27 Nisan 2014 Pazar

Slavoj Žižek - İdeolojinin Yüce Nesnesi

Sıkışık bir zamanımda seyrek sıklıkla okuyabildiğim için, hatta araya giren günler arasında okuduğum sayfalar arasındaki mantıksal zinciri kaybedecek bir seyreklikte, üzerine hiç de akıcı olmayan konuyu da eklediğimizde benim için gayet zor bir deneyim oldu bu kitap. Zizek'in Slovenya'daki felsefi akımın üyesi olarak tanınmaya başladığı dönemin ilk eserlerinden biri olan bu kitap, Hegel, Freud, Marx, Kant gibi isimlerin metinleri üzerinden Lacan'ın semptom, arzu, özne gibi kavramlarına yoğunlaşıyor. Geleneksel psikanalizin kısıtlayacı sınırları üzerinden atlanarak öznenin devrimci potansiyelinin olasılığı bu eksen üzerinde tartışılıyor. Aslında yazar, kitabın amacını üç başlık altına topluyor: Postyapısalcılığın değil aydınlanmacılığın en radikal çağdaş versiyonu olarak tanımladığı Lacancı teorinin temel kavramlarını özetlemek, Hegelci diyalektiğin Lacancı bir okumaya tabi tutarak ideoloji teorisine katkıda bulunabilecek bazı Lacancı kavramların bu doğrultuda yeniden okumasına başvurmak. Başvurduğu metinlerarası geçişlerin diğer kitaplarında olduğu gibi, tamam tamam bir tanesini okudum bunun haricinde, anlamayı kolaylaştırıcı güncel örnek ve fıkralarla zenginleştirmesi bir dağınıklık yaratsa da kitabın başında ortaya koyduğu amaçlardan marjinal bir şekilde saptığı söylenemez. Altını çize çize postyapısalcılıktan ayırdığı Lacan'ın görüşlerinin yorumlanmasında çıkarılan nihai öz fikir; öznenin, tözün kendi kendini kurma sürecindeki başarısızlığın bir sonucu olduğuna gelip dayanıyor. En azından kısa bir süre önce kaybettiğimiz Laclau katkıda bulunduğu önsözünde bunu böyle belirtiyor. Önsözden sonsöze geçersek şöyle diyebiliriz.
Ölüm dürtüsü, yani radikal negatiflik boyutu, yabancılaşmış toplumsal koşulların dışavurumuna indirgenemez, bu insanlık durumunu tanımlayan bir şeydir. Çözümü yoktur, ondan kaçış yoktur. Onu aşmak, ortadan kaldırmak değil (ki totaliterizme kapı açar bu yönelim, ayrıca alıntılayalım: iyi'ye aşırı bağlanmanın kendisi de en büyük Kötü haline gelebilir), onunla uzlaşmak, onu korkutucu boyutları içinde tanımayı öğrenmek ve sonra da bu tanıma temelinde onunla uyum içinde birlikte yaşama tarzı geliştirmeye çalışmaktır.
İdeoloji yalnızca bir yanlış bilinç, gerçekliğin yanılsamaya dayalı bir temsili değildir, daha ziyade çoktan ideolojik olarak kavranması gereken bu gerçekliğin kendisidir. İdeolojik, tam da mevcudiyeti katılımcılarının, onun özünü bilmemesini gerektiren bir toplumsal gerçekliktir. Yazar bu açıklama üzerinden semptomun tanımını verir. Tutarlılığı, öznenin belli bir bilgisizliğini gerektiren bir oluşum. Özne semptomun keyfini, ancak onun mantığını gözden kaçırdığı sürece çıkarabilir. Bu dengesizlik, eksiklik aslında kurucu bir uğrak işlevini görür. Örneğin özgürlük, ifade ve basın özgürlüğü, siyasi ya da ticari özgürlük gibi unsurlarıyla evrenseldir. Aynı zamanda işçilerin emeğini özgürce satabilme özgürlüğü gibi evrenselliği yıkan, işçilerin sermayeye köle olmasını sağlayan özgürlük zıttı edimi sayesinde özgürlük özgürlüktür. İçselleştirilmiş olumsuzlamasına dayanan bu paradoks semptomdur. Güncel iktidarın politikasıyla da örtüşecek şekilde şu cümleyi alıntılayalım; bir ideoloji, ilk bakışta onunla çelişen olgular bile onun lehine savlar olarak iş görmeye başladığı zaman gerçekten başarılı olur.
