30 Mart 2014 Pazar

Frederic Chopin - Polonaises (Maurizio Pollini, 1976)

Piyano eserlerini sevmemin bir sebebi de ilk başta uyum sağlamakta zorlansam da bir süre sonra bana vazgeçilemez keyifte, kulak dolduran zenginlikte melodiler sunmaları oluyor. Kilidi zor bir kapı ve ardında her biri kendine özgü bir manzara. Chopin'in bu yapıtında kilidin çok daha karmaşık, kapının çok daha sağlam olduğunu görüyoruz. Doğrusu epey vaktimi aldı. Sonunda hakettiğim yasak meyveyi aldığımı düşünüyor, düşlüyorum. Tekrar söylemem gerekirse romantik akımda yer alan eserlerin akla getirdiğinin tersine hiç de kalbe dokunmayı amaç edinmiş kolaycı ve ucuz melodilere yaslanmadığına bu örnekte de şahit oluyoruz. Aslında girift ve detaylı, derin kısacası teknik ifadenin hakimiyeti göze çarpıyor. Özellikle ritmin kekeleyerek yavaşlaması ve aniden birbirini takip eden notalarla hızlanıp sadece bir kaç saniyede tekrar aksadığı anlardan hoşlanıyorum. Kabul ediyorum ne tekniğe ne de yaratıcılığa dayalı bu hareket, yine de olsun, keyif benim keyfim.  Diğer yandan albümü benim için zorlaştıran noktalardan biri de piyanonun tonu. Odunla bir ağaca vurur gibi tok ve yabancılaştırıcı değil, Allah'a şükür ama sevdiğim ipeksi dokunuşlar, dans eden saçlar kıvamından da uzak, ara ve değişken bir ton ağırlığında kaydedilmiş albüm.

7,75/10

26 Mart 2014 Çarşamba

RETRO: Running Wild - Gates to Purgatory (1984)

Korsan metal yapmaya başlamadan önce grup çıkış albümünü oldukça farklı bir tema üzerine yoğunlaştırmış: Satanizm. Dedikse bu satanizm toplumun iki yüzlülüğüne karşı şok terapisi uygulayan bir tür anarşik isyanın yansımasından başka bir şey değil aslında. Müzik ise yer yer spidi kulvarına giren heavy metalin dibi. Oluşan uyumsuzluğun onlar da farkına varmış olsalar gerek ki bu tavırlarını sürdürmekte ısrar etmemişler. İşin gerçeği özellikle yerli metal sahnesinin 80 sonları 90 başı oluşma safhasında Almanya'dan yurdumuza heavy metal ateşini körükleyip canlı tutan önemli bir gruptur Running Wild. Tam anlamıyla metalci olmadığımdan mı artık neden olsa gerek seksen ortalarında herkesin üzerinde hem fikir olduğu bir kaç baba albüm dışında grubun yapıtları üzerimde ancak ehh etkisi bırakmıştır. Şimdi ise kendimi tabi tuttuğum bu yeniden dinleme serüveni daha ilk aşamada beni şaşırttı. Zira bu işlenmemiş demirden ham heavy metal oldukça ayarında bir ayar verdi bana.

7,50+/10

24 Mart 2014 Pazartesi

Luxtorpeda - Luxtorpeda (2011)

