Sıkışık bir zamanımda seyrek sıklıkla okuyabildiğim için, hatta araya giren günler arasında okuduğum sayfalar arasındaki mantıksal zinciri kaybedecek bir seyreklikte, üzerine hiç de akıcı olmayan konuyu da eklediğimizde benim için gayet zor bir deneyim oldu bu kitap. Zizek'in Slovenya'daki felsefi akımın üyesi olarak tanınmaya başladığı dönemin ilk eserlerinden biri olan bu kitap, Hegel, Freud, Marx, Kant gibi isimlerin metinleri üzerinden Lacan'ın semptom, arzu, özne gibi kavramlarına yoğunlaşıyor. Geleneksel psikanalizin kısıtlayacı sınırları üzerinden atlanarak öznenin devrimci potansiyelinin olasılığı bu eksen üzerinde tartışılıyor. Aslında yazar, kitabın amacını üç başlık altına topluyor: Postyapısalcılığın değil aydınlanmacılığın en radikal çağdaş versiyonu olarak tanımladığı Lacancı teorinin temel kavramlarını özetlemek, Hegelci diyalektiğin Lacancı bir okumaya tabi tutarak ideoloji teorisine katkıda bulunabilecek bazı Lacancı kavramların bu doğrultuda yeniden okumasına başvurmak. Başvurduğu metinlerarası geçişlerin diğer kitaplarında olduğu gibi, tamam tamam bir tanesini okudum bunun haricinde, anlamayı kolaylaştırıcı güncel örnek ve fıkralarla zenginleştirmesi bir dağınıklık yaratsa da kitabın başında ortaya koyduğu amaçlardan marjinal bir şekilde saptığı söylenemez. Altını çize çize postyapısalcılıktan ayırdığı Lacan'ın görüşlerinin yorumlanmasında çıkarılan nihai öz fikir; öznenin, tözün kendi kendini kurma sürecindeki başarısızlığın bir sonucu olduğuna gelip dayanıyor. En azından kısa bir süre önce kaybettiğimiz Laclau katkıda bulunduğu önsözünde bunu böyle belirtiyor. Önsözden sonsöze geçersek şöyle diyebiliriz.
Ölüm dürtüsü, yani radikal negatiflik boyutu, yabancılaşmış toplumsal koşulların dışavurumuna indirgenemez, bu insanlık durumunu tanımlayan bir şeydir. Çözümü yoktur, ondan kaçış yoktur. Onu aşmak, ortadan kaldırmak değil (ki totaliterizme kapı açar bu yönelim, ayrıca alıntılayalım: iyi'ye aşırı bağlanmanın kendisi de en büyük Kötü haline gelebilir), onunla uzlaşmak, onu korkutucu boyutları içinde tanımayı öğrenmek ve sonra da bu tanıma temelinde onunla uyum içinde birlikte yaşama tarzı geliştirmeye çalışmaktır.
İdeoloji yalnızca bir yanlış bilinç, gerçekliğin yanılsamaya dayalı bir temsili değildir, daha ziyade çoktan ideolojik olarak kavranması gereken bu gerçekliğin kendisidir. İdeolojik, tam da mevcudiyeti katılımcılarının, onun özünü bilmemesini gerektiren bir toplumsal gerçekliktir. Yazar bu açıklama üzerinden semptomun tanımını verir. Tutarlılığı, öznenin belli bir bilgisizliğini gerektiren bir oluşum. Özne semptomun keyfini, ancak onun mantığını gözden kaçırdığı sürece çıkarabilir. Bu dengesizlik, eksiklik aslında kurucu bir uğrak işlevini görür. Örneğin özgürlük, ifade ve basın özgürlüğü, siyasi ya da ticari özgürlük gibi unsurlarıyla evrenseldir. Aynı zamanda işçilerin emeğini özgürce satabilme özgürlüğü gibi evrenselliği yıkan, işçilerin sermayeye köle olmasını sağlayan özgürlük zıttı edimi sayesinde özgürlük özgürlüktür. İçselleştirilmiş olumsuzlamasına dayanan bu paradoks semptomdur. Güncel iktidarın politikasıyla da örtüşecek şekilde şu cümleyi alıntılayalım; bir ideoloji, ilk bakışta onunla çelişen olgular bile onun lehine savlar olarak iş görmeye başladığı zaman gerçekten başarılı olur.