Buradan aktarım denen kavram üzerine yoğunlaşabiliriz: Her tarihsel kopuş, yeni bir ana-gösterenin her ortaya çıkışı, bütün geleneklerin anlamını geri dönüşlü biçimde değiştirir, geçmişin anlatımını yeniden yapılandırır. Semptomlar anlamsız izlerdir, anlamları geçmişin gizli derinliğinden çıkartılmaz, keşfedilmez, geri dönüşlü biçimde (gelecekten) inşa edilir. Hiçbir anlama gelmeyen şeyler birdenbire, ama gayet farklı bir alanda bir anlam ifade ediverirler. Bu bilgi bir yanılsamadır, ötekinde aslında bu bilgi yoktur, bu bilgi sonradan, bizim gösterenimizin işlevi sayesinde kurulur; ama aynı zamanda zorunlu bir yanılsamadır bu, çünkü paradoksal biçimde, bu bilgiyi ancak ötekinin ona çoktan sahip olduğu ve bizim onu yalnızca keşfettiğimiz şeklinde yanılsama sayesinde işleyebiliriz. (Revizyonist Bernsteincilere karşın) Rosa Luxemburg'un verdiği cevap, iktidarı ilk ele geçirişin zaten zorunlu olarak vaktinden önce olduğu şeklindedir. İşçi sınıfının olgunluğa ulaşmasının, iktidarı ele geçirmenin uygun anının gelmesini beklemenin tek yolu, kendini bu ele geçirme edimi için oluşturması, eğitmesidir ve bu eğitimi elde etmenin tek olası yolu tam da bu vaktinden önceki girişimlerdir. Eğer sadece uygun anı beklersek, hiç bir zaman onu görecek kadar yaşayamayız, çünkü bu uygun an bir dizi vaktinden önce, başarısız girişimden sonra gelebilir. Yorum her zaman çok geç, gecikerek, yorumlanacak olay kendini tekrar ettiği zaman devreye girer; olay ilk ortaya çıkışında yasalı olamaz. Fiili tarih deyim yerindeyse, veresiye gerçekleşir; şu anki devrimci şiddet bağışlanıp meşrulaştırılacak mı yoksa günümüz kuşağının omuzlarında bir suçluluk duygusu, ödenmemiş bir borç olarak ağırlık yapmayı sürdürecek mi, bunu ancak ileriki gelişmelerle, geri dönüşlü olarak karar verilecektir.
Giderek zorlaşan aşamalara sahip Lacan'ın arzu grafiğine bakalım:
Bu grafik aracılığıyla anlamın başlangıçtaki bir çekirdekten çıkarak kendini açımladığı çizgisel bir ilerleme yerine, radikal biçimde olumsal bir geri dönüşlü anlam üretimi süreci ortaya konur.
Üzeri çizili S ($) ,  öznedir, bölünüş, yarılmış özne. Grafiğin ilk aşamasında S-S' vektörü ile gösterilen Gösteren-Ses vektörü, simge öncesi niyeti temsil eden Δ ile point de capiton olarak adlandırılan O ve s(O) noktalarında yani Büyük Öteki ile onun işlevinde kesişir. Birebir birbirine tekabül etmeyen gösteren ve gösterilenin birbirine raptiyelendiği an capitone noktası olarak adlandırılır. Anlam bu sayede oluşur. Gösterenden Ses'e giden vektör takip edilirse Büyük Öteki ,O,  anında geriye dönüş görülebilir. Büyük Ötekiyi Babanın-Adı, devlet, tanrı, yasa kısacası özne için simgesel düzenin bütünlüğünü temsil eden herhangi bir şey doldurabilir. Ben'in ortaya çıkabilmesi için kendini öteki olarak görebileceği bir ayna evresi zorunludur. Aynada görülen öteki ben'in temelidir. Ve Lacan tarafından Küçük Öteki olarak adlandırılır. Özne küçük öteki ve imgesel düzende karşılaşıp bir ben inşa etmeye başladıktan sonra özne olabilmesi için, simgesel düzende de Büyük Öteki ile karşılaşmak zorundadır. Kendimizi, Öteki'ye onun arzusunun nesnesi olarak sunarak doldurmaya çalışırız. Ben kavramı imgesel oysa konuşan özne simgesel düzende var olduğu için özne her zaman yaralıdır, bölünmüştür. Lacan'cı psikanaliz bu örtüşmezliğin, özne tarafından farkına varılmasını hedefler. İmgesel olarak isimlendirilen aşama , çocuğun ayna evresinde oluşturduğu özdeşleşmelere denk düşer. Gerçek imgelere hapsedilerek baş edilmeye çalışılır. Bu evrede oluşmaya başlayan ben'in özneşebileceği dilsel gramatik ve kültürel aşama ise Simgesel'dir. Özne onun yasalarına uymak zorunda olduğunu Babanın Adı ile öğrenir. Babanın Adı Simgesel'in kurucu öğesidir. Çocuk için yasa koyucunun simgeselleştirilmesini temsil eder. Koyduğu yasalara tabi kılmayı sağlayamadığı için öznenin parçalanmasını sebep olan daha doğrusu parçalayarak özneyi oluşturan da Babanın Adıdır.
