına rağmen başka bir ölümsüzle düello yaması ya da korsanları kendine bağlaması gibi kahramanlıkları birIndiana Jones havası veriyor. Bir de ejderhaları büyü güçlerini eline geçirmek maksadıyla deneylerde kullanmak için avlayan bir deli cüce var ki buradaki cüce toplumuna hiç kafam basmadı. Kurgu zınk diye yarıda kesiliyor. Nandalee'nin saçma bir pencerenin içine çekilmesiyle. O kadar kana bakarsak ölmüş de olabilir, hadi bakalım inşallah! Uzun olduğundan dolayı roman iki kısım halinde basılmış. Okuyacağım artık, napam.

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Enslaved - In Times (2015)

Tatile gitmeden önce hepi topu sahip olduğum günlük iki saatlik boş vaktimi okuduklarımı dinlediklerimi değerlendirmeye ayırmakla zorunlu hissediyorum kendimi. Bu çalışkanlığın tersine bu yaz ise yatmayı düşünüyorum, öyle böyle değil değişik pozisyonlarda, mümkünse ağzımdan salya akıta akıta yatacağım sere serpe. Yine de bu hayallere dalıp miskinleşmek yerine yeni adımlar atmak lazım. Progresif post deneysel avangard metalik bir şeyler dinleme kampanyası başlatıyorum bu vesileyle. Heybemden ilk Enslaved çıkıyor. Dodheimsgard, Arcturus ve Sigh da sıradaki isimler. En az bir önceki albüm RIITIR kadar sevdim In Times'ı. Bomba gibi bir açılış, sevdicağzım clean vokallerle de şenleniyor. Black ve viking metal unsurların renklendirdiği One Thousand of Year kaydın everesti. Zira o noktadan sonra progresif kaygıların yoğunlaşmasıyla albümün gidişatı durağanlaşmaya başlıyor. Bildiğimiz gibi grup dinleyiciye kanca atan gruuvi riffler ritimler konusunda bir hayli ihtisas yapmış. Bunu da üstelik modern progresif metal ailesinin bir parçası olarak yürütebiliyorlar. Takdire şayanlık bu nokta albümün ilk yarısında daha bir göze çarpıyor. Kendini tekrar eden grupları müzisyenleri pek sevmem ama böyle tekrar edeceklerse etsinler be ya.

8,50--/10

4 Ağustos 2015 Salı

Tarık Özcan - Aykırı ve Şair: İlhan Berk

Türk şiirinin  aykırı isimlerinden İlhan Berk'e adanan bu kitabın yazılış gayesini anladığımdan emin değilim. Yazarı ilk bölümlerde objektif olabilmek, davranabilmek için çaba sarfetse de sonraları hele hele tematik olarak erotizm ve siyasal boyutun işlendiği bölümlerde kendini tutamıyor. Şairin ne sapıklığı kalıyor ne dinsizliği. Marksist görüşlere sahip ya da Tanrıya inanmayan gibi sıfatları defaatle okuma sonrası artık okuyucuyu ne tür afakanlar basar, bilemiyorum. Yargılamak bir şey ki şiirleri çözümlerken hemen her şeyi çocuklukta yaşananlara ya da cinsel açlığa indirgeme hastalığı da pek saba kaba a canım, ama şu sözlerle alaya almak kabul edilemez, kendini küçültür: ölümsüz bir dilin arayışında olan şair, bunu bugüne kadar bulamamış olacak ki halen arayışını devam ettirmektedir. Halbuki zengin kaynakçası ve referansları ile akademik alanda da isim yapmış kitabın yazarı, çoğu kez mühim noktalara da parmak basıyor. Mitolojik unsurların sığlığı, esinlenmelerin fazlalığı gibi. Ama zaten her zaman gelişimin değişimin parçası olmaya çalışan bir ismi, anlamı ikinci plana atan bir şairi bu noktalarda eleştirmenin ne gibi bir mantığı olabilir? Evet, bence de Hayko Çepkin'in bir gözü bir garip ve çok marjinal görünüyor. Üstelik çok gürültülü şarkı söylüyor, bir de nağmeler felan ıyyy. Bu ne kadar eleştiri şimdi? Neyse ilgimi alakamı uyandıracak güzel dizelere uyandırdı beni, sağolsun.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Sergey Prokofiev - The Prodigal Son ;Divertimento; Andante From Piano Sonata No. 4;Symphonic Song (Neeme Jarvi,1989)

