30 Eylül 2011 Cuma

Camaron de la Isla - La leyenda del tiempo (1979)

Vay, vay, vay. Tatilde kulağımdan düşmeyen bu albümü canım flamenko dinlemek istediğinde yüklemiştim. Hayatta doğruları ıskaladığım gibi türü tutturma da da başarısız olmuşum ki bu albüm kulağıma bir garip geldi,  flamenko ama bir garip. Türün yeni akımıymış, yani progresif flamenco gibi bir şey. Evet oleyler, müzikal olarak hızlı ritimler, el çırpmaları, tutku ve tabiki büyüleyici bir vokal var ki karizma vücut bulmuş ses olmuş akıyor Yarab! Ama bayan vokal yok ve üstte saydığım her kalem alışılageldik paradigmaları taşımıyor. El çırpmaları otomaktikman perküsyon gibi kullanılıyor, ki albümün vurmalı çalgılar ve düzenlemeleri çok etkileyici. Piyano, elektro gitar, Hint bağlaması sitar, hammond gibi türe göre değişik enstrümanları albümde duyabilmek mümkün, tempo değişken sayılabilir. Şarkılara gelelim, la Layenda del Tiempo garip ritmi ve caz rock'a göz kırpmasıyla ilgi çekiyor. La Tarara'daki vokal performansı alıp götürüyor, önünü seçemediğin zemher zifiri karanlıkta pervane gibi dönmekten ibaret bir dans gibi baş döndürücü, karayip tropikana salsa çaça artık ne deniyorsa öyle bir etki ise Volando Voy gibi eğlenceli bir şarkıda ortaya kçıkabiliyor. Sitarlı şarkı Nana del caballo Grande ise balad kıvamında. Bu pek bi sevdiğim şarkılarla birlikte 10 parça yaklaşık 40 dakika keyif dolu sevgi dolu tutku dolu bir yolculuğa sizi sürükleyebilir.

8,50/10

28 Eylül 2011 Çarşamba

V.A. - Ladies' Jazz Vol. 3 (2007)

Nedense toplama caz albümleri hep Polonya yapımı çıkıyor. Buradaki derleme de türe ses katan bayanların eserlerini içeriyor. İşin içine vokal girince doğal olarak vokal-jaz, smooth-caz ve pop-caz gibi nağmelerle tanımlayabiliriz yapılan işi. Albüm zayıf değil, bilakis türe çok aşina olmasam da Patricia Kaas, Norah Jones, Madeleine Peyroux, Ella Fitzgerald gibi isimlerin varlığının gayet iddialı olduğunu söyleyebilirim. Coverlanan şarkılar da öyle. Ne me Kötoğ Pa (Fransızca her nasıl yazılıyorsa)'nın İngiliz versiyonu I Want You, John Lennon'ın cazın vokal kısıtlarını esip geçen Eva Cassidy ve akustik gitar eşliğinde yeniden anlamlanan parçası Imagine, pek çok yorumu bulunan Perhaps,Perhaps,Perhaps ve aslı Sting'e ait Shape of My Heart ve büyük ihtimalle cover Besame Mucho. Sırasıyla vasat, süper, eh, ı-ıh, iyi. Pek ısınamadığım latin caz örnekleri de içeren bu albüm kuul olmakla beraber vasatın iki değil bir kademe üstünde.

6,50/10

26 Eylül 2011 Pazartesi

Overlorde - Return of the Snow Giant (2004)

Bu albümü dinlerken aklıma gelen gruplar: Iron Maiden, Judas Priest, Deep Purple, Savatage, Led Zeppelin. Tarzı anladınız sanırım. Özellikle gitar pasajları ve vokal grubun güçlü yönleri. Yüksek notalara çıkmakla birlikte tizlikten kaçınan tatlu vokalin ismi Bobby Lucas nam-ı diğer deri ciğer. Ve bu adamın çalışmış olduğu gruplar ise Overlorde, Seven Witches, Exhibition, Morbid Sin. Yani metal dünyası  bu adama ya da belki de kendi kendisine yazık ediyor. Sevelim bu adamı, şefkat gösterelim. Albüm güçlü eğlenceli soundu ile keyifli bir dinleme sunuyorken maalesef her şey bu kadar güllük gülistanlık değil. 1 saat süresi biraz uzun, arada mutlaka sözsüz geçişler yer almalı ki enerjik kayıt insanı yormasın. Her ne kadar bestelerin hiç biri vasatın altına düşmüyorsa da ve özellikle hızlı ritimleri My Disease ile Mark of the World'u bir miktar daha fazla sevmeme sebep oluyorsa da grubun besteceliği en iyi oldukları alan değil. Her şarkı ara ara parıldayıp gözümüzü kamaştırsa da kısa süre içinde zihnimizde anılarının silikleşip yok olması kaçınılmaz bir son.