Anlamlandırma işlemini sağlayan bu dikiş anı, kapiton noktasından sonra kalan anlamsız, artık nesne Ses olarak adlandırılır.  Atıldır, kalıntıdır. Alttaki vektörde ise özne sağ taraftadır. Burada gösterilmek istenen şey öznenin her zaman zaten ne idiyse o olduğu, aktarım yanılsamasıyla, geri dönüşle karşı karşıya olduğumuzdur. Bu vektörün ürünü, I(O) özdeşleşmedir, öznenin büyük Öteki'deki , simgesel düzendeki bir anlamlandırıcı özellikle özdeşleşmesine karşılık gelir. İmgesel ego (e) ile onun imgesel ötekisi i(o), imgesel düzeyi gösterir.
Bu grafiğin bir ileri aşamasında üste yeni bir vektör eklenir. Bu vektör jouissance yani keyiften (ki jouissance bir diğer manasıyla hoşnutsuzluğun kendisinin verdiği paradoksal bir haz olarak da değerlendirilebilir) kastrasyona uzanır. Bu vektörün ilk kesişim noktası Öteki'deki eksikliktir. Keyif simgeselleştirilemeyen şey olarak gösteren alanındaki mevcudiyetini bu tutarsızlıklar sayesinde belli eder. Nasıl özne bölünmüş ise büyük Öteki'nin de üstü çizilmiştir, merkezi bir eksik etrafında yapılanmıştır. Nesne Öteki'nin kendisinden ayrıdır, Öteki'nin kendisi ona sahip değildir, yani kendisi de engellenmiştir, arzulamaktadır. Bu noktada fantazi bu tutarsızlığı gizleyen perde hizmeti ile devreye girer. Vektör, sağda Dürtü formülü ile kastrasyondan önce kesişir. Fantazi katedildiğinde arzu, dürtüye dönüşür. Lacanci analizin son anı fantazinin katedilmesine dayanır.
Gerçek her simgeselleştirme girişiminin karşısına dikilen kaya, olası bütün dünyalarda aynı kalan sert çekirdektir; ama aynı zamanda adamakıllı istikrarsız bir statüsü de vardır; ancak başarısız, ıskalanmış olarak , bir gölgede kalarak varlığını sürdüren ve onu pozitif doğası içinde kavramaya çalıştığımız anda dağılan bir şeydir de. Bu tam da travmatik olay kavramını tanımlayan şeydir: Simgeselleştirmenin başarısız olduğu, ama hiçbir zaman pozitifliği içinde verili olmayan bir nokta, bu nokta ancak geriye doğru, yapısal sonuçlarından kalkarak inşa edilebilir. Gerçek, bu simgeselleştirilme sürecinin ürünü, artığı, kalıntısıdır, simgeselleştirilme tarafından üretilir, aynı anda hem önvarsayılır hem de koyutlanır. Gerçek'in çekirdeği jouissance olduğu için, keyif ile artı-keyif arasındaki fark biçimine bürünür. Gerçek olumsuzlanmaya duyarsız, negatiflik diyalektiği içinde yakalanamayan  pozitif, atıl bir başlangıç noktasıdır. Bunun nedeni Gerçek'in kendisinin pozitifliği içinde, belli bir boşluğun, eksiğin cisimleşmesinden başka bir şey olmayışıdır. Erkek-kadın çiftinin uyumu örneğine bakarsak; bu uyumlu bütünlük aslında cinsel ilişki fantazisidir. Verili bir unsur ötekindeki eksiği doldurmaz, ötekini tamamlamaz, tam tersine, ötekisindeki eksiğin yerini alır, ötekisindeki eksik olanı cisimleştirir. Pozitif mevcudiyeti, karşı unsurdaki bir eksiğin nesneleşmesinden ibarettir. Gerçek kendi içinde hiçbirşey değildir, simgesel yapıdaki merkezi bir imkansızlığa işaret eden bir boşluktan ibarettir. Öznenin boş yerini, simgeselleştirmesinin başarızlığı sayesinde kaydedebilir, kuşatabiliriz. Çünkü özne kendi simgesel temsilinin başarısız olduğu noktadan başka bir şey değildir.
Lacancı tez postyapısalcı 'dil söylemek istediğim şeyi tam olarak ifade edemiyor..' tezinin tam tersini söyler: Bu anlamlandırma fazlası temel bir eksiği maskeler. Gösterenin öznesi tam da bu eksikliktir, kendisine ait olacak bir gösteren bulmanın bu imkansızlığıdır. Temsilin başarısızlığı, öznenin pozitif koşuludur. Gösterenin öznesi, kendi temsilinin başarısızlığının geri dönüşlü bir sonucudur; bu yüzden de temsilin başarısızlığı onu doğru dürüst temsil etmenin tek yoludur. Özne, Öteki'nin sorusuna Gerçek'in (nesnenin, travmatik çekirdeğin) verdiği cevaptır. Soru muhatabında bir utanç ve suçluluk duygusu üretir, onu böler, histerikleştirir ve bu histerikleşme öznenin kuruluşudur. Özne, ötekideki boşluk, deliktir, nesne ise bu boşluğu dolduran atıl içerik; nitekim öznenin bütün varlığı boşluğunu dolduran fantazi-nesnesinden ibarettir.