Buradan aktarım denen kavram üzerine yoğunlaşabiliriz: Her tarihsel kopuş, yeni bir ana-gösterenin her ortaya çıkışı, bütün geleneklerin anlamını geri dönüşlü biçimde değiştirir, geçmişin anlatımını yeniden yapılandırır. Semptomlar anlamsız izlerdir, anlamları geçmişin gizli derinliğinden çıkartılmaz, keşfedilmez, geri dönüşlü biçimde (gelecekten) inşa edilir. Hiçbir anlama gelmeyen şeyler birdenbire, ama gayet farklı bir alanda bir anlam ifade ediverirler. Bu bilgi bir yanılsamadır, ötekinde aslında bu bilgi yoktur, bu bilgi sonradan, bizim gösterenimizin işlevi sayesinde kurulur; ama aynı zamanda zorunlu bir yanılsamadır bu, çünkü paradoksal biçimde, bu bilgiyi ancak ötekinin ona çoktan sahip olduğu ve bizim onu yalnızca keşfettiğimiz şeklinde yanılsama sayesinde işleyebiliriz. (Revizyonist Bernsteincilere karşın) Rosa Luxemburg'un verdiği cevap, iktidarı ilk ele geçirişin zaten zorunlu olarak vaktinden önce olduğu şeklindedir. İşçi sınıfının olgunluğa ulaşmasının, iktidarı ele geçirmenin uygun anının gelmesini beklemenin tek yolu, kendini bu ele geçirme edimi için oluşturması, eğitmesidir ve bu eğitimi elde etmenin tek olası yolu tam da bu vaktinden önceki girişimlerdir. Eğer sadece uygun anı beklersek, hiç bir zaman onu görecek kadar yaşayamayız, çünkü bu uygun an bir dizi vaktinden önce, başarısız girişimden sonra gelebilir. Yorum her zaman çok geç, gecikerek, yorumlanacak olay kendini tekrar ettiği zaman devreye girer; olay ilk ortaya çıkışında yasalı olamaz. Fiili tarih deyim yerindeyse, veresiye gerçekleşir; şu anki devrimci şiddet bağışlanıp meşrulaştırılacak mı yoksa günümüz kuşağının omuzlarında bir suçluluk duygusu, ödenmemiş bir borç olarak ağırlık yapmayı sürdürecek mi, bunu ancak ileriki gelişmelerle, geri dönüşlü olarak karar verilecektir.
Giderek zorlaşan aşamalara sahip Lacan'ın arzu grafiğine bakalım:
Bu grafik aracılığıyla anlamın başlangıçtaki bir çekirdekten çıkarak kendini açımladığı çizgisel bir ilerleme yerine, radikal biçimde olumsal bir geri dönüşlü anlam üretimi süreci ortaya konur.
Üzeri çizili S ($) , öznedir, bölünüş, yarılmış özne. Grafiğin ilk aşamasında S-S' vektörü ile gösterilen Gösteren-Ses vektörü, simge öncesi niyeti temsil eden Δ ile point de capiton olarak adlandırılan O ve s(O) noktalarında yani Büyük Öteki ile onun işlevinde kesişir. Birebir birbirine tekabül etmeyen gösteren ve gösterilenin birbirine raptiyelendiği an capitone noktası olarak adlandırılır. Anlam bu sayede oluşur. Gösterenden Ses'e giden vektör takip edilirse Büyük Öteki ,O, anında geriye dönüş görülebilir. Büyük Ötekiyi Babanın-Adı, devlet, tanrı, yasa kısacası özne için simgesel düzenin bütünlüğünü temsil eden herhangi bir şey doldurabilir. Ben'in ortaya çıkabilmesi için kendini öteki olarak görebileceği bir ayna evresi zorunludur. Aynada görülen öteki ben'in temelidir. Ve Lacan tarafından Küçük Öteki olarak adlandırılır. Özne küçük öteki ve imgesel düzende karşılaşıp bir ben inşa etmeye başladıktan sonra özne olabilmesi için, simgesel düzende de Büyük Öteki ile karşılaşmak zorundadır. Kendimizi, Öteki'ye onun arzusunun nesnesi olarak sunarak doldurmaya çalışırız. Ben kavramı imgesel oysa konuşan özne simgesel düzende var olduğu için özne her zaman yaralıdır, bölünmüştür. Lacan'cı psikanaliz bu örtüşmezliğin, özne tarafından farkına varılmasını hedefler. İmgesel olarak isimlendirilen aşama , çocuğun ayna evresinde oluşturduğu özdeşleşmelere denk düşer. Gerçek imgelere hapsedilerek baş edilmeye çalışılır. Bu evrede oluşmaya başlayan ben'in özneşebileceği dilsel gramatik ve kültürel aşama ise Simgesel'dir. Özne onun yasalarına uymak zorunda olduğunu Babanın Adı ile öğrenir. Babanın Adı Simgesel'in kurucu öğesidir. Çocuk için yasa koyucunun simgeselleştirilmesini temsil eder. Koyduğu yasalara tabi kılmayı sağlayamadığı için öznenin parçalanmasını sebep olan daha doğrusu parçalayarak özneyi oluşturan da Babanın Adıdır.
