31 Mart 2012 Cumartesi

The National - High Violet (2010)

Yurtdışını kasıp kavuran bazı indie gruplar buralarda pek esip gürleyemiyor maalesef. Bu gruplardan biri de The National ki artık 5. albümlerini yayınlamışlar, yolun yarısını tamamlamışlar, tas tarak asmanın vakti geldi mi gelmedi mi düşünüyorlar belki. Bir yandan da bu kadar az tanınmaları onları dinleyen açısından özel kılan şey. Ki bu tarz müzikle kan uyuşmazlığı yaşayan biri olarak söylüyorum. Yani kitap üzerinde böyle bir müziği pek çok sevmeliyim. Bariton vokal sebebiyle post-punk'a selam çakmaları en büyük örnek mesela. Vokal, diğer benzerlerinden  ses tonunun fazlasıyla genç, diri ve duru olmasıyla ayrılıyor. Tindersticks değil yani. Ayrıca şarkıları değişik karakterlere bürüyecek güçte kuvvette bir performans sergiliyor. Brütalden sopranoya şizofrenik geçişlerden bahsetmiyorum, damgasını vuran minimal bir yumuşaklık. Buradaki örnek de bu vokal tarzının disipliner ve kuul söyleme tekniğini  aynen devam ettiriyor. Bununla birlikte enstrümantal altyapının bir kaç özel an dışında çok da ahım şahım padişahım özellik sergilemediğini görüyoruz. Bu müziği sevmemi gerektirecek hususlardan biri de elbette ağır, hafif depresif atmosferi. Ancak tıpkı Interpol ya da Joy Division'da olduğu gibi bir şeylerin tam oturmadığını hissediyorum. Hani ufak çocukların eline geometrik şekiller verilir, bunlara denk düşecek kutulara sokmaya çalışırlar. İşte onu düşünün, şekil aynı ama ötesi berisi büyük, girintisi çıkıntısı fazla girmiyor nalet kutuya. Özde birbirimize aidiz halbuki. Aslında seviyorum ama hazmedemiyor mide kolay kolay. Anlatılmaz yaşanır, yazıya anlatıya dökülmez. İşte tam bu anda bu albümün gizli silahı süpriz bir faktör ortaya çıkıyor. Dinledikçe kabak çiçeği gibi kendini salıveriyor albüm. Sözlere de göz attıkça bu yapıtın poetikasını keşfetmeye başlıyorsunuz. Bazı şarkılar nispeten sönük kalsa da hepsinin ayrı bir karaktere, naif bir ruha sahip olduğuna tanık oluyorsunuz. Şehir insanı gibi, kalabalıkta yalnız, görünüşte sert ama kırılgan, hepsinin hüzünlü bir hikayesi, güldüğü bir anısı, ağladığı acısı var. Bu vesileyle de öne çıkan parçaları saymak gerekirse: Anyone's Ghost, Afraid of Everyone, Terrible Love, Bloodbuzz Ohio, Lemonworld. Bonus CD si ise şarkıların konser kayıtlarını ya da daha önce yayınlanmamış bazı parçaları içeriyor. Grubun halihazır hayranlarına hitap ediyor. Keşke önceki yapıtlarından en bilindik şarkıları da içerseydi diye kendi kendimi düşünmekten alıkoyamıyorum.

7,0/10

sorrow found me when i was young

29 Mart 2012 Perşembe

A Silver Mt. Zion - "The West Will Rise Again" (2012) EP

Ya sev ya terket gruplarından birisi bu. İsmi her albümde değiştiği için kamuoyu ASilver Mt. Zion üzerinde şimdilik mutabık kalmış olduğu grubun en zorlayan öğesi elbette Efraim'in cırtlak vokal stili. Bugüne kadar çok fazla takılmadım, aksine bazı anlarda müziklerine katkısı bile olduğunu düşündüm. Amma ve de lakin Efraim bunu duymuş olmalı uzaklardan, hala bizden hoşlanan biri var diye azim etmiş bu kaydı yapmış. Çünkü vokal üzerine yapılan efektlerle birlikte dinlenebilirlik daha da azalmış durumda. Eh yani bir noktada pes ettim. Derken tam diğer şarkılarında olduğu gibi dinledikçe, dinleyebildikçe güzelleştiğinin de farkına vardım. Zira grup bir kere hipnotik ve ritmik bir şekilde ancak uzun şarkılarda havasını buluyor. Aksine buradaki şarkılar kısa. Yine de kafası iyi, dili dolaşan sarhoş Efrahim vokali umutsuzluk/içerleme/kızgınlık/küskünlük gibi bir duygu birikimi sergileyen ilk iki şarkıya (What We Loved Was Not Enough kısım 1 ve ksım eh yani tabiki 2) cukkadanak oturuyor. Sonuçta böyle dinleneyim atmosfer olsun yok kabakulak derseniz orada post-rock ile bir alakası yok. Ayrı sanatsal mı derler artık böyle bulmaca misali bir deneyim sunuyor, oturup inceliyorsunuz, kurcalıyorsunuz dinleyici olarak.

6,25+/10

28 Mart 2012 Çarşamba

RETRO: The Blood Divine - Awaken (1996)

İlk dinlediğimde nereye sokacağımı şaşırdığım çirkince güzel bir albümdü bu. Anathema'nın yan sanayii üretimi olmakla beraber sound gotik rock ekseninde ilerliyor. Ritimler ya da keyboard sayesinde bir dönemin Lake of Tears'ine benzetebiliriz. Heavy metal etkisi de mevcut. Kısacası şaşırtıcı şekilde beklenildiğinden iyi iş çıkartmışlar. Kayıt ise biraz tırtıklı köşeli, kaba saba tercihi garipsense de acıtmıyor bir süre sonra. Ne orjinal ne teknik ama tam benlik rifler ya da keyboardun kuyruğunda doom melodileri birleştiğinde gayet keyifli örnekler çıkıyor. Auerole en bi öne çıkan parça misal. En iki ve üç öne çıkan parçalar ise Moonlight Adorns ile Wilderness olsa gerek. Diğer yandan birkaç parçada bayyan vokal desteğinin de fark yaratttığını söylemek mümkün. Yalnız bu vokal sadece bana mı disko/house söyleyen leydiler kıvamında tınlıyor bilmiyorum.