Grup ülkeleri Polonyadaki efsanevi bir tren seferinden daha doğrusu bildiğimiz trenin isminden ismini almakta. Bir nevi oraların Kurtalan Ekspres'i yani. Bu çıkış albümleri ile hayli ses getirmişler, çeşitliliği ile globalliği yakalamış Polonya müzik piyasasında ödülleri toplamışlar, iyi de satmışlardır herhalde. Bunu büyük ölçüde enerjileri ile yakaladıklarını düşünüyorum. Yoksa müzik sert, popüler bir piyasanın kaldıramayacağı sertlikte. Vokaller nakaratlarda stoner-sludge tarzını andıran bağırış çığırış hallerini yansıtmakla birlikte bu hal ve durum bestelerin melodik yapısını tamamen örtmüyor. İllede bir şey diyeceksek alternatif rock diyelim, demesine de gruuvi metal ve hardkor gibi öğelerin adını geçirmeden bu tanımlamayı söyleyip kaçmak eksiklik olacaktır. Hani youtube'da gezine gezine bir noktada artık Allahım nasıl geldim ben buralara dersiniz ya, peki ben nereden buldum bu grubu. El-cevap Autystyczny.  Yani Otistik manasındaki delişmen şarkıları vasıtasıyla. Orada gördüğümüz gibi biri metalik diğeri rap'e yakın iki vokalin (aslında grubun bir başka elemanı) bu iki türün ekstremliğinde kaybolmadan birbirlerini tamamlaması haysiyeti kaybetmeyen bir enercayzırlıkla dolu ritimlerle örtüşünce iyi örnekler ortaya çıkarabiliyor. Albümün, en azından benim dinlediğim versiyonda şarkıların enstrümantal yorumlarının olması artı bir özellik. Fakat negatif bir unsur da elbette mevcut. Hem de en can alıcı haliyle. Bu tarz şarkıların özellikle vokal partların da tetiklemesiyle dinledikçe kendisini eskitmesi. Sığlık mı diyelim.
Haftasonu eğitimden dönerken tıklım sıklım metrobüse bir akp mitinginden erken kaçanlar binince genç bir kardeşimizi gördüm. Durmadan başını öne arkaya ve sağa sola sallayan kısa ve kilolu arkadaş durmadan güldükçe omzuna sırtına vurasım geldi sevgimden. Milletçe sevgimizi böyle gösteririz ya. Diğer yandan da üzüldüm. Sosyal etkinlik namına gidebildiği tek şeyin bir akp mitingi olması ve bunun sevinciyle birlikte yüzüne bir konan bir kanatlanan gülümseme. Ah, benim yakınım olsaydın, seni metal konserlerine götürür, sahneye bile çıkartırdım, en azından denerdim. Terden sırılsıklam bırakan o kafa sallamalarınla alemin en iyi headbangçisi olurdun. Ben de yanında eften püften ekürin.

6,75+/10

21 Mart 2014 Cuma

Fuck Buttons - Slow Focus (2013)

Fazla söze hacet gerek yok. Bir önceki yazdıklarım hala geçerli. Bu sefer biraz daha volümün arttığını hissettim. Tekrara dayalı hipnotik melodilerin hakim olduğu son iki şarkı ki her biri on dakikanın üzerinde, Stalker ve Hidden XS benim için öne çıkan parçalar arasında yerini aldılar. Sanki yansıtılan pozitif duygularda da bir miktar kırılım var gibi. Belki de yanılıyorum, o negatiflik tümüyle benden kaynaklanıyordur.

7,50+/10

20 Mart 2014 Perşembe

RETRO: Bathory - Bathory (1984)

Bathory, geleneksel metalden beslenen proto-black metal ile halis muhlis İskandinav black metalin arasında bağlantıyı kuran en önemli gruplardan biri değil bizzatihi öyleydiler. Efsanevi metalci Quorthon liderliğinde çocuk yaşta gencecik elemanların kurduğu grubun bir türün doğuşu değil belki ama standartlarını kurmada bu kadar belirgin bir rol oynayacaklarını tahmin ederler miydi bilmiyorum. Ama bununla yetinmeyip sonrasında viking metalin bizzat yaratımında öncü bayrağı taşıdıklarını biliyorum. Yani tek kelimeyle devrimci bir grup olarak müzik tarihinde yerlerini ayırtmışlar. Yalnız hakettikleri değeri pek de göremediklerini düşündüğüm bir müzikal tarih bu. Ve sayfaları gittikçe sararıyor.
Çıkış albümü paslı ve zayıf soundu ile dipten punk sahnesinin kirliliğini dinleyiciye geçiriyor. Ritimler ise nabız hoplatan cinsten. Aslında besteler thrash kıvamında punk ruhunda spiidi metalden çok da öte değil. Atmosferi koyultucu intro ve outrosuyla olsun, yırtıcı vokal olsun, satanik sözler olsun, bahsi geçen black metalin oluşumundaki kayıp halkaları teşkil ediyorlar. Bir kaç beste güme gitse de başta Necromancy ile War olmak üzere gerçekten, sahiden cinnet geçirtecek şarkılarla dolu bu albüm. Kısa ve net, adrese teslim. Bu haliyle bendenize biraz Motorhead, biraz Metallica'nın ilk albümünü ve Judas'ın Painkiller'ını anımsatmıyor değil. Ortak noktaları hız olsa gerek, ruh olsa gerek.