Faşizm ideolojik biçimi doğrudan doğruya kendi amacı, başlı başına bir amaç olarak gördüğü için müstehcendir. Mussolini'nin Faşistlerin İtalya'yı yönetme taleplerinin gerekçesi ne? programları ne? sorusuna verdiği ünlü cevabı hatırlayalım: Bizim programımız çok basit, İtalya'yı biz yönetmek istiyoruz! Faşizmin ideolojik gücü tam da liberal ya da solcu eleştirmenlerin en nüyük zaafı olarak gördükleri özellikte yatar. Çağrısının tamamen boş, biçimsel karakterinde, sırf itaat ve fedakarlık olsun diye itaat ve fedakarlık talep etmesinde yatar. Stalinist evrende Parti yönetimini desteklemek, katı bir biçimde Halk terimiyle adlandırılır. Halk'ın gerçek üyesi sadece Parti'nin yönetimini destekleyen kişidir, onun yönetimine karşı çıkanlar Halk'tan otomatik olarak çıkarılırlar, Halk düşmanı olurlar.

Bu değerlendirmeyi objet petit a ve arzu gibi temel kavramlara değinmeden bitirmek istemem ki dolaylı olarak aslında izleri rahatça görülebilir.
objet petit a, küçük öteki nesnesi gerçek değil fantazi nesnesidir. Öznenin Gerçek'in bir türlü anlamlandırılmayan fazlası ile baş edebilmek için yarattığı bir fantazi nesnesidir. Özne bu nesnenin var olmadığını aslında bilir, ona ulaşmaktan, tatmin bir yandan kaçınırken diğer yandan da aramaktan da vazgeçemez. eksiklik terimi de ilksel eksiklik yani doğum üzerinden örneklendirilerek objet petit a ile ilişkilendirilebilir. Çocuğun; kendisinin birinin, yani annesinin, eksik bir uzvu olma durumudur. Özne dilin alanına girip bu eksikliği simgesel olarak ifade etmeye kalktığında bu eksik asla tatmini mümkün olmayan bir arzu olarak belirir. Arzu, anneyi elde etme arzusu değil, onunla yeniden bütünleşme, yeniden onun bir parçası olma yani kendini bir özne olarak ortadan kaldırma arzusu olduğu için dilsel bir ifadesi yoktur, simgesel alanında kendini anlamlandıramaz. Bu elde edilmesi mümkün olmayan arzu nesnesi objet petit a'dır. Arzu, ihtiyaç ile onun dile getirilmesi olan talep arasındaki doldurulması imkansız boşluğa yerleşir. İhtiyaç tanımı gereği simgelerle ifade edilemez, talep ise zorunlu olarak simgeseldir. Arzu bu iki özelliği birden taşıdığı için ona neden olan nesne ile onu tatmin edecek olan nesne daima farklıdır ve bu nedenle de gerçek arzu asla tatmin edilemez.

20 Nisan 2014 Pazar

Wilco - Yankee Hotel Foxtrot (2002)

Yine Amerikan kültürünün manalı sözlerle indie sahasına sızdığı ve bu yüzden de el üstünde tutulan bir çalışma ile karşı karşıyayız. Albümdeki şarkılar popüler piyasanın hızlan kop, zıpla hopla, nakarata bağla gibi gündeliklerine pek uyum gösterme derdinde değil. Böyle orta-yavaş kararda ilerleyen tempoyu paylaşan şarkılar yüzünden müziğe alışmakta bir müddet zorluk çekebiliyorsunuz. Bu noktadan sonra ikinci aşama başlıyor. Parçaların hiç de birbirine benzemediğini, kendi içlerinde hoşnut kılacak (kişisel zevke bağlı olarak nefret ettirecek belki) incelikler barındırdığını görüyorsunuz. Ben buna artizlik diyorum. Bu aşama albüm hakkında Abd kültürü dışındaki bir şahsın karar verme anına denk düşüyor. War on War, Cure'u hatırlatıyor, şirin yumuşak bir şarkı.
You have to lose
You have to learn how to die
if you want to want to be alive, okay?
Kemanlı girişi ile hayal gibi bir başlangıç yapan Jesus etc. hem albüm dışında gbiryerlerde konumlanıyor, hem de albümün en ağır topu oluyor. İtiraf edeyim beni bile etkiledi, aşağıda alıntılanan vokal performansıyla.
Last cigarettes are all you can get
Turning your orbit around
Takip eden şarkı da Jesus etc'nin bir taklidi aslında, vokal burada da iyi iş çıkarıyor. Yine albümün havasına ayrıksı durarak, albüm boyunca artık unutageldiğimiz enerji diye isimlendirilebilecek bir şeyi sergileyen I'm The Man Who Loves You cazırdayan dumanı üstünde gitarı ve trompetlerle dikkat çekiyor. Albüm genelinde etkin olan vokalin genizden yorgun argın söyleme tekniği biraz dinleyeni kendinden soğutuyor. İşte böyle de böyle, artıları eksileri sıralıyorsunuz.
Üçüncü ve son aşamaya geçiyoruz. 3-4 hafta olmuştur dinleyeli aralıklarla. Bırakın albümü ardı ardına dinlemeyi, tek oturuşta tümünü bile dinleyecek tahammülünüz kalmamıştır artık. Eni konu sıkıcıdır yafu. İster istemez son değerlendirmem de buna bağlı olacak. Ama ikinci aşamanın yüzü suyu hürmetini unutacak değilim.
Bu arada Portishead ve Beirut geliyor. Biletleri şimdiden mi alsak, bekleyip açıkta mı kalsak, iptal olur mu, oha ne zaman fiyatlar bu kadar arttı, kafam karışık.