7,75-/10

26 Mart 2012 Pazartesi

† † † (crosses) - EP † † (2012) EP

Bu kadar enteresan bir isme sahip olan ürün olsa olsa witchhouse'dur diye düşünürken resmen ters köşeye yattım. Yaklaşık 20 dakika süren ve 5 dakikadan oluşan bu kısa albümün witchhouse'a en yaklaştığı kısmı elektronika altyapısı. O da daha çok Depeche Mode'vari new wave'i hatırlatsa da tempo ve dingin vokal bize chill out bir yaklaşımın temel alındığını gösteriyor. Vokal demişken Deftones'ın vokalisti mikrofonlarda. Daha farklı bir tarz denemiş. Bununla birlikte kayda asıl damgasını vuran alternatif rock çeperinden uzaklaşamıyor grup. Misal bir yerde This is War'u ile birlikte 30 Second To Mars aklıma gelmedi değil. Binaenaleyh (doğru mu yazılış acaba?) orjinal olmaya çalışılırken , pek çok daha önce yapılmışı var örnekleri 18 dakikaya sığdırılınca biraz can sıkıcı bir hale bürünebiliyor. Potansiyel elbete var, gün görmüş müzisyenler sonuçta.

5,75--/10

25 Mart 2012 Pazar

Antisilence - Suffer Hits (2000)

Modern ve nu-metal çizgilerini taşıyan thrash ve hardcore arası yani uzun lafın kısası crossover türüne bizim topraklardan yapılan bu katkı aynı zamanda grubun son çalışması. Nostaljik bir değer taşıyan bu albüme, zira o dönemde öyle böyle yerli bir metal sahnemiz vardı, öyle ya da böyle bu türe yerli gruplara en azından kulak aşinalığı kazanarak ilk adım atılırdı, ilk yıllarda olduğu gibi değer verebilmek için,
a) bu türü sevmek lazım ki, en hafif tabiriyle kayıtsız kalıyorum. Çünki çok daha iyileri yapıldı vakti zamanında yabancı gruplar tarafıdan. İşte bu nedenle hah, bizim ülkemizde de böyle işler yapıldı zamanında mukabilinde bir takdir gösterebilirim.
b) zamana yenik düşmeyip güncelliğini koruması lazım ki türün kendi karakteristiği açısından bu imkansız. Lakin gençlik anlarımızda duygusal mana yüklediğimiz albümlerin mantıklı müzikal kıstasları aşacağını da biliyoruz. Misal benim de Marilyn Manson ile bir geçmişim var.Yani ben bu albümü ilk çıktığı yıllarda dinlemedim ki bana bir mana ifade etsin, sadece ismini duymuşluğum var.
c) kayıt prodüksiyon anlamında iyi olsun, besteler akıcı olsun. Bu da zor yani. Albüm başlangıçtan bitiş çizgisine enerjisini korumayı başarsa da son şarkılar ilk şarkılardaki ilgi çekici karaktere sahip değil. Albüm Kesme Sesini gibi kaliteli, dolambaçsız ve anadilimizdeki güzel bir parça ile taçlanmış durumda. Kasap havası alıntılı Someody Call Me A Starship de diğer bir zerve. Dediğim gibi sonlarda ilgini yitirip boşluk dolu bonuslu kısma geliyoruz. Fazlasıyla uzatılmış.

6,0--/10

24 Mart 2012 Cumartesi

RETRO: Helloween - Helloween (1985) EP

90'ların ortasına kadar takip ettiğim kadarıyla grup hakkında aklımda kalan düşünceler şunlar: Keepers'a kadar olan dönem gayet müthiş ve biraz gözardı ediliyor. Keepersların önemi ise biraz abartılı. Retrospektif bir bakış açısıyla tabi. 90'lardaki deneysel dönem ise çok sert eleştiriliyor. Perfect Gentleman gibi bir şarkıyı o zamanlar ürettiler yafu. Ve üstelik eğlence ayarını Dr. Stein'den daha iyi tutturmuşlardı. Arrghh! Bu şarkıdan o kadar nefret ediyorum ki!
Hatırladıklarımı doğruluyorum öyleyse. Bu çıkış albümü 5 deli dolu ve sıkı power metal şarkısı içeriyor. Thrash etkisinden belki sözedemeyiz. Ancak taşıdıkları ruh aynı. Sözlerse ilginç bir şekilde sosyal olguları konu alıyor. Özellikle yüksek sesle ve dışarıda oooh temiz havada dinlenmesi salık verilir. Reçetede öyle yazıyor.

9,0+/10

Opera IX - The Call of the Wood (1995)

Hayli ritualistik bir black metal. Hatta durmayalım bir fantazi hikaye hayal edelim. Varsayalım ki bir gün hergünkü hayat gailesi içindeyken birden apansızın kendinizi yavaş yavaş güneşin battığı esrarengiz bir ormanda buluyorsunuz. Çok basmakalıp olacak ama eksik kalmasın, uzaktan kurt ulumalarını duymak mümkün. Tirtir ve tirtirsiniz. Çünkü diğer yandan garip bir çekiciliğe sahip melodilerle yükselip alçalan karanlık bir ilahi yaprakların dalların arasından kulağınıza süzülüyor. Bu ses güzel/çirkin tanımının ötesine geçmiş bir ses. Katılanların neşesi akıyor, sizin neşeniz değil. İnisiyeler aydnlanıyor, bu aydınlanma sizin değil. Biliyorsunuz ki zihninizi çelen bu uğursuz ayin sizi sona götürecek. İşte tamı da o anda bir beyaz atlı yakışıklı prens ya da büyü gücüyle yıldızları kuşanmış güzel bir prenses belirliyor. Artık seksüel oryantasyonunuz neyse. Belki de her ikisi birlikte geliyordur, kim bilir? Kurtaracağım seni küçüğüm küçücüğüm diyor. Yelkenleri indiriyorsunuz. Atlıyorsunuz atının terkisine ya da uçan süpürgenin gerisine. Bir mağara girişinde diyor: Buyur, güvendesin. Açgözlü bakışların ağırlığı altında eciş bücüş Neanderthal insansıların ortasında güzel/çirkin tanımının ötesinde bir kadın görüyorsun, ilahiyi söyleyen. Duru su gibi, toprak kokan bir kadın. Ayinin ortasına hoş geldiniz, kaçış yok. Bu dünyaya gelmenizin tek bir sebebi vardı. Ham yapılmak, ham ham..
Böyle bir şeyler işte. Son iki şarkıdaki (bonuslar) tekdüze tarz dışında beklediğiniz kadar gürültücü değil, atmosferik akustik iniş çıkışlara sahip olan albüm özellikle Call of the Wood'daki ana rif ile zirve yapıyor. Bu albümü özel kılan, tabi muhteşem bayan vokali saymazsak eğer, bu özellik Aşil'in topuğu oluyor aynı zamanda. Tempo olarak kararsız, henüz oturmamış bir sound ve odaklanamama sorunu.