7,75+/10

25 Eylül 2011 Pazar

Brandon Sanderson - Mistborn II : The Well of Ascension

Tatilde çok kitap okudum, fırsat buldukça notlarımı düşeceğim. Mistborn serisinin ikinci cildi ile devam ediyoruz. Lord Ruler'a karşı kazanılan zafer ardından politika ve entrikalarla dolu bir dünya içinde boğuluyoruz. Bir yandan dört taraflı bir iç savaş tehdidi sürerken diğer yandan da sislerle örülü, mecazen demiyorum, gizemi aralamaya çalışan kahramanımız biraz da manipülatif kafa karışıklığı ardından Elend ile ilişkisini ve kendini sorguluyor. Maalesef yazarın çok da güçlü olduğu bir alan değil bu. İlk kitaba göre politikanın ağırlık kazanması sürükleyiciliği baltalıyor. Bu gibi sebeplerden dolayı ilk cildi okurken aldığım hazzın oldukça gerisine düştüğünü söylemek mümkün. Yine de emsalleriyle kıyaslanamaz.
spoiler
Elend Luthadel'in kralı olmuştur. Ama kendi yazdığı yasaya göre skaa, soylu ve tüccar sınıflardan müteşekkil bir meclis vardır ve hatta meclis kralı görevden alabilmektedir. Bir nevi cumhuriyet. Vin sevgilisini geri kalan ekiple suikastlara karşı korumaktadır. Ancak kent elegeçtiğinde Lord Ruler'ın istiflediğini düşündükleri atium hiç bir yerde bulunamaz. Kontratla Vin'e bağlı Oresur ise Vin'in talimatı ile köpek vücudunu alır ve kitap ilerledikçe kandraların karakteri hakkında, örneğin onları Lord Ruler'ın yarattığı gibi, bazı detaylar öğreniriz. Ayrıca şehirde esrarengiz bir mistborn daha dolaşmaktadır. Aslında bu kişi kenti kuşatan Elend'in babasının gizli oğludur. Biraz da akıl sağlığı yerinde olmayan bu şahıs Vin'in kafasını karıştırıp  politikaya oyuncak olmayacakları, kaderlerinin kontrolünü kendilerinin ele alabileceklaeri planı ile kendisiyle gelmesi için ikna etmeye çalışır. Vin sonradan işine çok yarayacak aluminyum bakır karışımı bir metal birleşimi yaratır. İçindeki tüm metalleri bir kaç saniyede tüketmesine rağmen mistborn güçlerinde kısa süreli bir arttırım sağlayabilmektedir. Bu arada diyardaki köylere yeniden kültür aşılamaya çalışan Sazed sislerin insanları öldürmeye başladığına tanık olur. Bu arada Inquisitorlara katılmış olan Marsh yanına gelip Sazed'i eski bir üsse götürür. Orada yazıtlarda Hero of Ages'i bulan bir Terrisman bilgisinin uyarısını bulur ve alelacele kopyasını alır. Bu yazıtlarda sonradan Lord Ruler kimliğine geçecek adamı (Rashek) kendisinin deepness a karşı diyarı koruma amacıyla yolculuğa çıkan Alendi ismindeki kahramanın yükseliş kuyusuna varmasını engellemek için görevlendirdiğini yazmaktadır. Sazed vedilikle Luthadel'e arkadaşlarını arasına gider. Ve kentin Elendin babası Lord Venture, ayrıca Lord Cett ve akılsız dev benzeri koloss ırkından bir ordu kurmayı başarmış Lekal tarafından kuşatıldığını görür. Elend bir yandan bu üç ordunun kuşatmasına şehri hazırlarken diğer yandan da bu orduları birbirine düşürmek için planlar yapar. Kral gibi görünüp davranabilmek için Tindwyl isminde hatun bir Terrisman'dan yardım alır. Sonradan Sazed, Tindywil ile deepness in kökenini araştırırken yakınlaşacaktır. Diğer yandan da şehirde bulunan bir iskelet ekibin çevresine bir kandra casusun sızdığına işaret eder. Vin herkesten şüphelenmekle beraber nihayetinde Demoux isminde bir muhafıza yoğunlaşır. Ki aslında bu şahıs şehirde Kelsier etrafında bir din oluşturulmasına yardım etmektedir. Vin Elend ile birlikte babasının kampına anlaşma için gittiğinde saldırıyı ancak Vin'in ne kadar güçlü olduğuna dair tehditleri ile önleyebilirler. Zaten Lord Venture'un mistborn olan diğer oğlu Zane ile de arası iyi değildir, her ne kadar onun ordusu için çalışsa da. Bu arada meclis olaylardan iyice etkilendiğinden dolayı Elend'i görevinden azleder. Yeni adayların seçildiği oturumda da gizlice kente gelmiş olan Lord Cett adaylardan biri olarak gösterilir ve ordusunun ikibin kişilik kısmı ile şehrin içine yerleşir. Vin sisin içinde hayalet görmeye başlar. Düşman olarak addederken aslında bir şeyler anlatmaya çalışır bu yaratık. Yeni kral seçiminde ise Elend'e suikast düzenlenmeye çalışılır. Vin alteder. Ancak sonradan bu suikastın planlayıcı olmasına rağmen Zane , Cett'in emriyle yapıldığına dair Vin'i kandırmayı başarır. Sonra devam eden oturumda Cett'i aday gösterenler bile şehir içindeki bir soylu olan Lord Penrod'a oy verirler. Oyun içinde oyundur zira meclis üyelerinin çoğu  şehri Lord Venture'a teslim etmek isteyen Penrod'u seçtirmek için uğraşmıştır. Elend tek başına eski arkadaşı Jared'i ikna etmek için kampına gider. Tehlikeli kolossları sahte para ile satın alan Jared'den umudunu keser. Koloslar ise insanları taklit etmeye başlamıştır. Vinse Zane ile birlikte şehirdeki Cett'in karargahını yerle bir eder. Ama Cett'i vicdanen öldüremez. Daha sonraki bir günse Zane artık Vin'i şehirden ayrılmaya ikna edemeyeceğini anlayınca mistborn'a saldırır, babasının istediği gibi. Kandra casusun ise kitabın başından beri Oresur olduğu ortaya çıkar. Daha doğrusu Zane'in kandrası Oresur'u öldürüp bedenini almıştır. Atium kullandığı için Vin'in ölümü kaçınılmazdır. Ama Oresur'un yerine geçen kandra son anda Vin'le kitap boyunca geçen yakınlaşma neticesinde ona bir kandra sırrını açıklar. Güçlü bir mistborn kandraların zihnine girip onların vücudunu kontrol edebilir. Bu sayede cendereden kurtulup Zane'i atiumsuz olmasına rağmen, rakibinin gelecekteki hareketini görüp bunu karşılamak için harekete geçince ortaya serdiği açık sayesinde, öldürebiliyor Vin. Çünkü o esnada beynini boşaltmıştır ve Zane'in önleyici hareketini görünce ters yöne hamle yapar. Kandra da kontratı sonlandığı için yurduna dönüyor. Vin sonunda Elend ile evleniyor. Sazed ekibin verdiği kararla Vin ve Elend'i genç Spookla birlikte yükseliş kuyusunu bulmak için ikna ediyor. Güya Vin efsanelerde geçen Deepness'ı yenecek kahramandır. Aslında sona hazırlanan kentten onları kaçırma planıdır ki ekip savaş sonucunda ölmeye yazgılı olduklarının bilincindedir. Sonunda kolosslar acımasız saldırıya başlar. Lord Venture ise ordusunu geriye çeker. Şehir yerle bir olduğunda kurtarıcı olarak kente girip geriye kalan kolossları öldürmeyi planlamaktadır. Cett'in ordusu ise aldığı ilk yenilgi sonrası olanları izler. Bu savaşlar neticesinde kim kazanmaya yakınsa ona yardım ederek bağlılığını sunacaktır. Şehir dışına çıkan Elend ise Jared'e rastlar ve kolossların sahte paraları yandığı için isyan ettiklerini öğrenir ve Jared'in kafasını keser. Zaten kitap boyunca karakter açısından Elend'in kuvvetlendiğini görürüz. Spook ise aslında ölmemeleri için şehir dışına çıkartıldıklarını itiraf eder. Zaten Vin de kuyunun kuzeyde değil şehrin göbeğinde olduğunu sezer. Geri dönerler. Vin hoplaya zıplaya büyü yardımı ile diğerlerinin önüne geçer. Şehirde tüm direnişe rağmen Dockson, Tindywil, Clubs ölmüştür. Lord Venture ise şehrin yıkımını izlemektedir. Vin şehre vardığında kandraya uyguladığı yöntemi kolosslar üzerinde dener ve başarılı olur. Koloss ve Luthadelli ordu ile Venture'un ordusuna yönelir. Lord'u bir çırpıda öldürür. Cett ise kızının iknası ile Luthadellere yardıma amacıyla savaşa katılır. Sonunda Vin, Elend i imparator seçtirerek, Cett'i, Penrod'u  ve Venture'un kumandanını alt-krallar olarak atar. Elend dönerken ise Terris diyarının Inquisitorlar tarafından yağmalandığını ve sadece Sazed'in Terris meclisinden sağ kalan tek kişi olduğunu öğrenir. Ortalık durulduktan sonra Elend, Vin Ham, Spook Lord Ruler'ın sarayında gizli mağarayı bulurlar ve Yükseliş Kuyusunu da. Bu arada çalışmalarına dönen Sazed büyük bir gizi ortaya çıkarır, sisten yaratığın dürtmesiyle ve hemen Vin'in peşine düşer. Fakat Marsh planımızı engelleyemezsin diyip Sazed'e girişir sarayın girişinde. Ham onu kurtarsa da geç kaldığını anlar Sazed. Marsh da kaçmıştır. Kuyu daha doğrusu havuzun başında ise sisten yaratık Elend'i pıçaklar. Aslında Vin'in gücü kendine alması için sebep yartmaya çalışmaktadır. Mecburiyetten Vin hemen havuza girer, biraz yıkanır ve ortaya çıkan gücü kendine alıp Elend'i kurtarmak yerine efsanede olduğu gibi Elend'i feda eder ve gücü açığa çıkarır. Ancak sisten yaratık ortaya çıkıp Vin'e kenardaki metal parçasını gösterir ve ölmek üzere olan Elend bunu yutunca allomantic güce kavuşur ve kendi kendini vücudu iyileştirmeye başlar. Böylece bu diyara bu büyünün nasıl yayıldığı ortaya çıkmış olur. Sazed ise Inquisitorların terkedilmiş kalesindeki yazıtı tekrar incelemeye gider. Aslında kopyasındaki belli kelime ve anlamların ezberindekine göre değiştiğinin farkına varmıştır. Yazıtta da başta şu uyarı vardır: Çeliğe yazılmayan şeylere asla güvenme ve yazıtın sonunda Alendi yükseliş kuyusuna asla varmamalı, oradaki gücü asla serbest bırakmamalı diye yazar. Yani efsaneleri ve kağıda yazılı şeyleri değiştirip kuyudan kendini serbest bırakmak için uğraşan bir varlık Vin sayesinde amacına ulaşmıştır.