6,75 (bağzı anlar 7,0/10)

19 Nisan 2014 Cumartesi

RETRO: Bathory - The Return...... (1985)

Film festivalinden bir kaç film seçip izlemeye çalışıyorum bugünlerde. İşte tam da o bugünlerden birinde, yani bugün İstanbul'un bir ucundan öteki ucuna gidip izlediğim filmde aklıma naçizane bir özdeyiş geldi. 30'undan sonra entel olunmaz, entel doğulur. Allah'ım ya Rab! Bir kadının virane bir odanın duvarındaki manzara resmine bakmasını 15 dakika, sonrasında yine o duvar resmini izleyen aynı kadın ile arkasında arada sırada cebinden çıkardığı içkiyi hüpleten bir adamı yaklaşık yarım saat (zaman görecelidir), sonrasında bu kadınla artık ona sırnaşmaya başlamış adamı arka cepheden resmi de görecek şekilde bir 10 dakika, kadının odayı terketmesiyle tablo karşısında şişenin dibini gören adamı bir 10 dakika, artık bitsin dedirten, makinist ağbi ileriye saaar diye çığlık attıran sekansın bitiminde de seyirci olarak o duvarı bir 10 dakika daha izledik. Oyunculukmuş, sembolizmmiş peh. Hiç Nuri Bilge Ceylan, Tarkovsky, Zeki Demirkubuz izlemedik zaten. Sokakta kalmış çocuklu bir babanın açlıkla, depresyonla imtihanı diye konuyu okuyunca, bir de doğunun uzağından sahneye teşrif edince film,bir Grave of Firefiles olur mu acaba beklentisiyle mendilimi hazır edip gitmiştim halbuki. Bu arada popuyla değil filmleriyle de atılım yapan Kore yapımı olmadığını Çince diyalogları duyunca farkına vardım. Evet, bu iki dili ayırt edebilecek kadar entelim. Bir Japon filminin beklentisini örnek alacak kadar da saf. Neyse uzatmayalım, salondaki (varsa gizli) pedolar en azından mutlu oldu, şirin ufak kızı kıyafetini değiştirirken çıplak gördükler. Ama akıllanmadım agalar. Yarın da Doğunun Çocukları'na gideceğim. Sabahın köründe. Pazar 1.30 her zaman sabahtır, sabahın körüdür. Onun da konusu ilginçti. Festivalin gözde filmlerinden Budapeşte otelini de festival dışında bir seans da izlemiştim. Cart parlaklıkla masalsılığı sağlayan Amelievari filmlerden hoşlanmamakla birlikte, kendine özgü mizahına mizah demek zorken bile fena değildi. Yafu ben komedi filmlerini sevmiyorum zaten. Mizahmış, pehh. Ne gereksiz...
Bathory'nin ikinci albümü ilk albüme çok benziyor. Hala thrash ruhu, başta Born for Burning ve diğer bir kaç şarkıda faal olmakla birlikte Norveç soğuğunun Total Destruction gibi daha black şarkılarda kendini iyice belli etmeye başladığını görüyoruz. Atmosfer olarak da bu değişimi duyumsamak mümkün. Fark sadece bu. Norveç değil İsveçmiş.İsveç'e soğuğu yakıştıramadım bir an.

7,50/10

17 Nisan 2014 Perşembe

Frank Herbert - Dune'un Çocukları (Dune III)

Paul'u ölümün kucağına çöle giderken bırakmıştık ikinci kitabın sonunda. İmparatorluğun yönetimi ve çocuklarının büyütülmesi gittikçe kendini güce kaptıran kızkardeşi Alia'ya emanet. Annesi Leydi Jessica ailenin hizmetkarı Gurney'i de alarak Bene Gesserit öğretilerine geri dönmüş. İkiz çocuklar Leto ve Ganima 9 yaşına geldikten sonra Jessica ortalığı kolaçan etmek amacıyla Fremen gezegenine geri döner. Kuşkusu Alia'nın melanete uğramasıdır. Yani iç yaşamlarından birinin Alia'nın kontrolünü ele geçirdiğini düşünmektedir. Sadece Fremenler arasında değil tüm evrende düşülebilecek en rezil seviyedir bu. Hakikaten de Alia, öldürdükleri Baron'un iç yaşamıyla , ruh gibi bir şey, anlaşma yapmıştır, artık kararlarında bile etkisi büyüktür Baron'un. Derken çölden kör bir vaiz çıkagelir. Dinin içi boş bir kabuk haline geldiğini, yozlaştığını vaaz ederek Alia'yı, daha doğrusu rejimini karşısına alır. Herkesin şüphelendiği üzere bizzatihi Paul'un kendisidir bu vaiz. Bu denkleme uzaklarda bir yerlerde ise Baron'un oğlu mu torunu mu ne Farad'n dahil olur. Tarihe meraklı entel genç, bir noktadan sonra kendini azılı düşmanlarının öğretisi içinde bulacaktır. Kızı Alia'yı melanet testine sokmaya çalışan Jessica kendisinin aslında ikizlerin altın yol diye adlandırdığı planın bir parçası olduğunu kitabın sonunda kavrayacaktır. Bir yandan da ikizleri de sınamaya çalışmaktadır. Çünkü içlerinde sonsuz zamanın tecrübe ve içyaşamlarını barındıran çocuklar onu korkutmaktadır. Farad'n'ın annesinin iki kaplanı bu çocukların üzerine yollaması ikizler için bir fırsat olur. Leto ölmüş numarası yapar, kızkardeşi ise kendini bir nevi hipnozla buna inandırır. Alia kocası Duncan Idaho'yu Jessica'yı öldürtmesi için görevlendirir. Alia'nın istila edildiğini mentat zihniyle kavrayan Duncan, Jessica ile Harkonenlerin gezegenine iltica eder. Jessica, Bene Gesserit öğretilerini Farad'n'e öğretmeye başlar. Diğer yandan Farad'n annesini Leto'nun ölümünden sorumlu tutarak sürgüne gönderir ve böylece Atreides eviyle tekrar barış kurulur. Arrakis'de ise gezegeni yeşilleştirerek bahar üretimi sağlayan kum solucanlarının habitatını yokeden ve farkında olmadan kendi oturduğu dalı kesen yenilikçi Alia'nın kanadı ile gelenekçi Fremenler arasında kutuplaşma yoğunlaşır. Efsanevi siyeç Jacurutu'yu bulmakla aradığı altın yol'u keşfetmekte önemli bir mesafe katacağına inanan Leto gerçekten de aradığını bulur. Ancak Jessica lehine çalışan Gurney ve Muad'dib Paul'den artakalan Vaizi kullanan kaçakçıların işbirliğiyle tutsak edilir. Sabah akşam bahar yedirilerek istila edilip edilmediği sınanır. Diğer yandan da Jessica'nın planlarına baş eğmesi için uğradığı baskının diğer adıdır bu. Ganima ise Alia'nın onu Farad'n ile evlendirme planlarını büyük bir şevkle kabul eder. Zira kendini öldüğüne inandırdığı kardeşinin intikamını almayı düşlemektedir. Alia da tam da hevesle düğünün gerçekleşmesini bekler. Fremenlerin ayrılığında bağımsız tarafta duran Stilgar, çocukla birlikte kendi bölgesine çekilir. Duncan da Stilgar'ın siyecine gelerek istila edilmiş Alia'ya karşı onu yanına çekmeye çalışır. En sonunda en büyük Fremen hakaretleri ile kendini öldürtür. Ki bu da kendi planının bir parçasıdır. Alia kendi kocasını öldüren Stilgar'a karşı harekete geçmek zorundadır artık. Transtan transa giren o siyeçten kaçıp bu siyeçe sığınan Leto, canlı kumbalıklarından kendine bir zırh yapar ve onlarla ortak yaşama geçer. Binyıllarca aslında dörtbin yıl olduğunu söylüyor, yaşayacak tanrısal güçte oluşturduğu vücuduyla tanrısı olmayan dinin tanrısı olacak ve altın yolu, babasının kaçındığı yolu tamamlayacaktır. Vaizle yani babasıyla buluşur, babasının vücudunda yaptığı değişimlere karşı yaptığı tüm itirazlara rağmen onu dinlemez, himayesine alır. Bir yandan da ekolojiyi değiştiren projelere, çiftliklere saldırır, kanalların suyunu çöle döker. Barış görüşmesi için Stilgar'ın yanına gelen Alia'nın adamları Ganima'yı kaçırır. Düğün günü yaklaşmaktadır artık. Farad'n'ın Jessica ile Alia'nın sarayına geldiği gün Vaiz de sarayın önüne Leto ile birlikte son bir vaaz vermeye gelir. Küfrün adı Alia'dır diye sonlandırdığı vaazın ardından kargaşa çıkar. Muaddib hançerlenir ve ölür. Aile sarayda şok geçirirken Leto kapıyı kırıp kızkardeşi Ganima ile döner, Ganima'nın zihni açılmıştır. Alia'yı azcık pataklar. Kendi benliği içindeki Baron ile tartışmaya başlayıp melanetini sergileyen Alia, kendi kontrolünü sağladığında Baron'un kendi ağzından dur yapma itirazlarına rağmen camdan atlayarak hayatına son verecek onuru da gösterir. İmparatorluğu yöneteceği binlerce yıllık yeni düzende Leto resmen kendi kızkardeşiyle evleneceğini beyan eder. Fakat artık insanlıktan çıkıp kısırlaştığı için arka tarafta aslında imparatorluk soyunun babası Farad'n olacaktır.
Yani entrika içinde entrika, diğer ciltlerde olduğu gibi sayfalar ilerlerken okuyucudan gizlenen planlara dayalı o an pek idrak edemediğimiz hikayenin gelişme süreci, yine felsefi alıntılar. Yeni ve ilgi çekici karakterler. Hikaye bakımından olmasa bile karakterler açısından bir dürtü var hala seriyi devam ettirmekte. Ama burada sanırım bir ara vereceğim.