Anlamlandırma işlemini sağlayan bu dikiş anı, kapiton noktasından sonra kalan anlamsız, artık nesne Ses olarak adlandırılır. Atıldır, kalıntıdır. Alttaki vektörde ise özne sağ taraftadır. Burada gösterilmek istenen şey öznenin her zaman zaten ne idiyse o olduğu, aktarım yanılsamasıyla, geri dönüşle karşı karşıya olduğumuzdur. Bu vektörün ürünü, I(O) özdeşleşmedir, öznenin büyük Öteki'deki , simgesel düzendeki bir anlamlandırıcı özellikle özdeşleşmesine karşılık gelir. İmgesel ego (e) ile onun imgesel ötekisi i(o), imgesel düzeyi gösterir.
Bu grafiğin bir ileri aşamasında üste yeni bir vektör eklenir. Bu vektör jouissance yani keyiften (ki jouissance bir diğer manasıyla hoşnutsuzluğun kendisinin verdiği paradoksal bir haz olarak da değerlendirilebilir) kastrasyona uzanır. Bu vektörün ilk kesişim noktası Öteki'deki eksikliktir. Keyif simgeselleştirilemeyen şey olarak gösteren alanındaki mevcudiyetini bu tutarsızlıklar sayesinde belli eder. Nasıl özne bölünmüş ise büyük Öteki'nin de üstü çizilmiştir, merkezi bir eksik etrafında yapılanmıştır. Nesne Öteki'nin kendisinden ayrıdır, Öteki'nin kendisi ona sahip değildir, yani kendisi de engellenmiştir, arzulamaktadır. Bu noktada fantazi bu tutarsızlığı gizleyen perde hizmeti ile devreye girer. Vektör, sağda Dürtü formülü ile kastrasyondan önce kesişir. Fantazi katedildiğinde arzu, dürtüye dönüşür. Lacanci analizin son anı fantazinin katedilmesine dayanır.
Gerçek her simgeselleştirme girişiminin karşısına dikilen kaya, olası bütün dünyalarda aynı kalan sert çekirdektir; ama aynı zamanda adamakıllı istikrarsız bir statüsü de vardır; ancak başarısız, ıskalanmış olarak , bir gölgede kalarak varlığını sürdüren ve onu pozitif doğası içinde kavramaya çalıştığımız anda dağılan bir şeydir de. Bu tam da travmatik olay kavramını tanımlayan şeydir: Simgeselleştirmenin başarısız olduğu, ama hiçbir zaman pozitifliği içinde verili olmayan bir nokta, bu nokta ancak geriye doğru, yapısal sonuçlarından kalkarak inşa edilebilir. Gerçek, bu simgeselleştirilme sürecinin ürünü, artığı, kalıntısıdır, simgeselleştirilme tarafından üretilir, aynı anda hem önvarsayılır hem de koyutlanır. Gerçek'in çekirdeği jouissance olduğu için, keyif ile artı-keyif arasındaki fark biçimine bürünür. Gerçek olumsuzlanmaya duyarsız, negatiflik diyalektiği içinde yakalanamayan pozitif, atıl bir başlangıç noktasıdır. Bunun nedeni Gerçek'in kendisinin pozitifliği içinde, belli bir boşluğun, eksiğin cisimleşmesinden başka bir şey olmayışıdır. Erkek-kadın çiftinin uyumu örneğine bakarsak; bu uyumlu bütünlük aslında cinsel ilişki fantazisidir. Verili bir unsur ötekindeki eksiği doldurmaz, ötekini tamamlamaz, tam tersine, ötekisindeki eksiğin yerini alır, ötekisindeki eksik olanı cisimleştirir. Pozitif mevcudiyeti, karşı unsurdaki bir eksiğin nesneleşmesinden ibarettir. Gerçek kendi içinde hiçbirşey değildir, simgesel yapıdaki merkezi bir imkansızlığa işaret eden bir boşluktan ibarettir. Öznenin boş yerini, simgeselleştirmesinin başarızlığı sayesinde kaydedebilir, kuşatabiliriz. Çünkü özne kendi simgesel temsilinin başarısız olduğu noktadan başka bir şey değildir.