8,25/10

21 Mart 2012 Çarşamba

Johanes Brahms - Hungarian Dances Nos. 1-21 (1988, Budapest Symphony Orchestra / István Bogár)

Aklıma gelen imgeler: duru, aydınlık, temizlik, keyif, ölçülü bir neş'e. Macaristan'a özgü yerel ezgiler ne kadar ağırlıktadır bilmem, ancak bildiğim bir şey var. O da keyfiyyet keyfiyyet ve yine keyfiyyet.

8,50+/10

20 Mart 2012 Salı

Isis - Wavering Radiant (2009)

Müzikte vokal ve melodi benim için en önde gelen unsurlar. Solo, basın farkındalığı ya da atraksiyonlara eğimli bateri işin kaymağı birazda. Isis'e bakınca ise, özellikle bu albümde, bestelerin dağınıklığı, odaklanma sorunu yaşadığı, post-rock'a kaydığı gibi eleştirilere hakvermemek mümkün değil. Lakin grubu In the Absence of Truth ile tanıyan biri olarak yani? demek istiyorum. Yani ne olmuş? Ne de güzel olmuş. Melodi şu bu tüm beğenilerimi o güzelim post-hardkor vokal (clean vokal kısımları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim) ve gitar/bateri tonu ve biraz da post-metal (post-rock'ın sert versiyonu manasında) ataklara feda edebilirim. Manik enerjik tavrı elastik bir set tarafından sınırlanmışcasına bir sounda sahip olan bu albümü In the Absence of Truth'dan bile fazla sevdiğimin farkına vardım. Ya da kendi kendimizde zaman denen en büyük dış faktörün değişken bir nesnesiyiz.

8,50-/10

18 Mart 2012 Pazar

Ray Bradbury - Fahrenheit 451

Bir süreliğine müzikle ilgili girişlere ara vermek zorundayım. Çünkü özümsenmesi zor ve dinlemesi bir o kadar  keyifli Opera IX, Isis ve Brahms gibi isimlere takılmış durumdayım. Üstüne üstlük altına altlık Kafabindünya'nın da CD'sini almış bulunmaktayım. Neyse herşey sırayla, uygun adım hizaya.
İthaki'nin her nedense değişik değişik kapaklarla bastığı Fahrenheit 451 bir bilim kurgu klasiği bildiğiniz gibi. Bilimkurgu'nun aynı zamanda entellektüel bir manifesto (ııı fazla iddialı bir kelime oldu sanırım) ya da beyan niteliği taşıyabildiği 50-60'lar döneminde yazılan bu eser sansüre, mahalle baskısına ve otoriter rejimlere karşı sorgulama tekniğini öne çıkarıyor. Ebedi olarak belki de Türkçe'ye çevrilmesinden kaynaklı oturmayan taşlar, kaybolan manalar sorunsalına  şahsen rastgelmekle beraber bu küçük kitap ufacık tefecik bir molotof gücünde. Umarım okuyan duyan meraklanan herkes için ufuk açıcı bir dürtüye dönüşebilir.
Yakın bir gelecekte biraz da kendiliğinden toplumda ayrıştırıcı rolü abartılarak kitaplardan bir uzaklaşma başlamış ve hükümetler de bundan faydalanarak kitapları tümden yasaklamıştır. İnsanlar evlerinde birden çok ekran başında programları ve kendi akrabalarının gündelik hayatlarını izleyerek vakit geçirirken gençler ölümcül hız yarışlarında heyecanlarını dindirir. Duygusal yakınlaşmaların bile garipsendiği bu ortamda toplumsal yaşamın gittikçe frijitleştiği söylenebilir. Ve tıpkı 1984'de olduğu gibi uzakta ama yakın hep bir savaş vardır. İtfaiyecilik mesleğinin varoluş gayesi de tersyüz edilmiştir. İtfaiyecilik saklanan kitapları bulup evlerle birlikte yakan onurlu bir meslektir. Her onurlu meslekte olduğu gibi çok para kazanılmayan bir iş tabi ki. Kahramanımız Montag da böyle bir çalışandır işte. Hayatı hergünün tekdüzeliğinde gitmektedir, ta ki mahallede komşusu olan garip bir kızla tanışana dek. Gariptir, çünkü insanlardan kaçmamaktadır tersine muhabbete yatkındır. Çiçekten böcekten kısaca yaşamaktan zevk alır ve sorgular. Bir gün ortadan kaybolduğunda Montag'ın hayatı da geri dönülemeyecek şekilde değişmiştir artık. Yavaş yavaş kitap biriktirmeye başlar karısından gizli. Bir kaçakla irtibata geçmeyi başarır. Amiri tarafından farkedildiğinde kitaplardan kurtulması için mühlet verilir ve gözetim altında tutulur. Buna karşın Montag bağlantısıyla birlikte maceracı bir girişim başlatır. Elindeki kitapları itfaiyecilerin evlerine gizleyip içten çökertme manevrasına başvuracaktır. Eline yüzüne bulaştırır, ihbar edilir, şehirde kovalanır felan. Ve sonunda şehrin dışında ormanda gizlenmeyi başaran muhalif entellere katılmayı başarır. Bu yaşlı kuşak gizli gizli köylerdeki şehirlerdeki elemanlara kitapları ezberletmektedir. Böylece medeniyetin yok oluşundan sonra yeniden inşayı hazırlayacak kadrolar hazır olacaktır. Hakikaten de şehre yapılan bir saldırı, büyük ihtimalle nükleer, ardından bu grup şehre geri döner. Evet, biliyorum konu o kadar orjinal değil. Ama başka bir şeyin yansıması bu kitap. Bu açıdan düşünmek lazım.