Evren hemen oradadır: bir Fedaykin'in onu görüp duyularına hakim olabilmesinin yegane yolu budur. Evren ne tehdit eder ne de söz verir. Nesneleri bizim hakimiyetimizin ötesinde tutar: bir meteorun düşmesi, bir buhar püskürtüsünün olması, yaşlanmak ve ölmek. Bunlar, bu evrenin gerçekleridir ve bunları, onlar hakkında ne hissettiğini göz önüne almadan karşılamalısın. Bu tür gerçeklikleri sözlerle uzaklaştıramazsın. Onlar kendi sözsüz yöntemleriyle sana gelecekler ve o zaman, işte o zaman ölüm kalım'la ne kastedildiğini anlayacaksın. Ve bunu anlayınca, için neşe ile dolacak.

16 Nisan 2014 Çarşamba

RETRO: Running Wild - Branded and Exiled (1985)

Bir kalemde korsan metale geçmelerini beklemek haksızlık olur. Tanrı bile dünyayı yedi günde yarattı derler. Aslında altı da yedinci gün de yatmış dinlenmiş. Yani speedy thrash'den biraz sıyrılıyoruz, satanik konulardan uzaklaşıyoruz. Lakin kendilerini tam anlamıyla bulduklarını da söyleyemeyiz. Bazen baskıya karşı savaş diyorlar kimi zaman metal kardeşliğini haykırıyorlar, bir yandan Mordor diğer yandan gölgeler diyarı vessair. Sözler ortaya karışık durumda. Riflerin ya da lafı uzatmayalım, her bir şeyin ilk albümün yanında sönük kaldığı dikkatli kulaklardan kaçmıyor. Stop tuşuna bastığım andan ötesini pek hatırlamayacağımdan dolayı hani neredeyse olmasa da olur diyeceğim de play'e basınca da olursa da olur diyebileceğim türden, bilmem anlatabildim mi.

6,75/10

13 Nisan 2014 Pazar

Crystal Castles - II (2010)

Grubun ikinci albümü, oldukça sevdiğim ve sofistike taraflarının ağırlık kazandığını düşündüğüm son albümle kıyasla dans ritimlerinin daha güçlü olmasıyla farklılaşıyor. İlk albümde olduğu gibi sevmediğim hışırtılar, gürültüler, cam çatlatan çığlıklar burada da deneysellik adında bolca sergileniyor. Grup, iki elemandan oluşsa bile grup olarak nitelemek yanlış olmayacaktır, en azından şarkıların yarısında geleneksel normları parçalıyor, yalnız yerine şarkıların yeniden inşasını tamamlamaktan da kaçınıyor. Bu yarı-besteler sound anlamında geliştirilen deneysellikle harmanlanınca kağıt üzerinde büyük harflerle FAIL oluşturması gerekirken, aksine bir tepki yaratıyor bende: ekstrem bir örnek vermek gerekirse, sevdiğim şarkıların arasında 1 buçuk dakika süresince heyecanı ve enerjiyi kümülatif bir şekilde bünyede toplattıran Doe Deer'i sayabiliyor olmam. Ha keza Sigur Ros'un bir şarkısını samplelamasından dolayı İzlanda dilindeki Year of Silence da benzer duyguları pekiştirerek albümün ağır toplarından biri oluyor. Yine bir sample'a dayalı olan  ve yarım kalmışlığını romantik synth pop ile tamamlayarak eşsiz bir iş çıkardıkları Vietnam unutulmamalı. Vietnam'ın başarısı bir ölçüde önceki şarkı Violent Dreams'deki kekemeliğin hala güzel bir iş çıkarmakla birlikte bir türlü cümlesini tamamlayamamasının getirdiği eksiklik ile alakalı. Çok güçlü bir melodi etrafında salınan Intimate'i dinlerken kendinizi dans ederken bulabilirsiniz, ancak eminim ki grubun tam da istediği gibi dansınız çarpık çurpuk yamuk yumuk bir ahenge (evet, kendine özgü bir harmoni var) teslim olmuştur. Bu yüzden dansınızı kendinize saklasanız iyi olur, kimselere göstermeyin en iyisi. Diğer yandan albümde klasik anlamda synth popa yakınlaşan ve single olarak çıkartılan şarkılar da bulunmakta. Ama ben gönlümü galiba deneyselliğe, yaratıcılığa ve farklılığa kaptırdım.