9,0-/10

19 Mart 2014 Çarşamba

kim ki o - Dans (2010) EP

Mesailerin efendisi ünvanını kimselere bırakmadığım şu gün daha doğrusu gecelerde azalan ölçütlerde müzik dinlemeye devam edebiliyorum. Radarımızı güzel yurdumuza çeviriyoruz. Bir süredir dipten derinden müzik üretip kendilerini ufak çapta bilinir hale getiren grubun yükünü iki bayan yüklemiş durumda. Bir tür synth pop yapıyorlar. Biraz nostaljik manada melankolik, azcık arıza, bas ritimleriyle örülü, ağır tempolu bir müzik bu. Çok bu türü bilmiyorum, yanlış ifade ediyor olabilirim. Ama sanki tür içinde bile alternatif bir yerde duruyorlar gibi. İcra edilen müzik ilk dinleyişte kendi içine eğimli bir kapalılığı temsil ediyor gibi. Sonrasında ise monoton ritimlerin de katkısıyla aslında ilk hissettirilen sofistike imajın tersine albümün düz, kötü anlamda söylemiyorum, bıkkın kabullenmiş monoton süreklilik anlamında düz sıfatında kendini bulduğunu ekleyebilirim.  Bir yandan vokalin melodi içindeki transparan endamı oldukça ilgi çekici. Diğer yandan albümün bütünlüğü şarkıların aynılığından değil birbirini tamamlayıcı farklılığından gücünü alıyor. 6 adet şarkı her bir anıyla kendi dinleyicisine seslenmesini biliyor. Son şarkı Hayır, Hayır... bana daha fazla ulaşabilen şarkı oldu bu manada. Yine de tekrar etmekte fayda görüyorum, bu tarz bir müzik bana uzak. Her halükarda farklılık arayan dinleyicinin sitelerine ve sitelerinden yüklenebilen albümlerine bir uğraması gerekli.

6,0/10

15 Mart 2014 Cumartesi

Blood Ceremony - The Eldritch Dark (2013)

Paganizm şemsiyesi altında toplanabilecek cadılık, büyücülük, tekinsiz ormanlar gibi bir temayı ortaçağ avrupası folklorüne dayanan melodilerle işleyen, hammond orgu gibi standartlaşmış bir enstrümanın da göz ardı edilemeyecek katkısıyla 60-70'lerdeki zilyon hard rock/proto-heavy metal grubunun soundunu paylaşan grup son yıllarda adını sıkça duyurmasıyla gündeme geliyor. Hani neredeyse Sun, Daily Mirror gibi tabloit gazetelerin manşetlerinden düşmüyor. Ağır sayke etkisinin bayan ağırlıklı bir vokal ile birleşimi gibi pozitif bir etki, sadece orgda kalmayıp flüt vs.. değişik enstrümanlarla icra olunan folk ezgilerin pazarlama stratejisinin ötesine geçerek samimi bir unsur olarak albümdeki tüm şarkılara yayılmasıyla güçleniyor. Dedim ya, zilyon tane klasikleşmiş grubun Uriah Heep, Black Sabbath, Jethro Tull, akla gelmemesi imkansız. İlginçtir, Lord Summerisle isimli fevkalade baladın da yardımıyla farklı bir grubu, Lake of Tears'ı yadeddim ben. Herkesin kendine göre seçeceği favori şarkıları elbette olacaktır. Bu açıdan güçlü bir albüm. Adı geçen baladın adının yanına yine adıyla retro oğlu retroluğu temsil eden The Magician'ın adını ekleyebilirim kendi adıma (5 ad, bu bir rekor!). Nostaljiyi bulaşıcı gruuvilikte melodilerle günümüze taşıyabilen grup dinledim, test ettim, gördüğü ilgi alakayı hakediyor.
Ah, dün gece A Silver Mt Zion konserindeydim. Hasta ve yorgun bir şekilde sırtımı arka panellere vererek edindiğim destek sayesinde yerimden kıpırdamadan konserin sonunu getirebildim. Bir kaç kişi çömeldi, dimdik ayakta durabilmenin haklı gururunu bayrak yapıp salladım. Şov açısından sönük, ne ufak bir sahneymiş o yafu, iletişim açısından olağanüstü değil (sahne esnasında diye kısıtlayalım), performans açısından gereğini layıkıyla yapan bir konserdi. Yalnız yeni albümün 3. şarkısı bilmemne blues'u yumuşak bir versiyonda çaldılar, kırıldım gücendim. Ulusların babaları değil çocukları olmalı dedikleri yeni şarkıları da gayet yıkıcıydı. Su gibi geçen konserlerden biriydi kısacası. Ayda yılda bir gidebildiğim konserlerde hasta olma geleneğini, önceki ve genelde takip eden gün iyi, o gün dağılmış bir durumda olarak tarif edebilirim, layıkıyla yerine getirerek kendi üzerime olan görevi de ben gerçekleştirmiş oldum.  Nice konserlere, Beirut geliyor, şimdiden alın biletinizi derim.