Colin Stetson - New History Warfare Vol. 2: Judges (2011)

Garip, bayan vokal yardımı dışında tüm sesler bir saksafondan çıkıyor. Saksafonun bile sesini ayırt edemiyorken perküsyonumsu tıkırdıların ve efektlerin, tabiki ses mühendisliği ve mikrofonlar sayesinde, teknoloji ve yaratıcılık!, de saksafondan çıktığını öğrenmek oldukça şaşırtıcı. Yalın ve temiz bir sounda sahip olan albümdeki şarkılar yine de bir kaç farklı katmandan oluşuyor, tıkırtılar, yükselip alçalan ölçülere dayalı bol yinelemeli saksafon melodileri gibi. Kısa, sözsüz parçalar var, konuşma sampleları ve  bluesy şarkılar var. Genellemeler yapmak yakışıksız olur, çünkü köken caza dayansa da, ki sanatçının geçmişine dyanarak belirleyebiliyoruz bunu, türün  ismini bile koymakta zorlanıyorum. Başladığımız gibi bitirelim. Garip.

7,0-/10

Septic Flesh - The Great Mass (2011)

Grubun azcık doğuya (batı avrupaya göre, grinviç) meyilli death metal üzerindeki hakimiyetlerini tartışamayız zaten.Senfoni kısmını ise önceki albümüne kıyasla ilerlettiklerini müyevazi olmayalım aştıklarını söyleyebiliriz. Dinlenebilir dengeyi maksimize edebildikleri için senfoni uğruna metali hatta ve hatta müziği kırpan diğer bazı grupların durumuna düşmemelerini de takdir ediyoruz. Yine de can sıkıcı bir şeyler var. Clean vokaller gibi. Olsun elbette ama böyle de olmasın.

8,25/10

24 Eylül 2011 Cumartesi

Magnetic Man - Magnetic Man (2010)

Bas ağırlıklı dubstep kökenli parçalarla I Need Air gibi benim bile  itici bulduğum radyo tarzı şarkılar arasında gelgit yapan bu çalışmanın amacı aşikar. Bu türü elektronikayla harmanlayarak ki dubstep sevenler derneği tarafından bu sebeple albüm yerden yere vuruluyor, türü popüler kulvara taşımak. O yüzden ortaya çıkan ürün biraz dengesizlikler barındırabiliyor. Ancak öyle beatler, derin bas zımbırtıları ve vokal destekleri var ki bayıldım.
 İngiltere'ye özgü hiphop vokal tarzı ile katılan Ms.Dynamite parçası Fire, tekno ile dubstep melezi Anthemic, Rotting Christ'in tez zamanda cover'ını yapmasını dilediğim The Bug, bas ritimleri ile melodiyi kaynaştıran Mad ve tabiki ilginç klibi ile beni grupla tanıştıran Geting Nowhere keyifle dinlediğim, parmaklarımla, boyun hareketlerimle eşlik ettiğim parçalar oldu. Özellikle sözsüz ve bas ağırlıklı şarkıları arka arkaya dinlemenin daha keyifli olacağını düşünüyorum.

7,50/10



Xasthur - To Violate the Oblivious (2004)

Depresif black metal namına bir şey bildiğimi pek söyleyemeyeceğim. Xasthur, Shining, Forgotten Tomb ve Leviathan gibi grupların sadece isimlerini duydum.Şimdi iki tür karanlık, depresif atmosfer şekilleniyor müzik aleminde. Biri melodram ağırlıklı, Anathema, Katatonia ve Sentenced gibi örneklerde  karamsarlık vücut buluyor. Kimine göre tırt , bense bunları tercih ediyorum. Diğeri de bunaltıcı, boğultucu, dinlemesi sıkıntı verici, çürümüş toprak kokulu, Allah'ım yeter artık dedirten cinsten. My Dying Bride gibi. İşte Xasthur'u da bu takıma dahil edebiliriz. Müzikal olarak aslında atmosferik black sularına daha yakınken, o acı çekici çığırtkan vokalle birleşim sonucu işler bunalım kısmına da bağlanıyor. Neticede sık sık dinlemeye elim varmıyor. Çünkü dışarda güneş, ya da yağmur, ya da kar yani hayat var. Canlı canlı mezara girmeye gerenk yok, derviş miyim ben?
Bu nedenle Walker of Dissonant Worlds'un ve başarıyla aksettirdiği atmosferin yüzü suyu hürmetine notumu veriyor, karanlıktan aydınlığa adımlarımı atıyorum.

7,0-/10

23 Eylül 2011 Cuma

Ümmü Gülsüm - Anta Oumri (1964)

Sadece ülkesi Mısır'ı değil sesiyle bütün Ortadoğuyu etkileyen şarkıcı etkileyici bir hayat hikayesine sahip. Ama konumuz müzik. Buradaki kayıt yaklaşık bir saat sürüyor ve canlı. Ahali bağırıyor, çağırıyor, bir alkış kıyamet. Gaza gelmemek mümkün değil. Müzik bize arabeski hatırlatsa da bizimkilerin kötü bir kopyasını aldıklarını düşünürsek haksızlık etmememiz lazım. Ama asıl cevher sesi. Ses disiplinine tanık olduktan sonra sanatçının hangi aralarda nefes aldığını takip eder konuma düşüyorsunuz.
Yalnız anlamadığım bir şey var, 1 saatlik bir şarkı olmaz , aynı şarkının değişik versiyonlarını içerdiğini okumuştum bir yerlerde. Ama sanki aralarda farklı bir şarkı var gibi de geliyor. Sonuçta internetten yüklendiği için tek emin olabildiğim şey albüme ismini veren Anta Oumri ya da İnta Ömri'yi içerdiği. Çünki duyuyorum İnta Ömri dediğini yafu.

8,25/10

Olimpos / Unirock 2011

Olimpos tatilinden döndüm. Tam da istediğim gibi dinlenme ağırlıklı tatilimi bir vadi  ve nehir (bugün çay) etrafında kurulmuş antik kente giden yolun etrafında dizili pansiyonların birinde yaptım. Yazın ve bayramlarda hıncahınç dolu olmasına rağmen bu ayda sakinliği ile dikkat çeken bu tatil yöresinde tercih ettiğim pansiyon Şaban oldu. Kısmen plaja yakınlığı , sakin ama tenha olmayan atmosferi tam da hedeflediğim şeylerdi. Düzinelerce pansiyon arasında seçim yaparken denize yakın olanlarını seçmek önemli bir faktör. Aslında bugüne kadar ağaçevler imajının yarattığı olumsuz önyargılar sebebiyle gitmediğime hayıflandım. Zira oraya göre lüks sayılabilecek bungalowum köhne de olsa tuvalet/banyo içeriyor ve takılı klima ile püfür püfür serinleme imkanı sunuyoru. Zira yatmak dışında niye bu kulübeye giresiniz ki. Köşk dedikleri çardak üç köşesinde oturma minderleri, yerden yüksekliği sebebiyle temizliği ve ortada sehpası ile mis gibi bir keyif ortamı sunuyordu. Yemeğini ye, içkini çayını yudumla, uyu, amuda dikil, ne istiyorsan yap, ama ayakkabıyla girme. Sırtlanıp İstanbul'a getirmeyi bile düşündüm. Yerleşimin ağaçtan pansiyonlar dışında yasak olduğu bu vadideki yol, doğa ile müthiş uyum içindeki (çok daha doğru tabirle doğanın yendiği) antik kente bağlanıyor. İçinde sazlıkların, berrak derenin, kazların olduğu bu rüya gibi kalıntıların ardından hem kumun hem taşın (ki üzerine gayet rahat havlu serip uzanmaya elverişli, hiç rahatsızlık vermiyor) yoğun olduğu ilginç ama keyifli plaja sadece antik kalıntıların ardından ulaşabiliyorsunuz. Tabi bu kente yani plaja girmek paralı, müzekartı olan benim gibi kişilere beleş. Olimpos bu kadar maalesef, kısıtlı bir ortam. Ama Kekova koylarında yüzebileceğiniz, Kaleköy'deki enteresan köyü ve kalesini , antik Myra kentinin kaya mezarlığı ve antik tiyatrosunu gezebileceğiniz günübirlik tekne turuna katılabilir (sadece 50TL) hatta bu turu  4 geceye uzatabilirsiniz. Yakınlardaki bir dağda taşlar arasında antik dönemden beri sönmeden yanan alevleri görmeniz ise biraz meşakkatli olabilir. Turunuz sizi köylünün su kaynağına el koyup HES'leri palazlandıran hükümetimizin özel şahıslara işlettirdiği bu tesise araçla götürüyor. Ardından ise uzunluğu 1 km'yi geçen yer yer yüksek basamaklı yokuş yukarı zor bir parkuru tırmanmak sizin bacak kuvvetinize kalmış. Astımı tutup geriye dönenlerin olduğuna tanığım. Sonuçta evet, kayaların arasından ateş çıkıyor, eee deyip gerisin geri ceylan gibi sekmeye de başlayabilirsiniz, yanınızda eşiniz sevgiliniz varsa büyük ihtimal ateşin başına çömüp birbirinizin koynunda seyre de dalabilirsiniz. Alevlerin , pansiyondaki kamp ateşinde de rastgeldiğim bu büyülü çekiciliğine neyseki biz bekarların bağışıklığı var. Yaz dolasıyla pek faal olmayan  bir rafting, bir yamaç paraşütü, bir arazi taşıtı gibi değişik atraksiyonlara da programlar olduğunu gördüm. Olimpos değil de Kaş ya da Kemer gibi yakın muhitlere götürüyorlar galiba. Böyle.





Unirock üzerine de bir şeyler yazmazsam çatlayacağım. Tamam, organizasyon hakkında yapılan eleştirilerin hemen hepsi doğru. Hatta, amatörlüklerini saklamaya çalışmalarına rağmen egoları altında ezilmeden tut, iptal edilecek grupları son günlere kadar açıklamamakla kötü niyet sergilemelerini de vurgulayabiliriz. Yani, sponsor bulamadık arkadaş gruplar iptal olacak deyip bilet almaya teşvik etseniz , sorunlarınızı kamuoyu ile paylaşsanız ölür müydünüz? Grupları da oyalayarak ülkemizde daha sonra konser yapma olasılıklarını baltalamaya ne hakkınız var? Dünyanın en manyak grubu, Mayhem geliyor, bari bunun üzerinden reklam yapsaydınız, at kardeşim kapitalizm bu, halkların kardeşliği Orphaned Land üzerinden kurulacak diye bröşür felan bas, tanıt kendini yahu. Onu da geçtim niye 2 gün yapmıyorsun? Kısaca bir kere aksilik çıkınca tutunacak tarafı kalmamış. Ee, seyirciye ne demeli? Tamam, İstanbul dışındaki adamı anlarım da, neyi protesto ediyorsun? Mayhem ve Vader için 50 TL fazla mı, Allah aşkına? Bir de yerli gruplara akıl almadık laflarla saldıran bilinçsiz bir kesim hortladı. N'oldu? Elbirliği ile yerli grupların da performanslarını sergileyebileceği önemli bir sahnenin sonunu hazırlamış olduk. Neyse, ilk dinlediğim gruba pek konsantre olduğumu söyleyemeyeceğim, iyi gibi geldi kulağıma, galiba isimleri Undermost idi. Sahaf fuarından (rulezzz) kitap yüklenip gelen bir tip olarak kitapları karıştırıyordum kenarda. Mayhem'e kadar yerimden kalkmadım aslında. Ortam o kadar karanlık ve ıssız bir hale geldi ki, biri şuracıkta beni bıçaklasa ertesi sabah çöpçüler bulur cesedimi düşüncesi aklımdan geçmedi değil. Ortam o kadar ıssızdı ki.. - Ne kadar Jay?
Vahşi batı kasabalarındaki çalıları burada da uçuşurken görebiliyordum. Bu geyik sürer gider. Issızlığın ortasına bizi garkedenlere selam olsun o zaman. Sonrada özellikle gruuvi metal'e selam çaktıkları Kırmızılı albümleri bir dönem oldukça ses getiren Ascreaus sahne aldı. Sahneyi silip süpüren bu grubun albümünü dinlemeyerek hala haksızlık ediyorum ya yazıklar olsun bana. Ardından Vader sahneyi bir salladı pir salladı, beynimizi sevdi. İyi bir şey değil mi bu? Zira brütal death pek sevdiğim bür tür değil ama konser sonrası böyle makineli tüfek top sesi felan dinleyesim geldi. Ondan sonrada yükümü sırtlayıp sahneye yakınlaştım. Mayhem'i de açıkca konuşmak gerekirse Mayhem olduğu için görmek istedim, müziklerine öyle tav olmuyorum. Performans , özellikle görsel anlamda sanki beklentileri karşılamadı gibi, kötü de değil de ne bileyim, zayıf? Deneysel şarkılarını çalarken de seyrcinin biz kısmı da bariz uyudu, sıktı biraz yani. Madem favori grupların yoktu da ne işin vardı diye sorabilirsiniz. Veda etmek için, bu güne kadar keyifli bir çok etkinlik sunan ve hem organizatörü hem de seyircisi tarafından tekedilen yetim, boynu bükük, öksüz Unirock'a karşı bir tür vefa borcum vardı, onun için ordaydım. Metal camiasının dış kapı mandalı  bile olmamama rağmen bu acıklı tablo karşısında hissettiğim üzüntü ile birlikte daha ne yapcam, eve gittim.

17 Eylül 2011 Cumartesi

RETRO: Katatonia - Discouraged Ones (1998)

Feci bir şey bu.

9,25/10

RETRO: Dark Tranquillity - Enter Suicidal Angels (1996) EP

Çok iddialı şarkılar içermeyen bu kısa albüm; Zodijackyl Light, Razorfever, Shadowlit Facade, yine de bir şarkısıyla oldukça tartışmalara sebep olmuştu. Tümüyle bütünüyle sert bir tekno örneği: Archetype. Herkes nefret etti. Ben sevdim. Çünkü death ve elektronika evliliğinin veledlerini hep merak etmişimdir. Bugün nintendocore, transcore ve elektronik deathcoe gibi bilumum örnekler pırtlamaya devam ediyor ve yakın gelecekte de devam edecek gibi görünüyor. Bu tarzlara henüz kulak vermediğim için Archetype ile idare edelim.

8,0-/10

16 Eylül 2011 Cuma

Edip Cansever - Bezik Oynayan Kadınlar

Okuyalı uzun zaman olan bu şiir kitapçığı ile ile ilgili bir kaç satır yazma fırsatını ancak şimdi bulabiliyorum. O da tatile Olimpos'a gitmeden önce şöyle ortalığı toparlama gayretimden kaynaklanıyor. (Evet ben de insanım, tatil ve kafa dinleme ihtiyaç duyduğum şeylerin içinde) Seniha, Cemal, Ester ve Cemile'nin hayatlarını, sessiz duygu fırtınalarını puslu bir pencerenin pervazından dikizleme fırsatı sunuluyor bu kitap ile. Uzun uzadıya alıntılarla bir şey yazmaya hiç gerek yok. Nostaljinin sarılığında, soluk resimlerin eskiliğinde tanık olduğu kasvetli hayatları damarlarında özümseyen okuyucu uzunca bir öykünün duygusal yoğunluğundan farklı bir deneyim yaşamıyor. Kitabın sonlarında kişisel olarak hissettiğim güçten düşme durumu haricinde gayet de muhteşem bir yapıt.

Real McCoy - Another Night (1995)

Evet, abilerinizin ablalarınızın 90'larda nasıl bir müzik eşliğinde eğlendiğini merak ediyor musunuz? Eurodance desem. Bugün emaresi bile okunmuyor ama o günlerde bu lbümdeki şarkıların yarısından fazlasını single olarak çıkartıp alem-i müzika'yı sallım sallım sallayan cengaver bir grup vardı. Another Night, Run Away, Come and Get Your Love, Love and Devotion, ... Evet zaman içinde gümbürdek hallerini kaybetmiş bu parçalar, ve evet erkek vokalin üstlendiği rap kısımlar o zaman bile iticiydi (amma bu türü bu kadar eğlenceli kılan sebeplerin de başında geldiği inkar edilemez) yine de bir Automatic Love, bir Operator belki de o günlerde çok dinlememiş olduğum için şu an bile gücünü koruyan parçalar. Albümün Abd versiyonunda yer alan  Megablast isimli şarkı da şukela. Yükleyecekseniz bu versiyonu bulmaya çalışın yani. Tarihin derimliklerinde yiten bu gruba en derun saygılarımızı iletiyoruz.

7,50+/10

Vampire Weekend - Vampire Weekend (2008)

Yumuşatılmış ska/Afrika ritimleri eşliğinde hipster indie pop-rock. Pahalı restoranlardaki anlaşılmaz menülere benzedi bu tarif. Ama uyuyor, her şeye uyuyor. Kış geliyor, skinny jeanslar ve kafada İnka torunlarının koçan koçan başlıkları.
Ses kirliliğine bulaşmamış, gürültüsüz buna rağmen eğlenceli işte bu birleşimi yapabildiği için kuul bir albüm. Oldukça beğendim. Bazı bestelerdeki yaylı düzenlemeler rock müzikte bu enstrümanların ne kadar ihmal edildiğini gösteriyor.

8,25/10

15 Eylül 2011 Perşembe

Mirkelam - Mirkelam (1998)

2. albümü de ilk albümüyle aynı adı taşıyor. Üstelik sanatçının ismiyle de aynı. Çok orjinal. Bir dönem moda olmuştu bu yurtdışında olduğu kadar yurtiçinde de. Neyseki fazla sürdürmediler. Bu albümde sanırım İskender Paydaşla ortaklık bozuluyor. Yoluna tek devam ediyor Mirkelam. Ve maalesef alaturkaya yükleniyor. Sloganvari, dile pelesenk şarkı sözleri albümü uzun soluklu bir çalışma niteliğine kavuşturamıyor.

5,50/10

Dalriada - Ígéret (2011)

Rate Your Music olmasaydı bu kadar değişik grubun ismini bile duymayacaktım. Macaristan'dan kalkıp folk-metal bizim işimiz diyen grup son olarak hayli iddialı bu albümleriyle arz-ı endam etmişler. Bayan vokal ağırlıklı albümde vokal çeşitliliği ilgi çekiyor, kısa süreli de olsa bayan arkadaş böğürüyor, erkek vokal var, nakaratlarla kısacası bestelerle vokalin dinamik uyumu pek bir ala. Ayrıca vokal olarak Korpiklaani'den de bir şarkıda destek aldıklarını bilmeden önce bile sound olarak bana Korpiklaani'yi hatırlattıklarını zaten söyleyebilirdim. O kadar kafa değil belki, biraz daha ayakları yere basıyor. Ama canlı heyecanlı hal tavırla birlikte keyifli bir dinlence sunmaları ortak noktaları. Kayıt kalitesi de güzel. Aktarılmak istenen aktarılıyor. Intro ve outro'da Macarların şamanik bozkır kültüründen izler duyuyoruz. Ama şarkıların geneli nedense böyle ortak bir folk-metal soundu içeren bir havuz var da oradan besleniyormuş gibi duruyor. Macar kültürü hakkında hiç bir şey bilmiyorum, evet. Ama hani İskandinav folk metali de çok farklı değil gibi buradaki örnekten, daha otantik bir şey bekliyordum açıkcası. Ne bileyim Macaristan'ın dağ köyünden yaşlı bir teyze çatallaşmış sesiyle türküsünü söylese de albümün tam ortasına metal yorgunluğunu giderircesine yerleştirilse.

7,75+/10

14 Eylül 2011 Çarşamba

Kylesa - Spiral Shadow (2010)

Kylesa hiçbi zaman çok karmaşık bir grup olmadı, farklı ritimlerin aynı anda bir gidip bir geldiği, misal Mastodon değiller. Onları cazip kılan şey canlılıkları, genç olmaları, biraz da yaratıcılıkları. Dinlerken kıpır kıpır kıprdanmamanız mümkün değil. Bazı bas gitar pasajları sayesinde psyche ile haşır neşir olduklarını da görebiliyoruz. Güzel yane. Ama ve de lakin sludge'ın poplaşmasına karşıyım.

7,50++/10

Suzanne Vega - Days of Open Hand (1990)

3. albümüyle değişik enstrümanlar örneğinde olduğu gibi çeşitli pop öğelerini müziğine biraz daha yediren Vega, kolay dinlenir, dingin bir müzik sunmayı hedeflemiş görünüyor. Örneğin sabah servislerinde ilk şarkının daha sözleri devreye girmeden uyumamı sağladığı için de bu hedefi tutturmuş görünüyor. Sıkıcılıktan değil de, evet itiraf ediyorum o sınırlarda dolaşıyor, kuul tarzı bu etkiyi yaratıyor. Otantik oryantalizmden beslendiği Room Off The Street farklı olması sebebiyle albümün dikkat çeken parçası. Diğer şarkılar ise bizim aşık, ozan müzisyenliğini andırıyor, her ne kadar popüler öğeler sızdırılsa da. Arkasında yarı kapalı söze dökülmüş bir hikaye barındıran ama müzikal olarak birbirinden ayırt edilmesi zor besteler. Bizim toprakların coşkulu ya da acıklı duygusallığı ise disiplin altına alınmış.

6,75-/10

13 Eylül 2011 Salı

Ian McDonald - Derviş Evi

Bilimkurgu türü içinde ödüllere de aday gösterilen bu ilginç kitap Türkiye'nin yakın geleceğini konu alıyor. Daha önce Brezilya ve Hindistan gibi diğer gelişmekte olan ülkeleri arkaplan olarak seçmiş olan yazar bu romanda nanoteknoloji ile jeopolitikayı birleştirmeyi başarıyor. Dahiyane bir şekilde bize özgü müthiş gözlemleri sunarken İstanbul'un yakın geleceğini şimdiki zamana kolayca taşıyabiliyor. Bazen aşırıya kaçtığı kültürel tanımlar, eminim yabancı bir okuyucuyu usandırıyordur, ile hikayeye konu olan bir çok kişisel hikaye birleşince zor bir okuma ortaya çıkıyor. Nanoteknolojiye olan merksızlığım da cabası. Dolaylı ya da dolaysız sonu bağlayacak bu hikayelerin bazılarının ilgi çekmekten uzak olduğunu da söylemek mümkün. Özer holdingdeki Adnan gibi. Genel değerlendirdiğimde ise okumaktan pişman olmadığım ilginç bir çalışma olarak fikrimi beyan edebilirim. Akılda kalacak mı? Zor.

spoiler
Taksim civarlarında Ademdede tekkesinde kalan bir grup insan üzerinden yükseliyor hikaye.
Tekke'de kendini mahallenin şeyhi ilan eden İsmet isminde bir adamla kalan Necdet, sadece bombacının öldüğü bir intihar eyleminin ardından kendini garip hissetmeye başlar. Geçmişinde psikopatlığa varan davranışları bu şeyhin himayesinde dizginlenmeye başlamış olan karakter patlama sonrası etrafta ecinnileri ve sonra da Hızır'ı görmeye başlar. Gaipten haber verdiği olur. Diğer yandan da yavaş yavaş aklı zayıflamaktadır. Aynı evde ailesi ile kalan sorunlu çocuk Can ise çeşitli hayvanların şeklini alabilen nanoteknoloji ürünü gözlem robotunu patlama sonrası suç mahalline gönderir. Kalbi heyecan kaldırmayacak derecede zayıf olduğu için kulağı tıpayla kapatılmış olan ve sağırlar okulunda öğrenim gören bu çocuk her yaşıtı gibi macera aramaktadır. Ve patlama yerinde gizlice olayı gözlemleyen başka bir robot tarafından kovalanınca işin içinde başka bir şey olduğuna kanaat getirir. Konuyu iyi geçindiği komşusu yaşlı Rum Yorgi'ye açar. 80'lerde sol hareket içinde bulunmuş olan ve o zamanki sevdiği ki darbe sonrası Avrupa'ya kaçan, Ariana için arkadaşlarına ihanet etmiş olan bu adam geçmişin hayaletleri ile yaşamaktadır. Ekonomi ile ilgili üniversitedeki görevinden emekli edilmiş olan bu zat kahvede diğer Rum arkadaşları ile takılmakta ve terör üzerine sanal borsa gibi bir şeyle uğraşmaktadır. Mahallede antikacı dükkanını işleten Ayşe efsanevi Balla Mumyalanmış Adam'ı bulmayı amaçlayan ve çok para getirecek bir iş üzerine eğilerek İstanbul içinde mistik bir yolculuğa başlamıştır. Biraz da çalıştığı Özer holdingin gaz borsasında katakulli işlerle yasaklı İran gazını pazarlamayı hedefleyen bir proje içinde milyoner olma hayalleri kuran kocası Adnan'a kendini ispatlamaya çalışmaktadır. Aile baskısını omuzlarında taşıyan Demre'li Leyla, akrabası Yaşar ve ortağı Aso'nun firmasında pazarlamacı olarak işe başlar. Bu firma nanoteknolojinin en ekstrem formundaki buluşu prototipe geçirmek için sponsor ve ortaklık arayışındadır. Bilgiyi insan DNA'sına yazmak. Yani dünyadaki tüm kitapları midende, müzikleri karaciğerinde saklamak gibi bir şey, anlayacağımız dille. Ama öncesinde yarısı kayıp minyatür Kuran'ın peşine düşmeleri gerekmektedir.
Üç aşağı beş yukarı hikayenin başlangıcı böyle. Ara aşamaları geçip sonlandırıyorum.
Necdet  halüsinasyon görmesine sebep olan bir tür terorist deneyin kurbanıdır aslında. Kendilerini tanrının mühendisleri olarak tanıtan bu grup Necdet'i , ellerindeki nano virüsü Avrupa'ya pompalayacak gaz gönderim merkezine kaçırır. Onları takip eden Can gördüklerini polise aktardığında kendini inandıramaz. Kulaklıkları felan atar, robotuyla tek başına Necdet'i kurtarma planına girişir. Ama Yorgi öncesinde devletin terör saldırıları ile ilgili senaryolar için çağrıldığı akademik bir grubun katıldığı toplantılarında bir binbaşıyı ikna etmeyi başarabilir. Oradan buradan bilgi kırıntıları ile komployu çözerken güvenlik güçlerini harekete geçirmeyi başarmıştır. Sonrasında ülkeye dönen Ariana ile yakınlaşır. Bu romanın sevdiğim bir tarafı sonunda herkes mutlu oluyor. Bu bir. İki: Can kurtarılıyor ve kalbine başka bir cihaz yerleştirilerek sessiz dünyadan kurtuluyor, küçük bir kahraman oluyor tabi. 3. Necdet kurtuluyor. Teröristler virüsü tam gönderiyorken gaz merkezi faaliyetini durduruyor. Çünkü Ayşe tutuklanıyor. Ne alakası var demeyin. Ayşe binbir mistik gizem peşinde Mumyayı bulmayı başarıyor. Ama ona bu görevi verenin polis olduğu ortaya çıkıyor ve tarihi eser kaçakçılığından tutuklanıyor. Kocası ise Turkuaz projesi sayesinde ekibi ile birlikte paraya konuyor, bu esnada da Özer holding'in kirli işlerini öğreniyor. Karısını kurtarmak için polisle işbirliği yapıp holdinge el konmasını sağlıyor. Firma faaliyetlerini durdurduğu ana denk geliyor bu olay. Ancak Leyla ve gittikçe yakınlaşmaya başladığı Kürt kökenli Aso tam da firmalarının büyük kısmını Özer holdinge satmaya karar vermişken oluyor bunlar. Firmaya ise Ayşe ve Adnnn ortak oluyor. 4.5.6. tabi sekreterler felan da var mutlu sona kavuşan 7,8.

Ironsword - Return of the Warrior (2004)

80'ler heavy metali, kurabiye canavarı vokal, Valhalla ve Conan'ın diyarını konu alan sözler, hatta zevk çığlıkları içinde kadınlar bile var. İşte bu!, hep bu, bu diyorsanız, koşun dinleyin.
Lakin ben yoluma devam ediyorum.

6,0+/10

12 Eylül 2011 Pazartesi

Thelonious Monk - Brilliant Corners (1957)

Tekrar tekrar hard bop denilen bu 50-60'lı yıllar cazı hakında yazıp çizmeye gerek yok.

7,25/10

10 Eylül 2011 Cumartesi

Darkestrah - Sary Oy (2004)

Her bi şeyiyle kuul bir albüm. Kırgızistan'dan geliyorlar ve black metal vokalleri bir bayana emanet. Sadece 3 parçadan oluşan (ve 47 dakika süren) bu ilk albüm tahmin edeceğiniz gibi yerel enstrümanlarla güçleniyor. Lakin melodilerde şamanizmin ağırlığını o kadar da hissedemedim. Hatta albümün en bi klass parçası Jashil Oy'un ilk yarısı gayetgayet Avrupa tarzı martial müziğin etkisini taşıyor. Amatörlükler hem kayıt kalitesinde hem düzenlemelerde ( 25 dakika süren son şarkı elbette ilgiyi dikkati yüksekte tutmada başarısız oluyor) sıkça karşımıza çıksa da, grubun diğer işlerini merak etmemizi de engellemiyor.

8,0-/10

9 Eylül 2011 Cuma

Pulp Fiction (1994) Soundtrack

Filmi izleyeli bayağı oldu, o yüzden buradaki şarkılarla sahneleri bağdaşlaştırmada güçlük çekiyorum. Ancak sevdiğim soundtrack albümlerinde olduğu gibi bu albümün gerçek şarkılarla dolu olması ortada kapatılacak açık maçık bırakmıyor. Tam tersine filmden alınan konuşma sampleları albümün Aşil topuğunu oluşturuyor. İşin aslı 60'ların bu kadar eğlenceli olduğunu da düşünmemiştim. Surfing Rider, Comanche, Bullwinkle Part II gibi safiyane parçalar bendeniz gibi cahil cühela tabakaya surf-rock'ın gücünü gösteriyor. Kaliteli country ve soul müzikle birlikte voltranı da tamamlıyorlar.
Girl Soon You Will be A Woman ve zamanında çalıntı çırpıntı mı diye çok konuşulan Mısırlou gibi bilindik parçalar bu cevherlerin yanında tırt kalıyor.

8,25/10


8 Eylül 2011 Perşembe

Flying Lotus - Cosmogramma (2010)

Genelde kısa şarkılar, samplelar ve ilginç beatlerden oluşuyor. Kendine mahlas olarak uçan lotusu seçen bu arkadaşın kökleri hip-hopda olmasına rağmen bu müziğin izlerine sound ya da beste olarak değil de izlenen yöntemler üzerinden rastlıyoruz. Dolayısıyla entel adamın elektronik dans müziği bu, elektronik müziğin grindcore'u, ağır , teknik. Dolayısıyla işin erbabının ağzı sulanabilir, biz ölümlüler için ise saygı gösterilecek ama hiç bir zaman anlaşılmayacak bir çalışma olanın ötesine geçmeyecek.
Thom Yorke destekli ..And The World Laughs With You'daki ilginç beatler kulağa çarpıyor.

6,0/10

6 Eylül 2011 Salı

RETRO: Dark Tranquillity - The Gallery (1995)

Jester Race ile birlikte türün klasikleri arasında sayılan bu albüm de tıpkı Jester Race örneğinde olduğu gibi grubun en sevdiğim albümü değildi. DT'nin enerjisi, vokali ve yarı-progresif besteleri bu örnekte de beni heyecanlandırmaya devam ediyor. Hatta önceki dinlemelerime göre daha da ısındığımı söylemeliyim. Ancak grubun sonraki deneysel demeyelim de maceracı , da demeyelim, avangart hiç demeyelim, çünkü kastım bu kadar ekstrem bir sıfat içermiyor, ama anladınız, ürünlerini daha bir yeğ tutuyorum. Bakalım yeniden dinleyişlerimde neler değişmiş.
Albümün en bilindik parçası artık metal marşı olmuş Lethe.  Lakin benim favorim The Emptiness From Which I Fed. Ve bayyan vokalleri de seviyorum bu albümde, evet.

8,25+/10

5 Eylül 2011 Pazartesi

RETRO: Katatonia - Sounds of Decay (1997) EP

Önce müzik değişti sonra vokal. Son ara durak.
Buradaki şarkılar maalesef Brave Murder Day'ın artakalanları gibi. Güçlü atmosfer bestelerdeki cazibesizliğin etkisinden sıyrılamıyor.

6,75/10

4 Eylül 2011 Pazar

Mirkelam - Mirkelam (1995)

Eklektik lafını icat eden şahıs mezarında parende atıyordur herhalde. İskender Paydaş ile birlikte, ki aslında hatırladığım kadarıyla Mirkelam iki kişilik bir grubun ismiydi bu albümde, hazırlanan bu albümdeki besteler değişik müzikal etkilerin fazlasıyla etkisinde. Bazen güzel bir sinerji yaratsa da bu durum, Karşılıksız Çek gibi Afrika/ragga/alaturka karışımı garip sözlere sahip bir garibet de yaratabiliyor. Bir eklektizm, bir sentez varsa eğer ve bir tarafı değişik dünya musikisi oluşturuyorsa diğer tarafı da sabit tutarak alaturka ismiyle tanımlayabiliriz. Şahsen beni rahatsız etmeyen bu ahval, dönemine göre hayli eğlenceli , çeşitliliği sayesinde sıkmayan ve klasikleşmiş Her Gece, Tavla, Hatıralar, İstemem, Dum Tek gibi parçaları içeren bir yapıtın oluşmasına katkıda bulunuyor. Ayrıca Mirkelam'ın albümlerinde hep bir arayış içinde olup tarzını sabitlememesini takdirle karşılıyoruz. Ko-ko-reç , cidden fanıyım bu parçanın yafu.

8,0/10

3 Eylül 2011 Cumartesi

Explosions in the Sky - How Strange, Innocence (2000)

Post-rock nedir kardeşim diye soran yurdum insanının güzelim burnuna post-rock'ın halisi muhlisi odun yontulmamış hali ahan da budur dercesine bu albümü sokabiliriz. Ne GY!BE'nin ambiyansı, ne Mt.Zion'un çılgınlığı ne Mum'un elektronik etkisi. Post-rock'ın enstrüman seçiminden beste düzenlemelerine tüm kalıplarını taşıyan bu debüüü albümün soundunu bu sebeplerden dolayı biraz Mogwai'ye azcık Mono'ya benzetebiliriz. İşte bu noktadan itibaren işler biraz karışıyor. İlk dinlediğimde vay bin kunduz nidalarını salıvermişken dinledikçe parçalar birbirinin içine geçti, ayrılacağı yerde. Şarkıların bir kimlik problemi yaşadığı, henüz kendi karakterini oluşturamadıklarını farkettim. Son tahlilde tespitimi yaptım: İyi bir ilk albüm olmasına rağmen ki grup olarak da tür içinde faaliyete nispeten geç başlamışlardı, emsallerinden sıyrılıp akılda kalıcılığa dönüşemiyor. Yoksa dinlerken müthiş keyif aldığım anlar oldu. Ama benzer ortamı oluşturmanız lazım. İstiklal'de iki tur atıp, ağır bir yemek ardından, Galata, Eminönü, Sultanahmet'e kadar gecenin 10-12 arası yürüyüp bir soluklanmak ve bu esnada kulaklıktan gecenin serinliğine notaların eşlik etmesi falan. Böyle keyifli bir geceyi tattırdığı için öncelikle kendime sonra da gruba teşekkürlerimi sunuyorum.Uygun şartlar dedim: gece 11, serin bir yaz ertesi gecesi, Taksim'den Aksaray'a yürüme yolu. Yoksa bu albümü sevmeyebilirsiniz.

7,75/10

2 Eylül 2011 Cuma

Suzanne Vega - Solitude Standing (1987)

Sonradan Seinfield'in çekildiği o ünlü kafeden ilham alınarak yazılmış Tom's Dinner ve çocuklara yapılan eviçi şiddeti konu alan ama hiç de öyle kulağa gelmeyen Luca gibi popüler şarkıların yer aldığı albümde buğulu sis sesli ablamız vokal tarzını da biraz değiştirerek daha doğrusu ilerleterek folklorik köklerden bir nebze uzaklaşmıştır. Vokaldeki değişiklik melodikleşmeyi getirmiş ve Solitude Standing gibi albümün en iyi parçasında somutlaşmıştır. Albümün diğer güçlü tarafı ise sözlerdeki derinliğin anlaşılmaz sözcükler içinde boğulmayacak basitlikte dinleyiciye sunulması. Albüme ismini veren bu şarkıda yalnızlık bir kadına benzetiliyor, uzattığı eli çatlamış, çiçekli ve alevli. Bu haliyle ikinci yeni şairleri hatırlatması şaşırtmasın. In the Eye isimli şarkısında göreceğiniz gibi en basit yalınlıkla on fantom kuvvetinde kroşelerle dinleyiciyi sarsabiliyor. Soluk benizli şarkıcımız,
eğer şimdi burada beni öldürseydin yine de gözlerinin içine bakardım. yaşadığın sürece kendimi hafızana kazırdım. senin içinde yaşardım ve beni bir yara gibi taşımanı sağlardım
diyor.

7,25+/10

the clouds so low the morning so slow
as the wires cut through the sky

1 Eylül 2011 Perşembe

Amon Amarth - Surtur Rising (2011)

Her müzikseverin (metalci diye sınırlandırmayalım) galiba bir Amon Amarth miadı var. Detaylı baktığımızda önceki albümünden bir miktar daha sert olması (özellikle vokal) ve başta Accept coverı Balls to the Walls gibi yeniden yorumları içermesi dışında pek farklılık göremediğimiz bu albüm nedense bünyemde aynı heyecanı yaratmadı. Melodiler yine güçlü, sololar mevcut ve Doom Over Dead Men'in başlangıcında yaylı düzenlemeler var. Ama bende tık yok. Var da beklediğim gibi değil. Galiba kılıç kalkanımı duvara asmanın ve mahallenin çocuklarına viking hikayeleri anlatmanın zamanı geldi. Valhalla biraz daha bekleyecek beni gayri.

7,50/10