İçinde dört farklı çalışmaya barındıran bu yapıta rengini İncil'den alan Prodigal Son balesi verse gerek. Hovarda, müsrif oğul gibi bir manaya sahip olan bu beste, yiyip içip sefahatla vaktini geçiren ve ardından sıfırı tüketince pişmanlıkla baba ocağına dönen birinin hikayesi etrafında şekilleniyor. 20'lerin sonunda yazılan bu eser modern bir duruşu sergilemekle beraber arayışını atonal seviyeye taşımıyor. Bizzatihi bestecinin kendisi daha direkt ve basit bir tavrı benimsediğini söylüyor. Hikayeye uygun şekilde farklılıklar müziğe yansımakla ve buna koşut olarak hoşa giden anlara sahip olmakla birlikte yapılan müziğin bizim gibi fanilerin kulağına hiç de kolay gelmediğini söylemek gerekli. Kendini pek de tekrar etmeyen melodiler ile hatta biraz da kasıntılı bir performansı düşününce görselinden kopuk bir baleyi dinlemenin zorluğu ile karşı karşıyayız. İyi anlar derken yarım saatin biraz üzerinde süren bestenin ikinci sahnesini işaret edeceğim. Sekiz dakikalık Andante gibi karanlık ve ondan daha fazla dalgalı-çatışmacı bir seyir izleyen Symphonic Song on üç dakika süresince değişik ruh hallerinden ruh hallerine sürükleniyor, bir yandan yıldırım gibi davullar gümbürderken borular trompetler titretirken zelzele misali; yaylılarla, klarnet ve flüt gibi üflemeli çalgılarla lirik bir diyalog, hayır kavga notalara dökülüyor. Parça gürültülü bir barış kutlaması ile sonlanıyor. Benim için ise fazlasıyla dağınık ve kafa karıştırıcı bir performans oluyor. Albüm sonunu ise dört hareketten oluşan Divertissement ile getiriyor. Dünyaca ünlü Neeme Jarvi yönetiminde yine ünlü İskoç Ulusal Orkestrası kaydıyla bu Prokofiev çalışması, o beklediğim ve tarif edemeyeceğim Rus olma halini dinleyiciye geçirmekten çok uzak.

6,0+/10

1 Ağustos 2015 Cumartesi

RETRO: Skyfire - Mind Revolution (2003)

COB'un peşi sıra çıkan power-melodeath metal gruplarından biri olan Skyfire'ı ilk dinlediğimde Kalmah ile boy ölçüşemez bulmuşken şu anki dinlememde gayet keyif aldığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Bu ikinci ve takip eden üçüncü kayıtlarını dinlemiş bulunmaktayım. Ve şu an belki eskiden çok yoğun dinleyerek tüketmediğimden, belki belki bir sürü şey sıralanabilir çünkü müzik dinlemek gibi pasif bir fiil bile zamandan ekstrem ölçekte etkilenen ultra öznel bir süreçtir bizzatihi, neyse ne bir miktar daha fazla hoşlandım şimdilerde. Hem de pek sevmediğim tiz prodüksiyona ve keyboard tabi ki! rağmen ki bu türün alamet-i farikası. Brütalin önde giden bayraktarı olsunlar demiyorum ama şöyle maskülen vokaller ara ara girse, prodüksiyon bir dereke toklaşsa şık olmaz mıydı? Bence olurdu. Albümde enteresanlığıyla hoşluk sunan tempo değişiklikleri, vokal pasajları ya da melodilere rastlamak şaşırtıcı olmuyor. Zaten alıp götüren şeyler bunlar. Şu albüm kapağına tezat, bir ara grup elemanlarının süper kahraman gibi sıralandığı metal albüm kapakları modaydı değil mi?, -evet,
içindeki şey güzel çıkarak zarf ve mazruf konusunda yine bize bir kıssa oluyor.

7,75/10