17 Mart 2012 Cumartesi

Fanfare Ciocărlia - Queens and Kings (2007)

Romanya'dan Roman (Romen değil) müzik projesi. İşleri karıştırmayalım bir nevi Avrupa Çingen müzik karması halinde hazırlanmış bu albüm. Grubun vefat etmiş kurucusu anısına kaydedilerek oldukça anlamlı bir motivi sahiplenmiş olan albüm özellikle vokallere Fransa'dan Balkanlara farklı ülkelerden gelen Roman şarkıcıların desteğiyle kotarılmış. Bu sebeplen de bir proje albümü gibi. Kendilerine özgü kıvrak (ama ülkemizde olduğu gibi göbek havası düşünmeyin) bir altyapı üzerine Balkan (Boşnak, Romanya, Makedonya ve Bulgar) yerel soundu inşa ediliyor. Proje ruhuna istinaden flamenkodan pop-üler müziğe değişik etkilere de açık. Aynı şekilde sentez de başvurulan diğer bir yöntem. Misal tam bir flamenko vokal, akustik gitar ve alışagelmedik bir şekilde trompet aynı şarkı içinde yoğrulabiliyor. İşte bu şarkı yani Cuando Tu Volveras'ı tek geçiyorum.

7,75/10

16 Mart 2012 Cuma

Baroness - Blue Record (2009)

Sınırlı bir müzikaliteye sahip olan amerika menşeli sludge türünü olabildiğince renkli icra etme de bir yere kadar gidebiliyormuş demekki. Şundan kendimi doğrulayabiliyorum: Neredeyse Red Album'un şarkılarının yarısının konser kaydını içeren bonus CD'yi de bu albümün kuyruğunda dinledim. Isak ve Wanderlust gibi önceki dinleyişimde süper bulduğum şarkılar dahil. Ve o kadar da heyecanlanmadım. Aynı tas hamam kurna devam ediyor.Grubu önceki albümle tanıdım, onu sevdim. Açıkca görülüyor ki çok da dinlemeye devam etmek istemiyorum. Aynı zamanda grubu bu albümle tanıyan birisi de bunu tercih edecek, diğerlerine bi böyle dudak bürkecek, bi böyle aşağılamalar felan. Yani ne kadar iyi hoş da olsa tekrar sıkar be arkadaşım. Barones, kont, düşes güle güle diyelim, Swollen and Halo'ya hakkını verelim.

7,75-/10

15 Mart 2012 Perşembe

Professor Green - Alive Till I'm Dead (2010)

Zeka ışıltıları gösteren albüm adıyla bu genç arkadaş Eminem tarzında bir rap yapıyor. İngiltere kaynaklı olması sebebiyle süpriz beklentisiyle (trip hop dan grime'a enteresan bir esnekliğe sahip rap adada) albümü dinlerken beklediğimden iyi çıktığını itiraf etmeden geçemeyeceğim. Bu tarz beyaz adam repi kimin umrunda. Performans olarak da yetenek fışkırttığından sözedilemez. Yani aslı hala duruyor Amerika'da, onu dinlerdim isteseydim. Bu albümün süpriz öğesi bayağı bayağı pop olması aslında. Güçlü featuring vokallerle (Lilly Allen, Emely Sande, Ed Drewett, The Streets, Labrinth, Maverick Sabre, Fink, Shereen Shabana, Example) ki çoğu isim hiç bir anlam ifade etmiyor benim için, emek harcanarak cilalanmış düzenlemelerle ve altyapısı ile birlikte bu genç arkadaşın bir ekip çalışmasının itelemesiyle müzik piyasasına giriş yaptığı anlaşılıyor. Arkası sağlam yani çocuğun. Şarkılarda artık sampleların gözü çıkartılsa da, INXS şarkısını tanımamak mümkün değil, bu sayede güçlü melodiler donatıyor albümü. Bahsettiğim altyapıların rock müziğe varan çeşitliliği sayesinde, cayır cayır gitar duymak mümkün bazı anlar, ama özellikle sonlarda elektronik müzikle haşırneşirliği sonuç olarak kolay dinlenir bir çalışmanın ortaya çıkmasını sağlıyor. Jungle, Oh My God, I Need You Tonight ve Goodnight bu bağlamda öne çıkan parçalar. Ha!, dinledim de ne oldu, ne kazandım, hiç bir şey. Ne kaybettim, hiç bir şey. Giden zamana da acımadım. Öyleyse fena değil yafu.
Tarihte kendi albümüne en az katkıda bulunan kaç şarkıcı vardır bu dünyada?

6,75/10

14 Mart 2012 Çarşamba

RETRO: Anathema - Judgement (1999)

Sırf kayıtlarda görünmesi maksadıyla burada bu entry yer alıyor. Alternative 4'a göre bir miktar daha az bu albümü sevmeme sebep atmosferik unsurun biraz amaçsızlıkla birleştiğini görmenin acısıdır. Onun dışında doom-gotik kısacası metal öğeler gittikçe zayıflamş ve ilginç bir şekilde alternatif rock etkilerine kucak açılmış. Pek de bir şey eklemeye gerek yok. Çünkü içinde hala fantastik şarkılar barındırıyor. Anathema da boş durmuyor ve yeni bir albüm çıkaryor. Haydi hayırlısı bakalım.

9,75+/10

12 Mart 2012 Pazartesi

RETRO: Diabolical Masquerade - Nightwork (1998)

Bu kadar kısa sürede bir müzisyenin bu kadar değişim geçirmesi oldukça şaşırtıcı. İlk dönem albümlerine kıyasla amatörlükten sıyrıldığını ve artık deneysel işlerle uğraştığını söyleyebiliriz. Fakat diğer dinleyicilerin düşündüğü gibi bu albümü avangart sınırlarında gezindiğine inanmıyorum. Bir istisna: Albümün en güzeli, The Eerie Obzidian Circuz. Çünki özelikle riflerde de kendini gösteren melodik yapının gücü soundu gayet bilindik melodik black metal kalıplarına yakınlaştırıyor. Bu da kannımca albümün zayıf yanı. Ki ben düşük ve zayıf tonları black metalimde pek sevmem. Tok olsun, kalın olsun, benim olsun. Kötü didim mi? Yoo. Vasat didim mi? Hiç dimedim.

8,0/10

11 Mart 2012 Pazar

∆AIMON - Amen (2011) EP

Witch house denilen elektronik türü ekstrem ölçütlerde yeniden üretiyor bu proje. Karanlık ise daha karanlık, derin basa ihtiyaç duyuluyorsa daha derin gibi. Bayan ve erkek vokalin birbirine harmanlandığı kaydı rahatsız olmadan dinlemek biraz çaba gerektiriyor bu yüzden. Üstelik melodi denen önemli bir unsuru ihmal etmiş görünüyorlar. Değişken ritmin eksikliği ile birlikte ki temposunu büyük ölçüde chill out tarzından ödünç almış, birleşince gerçekten büyük bir sorun ortaya çıkıyor. Yani 6 şarkı ve 25 dakika süren bu kısa albümü sadece güçlü atmosferi kurtarmaya yetmiyor.

6,25+/10

9 Mart 2012 Cuma

A Winged Victory for the Sullen - A Winged Victory for the Sullen (2011)

Geçen sene alternatif müzik piyasasına güçlü bir giriş yapan ikilinin aynı adı taşıyan albümü minimalin minimali sakin modern klasik/ambiyans türünde şarkılar sunuyor. Piyano ve arkada synth.Söz yok. O kadar. Bir o kadar da yavaş arkadaş. Hatta aklıma şöyle bir hikaye geliyor. Piyanist ağbi canlı kayda tam başlamışken, tıngırdattığı do notasının üzerine canı kahve çeker. Camekanın arkasındaki gençlere el işareti ile kahve işareti yapar. Onlarda kafalarını sallar yok , diye. Aslında tamamiyle yanlış anlamışlardır. Zira hepimiz biliyoruz ki parmak ucunu birleştirip sallama işareti çay istemenin simgesidir. Evrensel olarak, gidin Çin'e Hindistan'a, beş çayına Britanya'ya, öyle yani. Neyse gençlerden biri ayağa kalkmak için hamle yapıyorken, piyanist abi alt dudağını büküp kafasını yukarı kaldırır. Odadan çıkmadan önce elleri re'ye denk gelen tuşları bulur. Bir koşu markete kahve almaya gider. Geri geldiğinde hala kayıt devam etmektedir. Bir mi ekler kayda. Sıcak su var mı gençler diye fısıldar. Yok, ağbi cevabını alınca iyi der, kendi işini kendin görecen. Suyunu kaynatır, kulplu bardağı ile dalgın dalgın yürüyerek odaya tekrar girer. Ve düşünür, nerede kalmıştım yafu. Salla, ne de olsa kimse anlamayacak. Ve rastele bir notayla devam eder. Ekzajerenin manipülasyonun dibine vurduğum bu örneğin aksine her nasıl oluyorsa oluyor parçalarda melodi eksiliğinden  sözedilemiyor. Yani kulak verdiğinizde şarkıların hiç de kaotik olmadığını tam tersine belirli bir melodiyi takip ettiğini görüyorsunuz. Karanlık atmosferle birlikte bu sükünet tabiki huzur değil melodramaya gebe. Bilmiyorum belki artık hayatımda ve müzikte dramalardan gına geldi. O yüzden beni pek sarmadı. Atmosferi de pek bir kuru ve tatsız buldum. Uyuttu mu uyuttu vallaha işe giderken mışıl mışıl. Ordan artısı var. Şurdan burdan eksisi. Yekün toplam da budur efenim.

6,25/10

8 Mart 2012 Perşembe

The Maccabees - Given to the Wild (2012)

Ara ara The ......s şeklinde şemalinde isme sahip gruplar anayurtları İngiltere'den çıkıp şöylemesine dünyayı kasıp kavururlar. Bugünlerde böyle atraksyipnlara tanık olmamamız aslında ada ülkesinde  bu grupların müzik yapmayı bıraktığı anlamına gelmiyor. Hala doğru düzgün metal albüm yüklemediğim 2012 senesine daha doğrusu bu senede piyasaya çıkan albümlere girizgaha bu vesileyle The Maccabees vasıyasıynan başlıyoruz. Tahmin edeceğiniz gibi tür rock, indie rock. Bir yandan da bu ismi nereden almışlar merakı wikipedia'ya yönlendirirken beni kendime dur diyebiliyorum. Tabi bu isimde İsrail'de bir futbol takımı olduğunu biliyorum. Hatta yanılmıyorsam Makabiler de bir tür tarihi Yahudi cemaati olsa gerek. İşte genel kültür, Allah kahretmesin.
Genel olarak albüm bir kaç hit potansiyeli taşıyan parça ve albümü dolduran diğer mood şarkılar şeklinde özetlenebilir. Tamamiyle yanlış kanılara neden olabilecek bu yorumu açmak gerekli. Bir kere Coldplay'den bildiğimiz reverbli atmosferik kaydın bu mood şarkıları  pek çok anlamlı hale getirdiğini söylemeliyiz. Coldplay demişken etki fazlasıyla aşikar. Yaz sıcağında berrak suların şırıl da şırıl şırıl da şırıl aktığı bir dereye ayaklarınızı uzatmışcasına hissettiğiniz huzuru alabilmeniz mümkün bu anlarda. Abarttım mı? Biraz. Diğer yandan çeşitlendirilmiş vokal sayesinde Antlers'den, Antony Hegarty'e (gayet şık Unknown örneğinde olduğu gibi) değişik tatlar almak mümkün. Bu çeşitlendirme sadece vokalle sınırlı değil,  tempo ve ritim olarak da şarkılara nüfuz ederek durgun atmosferin kimi zaman dağılmasına yardımcı oluyor. Benim pek hoşlanmadığım Pelican bu manada albümde  gayet ayrıksı bir yer işgal ediyor. Asıl hoşuma giden kısım ise albümün başlangıcı. Zayıf introyu geçersek Child tatlı melodinin trompetle süslendiği öz ve özet bir şarkı. Sondaki solo ile baterinin kısacık dansını dinlemek gayet keyifli. Feel To Follow ise yukarı aşağı izlediği dalga nispetindeki ritmik seyiri post rockvari kreşendo ile bağlayarak dikkat çekiyor. Forever I've Known ile birlikte aslında albümde elde edilmek istenen şeyin biraz psyche bir hava olduğunu anlıyoruz.
Grubun bu 3. albümü dinleyenleri aslında ikiye bölmüş durumda. Coldlay ve şürekasını çok dinlemedim. Doğaldır ki orjinalliği de sorgulanacaktır. Ancak beni fazlasıyla ihya etti. Düşünün belki de hayatınızın albümünü birileri tükaka ilan ettiği için gözardı ettiniz, belki de burnunuzun ucunda.

7,50+/10

7 Mart 2012 Çarşamba

Marion Zimmer Bradley - Atlantis'in Çöküşü

Ciltli karton kapaklı güzel bir kitap bu, olmayan kütüphanemde güzel duracağını düşündüğüm kitabın yazarı M.Z.Bradley daha çok sittin sene devam etmiş Darkover serisi ile tanınmakla beraber Türkçe'ye sadece Atlantis ve doğru hatırlıyorsam Kral Arthur efsanesini konu alan Avalon kitapları çevrilmişti. Atlantis'in Çöküşü demişken hikayenin defalarca önümüze ısıtılıp kaynatılıp getirilen Atlantis efsanesi etrafında geliştiğini söylemek güç. Alternatif bir bakış açısı işleniyor aslında. Yazarın kalemi güçlü olmakla birlikte panoramik mekan tasvirleri konusundaki zayıflık kafamızda makro ölçekte bir coğrafya hayali oluşturmada zaafiyet yaratıyor. Çok sınırlı ve daha çok iç mekanlarda geçen hikaye tahmin etmesi olanaksız bir kurgu işliyor. Diğer bir deyişle yarattığı teolojik çerçeve sebebiyle sebep-sonuç ilişkisini bile takip etmekte güçlük yaşıyorsunuz. Çünkü oldukça yoğun olan dini tabular ve ayinlerin amacı nedir, neden bu kadar fazlalar, gibi soruları ancak gerçekleştikten sonra öğrenebiliyorsunuz, hatta kimi zaman sayfalar sonra metinden çıkarımlara güveniyorsunuz. Kitabın konusunu bile özetleyemez hale getiren bu anlaşılmaz kurguya okuyucu alıştığı takdirde, ki ilk bölümlerde kitabı okumadan bırakma ihtimali çok daha yüksek, okuma tecrübesinin zevkli bir hale bürüneceğini söyleyebilirim. En azından bazı karakterlerin güçlü bir şekilde aktarımı sayesinde, e nerde bitecek bu hikaye merakı zihinlerde yankılanabilir. Bu yönde de özellikle sonlarda Ursula LeGuin'in hikaye tarzına yakınlaştığı da eklenebilir. Dini kast ve tapınak sisteminin hikayeyi doğurması sebebiyle romana hakim olan havanın mistik ve kimi zaman grotesk atmosferin yoğunluğu altında geliştiğini de aktarıp özete geçelim.
Aslında bu roman iki kızkardeşin hikayesi. Babası büyük rahip Talkanon olan ışık rahibesi Domaris ve onun sorunlu kızkardeşi Deoris. Rajasta isimli diğer bir ışık rahibin gözetiminde olan bu kızkardeşlerin hayatı işkence gördüğü için sakat ve kör hale gelmiş olan Atlantis Prensi Micon ile tanışmaları neticesinde değişir. Rajasta ile kalan bu Prens, hava olaylarını kontrol etme yeteneğine sahiptir. Ve bu gücü sebebiyle karanlık büyücüler tarafından işkence görmüştür. Bu kaçak büyücülerin müsamaha gösterilen Gri Tapınak rahiplerinin arasına gizlendiği düşünülmektedir. Gri tapınak ise Riveda tarafından yönetilmektedir. Gri tapınakta kadınlar sekse dayanan ritüellerde kullanılmaktadır. Bu kendilerine özgü gizli ve okkült gelenekleri sebebiyle diğerleri tarafından horgörülmekle birlikte özellikle sağlık alanında çalışmaları ile biliniyorlar. Micon ilk görüşte, daha doğrusu göremeyişte aşık olduğu Domaris'ten erkek çocuk sahibi olmayı hedeflerki gücünü ona aktarsın. Garip ahlak sistematiği gereği evlenmeden önce bunu başarırlar da. Aralarında yaşanan büyük bir aşkdır aslında. Micon da bir süre sonra hakkın rahmetine kavuşur. Fakat gittikçe onlardan uzaklaşan Deoris ise Riveda'nın yanında çalışmaya başlar ve hatta yaşlı büyücünün sevgilisi olur. Bir ayinde Deoris yaralanınca Riveda kara büyücülerden yardım alır ve onların tarafına geçer. Hatta tapınağın altında gizli Kollarını Kavuşturmuş Tanrı, (ismi bu olmayabilir, hatırladığımı yazıyorum) putu önünde onu uyandırmak için ayin yapar Deoris ile birlikte. Yanlarında da Riveda'nın meczup yardımcısı vardır. Ki aslında o da işkenceler sonucu aklını yarı yitirmiş Micon'un erkek kardeşidir ve sanırım gücünü de kötülere kaptırmış. Sonra Deoris herşeyi itiraf eder. Rahipler meclisi toplanır, Riveda öldürülür. hatta kara büyücülerin başının Talannon olduğu ortaya çıkar. Deoris kastdışına atılır ve kızı doğunca onu karısı olarak alan ve artık aklı başına gelmiş Meczup tarafından kızı Atlantis'e kaçırılır. Domaris de onla birlikte yanına oğlunu alarak Atlantis'e sürgüne. Öyledir, böyledir. Bayağı bir süre sonra Deoris de Atlantis'e sürgüne gittiğinde bir nevi ailesine kavuşmuş olur. Derken bir gün Rajasta gelir ve Kollarını Kavuşturmuş Tanrının putunun olduğu yerin dünyanın manyetik merkezi olduğu ve orada defalarca enerji salıveren ayin yapılması sonucu Atlantis'in batacağı, dünya coğrafyasının zamanla değişeceği söylenir iyi halt ettiniz gibi bir şey yani. Domaris de ölür hastadır zati senelerdir. Farklı pek bir farklı bakış açısı dediğim şey işte bunlar.

6 Mart 2012 Salı

Thy Catafalque - Rengeteg (2011)

Yeni bir ürün çıkardıkça beklentiye sokup beni heyecanlandırabilen ender gruplardan birisi Thy Catafalque. Bu fırsatla önceki albümle kıyaslama yapmak da kaçınılmaz oluyor. Avangart progresif metal sıfatıyla etiketlenen grup sadece sounduyla değil şarkı sözlerinde anadilleri olan Macarca kullanmalarıyla da dikkat çekiyor. Tangır tungur ilginç bir dil. Bu kendilerine has tavırlarını bu albümde de devam ettiriyorlar. Yalnız bir miktar deneysel arayışları azaltmışlar. Hatta ve hata geleneksel metal kulvarına yaklaştıklarını bile söyleyebiliriz. Yaklaşma sadece, yoksa hala elektronik ve folk etkisi mevcut, bayan vokal kullanımı da hakeza. Dozaj daha az ancak. Geleneksel demişken misal açılış parçası aslında bünyesinde gayet thrash riflerini barındırıyor. Takip eden parçalar ile birlikte yavaş yavaş belirli bir moda giriyorsunuz. Dolayısıyla sounddaki sertleşmeye (ne müstehcen, ne müstehcen) kapanış parçasında çok daha iyi tanık olabiliyoruz. Pür black metal. Yalnız bu grupta hala bana ahan da işte nidaları atmama engel olan bir şeyler var. Şarkılardaki vokal partisyonlarının her ne kadar ses rengi pek bir tatlu olsa da kendini fazlasiyle tekrar etmesi şarkıları da birbirine benzeştiriyor. Ritimlerin de üç aşağı beş yukarı aynı formülü izlemesi sonucu melodiler dinleyeni çok da şaşırtan bir deneyim sunmaya hiiiç de yardımcı olmuyor.

8,25--/10

4 Mart 2012 Pazar

Kenan Doğulu - 3 (1996)

Kenan Doğulu'ya açık çeki erken vermişim görünüyor. Zira bu albümde 90'ların o kendine has havasını erken sona erdirmiş. Evet Kandırdım altyapısı ile ki caza da gözkırpan bu düzenlemeleri önceki albümde daha sık rastlıyorduk ve balad geleneğini devam ettirdiği Günah Değil Mi Bana başarılı şarkılar. Hiç Bana Sordun Mu ise über abartılmış bir şarkı. Geriye de pek bir şey kalmıyor zaten. Önceki albümlerde olduğu gibi değişik tarzlardan esinlenmeler maalesef yerli pop şarkılarını özel hale getirmekten uzak burada. Hele öyle böyle hoş gördüğümüz Orçunvari abaza ergen sözlerin hala devam ediyor olması, arkadaşım 3. albümün bu yafu, artık bağışlanamaz bir hata. Çekirge 1 sıçrar, 2 sıçrar...

5,50/10

3 Mart 2012 Cumartesi

Yavuz Aslan - Türkiye Komünist Fırkası'nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi

Türk Tarih Kurumu'ndan çıkan ve önceki seneki kitap fuarından oldukça uygun bir meblağ karşılığında alma fırsatı bulduğum bu araştırma inceleme eseri isminin işaret ettiği gibi TKP'nin kuruluş yıllarında Mustafa Suphi'nin hayatını ve daha da önemlisi ölümünün arkasındaki sırı konu alıyor. Resmi bir kurum tarafından yayınlanmasına rağmen olabildiğince objektif davranılmaya çalışılmış hissi biraz irdelenince dağılıveriyor. Zira bolşevizmi ısrarla Anadolu'ya getirmeye çalışan TKP kadrolarının yeni rejim için nasıl bir tehlike arzettiğinin vurgusu gayet açık. Öncelikle kurtuluş savaşına samimi bir şekilde destekleyen bu kadroların gerçekten de bolşevik bir rejimi savunmak konusunda da zihinleri oldukça net ve dönemin devrimci ruhundan etkilenerek fazlasıyla iyimserliğe teslim olduklarını söylemek mümkün. Güçleri o kadar cılızken yarın devrim, daha doğrusu Anadolu örneğinde dönüşümü yapabilecek gibi bir tavır göstermeye sebep olan bir iyimserlik bu. Aynı zamanda Ruslar ve Ankara hükümeti arasında aracılık yapmaktan çok iki büyük kuvvetin arasında çıkar ilişkisinin arasında boğulmuş görünüyorlar. Ki cinayetlerin ardından Rusya'nın tepki göstermekten ziyade Anadolu hükümeti ile yeni anlaşmalar imzalaması yazarın vurguladığı adventurist-macerası eleştirilerinin haklılığına paye veriyor. Kendileri davalarına adamış bu öncü kadroların bir Güney Afrika örneğinde olduğu gibi legale çıkarak kurtuluş savaşı esnasında rejimin sol vicdanı olabilme ihtimalinin, tarihin gidişatına biraz daha dikatle bakınca aslında hiç olmadığını görüyoruz. Diğer yandan Sovyetlerin eski çarlık topraklarına genişlemesine baktığımızda da gerçekten kitle hareketinden çok militarist yayılmacılığa yaslandığına tanık oluyoruz.Yani geçmişe yönelik safiyane bir retrospektif taraf tutma olgusu ancak ideoloji çerçesinden mümkün hale geliyor. Gelelim Karadeniz'de bu öncü kuvvetin katledilmesi mevzusuna. Yazarın belirttiği gibi Kars yoluyla Erzurum'a gelen kadroların zaten isyanlar ve iç muhalefetle uğraşmakta olan Ankara hükümeti tarafından hoş karşılanmayacağı bir müddet sonra ortaya çıkıyor. Gitikleri her yerde halk galeyana getirilerek komünistlerin bu topraklarda tutunamayacağı hissini verdirmek süretiyle hem siyasi hayatlarının büyük kısmını sürgünde geçiren bu kadrolara hem de Sovyet Rusya'ya mesaj verme gayesi güdülüyor. Hükümetin emirlerini ise valiler aracılığıyla yürüten kişi Kazım Karabekir. Fakat ne oluyorsa oluyor, Trabzon'da Rusya'ya iade edilmek için bindirildikleri motorda o dönemin Trabzon'da sözü geçen karanlık bir kişiliğe sahip Kahya Yahya ve arkadaşları tarafından katlediliyorlar. Bu kişilerin bu kararı kendi başlarına verdikleri inanmak gayet güç. Diğer yandan Ankara hükümetinin de kılı kırk yararcasına Rusya'yı gücendirmemek için sergilediği müsamerenin sonucunda ölüm emrini vermesi de öyle. Fakat böyle bir ortamın yaratılması düşük seviyede memurların seviyesinde yanlış uygulamalara yol açması da kaçınılmaz. Yani kurtuluş savaşını yerelde yürütenler , valilikten milislere kadar değişik ünvanlarla, eskinin İttihatçısı değil mi ki zaten? Şundan söylüyorum, belki de doğrudur, bolşeviklere düşman olan ve o dönem Trabzon'da güçlü İttihat Terakki destekçilerinin bu cinayeti işlediği kabul gören görüştür. Böyle bile olsa bu gergin ortamı yaratan Ankara hükümetinin sorumluluğunu hafifletmiyor. Zorbalıkları sonucu mahkemeye çıkıp salıverilen Kahya Yahya'nin çok üzerime gelirlerse herşeyi söylerim demesinin ardından öldürülmesi de ilginç bir anektot. Zaten düşmanı çok olan bu şahsın katil zanlısı olarak Atatürk'ün yaverinin yakalanması ise gizemi muamma haline getiriyor. Ölüm emrini veren Ankara hükümeti ise bu olayların bu kadar açığa çıkmasına neden izin veriliyor? Öyle değilse neden Atatürk'ün kahyası bize Kahya Yahya'yı öldürün dediler,öldürdük diyor? Neden bu sözleri tarihin sarı sayfalarında kaybolmuyor. İşte kitabın zayıf taraflarından biri de bu muammayı sadece bir kaç cümlede geçiştirmesi.

Tori Amos - 1000 Oceans (1999) Single

Duygusal balad sınıfına dahil edilebileek 1000 Oceans ve Baker Baker şarkılarını içeren single öyle güzel yani. Albümlerinde de öne çıkan parçalardı zaten. Yani o albümleri dinlediyseniz bu single'a hiç de vakit ayrımaya gerek yok demeye çalışıyorum işin özü. Tori Amos defteri de burada kapanıyor böylece.

7,50/10

2 Mart 2012 Cuma

RETRO: Anathema - Alternative 4 (1998)

Bir sabah içim böyle kıpır kıpır, kalbimin olması gereken yerde bir şey kanatlanmış gibi. Belki de havaların kısa bir müddet kışa dur deyip baharı müjdeleyen güneşi misafir etmesinden kaynaklı bu ruh haline gayet yabancıladım. Tırnak içinde, hissetmeye, başlamıştım. İşte o anda kulaklıktan kulağa akan Anathema nağmeleriyle özüme geri döndüm, kendime geldim. Evet biliyorum, Anathema bir süre boyunca ortalığı baydı, geyikleri İstanbul'u sardı. Ama ne derseniz deyin, atmosferik progresif ya da arabesk rock, bu Anathema da neymiş diyen genç metalcileri duyduğuma göre bu histerik ilişkiyi aşmışız, daha sağlam bir temele oturmuşuz demekkı. Diğer yandan genç nesilleri Anathema'yı öğretmemek de bizim ayıbımız. E diğer diğer yandan da onlar daha çocuk, yaşayacak eğlenecek güzel günler görecekler daha, böyle melodramaya sarılmasınlar hayatlarının baharında. Neyse ne bir şey itiraf edeceğim. Hayatımda dinlerken ağladığım tek albümdür bu. Elbette ne de güzel çalıyorlar diye hayranlık gözyaşları değildi. Anılar, arkadaşlar, nostaljiya felan. Neyse böyle şeyler fani. Herkesle ilişkimi yüzeysel hale getirdim. Misantropiğin önde gideniyim yani. Zaten insanları sevmiyorum. Hayvanları da. Hamsiyi severim ama, kızartması olur, pilavı olur ki biz hamsi böreği deriz. İstavrit de iyidir. Şöyle sacta kokmayan kuzu etinden karışık pirzola, arpa soğanla birlikte felan. Evet bazı hayvanları seviyormuşum. Ama bitkileri sevmiyorum. Çimlere felan basıyorum, öyle fenayım. Ancak esnaf lokantasındaki şekere doymuş patlıcan kebap geldi aklıma bak şimdi. Mis. Sevgili günlük, iyi değilim ben. Hiç. Piyango evet piyango. Çözüm loto toto iddiada.

10/10

1 Mart 2012 Perşembe

Death - The Sound of Perseverance (1998)

Death'den vakti zamanında bazı parçalar dinlemekle beraber hiç bir albümünü baştan sona dinleme fırsatı bulamamıştım. Hayal kırıklığına uğramaktan korktuğumdan değil. Hani tatlının sona bırakılması gibi bir şey benim için. Müzikte teknik becerilerin sergilenirken melodinin ve duygunun ihmal edilmesine içerleyen ve progresif metale karşı da aman aman imtinayla yaklaşan biri olarak elbette mantık denen mantıksız şeyin oyununa gelme ihtimalim de az değildi. Cadı teyze vokali de katmeriydi. Ama şahmata gelen bu mantık oldu. Enerjinin, parlak soundun, riflerin bateri etrafında adeta dönercesine dansedişinin hayranıyım. Vokalin, soloların, riflerin hayranıyım. Dudak bükülen Painkiller yorumunun hastasıyım. Ufacık tefecik bir eleştirim olacak. Sonlara doğru parçalarda bir ritim bozukluğu belirtilerinin gösteriyor olması. Bu kusuru da kadıkızına yükleyip geçelim. Ve en verimli yaşlarında (müzikal olarak yafu) aramızdan ayrılan Chuck Schuldiner'ı da bu albüm vasıtasıyla bir kez daha analım.

*Scavenger of Human Sorrow,  Spirit Crusher

9,75/10