7,50+/10


12 Nisan 2014 Cumartesi

Mark Morgan - Fallout 2 (1998) Bootleg

Blade Runner haricinde gerim gerim geren karanlık bir ambiyans müziğini ancak bu kadar sevebilirim. Ve bunu efsanevi oyunla olan bağını yadsıyarak söyleyebilirim. Tamamiyle oyundan bağımsız, kendi içinde de değerlendirilebilecek bu çalışma bizi kıyamet sonrası bir ortama tereddütsüz, hiç zaman kaybetmeden, ilk notalardan itibaren götürmeyi başarıyor. Godspeed You! Black Emperor'un o tekinsiz havasını sezmemek, sound olarak ayrı (ama apayrı değil) kulvarlarda olsalar bile, mümkün değil. Hatırladığım kadarıyla oyunda da yer alan Lois Armstrong'un caz nağmeleri ile girizgahın yapılması da ayrı bir anlam katıyor albüme. İlk albümde bazı bestelerdeki şahsen hoşlanmadığım edgy kısımlar törülenmiş. Albümün, zun uzun birbirinden ayırt edilemeyen beste bile denemecek şarkılardan ziyade 20'ye yakın kısa, kendi aralarında farklı bir kimliği, hüviyeti geliştirmiş parçalardan oluşması en güçlü yanını oluşturuyor.

8,50/10

10 Nisan 2014 Perşembe

Kronik - Endless War (1992)

Ebadı oldukça ince Türk metal tarihinde önemli bir yer bulan albüm Endless War. Kronik'in kimi zaman bütünsellikten uzak derleme görüntüsü veren bu çıkış albümü efsanevi gibi sıfatlarla ödüllendiriliyor dinleyenleri tarafından. Yıllar yıllar sonra yeni çıkarttıkları Kavga ismindeki 2. albümleri ise aynı ilgi alakaya mazhar olamıyor ne yazık ki. Zaman da müzisyenler de dinleyenler de değişiyor elbet. Köprünün altından sular geçtikçe hala büyük bir safiyetle ilk albümün tadını aramak boşa kürek çekmek olsa gerek. Çünkü zamanın ve mekanın ruh partikülerleri yapışmış durumda Endless War'a. Hayır hayır, evet evet, bugünün şartlarından kendi keyfiyet kurallarıma göre değerlendirdiğimde, varolan bu beğeni dalgasıyla uyuşmadığımı belirtmeden önce mazeret bildirimi ve af dileme girizgahı bu yaptığım. Ama genelde çıkıntı olan ben olduğum için, problem yok, sikinti yok.
Başkalarının dediği gibi vokal, ayrı bir öne çıkıyor. Prodüksiyon elbette günün şartları gereği belli bir amatör ruhun eseri olduğu izlenimini bırakıyor. Dolayısıyla sound biraz çatı katından çıkmışcasına tozlanmış, eskimiş durumda. Lie ismindeki şarkı Kronik'e ait olduğunu farkedince şaşırdığım güzel bir parça. Albüme hakim olan thrash ve thrashy speedy heavy metal atmosferin tersine punkın yoğunlaşıp ete kemiğe büründüğü bir anı temsil ediyor. Bir yandan da punk dipten derinden albümün geneline sızıyor. Bir nevi sokağın ruhu tüm albümde duyumsanabiliyor. Bir kaç enstrümental parçayı da eklersek albümü tamamlıyoruz. Aklımızda Liar haricinde çok fazla şey kalmamakla beraber dinlerken keyif veriyor.

7,0/10

9 Nisan 2014 Çarşamba

Death - Individual Thought Patterns (1993)

Birkaç gün sonra gireceğim ve ,inşallah, olumlu sonuçlanacağını ümit ettiğim mesleki sınavdan önce kafa dağıtmanın en iyi yöntemlerinden biri müziğin sert tonajlarına ağırlık veriyor olmak sanırım. Diğeri de İstiklal'de atılan bir tur. Death, sadece son albümünü dinleyerek yanlış bir başlama noktası seçtiğim bir grup. Teknik death metalin en önde gelen grubu şeklinde yapılan değerlendirmeleri son albümü dinlerken anlamamıştım. Zira tam da sevdiğim gibi melodik ve yırtıcı bir hava hakimdi albüme. İki önceki albüme döndüğümde ise bu tanımı ve sıfatı nasıl da hakettiklerini daha iyi görebiliyorum. İşin aslı şu ki güm güm kafama vuran sound neticesinde bunu kaçırmak imkansız. Nihayetinde demirden bir leblebi. Öyle lüp lüp yutulacak bir sütlü nuriye değil. Bu sert karaktere halel getirmeyecek şekilde örneğin Destiny isimli parçanın girizgahında akustik gitarın ya da sonrasında oryantal bir rifin izlerini duyabiliyoruz. Ama sergilenenen farklılıklar bunlardan öteye geçemiyor. Kendi şahsım adına çok hazmedemediğim bir iki nokta daha var. Bas gitarın kimi zaman paket lastiği gibi tınlaması ve daha seyrek olaraktan da aslan gibi kükreyen rahmetli Chuck ağbimizin vokalinin sert thrashe yaklaşması. Yalnız son tahlilde problem bende: death metali melodik ve biraz da senfonik-egzotik tatlarda sevebiliyorum. Yoksa girişte ima ettiğim gibi grubun dinleyenleri tarafından belirlenen en iyi albümlerinden birisi bu. Hoş, RYM'ye bakıyorum da hemen her albümü zaten öyle.

7,50-/10