Lacancı tez postyapısalcı 'dil söylemek istediğim şeyi tam olarak ifade edemiyor..' tezinin tam tersini söyler: Bu anlamlandırma fazlası temel bir eksiği maskeler. Gösterenin öznesi tam da bu eksikliktir, kendisine ait olacak bir gösteren bulmanın bu imkansızlığıdır. Temsilin başarısızlığı, öznenin pozitif koşuludur. Gösterenin öznesi, kendi temsilinin başarısızlığının geri dönüşlü bir sonucudur; bu yüzden de temsilin başarısızlığı onu doğru dürüst temsil etmenin tek yoludur. Özne, Öteki'nin sorusuna Gerçek'in (nesnenin, travmatik çekirdeğin) verdiği cevaptır. Soru muhatabında bir utanç ve suçluluk duygusu üretir, onu böler, histerikleştirir ve bu histerikleşme öznenin kuruluşudur. Özne, ötekideki boşluk, deliktir, nesne ise bu boşluğu dolduran atıl içerik; nitekim öznenin bütün varlığı boşluğunu dolduran fantazi-nesnesinden ibarettir.
Faşizm ideolojik biçimi doğrudan doğruya kendi amacı, başlı başına bir amaç olarak gördüğü için müstehcendir. Mussolini'nin Faşistlerin İtalya'yı yönetme taleplerinin gerekçesi ne? programları ne? sorusuna verdiği ünlü cevabı hatırlayalım: Bizim programımız çok basit, İtalya'yı biz yönetmek istiyoruz! Faşizmin ideolojik gücü tam da liberal ya da solcu eleştirmenlerin en nüyük zaafı olarak gördükleri özellikte yatar. Çağrısının tamamen boş, biçimsel karakterinde, sırf itaat ve fedakarlık olsun diye itaat ve fedakarlık talep etmesinde yatar. Stalinist evrende Parti yönetimini desteklemek, katı bir biçimde Halk terimiyle adlandırılır. Halk'ın gerçek üyesi sadece Parti'nin yönetimini destekleyen kişidir, onun yönetimine karşı çıkanlar Halk'tan otomatik olarak çıkarılırlar, Halk düşmanı olurlar.
Bu değerlendirmeyi objet petit a ve arzu gibi temel kavramlara değinmeden bitirmek istemem ki dolaylı olarak aslında izleri rahatça görülebilir.
objet petit a, küçük öteki nesnesi gerçek değil fantazi nesnesidir. Öznenin Gerçek'in bir türlü anlamlandırılmayan fazlası ile baş edebilmek için yarattığı bir fantazi nesnesidir. Özne bu nesnenin var olmadığını aslında bilir, ona ulaşmaktan, tatmin bir yandan kaçınırken diğer yandan da aramaktan da vazgeçemez. eksiklik terimi de ilksel eksiklik yani doğum üzerinden örneklendirilerek objet petit a ile ilişkilendirilebilir. Çocuğun; kendisinin birinin, yani annesinin, eksik bir uzvu olma durumudur. Özne dilin alanına girip bu eksikliği simgesel olarak ifade etmeye kalktığında bu eksik asla tatmini mümkün olmayan bir arzu olarak belirir. Arzu, anneyi elde etme arzusu değil, onunla yeniden bütünleşme, yeniden onun bir parçası olma yani kendini bir özne olarak ortadan kaldırma arzusu olduğu için dilsel bir ifadesi yoktur, simgesel alanında kendini anlamlandıramaz. Bu elde edilmesi mümkün olmayan arzu nesnesi objet petit a'dır. Arzu, ihtiyaç ile onun dile getirilmesi olan talep arasındaki doldurulması imkansız boşluğa yerleşir. İhtiyaç tanımı gereği simgelerle ifade edilemez, talep ise zorunlu olarak simgeseldir. Arzu bu iki özelliği birden taşıdığı için ona neden olan nesne ile onu tatmin edecek olan nesne daima farklıdır ve bu nedenle de gerçek arzu asla tatmin edilemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder