28 Aralık 2014 Pazar

Göran Therborn - Marksizmden Post-Marksizme

Modern siyasetin sosyal alanının en az üç hayati öneme sahip parametre tarafından oluşturulduğunu yazıyor Therborn: devletler, piyasalar ve sosyal örüntüleniş biçimleri. Bu son ifade devletler ve piyasa tarafından etkilenen ama kendine özgü ek bir kuvvetle, geçim ve ikame formları ile din ve aile kurumlarından türeyen süreci ifade ediyor. Bu süreç yalnızca sınıf yapısını değil ayrıca sınıfsallık değişkeninin oluşumunu da içeriyor. Bununla ilintili olarak Avrupa dışında hiç bir coğrafyada endüstriyel emeğin istihdamı tarım sonrası istihdamı geçmediğinin altı çiziliyor. Hizmet sektöründe çalışanların, enformel emekçi ve satıcılardan oluşan kent proletaryasının ve gecekondu sakinlerinin etkinliğinin tarihselliğin ana taşıyıcısı konusundaki fikirleri altüst ettiği söylenebilir. Yazar, solun başarı ve yenilgilerini listeleyerek, kabul edelim ki neo-liberal politikaların maddi getirisi olmuştur gibi , etnik/ulusal hareketlenmelerin etnik kültürel kapanmaya sebep olduğu gibi aykırı tespitlerde bulunuyor. Marksizmin bilim  olarak etiği de kapsadığını öne süren ve bunun doğal sonucu olarak kötü araçlarla iyiye ulaşmanın, baskı yoluyla özgürlüğe ulaşmanın mümkünatına inanan batı marksizmi ve onun sosyolojik soykütüğü detaylı bir şekilde ortaya konuyor. Yazar akademik sosyolog kimliğinin üzerinde durarak bu kitabı zamansal ve mekansal olarak Marksizme sosyolojik katkılar bibliyografisine çeviriyor. Bu manada zengin kaynaklar sunuyor sayfalarında. Bununla kalmıyor, aşağıda dolaylı bir yolla ortaya konulacağı gibi sosyolojik bir Marksizmin inşasına taş koyanlardan yana olduğunu belirtiyor.
Beşeri kurtuluş açısından bakıldığında, Aydınlanma modernizmi hala saygın bir gelenek olarak yerini koruyor. Bu tarz modernizm, savunmaya olduğu kadar geliştirmeye de değer nitelikte. Ama anti-kapitalist sınıf diyalektiği bu tarz modernizmin içerdiği karşıtlıkları neredeyse görünmez kılmıştı; bu anlamda, Aydınlanma modernizminin modernist olmayan madun direnişi ve ekoloji ile ilişkilerinin de gözden geçirilmesi gerekiyor. Marksizm, Lenin ve Leninizm aracılığıyla küresel bir ideoloji haline gelmişti. Ama MArksizm-Leninizm'in sürdürülebilir bir modernizm olmadığı ortaya çıktı. Avrupa merkezcilikten uzaklaşmış günümüz dünyasında Marx taraftarları bunu kabul edip ona göre pozisyon almak, getirdiği seküler sınıf vurgusuyla Marksizmin derinlikli bir Avrupa tarzı hareket olduğunu hesaba katmak zorundadır. Artık sosyalizm-ötesi bir perspektifle düşünmeye düşünmeye başlamanın, kapitalizmin ve kapitalist girişimlerin beraberinde getirdiği lükse dayalı küresel servet/sefalet denkleminin ötesinde bir düya tahayyül etmenin zamanıdır. Sosyalizm-ötesilik , sosyalizmin stratejileri ile tarihsel kurumlarının, işçi sınıfı ile emek hareketinin merkezi aktörlük rolünün, kamu mülkiyeti ile büyük ölçekli kolektif üretim planlamasının olmazsa olmaz öneminin ötesine bakan bir sosyal dönüşüm perspektifidir...Sosyalizm-ötesilik engin sosyalist hareketin ve onun yaratıcılık ve şevk, direngenlik ve mücadele, güzel rüya ve umutlar, yanısıra gaf, hüsran ve yanılsamalarının, kısaca zaferleriyle birlikte yenilgilerinin kabulünü de başlangıç noktası alıyor. [post-sosyalizm ile farkını bu oluşturuyor]
Bu sözlerden anlaşılacağı üzere Marksizmin eksiksiz olarak gelişmiş bir modernite yaratmak düşüncesiyle moderniteyi savunan bir çizgi izlediğini öne sürüyor Therborn. Entelektüel anlamda Marksizm, öncelikli tarih-yazımı olarak ve sonrasında sosyoloji olarak, ve doğrudan ekonomik olmaktan çok sosyal dolayımlı bir ekonomi-politik eleştirisi olarak kendini yenileyip gelişmiştir. Marksizmin artık elde hazır çözümlere sahip olmayabilir belki ama bu eleştirel yanların ille de körelmiş olduğunu anlamına gelmez, diyor. Eleştirel diyalektikçilerin kimi zaman bütün engellere rağmen düşünü kurduğu, sömürü ve yabancılaşmanın bulunmadığı özgür bir toplum, belki de geçmişin başarısızlığından çok, henüz gerçekleşmemiş bir umuttur. Fakat sosyal bilim, siyaset ve felsefeden oluşan Marksist üçgenin kırılmış olması modernizme meydan okuyan post-modernizmin güçlenmesine sebep olmuştur.
Marksist diyalektik, liberal projelerin modernite temelinin unsuru olarak kısıtladığı bireyselleşmeyi
atomizasyon ve yabancılaşma , üretkenliğin gelişimini sömürü ve bölüşüme dayalı kutuplaşma, kapitalist yayılımı proleteryanın güçlenmesi ve küreselleşmeyi anti-emperyalist isyanlar zemininde çatışma ve çelişki unsuruna dönüştürerek anlamı genişletiyor. Post-modernizm ise bu diyalektiği tümüyle görmezden gelir. Devletsiz bir yerküreye odaklanmaktan hiç de önemini yitirmemiş olan yirmibirinci yüzyıldaki devletlerin küresel analizi gözden kaçırılır. Yine de her türlü anti-kapitalist pratik ya da ideolojik duruştan sakınıp, hala Marx'ı kapitalizmin içgörülü ve entelektüel anlamda aydınlatıcı analisti olarak görmek mümkündür. Cımbızlarcasına alıntılarak yaparak yazarın teorik cihette fikirlerine ulaşmaya çalışırken göndermelerde bulunduğu yayınlar hakkında sarfettiği sıfatları da veri olarak bohçamıza dahil ediyoruz. Sıfat: çığır açan, Yayın: Laclau&Mouffe-Hegemonya ve Sosyalist Strateji.
Her ne kadar altında yatan bağıntıyı bilmesek de yazarın imparatorluk tabirini emperyalizm ile birlikte kullanılması Negri'yi ya da sosyalist iyimserliği Zizek'i hatırlatsa da neo-marksist olarak nitelendirdiği bu isimleri de eleştiri oklarına hedef yapıyor.
Aşağıdaki sözleriyle de Osmanlı ve Türkiye'yi de dahil ettiği için tartışılmaya değer bir yorum ortaya koyuyor:
Modernleşmenin dışarıdan taşındığı ülkelerde, Marksizmin kıyıda kalan bir varlığı olduğunu, iktidarda bulunan modernleştirici grup tarafından sindirildiğini ve iktidar sahiplerinin moderniteye sürüklediği halk kitlelerine büyük oranda yabancı kaldığını kabul etmek gerek. Öte yandan aynı süreçte yaşanan fikir ithalinin açtığı kapıdan, iktidarda bulunmayan modern öncesi gruplar tarafından Marksizm ile diğer radikal düşüncelerin de gecikmesizin bu alanlara taşınmış olması gerekir. Bu iki eğilim, doğal olarak, modernleşmenin sürekliliğine ve baskının yoğunluğuna bağlı olmuştur. Bir başka deyişle bu iki unsur bu alanda ne kadar yoğun yaşadıysa Marksizm de o ölçüde az gelişmiştir.

Winterfylleth - The Threnody of Triumph (2012)

Manchester çıkışlı grubun ismi Osmanlıca pardon eski İngilizce'de ekim ayına tekabül ediyormuş. Oralarda da zorunlu bir alfabe değişikliği ve dil reformu yapıldığını zannetmiyorum. Dil demek ki zamanla da değişebiliyormuş, yaşayan bir şeymiş. Grup dibine kadar sıkı bir atmosferik black metal icra ediyor. Keyboarddan da o tarz melodilerden de uzak duruyorlar. Tablomsu albüm kapaklarını ve sözleri de göz önünde bulundurursak doğa onlar için en önemli esin kaynağı. Doğaya saygı ritüelini de tamamen metalik enstrümanlar aracılığıyla orta tempo şarkılarla gerçekleştiriyorlar. Ağır rifler ve tremelo ile blastbeatlerden geçilmiyor kayıt.Bir kaç yerde akustik aralar ve temiz vokaller devreye girdiğinden dolayı dahil edildikleri folk tanımı o kadar baskın değil aslında. Ya da rock ve metalin köklerinde neo-folk ezgilere de sirayet eden aynı kültürün yatmasından kaynaklı bir şeyler var. Ve biz bu kültürün dışında olduğumuz için, rock müzik zaten bize yabancı bir şey, zaten kendi kendine bize öteki anlamında bir dünya müziği, bu folk göndermeleri doğrudan tanımakta güçlük çekiyoruz. Albümün aksettirdiği ruh hali ise yeterince kuvvetli değil, nostalji -değil, kasvet -değil, ekim soğuğu -biraz, melankoli -az, mizantropi -hiç sanmıyorum, kreşendo -bir kaç şarkıyla sınırlı. Vokalin erkeksi hale büründüğü, çığlıktan deathe kaydığı anlar ve görece coşkulu nakaratların sayesinde başta Fate of Souls After Death olmak üzere, Void of Light, The Threnody of Triumph gibi parçalar benim için öne çıkıyor. Bunun dışında ise türün gerekliliklerini yerine getiren sıkı bir albüm bu. Üzerine ise bir şeyler kattığını söylemek oldukça zor.

7,25/10

27 Aralık 2014 Cumartesi

İvan Sergeyeviç Turgenyev - Babalar ve Oğullar

Bir gazetnin eki olarak verildiğini hatırlıyorum bu kitabın bir 8 sene önce felan. O günlerde okumaya çalışıp bir yerden sonra kenara atmıştım. Dünya tarihinde ender görülen bir andır bu. Bugünlerde elime geçince aradan çıkartayım dedim. Kısaltılmış ucuz bir tercüme olduğunu düşündüğüm bu baskı Yıldız yayıncılığa ait. Eli yüzü düzgün tam tercüme bir baskıyı okusaydım yaşayacağım tecrübe aynı mı olacaktı, bilemiyorum. Ama aradan yıllar geçti, kitap hala aynı sıkıcılıkta. Neyse ki derviş sabrı kazandığım aradan geçen yıllar neticesinde bitirdim romanı.
İki arkadaş var. Biri karizmatik nihilist Bazarov. Nihilist dediysek o kadar da yıkıcı değil. Yıkıcılık varsa kendine zararı var. Ümidini inancını yitirmiş, soğukça bir karakter. Üniversite tatilinden sonra, mezunlar belki de hatırlamıyorum, o arkadaşın ailesinin evine giderler. Arkadaşın babası böyle bir malikanede yaşar, köyün ağasıdır. Ama batılı yaşayışa yakın olmasına istinaden bir Erol Taş değildir. Bu adam genç bir kızı odalık almıştır, bebeği de kucağında. Bir de ukala İngiliz beyefendisi gibi tarzıyla köye tezat bir resim çizen kardeşi, yani bu arkadaşın amcası vardır evde. Doğal olarak genç Bazarov ile yıldızları barışmaz. Hatta gizlice bir düelloya bile tutuşurlar. Amca yaralanınca tedavisini yine Bazarov yapar ve orayı terkeder. Ama öncesinde arkadaşla Bazarov şehre gider, valinin balosuna katılır. Bazarov'a hayran bir kaç kişilik gruptan bir adamla muhabbet felan. Asıl önemli olan ise bir dul hatun ile tanışmalarıdır. Eşi ölünce köyünü idare eden bu kadını, etraf yaşama tarzı sebebiyle gıcık olur. Bir de genç kız kardeşi vardır kadıncağızın. Bizim ikili bunların malikanesinde yatılı misafir olur. İkisi de tabi dula aşık. Kadının ise Bazarov'a karşı bir ilgisi var. Aşk mı yoksa merak mı derken arkadaş, kız kardeşiyle yakınlaşır ve evlenme kararı alırlar. Bazarov ise biz ayrı dünyaların insanıyız diyerek dul hanımı geçmişinde bırakır. Düellodan sonra kendi ailesinin fakirhanesine döner Bazarov. Annesi tıpkı bizim annelerimiz gibi üzerine fazlasıyla düşen bir kadındır. Babası ise emekli bir askeri doktor. Bir kaç hizmetçisi olan ! mütevazi bir yaşam sürerler. Bazarov evlerine gelen bir hastanın köyüne inceleme yapmaya gittiği yolculuktan hastalığı kapmış olarak geri döner. Arkadaşı evlilerin mutlu mesut ve suni yaşamına kendisini kaptırdığından başka biridir artık, ölüm döşeğine çağırmaya bile gerek yoktur. Arkadaşınn etkisinde kaldığı için olmaya çalıştığı bir kişilikten düzen insanına dönüşünü izlemek pek keyifli. Ama dul ablamız Bazarov tarafından çağrılır. Kendi özel doktorunu da alıp gelen kadın, aşk anlamında bir acı çekmediğinin farkına vardığında ikilemini de aşmış olur. Can çekişe çekişe Bazarov yine inançsız bir şekilde ölür. Kalan herkes ise kendi ailesi hariç, mutlu mesut yaşamaya devam eder.
Çarpıcı sonuyla dikkat çeken roman, söz konusu yayınevi baskısının kafada yarattığı soru işaretlerinin getirdiği engeli bile aşarak kuşaklar arasında çatışma ve uzlaşının, hayatı sorgulamanın izleğini yansıtabiliyor.

Magick - Stained Glass (2006)

Dibine kadar heavy metal aslında bu çalışma. Üzerine yattığı örtünün adı thrash, üstüne serdiği örtünün adı progresif metal. İlk dinleyişte biraz uzak bir sound olarak kulaklarda çınlasa da dinledikçe bir ölçüye kadar açılıp saçıldığına tanık oluyoruz. Albüm sound olarak kalın bir tabaka ile homojenleştirilmekle beraber şarkıların, özellikle vokalin de katkısıyla oldukça farklılaştırıldığını görüyoruz. Bir şarkı rock'n roll tabanlı, albümün ağır bataryalarından Looking Through Stained Glass ve Silver Moon and the Mirror Man'deki Kamelot tarzı yansıtılan folk etkisi, Mortal Eyes'daki kör gözlere parmak Megadeth yankısı gibi gibi. Iron Maiden ve diğer klasik metal tınılarını da eklersek grup henüz kendi soundunu tam anlamıyla oluşturamamış görünüyor. Oldukça şık düzenlemelere sahip olan parçaların biraz daha çekici nakaratlara sahip olması ve bir kaç parçanın uzunluğunun da yeniden gözden geçirilmesi kişisel taleplerim olabilir ancak. Çıkarılan işe bakınca ve potansiyeli görünce ikinci albümleri için ister istemez oluşturdukları beklentiyi bir yumru şeklinde soğuk su eşliğinde yutmamız gerekecek. Grup ilk albümünden sonra sesi bu toprakların kubbesinde yankılanmayan gruplar arasına ismini yazdırıyor. Hoş bir sada bırakıp sahneleri terk-i diyar eyliyor.

7,25+/10

25 Aralık 2014 Perşembe

V.A. - Britpop Anthems (2012)

Britpop'un önde gelen isimlerine alternatif arayanlar için çıkarıldığı izlenimi veren çalışma çifte sididen kırk şarkıdan oluşuyor. O büyük isimler yine konuk edilmiş albüme. Ama bir Oasis yok. Doğru duydunuz Oasis yok. Pulp Common People'ıyla , Supergrass Allright ile Suede Animal Nitrate ile ve tabi Çumbabumba Thumbthumbing'iylen albüme adını veren britpop marşları tarzında çalışmaya eklenmiş. Ama Verve diğer bir şarkısı Sonnet'iyle, Radiohead de Just'ıyla albümde yer bulabiliyor. Radiohead mi? Garipsemeyin aslında albüm ne o kadar anthem ne de bu kadar britpop. Garbage'den Tequila'lı Terorvision'a, Divine Comedy'den devasa hiti Born Slippy ile Underworld'e yani rock, chamber ve elektroniğe, adada 90'larda üretilmiş olan radyo parçalarının çeşitliliğine rastlamak mümkün. Bir yanıyla iyi, diğer yanıyla yalancı aymazlığıyla hayalkırıklığı. Çünkü bu albümü dinlemeyi seçmemin yegane sebebi arada kenarda kalmış britpop şarkılarını keşfetme gayesiyken kafa karıştırıcı bir potpori ile karşılaşmayı beklemiyordum. İyi parçalar, vasat parçalar, eksikliği hissedilen Oasis, Kula Shaker, Franz Ferdinand, Starsailor, Stereophonics gibi gruplar, Blur ya da Radiohead gibi gruplardan seçilen yetersiz örneklemeler, diğer yandan az bilinen şarkılara da yer verilmesi. Eğrisi doğrusu ile bir dönemi yansıtıyor ve unutmaya başladığım ya da şarkı ile icracıyı zamanında hiç eşleştirememiş olduğum Elastica'yı, Ash'i, Cast'i, Babybird'ü ve Thrills'i, ama en önemlisi, bence derlemenin şahı padişahı Mansun - Wide Open Space'i bir kez daha hayattayken dinleme fırsatı yakalamama sebep olması gözlerim bak nemli nemli.

7,0-/10

24 Aralık 2014 Çarşamba

Zomboy - The Dead Symphonic (2012) EP

Amma gürültülü bir çalışma bu yahu. Brostep diye anılıyor. Dubstep'in basını kaybetmiş bir evladıymış. Cidden de agresif ritimler müziği yönlendiriyor. Dub etkisi de mevcut latin pop da. Ama bu elektronik müzik albümünde Chemical Brothers tavrını hissediyorum. Mekanik hatta robotik altyapı, farklılıklarla harmanlanıyor. Böylece 6 şarkının hiç biri birbirine benzemez bir hal alıyor. Üstelik bayan vokalin, hele Belle Humble gibi bir sesin nasıl farklılık yaratabildiğine de, tek bir şarkıda da olsa, tanık olabiliyoruz. İtiraf edelim, bir elektronik albüme göre gayet kompleks dehlizlerde dolaşıyor sert dalgalarla boğuşuyorsunuz. Tercihini bu yönde kullanmak isteyecekler için bulunulmaz bir nimet. Burial'dan ötesini araştıranlar için ise ilginç bir deneyim olmanın ötesine geçemiyor maalesef.

5,75/10

21 Aralık 2014 Pazar

Sun Kil Moon - Benji (2014)

Matt Elliott'dan aldığım cesaretle alternatif folk tarzını denemeye devam ediyorum. Körlemesine bir arayış değil bu. Zira Sun Kil Moon mahlasıyla müzik yapan arkadaş, Mark Kozelek alternatif sahaların Messi'si gibi biri. Bu son albümünde konsept olarak ölümü konu alıyor, ölenler anılıyor ve ölüme yakın olduğunu düşündüklerine saygısını sevgisini iletiyor. (Ancak yansıtılan ölümlerin ve ölümü bekleyenlerin hayatlarının trajikliği gerçekçilik konusunda şüpheler oluşturmuyor değil) Neredeyse spontane bir basitlikte tekrara dayanan oldukça kişisel şarkı sözlerine yansıyan, artık ne derse denilsin o gerçekçi , hatta absürt bir gerçekliği yansıtan şairliği sevdiğimi söylemeliyim. Yalnız keskin bir sırt bu, kimi zaman samimi itirafçılık Dogs'daki gibi pek duymak istemeyeceğimiz hallere bürünüyor. Aileye ve memleketine (hometown Ohio) büyüyen bir özlemle odaklanan bu albüm yaşlandığını fark eden bir adamın sözleri aslında. Ara ara çatallanarak olağanüstü olmasa da hoş bir ses rengine sahip olan anlaşılır temiz bir İngilizce ile kendini ifade eden bir vokal bu. Ha, Ohiolular kovboy gibi yuvarlayarak mı konuşur gündelik hayatta onu bilemeyeceğim. Albüme ek bonus CD, susmaksızın arkada nazikçe ritim tutan akustik gitar eşliğinde şarkısını susmaksızın söylediği canlı kayıtlardan oluşarak gayet anlamsız bir aksiyon yaratıyor. Kilit kelime burada bir daha söyleyeyim susmaksızın. Şarkıların da nefes alması gerektiğini düşünen biri olarak konserini çekemem doğrusu. Neyse ki albümün kendisinde stüdyo iyi iş çıkarmış ve beklenmedik anlarda akustik gitar soloların enfes müdahalesi ile şarkıların cilası iyice parlatılmış. Diğer yandan kayıt dinleyeni dinlediği zamana göre ikiye bölen bir yapıt. Melodramatik ve melodik yapı o an uydurulmuşcasına duran besteleri bu tarz bir besteciliğin gereksenimleri içinde bir yandan aşıyor bir yandan da şarkı sözlerinin yarattığı beklentiyi karşılamakta aciz kalıyor.

7,50/10

20 Aralık 2014 Cumartesi

RETRO: Iced Earth - Iced Earth (1990)

Temel Reis deyince boş boş bakan gençler gördüm. Bir kaç yıl içinde benim zamanıma göre bile geç bir vakitte popülerleşen Pokemon'un dahi unutulmaya yüz tutacağını düşünmemek için bir sebebimiz yok. Peki metal camiasından genç arkadaşlar, 90'ları kasıp kavuran bu power metal grubunu tanıyorlar mı, merak ediyorum doğrusu.
Grubun çıkış albümü fanlarınca bile yeterli ilgiyi görmemişti. Bunun sebebi büyük oranda sadece bu albümde performansını sergileme fırsatı bulabilen grubun vokaliydi. Rahatsız edici bir seviyede olsa da o kadar kötü değil. Ekstrem müzik dinleyen birisi açısından ki klasik heavy metal bile biraz bu açıdan güvenli bir alan. Hatta bu tarz thrashy vokale yurt içi ve dışı bazı ürünlerde rastlamadık da değil. Bir döneme özgü bir şey. Müziğin bu kadar profesyonelleşme derdi gütmediği bir vakte ait belki de. Albümün prodüksiyon anlamında kalitesi de grubun fanlarını bölmüş durumda. Grup elemanlarının tek tek performanslarını duyabilecek bir seviye benim için yeterli. Geçelim... Bestelerin sertliği thrash metal etkisini gösteriyor. Tempo değişiklikleri yönüyle de progresif metalin katkısı bariz. Dörtnala ritimler hayli ilgi çekici olsa da  yavaş bölümlere bağlanması ve bunun tekrarlanarak durmadan devam ettirilmesi biraz sinir bozucu. Ortalamanın üzerinde ama az riffleri de gözününde bulundurursak, işte o yüzden her şarkı güzel, o yüzden her şarkı bir eksiklik hali. Dinlenilir yani niye dinlenmesin.

7,25-/10

18 Aralık 2014 Perşembe

Reiner Stach - Kafka: Karar Yılları I

Garip bir biyografi bu. Biyografi pek okumamış hatta sevmemiş olmama rağmen, okumadan sevmemek de ayrı bir şey yani, sıradışı olduğunu anlayabiliyorum. Zira doğumundan başlamıyor. Kafka'nın klişeleşmiş ve idealleştirilmiş bibliyografilerine karşı bir tutum takındığını baştan ilan ediyor. Kafka'nın hayat öyküsü sadece Kafka'nın hayatı anlatılarak değil onun doldurduğu boşluğu, o doldurduğu alanı oluşturan boşluğun tarifi aracılığıyla tanımlanıyor. Sosyal doku, tarihsel koşullar, arkadaşları üzerinden merkeze, Kafka'nın kendisine doğru spiral bir yolculuk yapıyoruz. Toplumdan kendini dışlamış, etrafındaki her şeye karşı yabancılaşmış bir zavallı dahi imajının kırılması hedeflenmiş. Yazarlığına obsesif bir şekilde bağlı, sosyal çevresi kuvvetli, fahişelerle birlikte olduğunu dahi saklamayan açıklıkta, hijyene ve sağlıklı yaşama takıntılı, sigortacılık içinde başarılı, titiz, ayrıntıcı, sorunlu bir şekilde de olsa hayatında kadınların merkezi bir rol oynamasına izin vermiş, manipülatif , duygusal çelişkiler içine çabuk düşen, beslenmesine özen gösteren, vejeteryan, kompleksleri olan aktif bir adam aslında. Hiç de bahsedildiği gibi edilgen değil. Hayatta rastlasam uzak duracağım bir insan, o ayrı. Takıntısı ayrı, detaycılığı ayrı, gelgitli ruh halleri ayrı, duygu sömürüsü ayrı. Çekemem vallahi. Bu araştırmayı konsantre bir şekilde hızlıca okuyabilmek,  yazarın biraz da kendi kabiliyetini gösterme derdine düşerek sergilediği edebi ifadeye bağlı olarak oldukça güç. Bu güçlüğe etki eden birazın diğer küçük yarısı da bana pek soğuk ve akademik gelen tercümesi oldu. İkinci cildi okuyabilmek için güç biriktiriyorum.

14 Aralık 2014 Pazar

RETRO: Quorthon - Purity of Essence (1997)

Quorthon iki cd boyunca dizginlerinden boşanırcasına şarkı söylüyor. Üzerindeki metalik kaygılardan imal zincirleri kırıyor ve yaratıcılığın istikrarsız kollarına atıyor kendisini. Bu kayıt nedir ki? Hard rock, o günün şartlarının modernliğini taşıyan alternatif rock. Gitara ve riflere baktığımızda öyle. Bu tanımlama yetersiz kalıyor. Çünkü alt-metin grunge turnusolundan geçirilmiş punkımsı senfonik brit pop (şimdi uydurdum bu tanımı) ile bir hayli şişmiş durumda. Ya da çok daha doğru bir tümceyle, kimi zaman senfonik yollarla ifade olunan dönemin brit-pop rüzgarından da esinlenmiş, pop-punk kaygıları yansıtan bir grunge gibi bir şeyler işte...Bu yönelim özellikle ilk cd'nin başlarında ağırlığını hissettiriyor. Hele vokaller, hafıza kaybı yaşamış bir performans sergiliyor. Yine de ikinci cd'de kaydın eskilere istemsizce daha fazla referanslar içerdiği gizlenemiyor. İlk kayda kıyasla genel zayıflığı gibi. Herşeye karşın sonlara doğru müziğin tekrar akustik ve biraz da senfonik bir hal almasıyla birlikte albüm güzelce sonlanıyor. Bathory'nin beyni Quorthon'un geçmişine göre oldukça şaşırtıcı bir yerde duran, uzunluğu ile biraz yalpalayıp tekrara düşse de dinlemesi hayli keyifli ve değişik mecraların dalgalarıyla ettiği dansta adımlarını pek de kaçırmayan etkileyici bir çalışma. Tek tek şarkı ismi sayıklamayacağım ama birinin adını anmadan geçmek kabahatler yasasına aykırı davranmak gibi bir şey olacak: Fade Away.

8,0+/10

13 Aralık 2014 Cumartesi

Frederic Chopin - Waltzes (Dinu Lipatti, 1950)

Bonus olarak pek güzel Barcarolle, 2 nolu Noktürn ve 3 nolu Mazurka'yı içeren dinlediğim güncel versiyonu soundda iyileştirme yapmakla beraber hala o tatlı eskiliği hissettirebiliyor. Aslında hışırtılı plağın sesini daha da fazla duymaya hayır demezdim. Turgut Uyar'ın eksik, acemi şiir vurgusu gibi müzikte de mükemmelliği yapay bulmanın daha ötesinde, hele gürültülü ve varyanssız yeni dijital prodüksiyonlar yok mu?,  itici buluyorum. Dönemin önemli piyanistlerinden Dinu Lipatti'nin icrasına diyecek bir şey yok. Ama bu parçaları ya da pekçoğunu şu anki halet-i ruhiyeme göre fazla ritmik buldum. Hatta bir ara şimdilerin dans klaplarındaki kalabalığın bu müzik eşliğinde dans ettiği hayaliyle eğlendim. Bunda şaşacak bir şeyde yok, albümün adı valsler zaten. Eskilerin dans salonlarında pofuduk pofuduk elbiseli bayanların bu şarkıların en azından bir haylicesiyle dans eylediklerini düşünmemek için bir neden yok. Ya da barın önüne uzun taburelere tünemiş perukalı beyaz pudralı beyefendiler ki sağ yanaklarına büyükçe bir ben kondurulmuştur, kiminin ise burunlarının altına kelebek gibi bir bıyık konmuştur, gruplar halinde birbirleriyle gülüşerek temaşa eden bu hanımları süzerler.
Dans formunda yazılmakla beraber bu bestelerin fiilen dans etmeye müsait olmadıklarının ve ayrıca o dönemdeki insanların çizdiğim tariflerinin de bir kaç yüzyıl geride olduğunun da bilincindeyim. Eğleniyorum işte öyle.

7,25/10
.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Rome - A Passage to Rhodesia (2014)

Bazen işi gücü bırakıp köylere yerleşenlere gıpta ediyorum. Bu tarz bir yaşamın kendine has zorlukları olduğunu biliyorum. Üstüne bir o kadarda sıkıcı olmalı uzun vadede düşününce. Ben de iş bulmadan istifa etme raddesine geldim de oradan aklıma üşüştü böyle şeyler. Nihayetinde benim de kapağı atabileceğim bir köyüm var, açlıktan ölmem ya!
Rome önceden dinlediğim kadarıyla martial industrial gruplar arasında hayli kaliteli iş çıkaran gruplardan biriydi. İşin anglo saxon neo-folk kısmına oldukça ağırlık veriyorlar. Her ne kadar Afrika'da beyaz adam iktidarına karşı bağımsızlık savaşı veren bir ülkeyi konsept konu olarak ele alsa da bu böyle. Afrika ezgilerinden uzak yani. Süslü liriklere bakarak herkes kardeş olsa keşke gibi bir yaklaşım göze çarpıyor. Ama itiraf etmek gerekirse Zimbabwe yerine ısrarla Rodejiya Rodejiya diye söylenince vokal, uyuz olmamak elde değil. Rhodes diye bir kaşifin uyduruk ismini basa basa kullanmak ne kadar tarafsız bilmiyorum. Tüylerim diken diken vallahi. Aaa Amerika vardı bir de değil mi? Kolombiya da... Biraz daha kara lisanı dillendiren Hate Us and See If We Mind favori parçam oldu. One Fire, Lullaby for Georgie, Ballad of Red Flame Lilly de peşi sıra takip eden şarkılar. Akustik gitarlı, synth dekorlu, şık vokalli parçalar depresif bir moda uygun şekilde içinde özlem ve hasret kokusu barındırıyor. Zamanı, mekanı aşan bir his bu. İşte bu halden dolayı da dinlemek için en güzel vakitlerdeyiz.

7,50-/10

7 Aralık 2014 Pazar

Rustie - Green Language (2014)

Bir insanın kendine saygısı olmayabilir, kendi bileceği iş. Ama bir müzisyenin müziğe de saygı göstermesi şart. Ara parçacıklarla dolu bir torbanın içine bir kaç vokalli şarkı ekleyerek yarım saat civarında süren bir kayıt, ciddiyetsiz bir kayıt olur sadece, bu işe albüm diyemeyiz, haksızlık olur. Işıltılı, parıltılı, pullu, ışık saçan prizmalı ara parçacıklar kendi içinde bütünlüklü bir hava sunuyor aslında. Bir ara kuş cıvıltılarını dahi duyuyoruz. Bu hava synth ağırlığıyla sunulan funk öğelere borçlu gücünü. Eldeki bu kısıtlı malzemenin birbiriyle uyumu da gözardı edilmemiş. Sözlü parçaların ikisinin vokalinde grime türünü icra eden repçiler yer alıyor. Albüme adını veren parçanın sözler ise daha yavaş tempoda bir rap. Unutmayalım, Rustie rap ile kökleri dubstepden oldukça yabancılaşmış bir synth funk elektronik gibi bir şeyleri eklemlendiren bir tür icra ediyor. Bu alt türlerin isimleri de elbette konmuş da söylemeyeceğim. Bu kategorize etmeler ne kadar mikro ölçeğe taşınacak, merak ediyorum. Müzikleri karanlık iç sıkan değil, tam tersi bir atmosfer hedefleniyor. Diğer parça ise pop sularına daha yakın duruyor. Bir hanım kızımız, evet kendimi 125 yaşında gibi hissediyorum, gruba eşlik ediyor. Ve bir şarkıda ise açık açık yeni Daft Punk'ın izini duymak mümkün. Sezar'ın hakkı yılan Brütüs'e gitmesin. Bu albümün orta karar bir gideri var. Var olmasına rağmen bu ciddiyetsiz yaklaşımdan dolayı ben de ciddiyetsiz yaklaşacağım.

4,75/10

4 Aralık 2014 Perşembe

Walter M. Miller Jr. - Leibowitz İçin Bir İlahi

*Homo loquax nonnumquam sapiens 


İthaki ısrarla ödüllü bilim kurgu kitaplarını dilimize kazandırmaya devam ediyor. Ve iyi de yapıyorlar. Walter M. Miller Jr. diye ismini sanını duymadığım bir yazarın kitabını okuma fırsatını daha nasıl bulabilirdim, bilmiyorum. Üstelik sadece tek kitabı yayımlanan, bir de bu kitabın devamı var da yarım kalmış ve başkasınca tamamlanmış, oldukça trajik bir hayata sahip olan bir yazar bu. Kitap da eski zaten 50 sonu 60 başı dönemleri. Ancak bir o kadar da eskimemiş. Yazar ikinci dünya savaşı esnasında İtalya'da manastır bombalamak gibi pek iftihar etmeyeceği işlere bulaştıktan sonra savaştan dönenlerin yakalandığı post travmatik stres bozukluğuna yakalanıyor. Sonrasında romana da derin bir iz bırakacak katolik mezhebini benimsiyor. Yapıtı basıldıktan sonra yıllarca sürdürdüğü münzevi yaşama kendi elleriyle son veriyor.
Roman Bulut Atlası'nın yıllar önce yazılmış bir prototip taslağı gibi. İçinde zamansal fark içeren 3 öykü barındırıyor. Sabit olan şey nükleer felaket sonrası bilgiyi korumak amacıyla çalışan Leibowitz manastırı ve insanlığın izini her şeye karşı devam ettirmeye çalışan katolik inancı. İnsanlar ise lanetli bir kısır döngü içinde toz toprağın içinden debelenip medeniyeti kuruyor, savaşıyor ve medeniyeti nükleer silahlarla yok ediyor. Olanlar ise Mesih'ini bekleyen esrarengiz bir Yahudi ihtiyarın kayıtsız gözlemi altında bitiyor. Yazar, derinlerde boğulmadan aklındaki sorulara değiniyor, karakterleri aracılığıyla bu sorular tartıştırılıyor. Bilim ve inanç, intihar, acı veren Tanrı gibi başlıklar özellikle son öyküde daha bir ağırlık kazanıyor. İlk öyküde Leibowitz'in aziz payesi kazanmasını sağlayan saf rahibin başına gelenler, kitabın yazıldığı dönemde de pek çok okuru şaşırtmış olmalı. George R R Martin sağolsun, bize bağışıklık kazandırdı kurgusal sürprizlerde. Ayrıca kurgunun işleyişinde, başta akıcılık gibi, kusurlar bulabilirsiniz, kimileri de açık açık beğenmeyebilir ama etkileyici karakter yaratımında yazarın ustalığı kabul edilmeli diye düşünüyorum. Sağlam bir roman kısacası.

*egrediamur tellure
eamus hinc

* konuşup duran insanlar, bazen akıllıca.

*öyleyse gidelim yeryüzünden
  gidelim buralardan

2 Aralık 2014 Salı

Grand Magus - Triumph and Power (2014)

Böyle bir albüm kapağı epikoğluepiğin önde gideniyim ve bunu kabullenin! tokadından başka bir şey değil. Mikrofonu kafamıza kafamıza geçiren JB ağbimiz vokalinden hiç bir şey kaybetmemiş. Yine de Iron Will'i özlüyoruz ağalar. O dumanlı duum havasını tümden yitirmeye doğru gidiyor grup çünkü. Manowar tarzı şarkılar sankim ağırlık kazanıyor. Onun yeri ayrı bunun yeri ayrı halbuki. Evet, bu albüm de ortalığı sarsmayı biliyor. Grubu ilk kez dinleyecek olan heavy metal dinleyicisini de kesinlikle ihya edecektir. Ama, ama Steel Versus Steel özellikle girişiyle birlikte düşündüğümüzde görmek istemediğimiz kusurlu ve klişe hareketler arasında sayılamaz mı? Enstrümantel parçalar da hakeza öyle, dinleyeni etkilemeden uzaklar. Hala sert söylemlerin altı çizilmekle beraber yavaşlıyor muyuz ne bir yandan da? Naked and the Dead değişik harmonisi ile ve grubu temsil eden özellikleri bünyede barındırarak albüme güzel bir başlangıç yaptırmasıyla On Hooves of Gold sevdiğimiz şarkılar oluyor.

7,75/10

30 Kasım 2014 Pazar

Progenie Terrestre Pura - U.M.A. (2013)

Dinleyeceğime dair bahsini geçirdiğim Britanya black metaline göz atmadan önce son uğrak noktam geçen sene nispeten ses getiren İtalyan bir grubun ilk çalışması oluyor. Sözleri de İtalyanca olan bu çalışma albüm kapağında da vurgulamaktan kaçınmadıkları gibi uzay çağının müziğini yapıyor. Her zaman müzikte sentezleme yöntemi olarak da vücut bulan deneyselliği sevdiğimden bahsetmişimdir. Nasıl küp kübik resimleriyle Picasso'yu resim bilgisi kıt bir amca olarak değerlendiremezsek ki sanatı bir ya da bir kaç adım ileri götürdüğüne şüphe yoktur, müzikte de  avangart işlere girişecek kişilerin  belli bir türün zemini üzerinden sağlam duruş göstermeleri gerektiği şeklinde bir inanca sahibim. Kendileri bu kaidenin black metal olduğunu ileri sürüyorlar. Başa dönelim, NASA'nın yuğtupta da dinlenebilen gezegen seslerini yayımladıkları günden beri artık ürkünç uzay soundunun müzikal taklitlerinin beni tatmin edebilmesi oldukça güç. Ve bu tür ambiyans albümün tüm makyajını oluşturuyor. Vokaller ise boğaz pastili verme ihtiyacı güdecek kadar hastalıklı. Sadece katmanlara gömülü vokal değil, aslında tüm albüm tür içinde alışık olmadığımız dijitallikte tınlıyor. Black metal kısımları özellikle ataklara giriştiği anlarda oldukça başarılı ki bu da ucuz bir politika. Yine de şarkıların sıkıcılığa düştüğü anlarda ruhu şenlendirebilesicesi ( TDK çatlasın) uygun bir zamansal tercihi işaret ediyor. Fakat arkadaş, bence sağlam bir şekilde durması gereken zemin olan black metalin , sadece ruhu değil işleyişi, ifası, oldukça sallantılı. Atmosferi, soloları, şarkıların karakterini düşününce bir o kadar etkin modern progresif metal unsuru öne çıkıyor. Sonuçta grubun ve yaptığı müziğin ilerisini net göremiyorum.

7,0+/10

29 Kasım 2014 Cumartesi

Yanni - Keys to Imagination (1986)

New Age janrını ister istemez dünya müziği ile eşleştirmekten kendimi alıkoyamıyorum. Kitaro Japon, Loreena McKennit (doğru mu yazdım bilmiyorum, hiç kontrol etme havamda değilim) İrlanda ezgilerinden ayrı tutulamaz örneğin. Ha keza listeyi ucundan tutup uzatabildiğimiz yere kadar uzatabiliriz. Enya, Enigma gibi. Yanni ise komşumuz Yunanistan'da doğmuş bir ağbimiz. Antik Yunan kültürü ise coğrafik olarak Santorini ismini verdiği şarkıda o da sadece ismiyle konuk oluyor. Ki melodisi sayesinde bence albümün hit parçası. Müziği genel olarak uzakdoğuya daha yakın. Hayal kırıklığı mı? Evet, biraz. Görünen o ki müzisyen new age'in altını dönemin modernist anlayışıyla doldurmaya çalışmakta. Bu da oldukça yapay ve itici tonlarda keyboard soundu ekseninde bestelerini sergiliyor demek. O soundu aşabilirseniz, ama seveceğinizin garantisi yok, bestelerin oldukça melodik ve ritmik olduğunun farkına varabilirsiniz. Yine keyboard yardımıyla senfonik harmonik eklentiyle tamamlarsanız albümün genel tanımına ulaşırsınız. Yani bakıldığında işçiliğin kuvvetliği olduğu bir çalışma olduğunu itiraf etmek gerek. Şahsen ben otantik enstrümanların devreye girdiği albümleri tercih ediyorum. Sizi bilmem.

6,75/10

26 Kasım 2014 Çarşamba

Moğollar - Moğollar (1976)

Ustalar zamanında yapmış zaten yapılması gerekeni. Bir kaç fuzzy ve surf rock dokunuşu dışında parçaların orjinal ruhu mümkün mertebede korunmuş. Derken, batı orkestrasyonu formatında demek istiyorum. Hiç parçalar uzatılıp yayılmamış. Bir kaç dakikada adrese teslim. Ufak tefek marazlar yok mu? Üsküdar'a Giderken şu an fazlasıyla yorulmuş, terini akıtmış bir şarkı örneğin. Bir de tabi bahsi geçilmesi gereken perküsyonun fazlasıyla mekanik tınlaması sorunu var. Onu bunu geçtim de kapaktaki bu ev ne kadar İskandinav yafu.

9,0/10

23 Kasım 2014 Pazar

RETRO: Quorthon - Album (1994)

İlk dinlediğimde hiç bir sıfatı yakıştıramadığım güç bir albümdü bu. Şimdilerde en baskın tanım grunge. Unutmayalım, Bathory'nin mikrofonundaki Quorthon'un solo projesi bu, istese de sesindeki epik rengi yok edemez. Dolayısıyla burada da doom gibi tınlayan karakteristiğini yansıtıyor. Bir de alternatif modern, 90'lar güncelliğinde, rock-metal soundunu da eklersek bu karmaşaya tam bir harman tam bir harmandalı maşallah. Bir kaç istisna dışında melodik bir yapının hakim olduğu şarkılar tamam kabul ediyorum kulağa oturmuş geleneksel tavra uyumsuz bir şekilde gayet garip gelse de dinlemesi oldukça keyifli. Keyifli derken huzursuzluğu, o makinenin çarklarından damlayan duygusal ifadeyi benim gibi seviyorsanız problem yok.

7,25+/10

22 Kasım 2014 Cumartesi

RETRO: Running Wild - Victory (2000)

Böylelikle Running Wild maceramızın sonuna geliyoruz. İlk dönemleri dışarıda tutarsak ufak tefek nüanslar haricinde ki nüans dediğin büyük olmaz, oldukça stabil bir yol izleyen grup bu albümleriyle kendileri için çıplak gözle farkedilebilir ama insanlık için hiç kıymetinde bir değişikliğe gitmiş. Tabi ki takipçileri beğenmemiş bu albümü. Yaptıkları şey bir miktar power metalden uzaklaşıp arkasında hard rock kayıtsızlığını, basitliğini bulacağınız heavy metal türünün altını daha da bir kalın çiziktirmeleri aslında. Dolayısıyla nakaratlar çok daha kolay, akılda kalıcı, derinliksiz ama dinlemesi hoş bir durum sunmakta. Metallica'nın St. Anger'ına gösterilen tepkiyi anlayamayacak kadar değişiklik yanlısı olduğum için Running Wild'daki bu yeni havayı da sevdim doğrusu. Yanılıyor olabilirim ama bu tür grupların kimi zaman yaptıkları müziği ki konu aldıkları korsan ve fantastik unsurları da düşünürsek, olması gerekenden fazla ciddiye aldıkları gib bir izlenime kapılıyorum. İşte bu onun panzehiri.

7,25+/10

19 Kasım 2014 Çarşamba

Thom Yorke - Tomorrow's Modern Boxes (2014)

Tatatatannn. Thom Yorke'un en zayıf albümüne hoşgeldiniz. İnsanlığı artık makineyle içiçe geçen vokaliyle, melodilerin somutluktan uzak bir yerde konumlandığı bir albüm bu. Deneysellik idare eder ama beat ve elektronik kısım da zayıf olunca, içine girmesi zor, daha doğrusu dikkate alınması zor bir çalışma olup çıkıyor. Piyano ile ritmin yaratıldığı, piyano dediysek de Thom ağbinin leptapı, The Mother Lode, biraz da Eraser havası sebebiyle albümdeki en etkileyici parça oluyor benim için. Geneliyle ise unutulmaya yatkın bir çalışma olup çıkıyor. There is no .. isimli teknomtırak parça ise Thom Yorke'u bilenlerin kaşlarını kaldırmayı başaıyor. Ha!, teknik detayları özellikle albümün başında duyabilmek de mümkün. Bu yönüyle de müzikal dengesi  sağlanamamış bir çalışma olup çıkıyor. Thom ağbi, titre kendine gel, gittiğin yol yol değil dedirten bir çalışma olup çıkıyor.

6,75/10

16 Kasım 2014 Pazar

Suzanne Collins - Açlık Oyunları 3: Alaycı Kuş

Katniss'in Capitol'a karşı süregelen mücadelesi bu kitapla sonlanıyor. Her ne kadar sokak çatışmalarını konu alan sayfaları okumak bir değişiklik katsa da arka arkaya o kadar tutarsızlık ve zevksizlik (koza da neymiş canım her biri birbirinden garip ve uygulanılması hayli fantastik) birikiyor ki, bu kitap sonuç olarak serinin en zayıf parçası olarak yerini alıyor. Katniss, Peeta ve Gale arasındaki dramanın da düğümünün, okuyucunun kafasını karıştırmak maksatlı bir dalgalandırılsa da, nasıl çözüleceği baştan belli. Kendimi tekrar etmek gerekirse şu Peeta için ne kadar uyuz bir portre çizmiştir yazar demek isterim. Zayıflığı seçen ama direngen, bol bol acı çeken fedakar erkek tiplemesinin öne çıkarıldığını görmek yine de çok kötü değil diğer alternatiflere nazaran, hani maço seksi tam erkek. Bundan sonrası gayri spoiler ama detaya girmeyeceğim pek. Bir de bu romanın konusunu filmde nasıl iki bölüme uzatabilirler, hayret ediyorum. Bu para hırsının gözü kör olsun.
Kat, 13. mıntıkanın lideri Coin ve oyun kurucusu Plutarch'ın sayesinde isyanın yüzü olarak lanse edilecektir. Fakat duygusal olarak gelgitler yaşamaktadır, deli sevgilisi Capitol'da tutsak Finnick gibi. Gale tam bir asker olmuş çıkmıştır. Acımasızdır bir nevi. Sonunda avlanma felan için izin koparır. Yanında TV ekibi dolanmaktadır. Güvenli bölgeden sıyrılıp çatışmalara kendini attığnda en güzel görüntüler çıkmaktadır. Aslında yine kendini bir tür medya gösterisinin içinde bulmuştur. Peeta ise Capitol'un elinde esir, beyni ilaçlarla yıkanmış, Tv'de asilere ateşkes çağrısı yapmaktadır. Yine de 13. mıntıkaya yapılacak bir saldırıyı canlı yayında haber vererek hayatlarını kurtarır. Psikolojik gelgitlerden sonra isyancılar Capitol'un esirlerini kurtarır, kurtarmak zorundadırlar zaten propaganda savaşını kaybetmemek için. Annie Finnickine kavuşur, hatta evlenirler. Peeta ise Kat ile anıları şartlandırıldığı için manyamıştır. Kat'i gördüğü yerde öldürmeye çalışır. Neyse, mıntıkalar bağımsızlığa kavuşur ve Capitol'de sokak savaşları başlar. Gale'li, Finnick'li Kat'in ekibine 13. mıntıkanın kadın reizi Coins nedense tedavi sürecini henüz bitirmemiş Peeta'yı da atar. Gruptakiler ona silah vermeyip kelepçeseler de aslında yapılmak istenen şey bellidir. Savaşın geri cephesinde propaganda kasetleri çekmekle görevli timde Peeta'nın kendini kaybetmesi sağlanarak Kat'ten bir şehit yaratmak ve kurtuluşun ardından başkanlığını garantiye almaya çalışan Coin'e rakip olmasının engellenmesi. Her sokakta birbirinden acayip ölüm şekillerini aktive eden kozalar mevcuttur. Ellerinde eski kozaların haritası bulunmakla birlikte her köşebaşı sürprizlere açıktır. Açığa çıktıklarında yani Snow tarafından timin kimliği ifşa olunca ilerleyerek Snow'a suikast düzenlemekten başka bir çareleri kalmamıştır. Tabi her sokakta timdeki savaşçıların sayısı azalır, yakışıklı Finnick de dahil. Peeta yine beni vurun bitsin bu acı triplerindedir. Şehir meydanı mültecilerle dolmuştur. Kat saraya kalabalıktan faydalanıp sızarak suikasti planlar. Amma ve de lakin o esnada isyancılar da meydana varmıştır. Siviller arada sinek gibi ölmektedir. Sarayın girişinde ise seçilmiş çocuklar Snow'un rehinesi olarak bekletilmektedir. Bir Capitol gemisi paraşütle erzak atar çocukların arasında. Meğerse bombaymış. Kalanlara yardım için isyancıların sağlıkçıları başlarına üşüşür. Bu esnada patlamayan diğer bombalarda patlar. Herbirkesler alev topuna döner. Yaralanan Kat'in gözüne doktor adayı kızkardeşi Pim de ilişir alevler arasında. Hastanede gözünü açar, doku nakli felan hayattadır. Snow sağ elegeçirilmiştir. Ve Coin'in verdiği söze istinaden idamını Kat kendi elleriyle infaz edecektir. Kardeşinin ölümünün ardından artık kafası iyice gitmiştir Kat'in. Gül bahçesi arasında Snow'u bulur, Snow kafasına şüphe tohumları atar. Cidden de tam teslim olacakken çocuklara yapılan ve kardeşinin ölümüne de sebep olan bu saldırıyı emretmesinin mantığı nedir? Sakın arkasında Capitol halkının da desteğini alma maksadıyla hareket eden Coin olmasın. Kat düşününce saldırının Gale'in geliştirdiği bir stratejiye ne kadar çok benzediğini farkeder. Tabi Gale farkında değildir, ama kurcalama işin içinden çıkamazsın gibi bir şeyler geveler maloğlan. İnfaz gününde direğe bağlı olan Snow yerine bu sefer de bir defalığına Capitol çocukları için açlık oyunları yapma teklifini getirmiş olan Coin'i okuyla devirir. El ense derdest, psikolojik rahatsızlığına istinaden beraat eder. Bu kargaşada Snow ölmüştür zaten. Haymitch ve Peeta ile birlikte galipler köyüne geri döner, yavaş yavaş günlük hayata adapte olma çabası başlar. Bir bakmışsınız bir kız bir oğlan çocuğuynan  Peeta beyin hanımı olmuştur. Ciddiyim.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Vallenfyre - A Fragile King (2011)

Eski tarz yavaş, sözlerin anlaşılmaya müsait, doom etkili death metali özlediniz mi? Bu albümü dinleyinceye kadar ben de bu derece özlediğimin farkında değildim. Death metal her ne kadar benim tarzım değilse bile Paradise Lost'un erken dönemlerini hatırlattığı için, tür bilgim kısıtlı olduğundan başka örnek veremeyeceğim ama zaten grubun bazı elemanları yanlış hatırlamıyorsam PL üyesi ya da eski üyesiydi, takdiri benim açımdan hakeden bir çalışma. Bu sene ikinci albümlerini çıkardılar. Desecration ve Ravenous Whore gibi death rifleriyle süslü şarkılar daha bir hoşlanılası.

7,75-/10

14 Kasım 2014 Cuma

Shxcxchcxsh - STRGTHS (2013)

Gregoryanımsı bayan vokalin dipten dipten gelen sesinin endüstriyel pıfırtı ve çarpıtılmış bozulmuş takılmış sirenimsi beatlerle boğulduğu bir intro ile albümün açılışını yapıyoruz. Şarkı isimlerinde sesli harflerin atan, grup isminde ise ne gibi bir kafa yapısına sahip olduklarını sorgulatan bu arkadaşlar albümün ilk başlarında kalp sıkıştıracak bir beklenti haline dinleyiciyi sokmayı başarıyorlar. Bu beklenti hali gotik bir girizgahı ve uzaysı çıkışgahı ile, ayrıca aksak beatlerle sonu olmayan romanlara benzeyen bir melodi takip eden ve bu haliyle indielerin de sevebileceği kıvama erişen ikinci parça Lttlwlf (little wolf demeye çalışıyor olsalar gerek) ve Rsrrctn (bunu da bildim resurrection!) ile devam ediyor. Rsrrctn ile derinlerde saklı post-akolaptik bir laboratuvara giriyoruz. Tik tak saat ritminde kalbimiz atıyor, belki bir frenkenkenştaynız. Arka arkaya deneylere tabi tutuluyoruz, Error vermesine rağmen ısrarla klavyenin aynı tuşuna bastığımızda çıkan dongdong sesi ya da kaynayan suların kabarcıkların sesi ve arkada bu seslere durmadan eşlik eden bir helikopter pervanesi bu uğursuz deneye eşlik eden fon musikisi oluyor. Kısa bir anlığına kalbimiz duruyor, şükür ki geçici bir duraksama bu. Bu deli işi kopma beklentisini ise artık sonlandırabiliriz. Ldgwgwtt ve Pctstss hani efsane Born Slippy'yi tahtından edemese bile sallayacak ayarda duraksız ritimlere sahip ama Born Slippy'yi çiçek böcek sever hippi işi gibi görünmesine sebep olacak karanlıkta iki şık parça. Albümün zirve noktasını oluşturuyorlar. Twin Peaks misali. Buradan sonra artık enerjimiz buhar olup uçtuğu için albümün gerisini umursamamız zor. Bir şarkı öyle geçiyor ve kapanışı ilk parça gibi vokal içeren Lldtmps ile yapıyoruz. Albümün en progresif çalışması da bu. Zayıf kalpler için EKG hüviyetine bürünen albüm endüstriyel tekno altında tanımlanıyormuş. Böyle de bir şey varmış, geç olmadan keşfettik. Pek memnunuz.

8,75/10

13 Kasım 2014 Perşembe

BADBADNOTGOOD - III (2014)

Kalıpları paramparça eden ve başarılı enstrümantasyonu, uydurdum mu bu kelimeyi bilmiyorum ama ahan da şimdi gugulladım bambaşka bir anlamı varmış yafu mühendislikte, ile dikkati çeken bir caz albümü bu. Hip hop ritimleri ve etkisinin derecesinin esgeçildiği post rock ve hafif şekilde elektronik aşısı ile birlikte gayet akademik bir çalışma aslında ki o piyanonun, dudakta lezzet bırakan bateri perküsyonun, saksafonun, gitarın arkasındaki çocukların okullu olması tesadüf değil. Bu modern seslerle yapılan füzyon sebebiyle bugünün müziği kulaklarınızda, diğer yandan bir bakıyorsunuz Kaleidoscope'da misal, 60'ların macera filmlerinde kullanılan bir müziği dinlerkenki aynı şeyleri hissediyorsunuz. Beklemediğiniz bir anda ise 50'lerin klasik caz nağmeleri Differently Still vasıtasıyla kulağınızda yankılanıyor. Madem şarkı isimleri sıralamaya başladık; neredeyse pop kulvarında, kaliteli bir pop müziğin yapılabileceğinin kanıtı olarak Can't Leave the Night favori parçam oldu. Onun dinamik kopyası Hedron ya da yine dansa göz kırpan Since You Asked Kindly özellikle hoşbeşlediğim diğer şarkılar. Fakat benim yaşadığım bir sorun var: deneyselliği caz formatı içine iyice yedirmesini bilen bu albümü ne yeterince yırtıcı ne de kadifemsi smoothlukta buldum. Arada bir yerlerde uzlaşmacı bir tavır sergiliyor. Diğer bir deyişle indiekafaların huyuna gidiyor gibi gibi.

7,75/10

12 Kasım 2014 Çarşamba

Yalçın Tosun - Dokunma Dersleri

Arzuyu Örtüsünden, Tanıdık Yabancılar Makamı, Bilindik Sırlar Makamı ve Küçük Kesikler ara başlığı altında sıralanan hikayeler başlıkların temasına riayet ediyor. Özellikle edebi kalemin akıcı kurguyla birleştiği ve uzun olmamasıyla öne çıkan hikayeler, iç sıkıntıyı yansıtmaktan öte bir anlam ihtiva etmeyen deneme benzeri modern öykücülüğe ağır bir darbe indiriyor. Böylelikle örneğin Arzuyu Örtüsünden altındaki hikayelerde arzunun ete kemiğe büründüğünü , üzerinden dumanlar tüttüğünü duyumsamak mümkün hale geliyor. Bu hikayelerin başı sonu olmaması, karakterlerin -bir çoğu toplumsal normlara göre marjinal karakterlerin- hayatındaki sıradan değil ama en azından bahsi geçecek kadar önemli anların kesitini içermediği anlamına da gelmiyor. Yazarın kendine ait oluşturduğu öykü dili okuyucuya diğer iki kitaba da göz atması için yeterli sebep sunan bir itkiye dönüşmekte.

11 Kasım 2014 Salı

Solstafir - Ótta (2014)

İzlanda'nın suyu bulanık havası kasvet bulutlarının yüküyle kurşuni toprağın kokusu küle çalıyor dağları alev kırmızısı müzisyenleri ise yürek dağlıyor.
Yani İzlanda'dan babam çıksa dinlerim durumuna geldik. Grubun en rafine en damıtılmış yapıtıyla karşı karşıyayız. Rafine dediysem kısa ve öz değil kastettiğim. Tersine grubun bir türlü üstesinden gelemediği şey, bestelerinin kendi süreleri içinde ilgiyi üstte tutacak maksimal eşikleri ve parçaların birbirlerinden bağımsızlığını sürdürebilir kılamamaları. Burada artık daha çok sözlü post-rock hakimiyetin ilan edilebileceği bir seviyeye gelindiğini söyleyebiliriz. Ortalardaki iki şarkıdaki post-punk,punk ve sludge etkilerini ki güneşin tepeye vardığı anı ve dolayısıyla gençliği temsil ettiğini düşünüyorum, Otta'da Sigur Ros etkisini ve bunun gibi şeyleri hissetmek mümkün. Grup ise bütün etkileri kendi soundlarında harmanlayarak bunları bir tür yakıt olarak kullanabiliyor. Ayrıca piyanonun ki genelde narin dokunuşlar şeklinde olsa da vazgeçilmez bir katkıda bulunuyor, ya da kemanın şarkılar içinde uyumunun ve düzenlemesinin mükemmel altın oranı bulduğu es geçilmemeli. Şarkıları sırasıyla dinlerken takip eden her şarkı bir öncekinden daha fazla parlıyor gibi geliyor kulağa, son parça hariç. Başa dönüp tekrar dinliyor ve aynı süreci bir kez daha yaşıyorsunuz. O yüzden öne çıkan parçaların adını anmak gereksiz. Ortada sanatsal bir ifşaanın olduğu bir gerçek. Ne diyeyim, ben beğendim. Yılın şimdilik en iyi çalışması. Ayrıca 3 bonus parçalı versiyonu dinlemeyi unutmayın.

9,0-/10

10 Kasım 2014 Pazartesi

Osman Konuk - Tehlikeli Belki

Şiirden pek anlamam, sadece okumaya çalışıyorum. Modern şiire de modernizme uzlaşımsız eleştirel bir duruş sergilese dahi onun diliyle konuştuğu sürece ısınamıyorum. Zaten dolaylı anlatımları ve imaları bile günlük hayat akışı içinde anlama zorluğu çeken biri için, bir özür bu bir engel ya da lanet, şiirin kolay bir okuma olacağı söylenemez. Kendimden ve Osman Konuk'dan bahsediyorum.İnce gözleme dayalı, hayatın gerçekliğinden beslenen şiirleriyle itibarı gayet yüksek bir şair kendileri. İroni ve alay tüfengine mermi etmekten hiç de kaçınmadığı iki cephanesi şairin. İroni değil de imgeye dayalı bazı mısralarını paylaşalım.



nöbetçi eczanelerin karlılığını tartışmadık
utangaç bıyıklı muhafazakarların gizli ilkesini
bir kereden bir şey olmaz
.
.
çünkü bir kereden herşey olur sandılar
çağrı filminde bu yüzden antoni kuin oynadı
orospuluk yerine topallığı tercih etti diye kızlar
ben bu amfibik cemaatleri hiç anlamıyorum
her yerdeler, her zamanlar, her şekilde
sen anlıyor musun hüseyin, necat da anlamıyor
.
.
aynalı binalara ziyaretçi kartıyla girilerkenki utanç
plazalarda zevksiz yelekleriyle sırıtan dindar reklamcılar
..

bekaret bozularak anlaşılır, sıfır güven en iyi sigortadır
.
.
belki güzelsin ama, yeteri kadar değil; belden beş, kalçadan altı göğüsten on santim daralmalı
aklından beş, fikrinden altı, kalbinden on santim bence genişlemeli... bu daha iyi
.
.
banka memurelerinin yemek arasında fırsat bulup ağladıkları günler
provizyon yaparlardı ücretsiz
iyi espri karşılığı sıcak yemek, akmayan çatı
türk ticaret bankasında bulunmak iyidir
paran vardır ve türksündür
ikisi de o sıralar işe yarar şeylerdir
.
henry ford fabrikalarında herkese bir araba iki kaza üretilir
...
.
.
kullanılmayan kederler çekmecesinde
sehpanın üstünde eskimiş huzursuzluk
portmantoda,şemsiyenin yanında seni bekleyen sevinç
beni bekleyen ödül: "akşama görüşürüz"
...
kömür ocağından emekli atlara üzülen orta yaşlı
orta gözlü orta kadınlar
.
.
radyoda bir şarkı aşktan kimsenin ölmediğini söylüyor 
ölü şarkıcı koyuyorum adını 
ölümün bir şarkıdan geriye doğru ilerlemesi 
eski gömlek cebinde bulunmuş onluk sevinci 
eski gömlek cebinde bulunmuş onluk gibi işe yaramaz 
.
.
gökyüzü için fark eder mi altında kaç kişinin olduğu
..
ve dünyanın en güzel adresine taşındım, senin yanına
kader renkli bir matematik gibi gerçekleşiyordu; senin matematiğin
ince abiler zemin katlarda ısrarla susuyordu
hiçbir kıza hiçbir soru ısrarla sorulmuyordu
gözlerinin adı ne?
..
bazı sevinçlerin tıpkısıysa  bazı acılar
.
.
kirpiklerim tozlu, uzak ve arka ülkelerden geldim
ağlamamam girmemiş göz ormanlarından geçerken
birikti bakışlarım birçok erkeği birden ağlatacak kadar
kapım hiç eskimedi kimseler girmezdi ki
unuttum tüm çiçek adlarını ölüm türleri öğrenerek
görsem de gürültüyle açmasını çiçeğin
her gürültüde yeniden icad ettim sessizliği
sıkıntım el örgüsü, gerillalar emekliydi, havalar uzun
bir adama mavi intikamlar verdim
kumaş aldım karşılığında
bir leblebi atsam kalabalıklara
üçüncü savaş çıkardı
bunun için sık sık tahtadan bir tarih yapıyorum kendime
kuzeyden gelen kavimleri tarihe almıyorum
ayıp oluyor ama
savaşlarda bazen ben de şike yapıyorum
 
kirpiklerim tozlu uzak ve arka ülkelerden geldim
bizim ordan hiçbir davul sesi duyulmaz; o kadar uzak
onaylanmadı tarihim, kirpiklerim ondan ıslak
ödül istemem acıma, acı çekin lütfen siz de
yüzüme bakmayın, utandırmayın, öyle susmayın
.
.
ama bu şehre gelirsen unutma beni ara
sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım
öfkem geçer, dinle yüzümü sakince bakarım
seni yalnız ben anlarım

Tüyap kitap fuarına ilk kez hafta içi gitme fırsatı yakaladım. Artık sebebini bilmiyorum, eski tadı tuzu kalmamış fuarın. İndirimlerde de kısıntıya gidilmişti zaar. %25 in altına indirim yapan yayınevleri ki boldu sayıları okuyucuya hakaret edip fuara gelenleri cezalandırıyor diye değerlendiriyorum. Malum internet sitelerinde standart indirim %25 ile başlıyor zaar. İşin trajik tarafı alışverişimin önemli bir kısmını fuarda kendilerine bir koridor tahsis edilen sahaflardan yapma imkanı bulmamdı. Trajik kısım geliyor: kalite-fiyat oranı Taksim'deki sahaflar fuarından katbekat daha iyiydi zaar. Çok fazla oyalanmadığımdan, gönül isterdi oyalanayım ama indirimini yeterli görmediğim standları esgeçiverdim, sergileri de gezebilmek için vakit ayırabildim. Aldığım kitapları hele bir listeleyeyim zaar.
-Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü Yayınları'ndan arkeolojik tıynette 5 risale: Misal Eskiçağ'da Tuvalet Kültürü, en sevdiğim şey :) Tanesi 6 TL'den sadece 5'e indiren arkeoloji standındaki arkadaşlara hala kızgınım azcık.
-Dipnot'tan: Bookchin'in Devrimci Halk Hareketleri son cildi %30 indirim ve Karadenizin Zemheri Çocukları %40 indirim
-Ataol Behramoğlu-Yeni Aşka Gazel, Epsilon 2,5TL
-Sel Yayınları- Güzel Oğlanlar Kitabı %30 indirim ve Teorik Bakış dergisinin Foucault sayısı 5 TL
-Sahaflardan: Giddar'ın ikinci cildi Beşlerin Çağı posteriyle birlikte 5 TL İ-N-A-N-I-L-M-A-Z bir fiyat. Kafka - Amerika kırmızı eski cilt kapak 5TL !, M.Ş.Esendal - Ayaşlı ile Kiracıları, Y.K.Karaosmanoğlu - Yaban (1972 Remzi baskısı), Rıfat Ilgaz - Karartma Geceleri, S.Brust - Jhereg (baskısı yok) hepsi 5'er TL. Daha ne olsun.
İngilizce kitaplar pek yoktu, Kabalcı yoktu.

9 Kasım 2014 Pazar

Ehrimen - Il Aderrissa (1999) Demo

Metal müziğin karalara bürünmüş evlatlarına yönelik yurdumuzda cadı avı şeklinde tezahür eden McCarthy'ci dönemi atlatamayan gruplardan biridir Ehrimen. Tam da o sıralar metal'de ekstrem olmanın bin bir yolu denenmektedir. Grubun bu ikinci demosu da Türkçe şarkı sözlerinden, kayıt kalitesinden, milliyetçi suçlamalarından, tavırlardan vessair ciddiye alınmamış eleştirilmişti. Yıllar geçti, artık hepimiz büyüdüysek yolumuza devam edelim ve yapılan işe bakalım bakalım. Kaydın kalitesi kötülüğünü kendi içinde bile tutarlılığını sağlayamayarak kanıtlıyor. Bu cepte. Çalışmaya adını veren intro keyboarda fazlasıyla sırtını dayamakla beraber görevini yerine getiriyor. Lucifer'e bağılık yemininin Türkçe yapıldığı bu giriş parçası yine de tüylerimi bir kıpırdatmadı değil. Hani üçharflileri konu alan korku filmleri olur ya. Zuhaha efektini patlatırsın fragmanını izleyince. Şu an belli bir yolu katetseler de ilk yıllarda bu filmler teknik yetersizliklere inat hatta utanma emareleri göstermeden insanların korkularını sömürüyorlardı. Alay konusuydular. Ben hala bu filmlere çok gülüyorum. Ama hiç birini izlemedim. Rüyama felan girer sonra. İşte o ayarda bu parça da. Unholy Oath ise otantik ve epik ve militarist bir girizgaha sahip. Melodisi ile eh fena değil bir parça. Takip eden Reality is under Grave de gotik etkisi altında melodik tarafını gösteriyor grubun. Asıl tartışmalara yol açan parçaları Kutadgu Bilig etkileyici tonlarda ekolu bir girişe sahip. Aslında parça durgun bir hat izliyor. Takip eden şarkıyla birlikte vokalin yırtıcı haliyle kendini bulduğu anları takdim ediliyor. Ill Omen Moon ile birlikte rif değil de artık çalışmaya hakim olan ve bu topraklardan sızan melodilerin, farkındalar mıydı bilmiyorum,  aşırı ve hızlı kullanımına bir kez daha tanık oluyoruz. Duyulmayan ve bir gidip bir gelen gitar soundu, enstrümanların birbiriyle uyumunda yaşanan sorunlar felan bir sürü problem olabilir. Ama o dönemde riften ziyade melodik tekrara düşen ve özellikle keyboard kullanımında yerelliği yansıtan, henüz oturmamış kadrolarıyla azmi ve niyeti beyan eden ve black değil de proto-black metal gibi bir tanımı daha fazla hak eden amatör çalışmalar o şiddette eleştiriyi haketmemişlerdi diye düşünüyorum. Sonuçta adı üstünde bu bir demo. Yapılan hata ki buna grupların elemanları bile bu yanılgıya düşerek farklı pozlara girmiştir, demoya albüm rolünü yüklemekti.

6,50+/10

8 Kasım 2014 Cumartesi

RETRO: V.A. - In Conspiracy With Satan: A Tribute to Bathory (1998)

Bu albümü yıllar önce dinlediğimde çok sevmiştim. Çünkü şarkılar genel olarak aslına sadık yorumlanmıştı. Bugün ise o kadar da çok sevmiyorum. Çünkü şarkılar genel olarak aslına sadık yorumlanmış. Grubun ilk şarkılarının ağırlıkla yorumlandığı bu saygı albümü doğal olarak black metal gruplarını misafir ediyor. Hem de öyle böyle değil, Marduk, Dark Funeral, Sacramentum, Emperor, Satyricon, Gehennah gibi ağır abilerin ismi geçiyor albümde. Dolayısıyla Bathory'nin tür içinde nasıl öncü bir rol oynadığının göstergesi oluyor bu katılım.

7,25/10

4 Kasım 2014 Salı

RETRO: Running Wild - The Rivalry (1998)

Bir önceki albümden daha iyi olduğu kesin. Aslında her zaman yaptıklarını biraz daha aydınlık ve ferah riflerle, bir miktar daha yaratıcı bir yolla, ki doğru izlerden sapmadan, tekrarlamaktan ibaret yaptıkları. Ve duyabildiğim kadarıyla power metal normlarının ve ruhunun grup tarafından en fazla sahiplenilen çalışması olsa gerek.Ancak albüm o kadar uzun ki!

7,25/10

2 Kasım 2014 Pazar

Matt Elliott - Only Myocardial Infarction Can Break Your Heart (2013)

Bu sıralar kaliteli albümler şans eseri dinleme listeme sızmış durumda. Onlardan biri de depresif folk kulvarında akustik gitarinı bas vokaline katık eden yılların emektarı Matt Elliott'un bu son yapıtı. Kendi diskografisine göre bile biraz ayrı bir yerde duruyormuş. 17 dakikalık fevkalade açılış parçası The Right to Cry pek kendi stili değilmiş, deyoolar. Onu bunu bilmem. Düzenlemesi, ekip işi müthiş kotarılmış, vokalin mıymıy ettiği diğer folk çalışmaları melodi zenginliği ile ezip geçen bir yapıt bu. Bahsedildiği kadar depresif de değil üstelik. Melodramatik daha uygun bir deyim. Bir de kesinlikle chamber klasik tadı veren, Penguin Orchestra ya da uzaktan Tindersticks dinlerkenki keyfi aldım, çapraşık da olsa tam sevdiğim gibi yıpranmış sinirlere iyi gelen bir huzur anlayışı hakim albüme. Hani vinyl'i al, işten gelince akdeniz tınlayan akustik gitarı, kemanı, piyanoyu, perküsyonu (ahh kaotik bir şekilde üstüste değil, hepsi kendi rolüne zamanında bürünüyor) ve tabi enstrümanlara yer verip dinleyiciyi boğmaktan sakınan vokalin lezzetini döndür de döndür. Tabi şöyle sahibinin sesi bir gramofon almak lazım önce. Hani neredeyse tek başına onu yaptıracak güçte. Bu kadar heyecanla bazı sözler sarfediyorsam boşuna değil. Her zamanki halim de değil. Gel gelelim bu albümü muhteşemlik payesinden alıkoyan şeylere. Çok çok ve inanın çok kez dinledim. Ve çoğu albümde olduğu gibi özellikle bazı şarkılar ilk günün heyecanını ileriye taşıyamadı. Ayrıca bir albümü bonus parçaları ile değerlendirmek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama yapıyorum. İçlerinden birisinin ismini kesinlikle zikretmem gereken All of Our Leaders Are Sociopathic, Criminal Monsters Who Should Be Locked Away Far From Any Kind of Power for the Good of All Humanity yani liderlerimizin tümü insanlığın genel hayrı için her tür güçten uzak tutmak amacıynan hapsolunması gereken sosyopat suçlu canavarlardır diye çevirmemin sakıncası olmayan ve tespiti cukkadanak otura; olduğu bu iki bonus parça ki Matt ağbinin başka bir projesine ait oldukları için ambiyans ve deneysel bir dışavurum ile albümün genelinden farklı bir havayı yansıtıyor (azmettim, bu cümleyi anlamlı bir şekilde bitireceğim...), işte bu ve bu sebeplerle albümün dinleyici ki burada benim, üzerinde yarattığı izlenimi yaralıyor. Kısacası durum bu.

8,50+/10

1 Kasım 2014 Cumartesi

Angra - Angels Cry (1993)

Power metal ile progresifin harmanlandığı anlar çok leziz oluyor. Bir de üstüne gayet ayarında özümsenmiş senfonik dokunuşlar eklenince tadından yenmiyor. Ve bunu Angra daha ilk albümüyle hem de dünyanın bir ucundan çıkıp başarıyor. Helloween'den beslendiği geleneği birkaç adım ileri taşımasını biliyorlar. Üstelik Kate Bush'un bu albüme göre oldukça ayrıksı duran Wuthering Heights coverına uzanacak kadar değişikliği, ki itiraf edin bu garip yorum bile dilinize dolanacak, albüme sığdırabiliyorlar. Keltik kemanların süslediği Evil Warning'i örnek gösterebiliriz. Senfonik cila ise en iyi Stand Away üzerinde parlıyor. Ancak albümün ağır topları tabi ki Carry On ve Angels Cry.

7,75-/10

29 Ekim 2014 Çarşamba

Erbuğ Kaya - Giddar (I)

Fantastik kurgu alanında ülkemizden de pek çok yazar kitabını yayımlama fırsatı buldu geçtiğimiz yıllar boyunca. İtiraf etmek gerekirse kendi yazarlarımızın işlerine biraz önyargıyla yaklaşıyorum. Yaratıcılık konusunda pek bir eleştiri getirebileceğimi düşünmüyorum kesinlikle. Zira içimizde yıllardır bastırdığımız pek çok hikaye olsa gerek. Ama yazarlarımızın kalemlerine, yazma becerilerine güvenemiyorum açıkçası. Övgüyle bahsi geçen bu romanın ilk sayfalarında kraliyet salonunu tarif ederken sarfedilen burası kralın ve Venior'un ileri gelenlerinin önemli kararları verdikleri yerdi gibi gereksiz bir cümleye ya da iki kardeş arasındaki abartı sevgi ifadelerine rastlayınca ayrıca buna ek olarak aksiyonun geri kalan unsurları hafifleterek gittikçe hızlanması neticesinde FR ve DL nin ikinci sınıf bir örneğiyle mi karşı karşıyayız diye derin bir şüphe duymadım değil. Kurgu, ilerledikçe ilgi çeken ve açık uçların bağlanmasında titizliğiyle kusursuz bir seviyeye vararak karmaşıklaştıkça kurgu, tam ayarında sunulan gizemler ve sırların çözümünde kahramanlarımızla birlikte yer aldığımızda romanın neden bu kadar sevildiğini anlamış bulunuyorum. O kadar fantastik kurgu okudum, içlerinde kurgu olarak mekansal ve zamansal arkayapıyı da dahil ederek en iyileri arasında yerini aldığını söyleyebilirim. Doğrudan olmasa bile alegorik tema ile birlikte ki; ötekileştirme, inanç ve din (durduğu nokta açısından hayli cüretkar) diye sıralanabilir, tatminkar bir lezzeti tadabiliyoruz. Tabi ki bütününe baktığımızda mükemmel bir eser diyemem. İki yönü var. Biri yıllardır biriken kurgunun kusursuzluğuna istinaden ilk roman olmasına bağlı olarak kalemin zayıf olmakla beraber görevini layıkıyla yerine getiriyor olması. Bir yandan da sürüsüne bereket karakterlerin tabir-i caizse sığlığı ve bunun meydana getirdiği tutarsız, inandırıcılıktan uzak ve hatta deterministik davranış kalıpları (Lien'in korsancılık serüvenlerinde çatır çatır adam kesmesinin ahlakçı karakterleri pek rahatsız etmemesi misal). Diğer yön ise tamamiyle benim tercih ettiğim böyle olsa iyi olurmuş dediğim şeyler. Ki bu şeyler geneli zorlayıcı, kurguyu izlemeden alıkoyan kısacası başkasını gıcık eden şeyler. Yani ben Tolkien ya da Robin Hobb gibi detaylı mekan tasvirleri, karakter tahlilleri, yan öyküleri, bunları bunları içeren sayfaların içinde kaybolmayı seven biriyim. Neyse ki yazar ete kemiğe bürünebilen tanrı ve tanrıçaları ile Giddar mitolojisini -evren mi desem?-ana konu seçerek bizden esirgemiyor. Bu ilk kitapta hikaye örgüsünü sonlandırabiliyoruz. Ama tanrıların tanrıçaların hemen hepsi hala ayakta, bakalım Giddar'dan vazgeçebilecekler mi? Beşlerin Çağı'nda okuyacağız herhalde ikinci aşamayı. O zaman konuya kısaca, çok şeyler oluyor yafu kitabın sayfalarında, şöyle geçeyim. Zırspoiler
Giddar dünyasında kuzey  ile güney ülkeleri aralarında devasa bir sur ile ayrılmış durumda. Surun önündeki kurak topraklar geçmiş zaman bir savaşın izlerini sergiliyor. Kuzeyliler güneylilerin insaniliğinden bile şüphe duyarak yetiştiriliyorlar. Ülkelerin genelde bir tanrı ve ya tanrıçası var. Rahiplerin rüyasına giriyor ve onları yönlendiriyorlar. Ve güneyin tanrıları ve kavimleri şeytanlaştırılmış durumda. Siox genç bir şövalye ve asker olma yolunu seçiyor, bu surlarda devriye gezmek için. Venior ülkesinden gelen bu baş karakterin en iyi arkadaşı Regeda. Sanatçı ruhuna sahip kardeşi Luca ve kanun koruyucu abisi soğuk Shalorn ve babasıyla yaşamış. Surda devriyedeyken kutsal yazıtları çalan birisinin yolunu kesiyor. Bir bakıyor ki kardeşi Luka. Güneyli bir tanrıçaya seslenip abisini kızartmaya çeviriyor. Venior'un onur tanrısı Sedon'un yardımıyla kurtuluyor. Kardeşinin niye böyle acayipleştiğini anlamayı kafaya takıyor. Başka bir ülkeye, orada sevgilisine ulaşıyor. Fakat surdaki ihmalkar davranışı sebebiyle ceza kolonisine naklediliyor, taş kırmak için. Onu ispitleyen ise en iyi arkadaşı Regeda, maksadı onun güneye gitmesini önlemek aslında. O kolonide diğer suçluların arasında Rondeva'dan destek görünüyor. Güneydeki Kant ülkesinden gelmedir Rondeva. Ve farkına varır ki güneyliler de kendi gibi insandır, ülkeleri aralarında savaşlar yapar, değişik ilahlara taparlar, felan. Gel zaman git zaman gizemli Lien onun badisi suskun Rebray ve abisi Shallorn kampı basar, ortalığı kan götürür. Lien'in gemisiyle hepsi güneye kaçar. Arkadaş olurlar. Damarlarını kessen çay akar, o derece. Kant'a hem Rondeva'nın ailesini hem de Luka'yı bulmak için yola çıkarlar. Bu esnada zaten dinsiz olan Lien'in de katkısıyla tanrılara olan inançlarını sorgulamaya başlarlar. Kant'ta tapınağa yaptıkları baskında tam zor durumdayken yanlarına Ilpea isimli bir kadın ve onun arkadaşı Dorlak belirir. Yıldızlara bakarak transport büyüsüyle o hengameden çıkarlar. Sadece rahiplerin/rahibelerin ilahların bahşettiği güçle yaptıkları büyüden farklıdır bu. Lien'in içine suskun kaçmıştır. Yani belli bir duyguyu aşkın konuma getiren dindarlar ilahları tarafından melek/iblis benzeri yardımcı konumuna yükseltilir. Sonuçta bu suskunu çıkartabilmek için Gallien isimli gözlerden uzak bir adaya yolculuk eder grup. Anakarada bir zamanlar bulunan ve tanrılarla savaşa tutuşup yeni bir çağın gelmesini sağlayan büyücü kralın efsnevi kenti bir güç tarafından yıkımın eşiğinden çıkartılıp ada şeklinde muhafaza edilmiştir. Sonradan öğreniyoruz ki gücünü sadece bu adayı korumaya harcayabilen tükenmiş tanrı Barka'dır bunun arkasında. Ve şimdi orada kalan ilahlarını terketmiş eski rahip ve rahibeleri onlar farketmeden korumaktadır. Bu eski dinadamları ilahların kutsaması üzerlerinden çekilmesine rağmen hala büyü yapabiliyorlar ve ilahlarının saldırısından korunmak için onları onlar nezdinde görünmez kılan yüzüklerle anakaradaki bazı kentlere açılan sihirli kapılarla mücadelelerini sürdürüyorlar. Çünkü şunu öğrenmişler: Aslında tanrılar insanlara güç bahşetmiyorlar, onların doğasındaki güce el koyuyorlar ve inanmışlarına sadece bir süreliğine o tıpayı açıyorlar. Meglionların lideri yaşlı rahibe Selinas. En gençleri Mari ise gruba dahil olup Lien ile evlenecek. Diğer meglionlarda hikayesini anlatır ve evreni anlamlandırmaya çalışırlar. Arkonya diye farklı bir evren olduğunu ve oradan bazı insanların geldiğini öğreniyorlar. Geçmişlerini hatırlamayan bu kişiler üstlerindeki görevleri yerine getirene kadar hiç konuşamıyorlar. Ve tanrılara karşı olan mücadelenin bir neferiler. Rebray ve Dorlak da öyleler. Fakat bu kapı suskunlar tarafından işgal edilmiş durumda. Burayı açmak için Giddardaki tüm Arkonyalılar toplanıyor. Sioux geçitlerden birinden geçip memleketine uğrayınca babasının idam edildiğini ve Regeda öncülüğünde bir ekibin kendi peşine gönderildiğini öğreniyor. Tanrısı Sedon kendisine düşman kesilmiştir. Grubumuz yanlarına Anuk isimli hayvanların kılığına girebilen bir Arkonyalıyı da alarak Selgan-İl ülkesine yola çıkarlar. Bir kanun kaçağını doğru yola çevirip asi bir yöneticiye dönüşmesine vesile olurlar. Vardıkları ülkede sonunda Luka'nın izine rastlarlar. Ünlü ama deli bir ressamdır. Tam Siox yanına vardığında da gecenin içine çekilip yok olur. Meğerse o kadar pişmandır ki tanrıçası tarafından suçluluk suskununa çevrilir. Şehre Veniorlular da gelir. Lakin Selgan-İl askerleri tarafından Siox tapınağa hapsedilir ve tanrıçaları zihninde direncini kırmaya çalışır. Diğer grup kaçmayı başarır ve eski yasak bir kente sığınırlar yakınlarda. Bu kentte ikamet eden hayaletler Barkanın lanetlediği ruhlardır ve Barkanın kutsanmışı Rondeva ilerideki bir savaşta cesaret gösterip kendi emirlerini dinlerlerse laneti kaldıracağını söyler. Sankim Yüzüklerin Efendisi'nde de böyle bir şeyler var idi :) Siox ise fare kılığına giren Anuk sayesinde kurtulur hücresinden. Onunla yola çıktığında ise rüyalarına durmadan giren bir kızla karşılaşır: Venesis. O da Siox'u tanır, çünkü Giddar'da ruhlar tanrıların korkunç öte dünyası Azad'da bekleyip reerkarne eder. Sonradan öğreniriz ki Siox ve Venesis üçbin yıldır Azad'da hapis edilen Drocan ve Levityan'dırlar asıl. Anuk sizi tanıştırmak benim asli görevimdi diye ilk cümlesini söyler ve onlardan Arkonya geçidi savaşı için ayrılır. Venesis ie güneydeki bir ormanda neredeyse erkek düşmanı olan Shelin isimli bir tanrıçaya tapınan halkı tarafından amazon gibi yetiştirilmiş ama o da zaman içinde tanrıçasını reddetmiştir. Babasını aramaktadır. Barak topraklarına varınca orada kızılderili misali yaşayan bir kabile tarafından binlerce yıldır içlerinde sakladıkları efsanenin ete kemiğe bürünmesi olarak mesih gibi karşılanırlar. 3 bin yıl önce Dracon ve Levityan olarak iki bebek bulunup sahiplenilmiş. Biribirlerinin yakınında olduğunda inanılmaz büyüsel güce sahip olan bu çift büyücü krala güvenip ordularını yönetmişler. Fakat büyücü kralın insanlar üzerinde yaptığı deneyleri ki Giddarın daha iyi bir yer olması için yeni ırklar oluşturup yeni bir tanrı olmaya çalışmaktadır, öğrenince ona da tavır almışlar. Bir hile ile kadın ölmüş, köye gelmiş olanları anlatmış Dracon ve kendini öldürmüş. Şimdi çiftimiz gizlenen zırh ve silahlarına kavuşur. O esnada beliren aşkın suskununu yok ederler. Farkında olmadan yarattıkları bu etkiyle savaştaki suskunların duraklamasına ve Rebray'ın bu duraklamadan istifade ederek geçide ulaşmasına yardımcı olurlar. Ama bu atakta Dorlak ölür. Aslında Arkonya, D-L çiftinin büyücü krala karşı diğer büyücüleri ikna etmesi sonucu onları ve onların neslini muhafaza etmeyi amaçlayan alternatif bir yapay dünyadır. Siox diğer yandan dünyaya bu yeni gelişlerinde kendisiyle aynı adı taşıyan ve birebir aynı başka bir bedeni de meydana getirdiğini öğrenir. Alternatif gerçeklik teması doğrultusunda diyelim. Siox ve Verenis, Verenis'in babasını bulmak için garip bir ülkeye giderler. Akşamları binalardaki gargoylelar canlanır ve günahkarları yer altındaki tapınaklara kaçırır. Paranoyanın sürdüğü bu topraklarda yer altında kaçırdığı insanları değiştirerek kendine ordu kuran elbette taptıkları tanrıçadır. Babası Lord Mahel bir kalede bilgi toplayan bir tarikatın üyesidir. Siox'yu elinden kaçıran bu tanrıça kaleyi ordusuyla ele geçirir. Bu arada özgür irade sebebiyle ilahlar insanlara kendilerine onlardan direkt bir saldırı olmadığı sürece müdahil olamamaktadır. O yüzden ruhbanlık sistemi mevcuttur. Ayrıca güç için savaş, sevgi gibi kendilerine tapan insanların her deneyimini özümseyebilirler. Neyse Lord gençlere biraz daha D-L hikayesinden bulabildikleri parçaları anlatır. Büyücü kral Dhrazma ismindeki birinin ordusuyla savaşmaktadır. Bu ordu kendi değiştirdiği eciş bücüş insanların insansıların yeni ırkların ordusudur. D-L bu orduya karşı savaşmayı bırakır hatta Dhrazma ile yakınlaşırlar. Dhrazma hala hayatta olabilir ve en güneydeki agresif Kaha-ul imparatorluğunda daha fazla bilgiye ulaşabilirler. Verenis yokedici gücünü keşfeder. Yani bir şeyi baştan beri varolmamış kılar ve böylece onun enerjisini kendine dahil eder. Kulağa geldiği gibi tehlikeli bir şey. İmparatorluğa geldiklerinde iyi karşılanırlar. İmparatoriçe onlarla daha öncede tanışmış olan Ilpea'ymış meğerse. En doğuda Dhrazma'nın ve değiştirilmişlerin kenti olduğunu öğrenirler. Bir Arkonyalı yardımıyla yıldızlar sayesinde en doğuya ulaşırlar. Ondan sonrası ise sisli garip bir kasabadır. Girerler içine ve insanların mutasyona uğrayıp feci şekilde öldükleri bir hayale kapılırlar. Kasabayı terk edemezler, tekrar tekrar aynı hayaller. Aradaki gizemi çözüp Dhrazma'ya ulaşmadan önceki son sınavı da geçer ikilimiz. Dhrazma ise içinde tarlaları ve ormanı ile devasa büyüklükteki dört tarafı kapalı değişmişlerin kentinde uykusundan uyanmıştır. Kutsal yazıların ise aslında D-Lnin günlüğü olduğu ortaya çıkmıştır. Ilpea diğer Sioux'yu kandırıp çünkü şifreli yazıyı sadece o okuyabilir, günlükleri çevirtir. Dhrazma o kadar da güvenilir değildir, Levityan'ın katili midir nedir? Dhrazma ise tanrıların hayatta olan ilk nesil çocuğu olduğunu söyler. Rondeva gibi Lien gibi. İlk nesil ana babaları yani ilahların gerçekliğini bildikleri için Azad'dan dışarıya çıkamazlar. ama Rondeva ile Lien'in ruhları D-L ile birlikte kaçabilmiştir. Daha doğrusu tanrıların bir kısmı serbest bırakmıştır. Giddar'ın ve evrenin hikayesi şudur. 9 seviye vardır: Birler, bir düşünce bir hayaldir, maddeleşirler İkiler olurlar. Enerjiyi deneyimleyerek hayvan bitki yani 4. seviye olurlar. Bilinçli varlıklar insanlar Beşincidir. Altılar bireyselcidirler ve maddeye gereksinim duymazlar. Ama kararsızdırlar ve Yedilerde mükemmel enerjiye kavuşurlar. Bu aşamada yarım olduklarını keşfederler, diğer yedilerle birleşip sekizler olurlar. Sekizler ol diyince var edebilenlerdir. Yaratımları bilinçli seviyelere kadar sınırlıdır ama. Dokuz ise her şeyin kendisidir. Vakti zamanında onüç ışık , ilah buraya düşmüştür. Sekizler taifesi hapis bırakıldıkları burada yaratıma geçerler.Maddeleşmeye geri dönmek istediklerinde çiftlere ayrılmışlar. Fakat bir tanesinin yarımı onu buraya hapsedenlerden olmuş. Bu yalnız tanrıça Eranil-Es diğerlerinin de korktuğu bir zırdeliliğe o yüzden kavuşmuş. Aralarındaki cinsel münasebet neticesi insanlar doğmuş, yüzyıllar yaşayabilen çeşitli güçlere sahip insanlar. Bunlardan birinin içine aşkı da doldurup güçlendirip Eranil-Es'in karşısına eş adayı olarak çıkarmışlar. Dhrazma içte bu şahıs. Eranil-es dalga mı geçiyonuz benle bu böceği öne sürüp demiş. Dhrazma'yı içindeki aşk ateşi ile kapısında köpeği yapmış. Fakat tanrılar görmüş ki çocukları kendi enerjilerini çalıyor. Öldüklerinde ise ruhları yani enerjileri evrene yayılıyor. Giddar etrafında Azad'ı yapmışlar. Ruhlara ve insanların deneyimleriyle enerjiye hükmediyorlar. Diğer yandan da düştükleri seviyeden tekrar yükselip hapislerinden çıkamadıkları için insanlardan da nefret ediyorlar. Aslında rahat huzurlu yaşıyorlarken kendi çocuklarını öldürerek dev bir katliama giriştikleri için diğer sekizler tarafından Giddar'a hapsedilmişler. Yani bu durumun öncesinde de farkındalar. 3 bin yıl önce ise iki varlık, yedilerden,  Giddar'a düşer. Aslında olanları görüp buraya bir müdahil olalım arkadaş demişler. Zaman ve gerçeklikle oynayabilen bu varlıklar yani D-L, tanrılar tarafından güçleri deneyimleri için takip ediliyorlar ama büyücü kralın yandaşı oluyorlar. Şimdi ise kuzeyin tanrıları dev bir tapınak inşa ettiriyorlar. Bunun vasıtasıyla Giddarın üzerindeki tüm yaşamı ve diğer ilahları yokederek güçlerini kendilerine odaklayıp bu hapishaneden kaçabilecekler. Ki aslında DL nin güçlerine de ihtiyaç duydukları için onlar Azad'dan serbest bırakmışlar. Yaşamın yok olmaması için bu piramitin inşası durdurulmalı. Güneyli krallıkların temsilcilikleri dini zorla yok etme stratejisini uygulayan yayılmacı imparatorluğun zorlamasıyla biraraya gelir çoğu geçici bir ittifakta birleşir. Duvarın güneyinde devasa ordular piramiti istila etmek için kuşatma başlatacaktır. Siox ve Venesis'li grup ise yıldızbüyüsüyle piramide sızmaya çalışacaktır. Gruba 10 kişilik birbirinden garip Arkonyalı temaşaası eşlik edecektir. Bu arada Shalorn huysuzluk çıkarmaya başlamıştır. İnançlarından sıyrılamamaktadır bir türlü. Memleketi Venior'a yapılacak saldırıyı da hazmedememektedir. Kardeşine verdiği söz yüzünden onu da terkedemez. İşgal ordusuna Dhrazma ve ordusu da katılır devasa gücüyle. İçinde Selinas'ın da olduğu ki piramitin inşasında çalışmıştır eskiden, grup piramit yakınına transfer olur. Ama hem Dvorak rahibeleri hem de Venior şövalyelerinin kucağına düşerler. Venior'un kurucu kralı devasa bir suskun olarak peydah olur. Shalorn kendi hayatını ona sunar. Sioux gerçekliği gösterip Val Korn'u ikna eder. Ama binyılların zamanıyla küle dönüşür. Düşmanlar bunu görünce daha hiddetli saldırmaya başlar. Regeda da sonunda mefta çok şükür. Neyse piramidin girişine varır ikilimiz koridor boyunca ilerler. Bu arada Selinas da hayatını kaybetmiştir. Durum o kadar kaotiktir ki suskunlar da gelemez olmuştır dünyaya. Çünkü tanrıların suskunları da Azad'da savaş halindedir. Koridor boyunca Sioux ailesini terketmiş olan annesini görür. Tanrıçama ihanet edip seni uyarmaya geldim, merkez odaya girme felan der. Girerler. Merkezindeki odada insan boyutlarındaki kutu açılır ve içinden büyücü kral çıkar. Binlerce yıldır meğerse tanrıların birinin suskununa dönüşmüştür. DL yi etkisiz hale getirip kendi gücünü de etkileyip piramidi çalıştıracaktır. Kendisine de tanrısallık sözünü vermiştir kuzeyin ilahları. Neyse pırt pırt bizimkiler büyücü kralı öldürür. Venesis de yok etme büyüsünü kullanır mecburen. Şok dalgasıyla etraftaki herkes bayılır. Savaş alanında da bu hissedilir ve güneyli krallıklar birleşip imparatorluğa karşı savaşmaya başlar. Nihai hedef yokedildi ya sonuçta. İşin acıklı kısmı Dhrazma da kendi tanrıçasından aldığı emirle imparatorluğa karşı savaşa katılır. Ilpea ise güçlerini kuzeye sura yönelterek kaybolan kahramanlara ulaşmaya çalışır. Savaşa kuzeylileri de müdahil etmeye çalışmaktadır.Siox Venior'a götürülmüştür. O da babası gibi idam edilecektir. Venesis'ten uzaklaştığı için güçleri kısıtlıdır. Venesis ise Sheilan'a tutsaktır. Savaş alanına götürüp işte bu sizin eseriniz biz ise bu savaş içinde geçen acıyı ne bileyim duygu deneyimi kendimize aktarıyoruz nıhahha diye nispet yapar eski tanrıçası.  Dhrazma'yı saldırmaması için iknaya çalışır Venesis. Ama gözleri arkasında canavar şeklinde beliren Eranil-es'in kötülüğünü görmemektedir. Verenis Eranil-es i kızdırıp kendine saldırtır. Böylece Dhrazma da artık uyanmıştır. İdam sehpasındaki Sioux'un yardımına ise Luka erişir suskun olarak. Ağzını çözünce yanına Levityan'ı çağıran sihirli sözlükleri, çok zor değil Levityan!, söyler ve Venesis ile birlikte kavgaya tutuşan Eranil-es Sedon'un tapınağında belirir. Luka'nın kolyesiyle tanrıçayı yenip enerjisini hapsederler. Daha doğrusu onu provoke edip tanrıları da öldürebilen Siox'un kılıcını devreye sokarlar. Luka da ölür. Artık diğer ilahlar da tırsmıştır. Eranil-es'in ölümü de Dhrazmayı lanetinden kurtarır. İki ordu büyüyle geri döner. Geri kalan güneyli ordular kuzeylilerle tutuştukları savaşı terk edemez. Kahramanlar Gillean'a yerleşirler. Bitti.

26 Ekim 2014 Pazar

Echtra - Sky Burial (2013)

Fauna'nın dinlediğim otantik tarla kaydından aldığım gazla akraba proje Echtra'ya da bir göz atayım dedim. Göğe gömme geleneğini konu alan çalışma 23 dakika süren 2 parça içeriyor. Göğe gömme ise Tibetli budistlerin ölenlerin cesetlerini akbabalara emanet ettiği bir ölü gömme adeti. Sonra rahipler kemikleri son bir sıyırıp artık öğütüyorlar mı ne. Bu noktada her şey yeterince iğrençleştiği için fazla detaya girmeye gerek yok. Sadece tarihsel olarak benzer bir geleneğin Zerdüştlere ve hatta duvar resimlerine bakarak Çatalhöyük'e kadar götürülebileceğini bilsek kafi. Yine çaktırmadan kültürlendik, hadi iyisiniz :) Bu çalışma da Fauna'da olduğu gibi doğal ve karanlık ve ağır ve yavaş atmosferi dinleyiciye geçirmekte pek bir maşallah başarılı. İşin aslı tek dişe dokunur özelliği bu. Çünkü dark ve neo folk yapıyor gibi de biraz drone katıyor da ne öyle oluyor ne böyle. Minimalistleri bile sıkacak tekrarlamalarla ilgi çekmeyen melodileri; bir kaç tane, -ler dediysem ağız alışkanlığı, de hesaba katarsak canlı canlı mezara girme daha doğrusu bu örnekte daha ölmeden ölüm kulelerine terkedilme  duygusuyla daha fazla başedemeyeceğimi anlıyorum. Ha aradığınız böyle bir deneyimse buyurun buradan yakın.

6,0/10

Antonin Dvorak - The Slavonic Dances (Szell, 1965)

1800'lerin sonu, pek anlaşadığım romantiklerin sosyal ortamları bastıkları dönemler, milliyetçilik politikanın dışına da taşarak kendini tanımlamaya çalışıyor vessair. Dvorak da Brahms'ın Hungarian Dances'ından esinlenerek Çek olsun Leh olsun oradan Ukrayna'ya Slav halk danslarında etkin olan ve salonlara da sirayet eden müzikal formları kullanarak besteler yapmaya başlar. Opus 46'nın yakaladığı başarıyı Opus 72 takip eder ve bu iki çalışma Slavonic Dances'ı meydana getirir. Kimi zaman yavaş temposuyla ya da dramatik kurgusuyla nasıl dans edildiğini anlayamadığım ama geneliyle benim bünyeme göre fazlasıyla mutluluk saçan, Furiant formunun aşırı hareketli özelliğinin yansıtıldığı Opus 46'ın başı ve sonundaki bölümler veya 72'nin sondan 2. parçası gibi, şaşaalı parçalar bunlar. İtiraf etmek gerekirse karşımdaki o kadar büyük bir şey ki tam dibinde duruyorum, bir kıçına bir başına dokunuyor , heh he, ancak tümüyle idrak edemiyorum. Klasik müzik dinleyicisi olmadığım zaten aşikar ve bu çalışma beni bir boy aşıyor. Keşke bol bol zaman olsa da parça bazında eğilebilsem. Skocna formuyla yapılan parçaların neşeli şirinliği, yaylı çalgıların 72-5. parçadaki faaliyetleri, kısacası detaylar müthiş. Atmosfer bir hayli erken dönem Disney filmlerinin havasını andırıyor. Uzun lafın sünnetlisi; şimdilik ara verdiğim bu çalışmaya şu anlık anlayabildiğim kadarıyla değerlendirebildim, ciddiye alınmaması şerhiyle lütfen.

7,25+/10

Niklas Luhmann - Refah Devletlerinin Siyaset Teorisi

Niklas Luhmann kuramını yaptığı sistem teorisi ile bilinirliğe ulaşan ve çok farklı alanlarda eser üreten Alman bir sosyolog. Kendi ülkelerinin dışına karşı kısmen duyarsız olan Anglo-Sakson dünyasında da işte bu yüzden tanınırlığı kısıtlı. Kitabı okurken kendi kendime sık sık İskandinav ülkelerinde en başarılı örneği konan refah devletlerinin siyaset teorisini işlediğini hatırlatmak zorunda kaldım. Zira bahsettikleri bu coğrafyadan bakınca öyle bir şey yok! dedirtmedi değil.
Düşünür günümüzün en acil sorunlarını ele alabilecek en iyi yolun cemiyeti siyasi veya iktisadi alanda iktidar eleştirisine tabi tutmak olmadığını ki marksizmin reaksiyoner siyasetini bu kıstaslarla tanımlıyor, cemiyeti sistem/çevre tahliliyle değerlendirmek olacağını belirtiyor. Kitabın daha en başında devleti toplumun işlevsel sistemlerinden biri olarak görerek kendini eleştirel kuramlardan ayrı tutuyor.
Toplum, insanlar arasındaki muhtemel bütün iletişimi düzenleyen en kapsamlı sosyal sistemdir. Siyasal sistem, toplumun alt sistemlerinden biridir ve siyasal sistemle birlikte din, ilim, eğitim, iktisat, aile gibi diğer sosyal sistemlerde ayrımlaşmıştır. Bu alt sistemlerin her biri toplumu kendisine has bakış açısından görmekte ve sistem/çevre perspektifi ile değerlendirmektedir. Binaenaleyh iktisadi sistem ve eğitim sistemi siyasal sistemin çevresini oluşturduğu gibi aynı şekilde siyasal sistem de eğitim ve iktisadi sistemin çevresini teşkil etmektedir. 
Toplumun insanlardan değil insanlar arasındaki iletişimden oluştuğunu söyleyen yazar, toplumsal gelişmeleri de iletişimdeki randımana bağlıyor. Gelişmeye bağlı olarak hem hassasiyet hem de kayıtsızlık artmıştır. Bir meseleye alaka gösterilmesi diğer her şeye duyarsızlığa sebep olduğundan toplumsal gelişme sonucu kayıtsızlıktaki artış daha fazladır. İşlevsel sistemlere ayrılan modern zamanların cemiyetinde eskinin tersine merkezi bir organ olmadığının altını çizer Luhmann. Ne devlet ne de siyaset cemiyetin merkezini oluşturur. Bir çok alanda görülen bölgesel siyasetin yaygınlaşması, farklı hayat tarzları, yerelliğe önem gibi unsurları bu yöndeki mental değişimin sonucu olarak değerlendirir. Bu dönemin devlet tarzı olarak gördüğü refah devletinin amacını ise içtimai alanlarda ortaya çıkan imkanların ahenkli hale getirilerek birbirleriyle kombine edilmesi şeklinde sunar. Hiyerarşik bir düzende gerçekleşen emir/itaat biçimdeki eski tarz iletişim, vakti geçmiş bir modelin parçasıdır.
Sistem kendini referans alarak operasyonel hale gelebilir. Yani kendini teşkil eden öğeleri kendi üreten ve üreterek yenileyen bir özellik gösterir. Siyasal sistemde alınan kararı, aynı sistem tarafından alınan önceki kararlardan bağımsız değildir ve kendi manasını da sistem içi münasebetler vasıtasıyla kavrar. Bu sayede siyaset ile ilgili bütün halkı siyaset alanına dahil edebilmektedir. Siyaset sistemleri bugün siyaset, yürütme ve kamuoyu biçiminde üçe ayrılır. Devletin görevi yürütmede somutlaşmıştır. Yürütme karar sürecinde kamuoyunu da dikkate almak zorunda kaldığı için siyasal iktidarın asimetrik niteliği kaybolmuştur. Yürütme ve kamuoyu arasındaki bu denge neticesinde merkezileşmenin yok olduğunu ileri sürer yazar. Zaten bu farklılaşmış sistemlerde sistemin iç yüzünü görecek imtiyazlı mevkiler de bulunmaz.
Bu alt sistemler elbette birbirleriyle münasebet halinde olmakta ve birbirleri hakkında doğruluğu sınanmış bir takım tecrübi bilgileri günlük bilgiler halinde formüle etmektedirler. Böylelikle bir siyasetçi siyaset sahnesinde meydana gelişen değişmelere karşı kamuoyunun nasıl vaziyet alacağını ve nasıl tepki göstereceğini bildiğini zannetmektedir. .. Sistemler birbirlerine karşı şeffaf olmayışlarına dayanarak kendi aralarında karşılıklı etkileşim ilişkileri kurmakta ve bu karşılıklı etkileşim içinde belli bir şeffaflık kazanabilmektedirler.
Siyasetin yenilikçi ve muhafazakar şeklinde kodlandırılması da gerçekliğini yitirmiştir. Muhafazakar pozisyon muhafaza edebilmek için bir çok şeyi değiştirmek isteyebilir. Hakeza tersi durum da odoğrudur.O yüzden cemiyetin ana meselesi değişim değil istikrarsızlıktır. İstikrarsızlığın sebebi değişimin gerektiğinden fazla ya da az olmasından kaynaklanır. Çözüm değişimin temposunun ayarlanması değil yeterli derecede beklenti güvenliğinin oluşmamasında yatmaktadır.
İletişim birimi olarak en etkili araçlar hukuk ve paradır. Büyük örgütsel sistemlerin inşasında önemli roller üstlenmektedir.Lakin bu iki aracın fazlasıyla kullanımı bürokrasi üzerinden toplumsal problemleri doğurmaktadır. İnsanın refahını seneden seneye sonsuza dek yükseltmek mümkün olamayacağından meselenin büyümenin arttırılmasında değil dengelenmesinde olduğu vurgusuyla çalışmayı neticelendirebiliriz.


Eğer her şey telafi edilmek zorundaysa, o zaman telafinin kendisi de telafi edilmek zorundadır.