8,25+/10

12 Mart 2014 Çarşamba

The Silver Mt. Zion Memorial Orchestra - Fuck Off Get Free We Pour Light on Everything (2014)

Efrim ile aşkımız pek fırtınalı. Son albümlerini ilk dinlediğimde vokalini ne kadar özlediğimi düşünmüştüm. Bir süre sonra yine karatahtada tırnak cığırtlaması ile karşılaştırır duruma geldim. Gelgitli deli bir sevda bu. Yine de Allah var yukarıda, bir boran gibi esiyorlar ekipçe. Post rock felan değil arkadaş, post-rock türünün grindkor versiyonu. Take Away These Early Graves'i ilk duyduğum anı düşünüyorum da daha dün gibi. Yani iki hafta önce. Kaldırımda yürürken donakaldım, parmaklarım arasında sigara söndü. Duman oldum. Keman, disharmonik tonlar ve sonunda Çin melodisi. En bi acayip sert bir şarkı son vakitlerde dinlediğim.
Grup iki günlüğüne konsere geliyorlar, duymuşsunuzdur. Benim biletim hazır, cuma oradayım. Siz de gelin.

8,0+/10

9 Mart 2014 Pazar

George Michael - Ladies & Gentlemen: The Best of George Michael (1998)

Misal bir muktedir alıkoydu beni, dedi çok kudurdun sen bu aralar. Feysbuku, yuğtupu, tivitırı yasaklayıp seni ıssız bir adaya terkedeceğiz. Ama o kadar merhametliyim ki yanına bir müzik albümü almana izin vereceğim. Hayır o kadar da iyi değilim, metal değil pop olacak albüm. İşte iki ucu pek de temiz olmayan bu dilemmayı aşabilecek bir cevap buldum buluşturdum. Hatta o kadar kadirşinas biriyim ki iki albümlük bu setin sadece balad ağırlıklı ilk albümünü yanıma almakla yetineceğim. Uzun bir süre beni idare edebileceğini düşünmekle beraber Fastlove, Outside, Spinning the Wheel, Papa Was A Rolling Stone, I Knew You Were Waiting (düetin diğer tarafı olarak ismini duyup dinleme şerefine erişemediğim Aretha Franklin damgası müthiş) gibi hitleriyle daha hareketli ikinci sididen bu kadar kolay vazgeçmenin etkileri hafif olmayacaktır. Amaaan neyse ne, illaki ıssız ada konsepti Cuma ile buluşmazsa ve hatta ona rağmen bir noktadan sonra akıl yitimi ile sonuçlanır, değil mi yani?. Balad ağırlık sidide başı çeken parçaları ise dinleyenin içini eriten Jesus to a Child, yılların eskitemediği romantik parça Careless Whisper ve sokaklarda tiğçır tiğçır diye sayıklatan One More Try'ı sayabilirim. Pop namına alakalı alakasız pek çok kişiye hitap edebilen şarkıcının her dönemi aynı değil maalesef. 80'lerdeki hareketli şarkılar kaba ve Older dönemindeki sofistikelikten oldukça uzak. Bu anlamda Careless Whisper'ın nasıl müzikal hayatının ilk yıllarında yazıldığına inanmak güç. Derlemeye katılan ve sonunda 90, 97 gibi takılarla yeniden yorumlandığını ifade eden şarkılarda da günün duygusallıktan uzak tüketim anlayışına teslim olunduğu görülüyor. Bununla birlikte siyahların hakimiyetindeki soul ve gospel müziğinde bembeyaz bir adamın da hakkıyla üstesinden gelebileceğini gösteren incelikli bir albüm olarak hani neredeyse şöyle söylettiriyor dinleyene: Başka bir şey dinlemeseniz bile olur pop janrında.

8,50/10

7 Mart 2014 Cuma

té - ゆえに、密度の幻想は綻び、蹌踉めく世界は明日を『忘却』す。(2012)

Albüm ismi yabancı geldiyse şöyle de okuyabilirsiniz: Therefore The Illusion of Density Breach, The Tottering 'World' Forget Tomorrow. Hizmette sınır tanımayıp teeee Japonyalardan getirdiğimiz bu post-rock grubunun 5. albümünün ismi yine de anlam ifade etmiyor olabilir. Ama sert sound itibariyle post-metale yaklaşan hızlı tempolu besteleri dinleyiciye iyi vakit geçirme garantisi sunuyor. Diplerde geleneksel post-rock tınılarını bulmak mümkünken üzerine eklenen yaratıcılık sayesinde grup progresif, metal hatta inceden inceye caz esintilerine kucak açıyor. Kulağa varan ses anlamında farklı yerde dursalar da bünyeye bulaştırılan enerji bir Long Distance Calling bir 65daysofstatic kadar etkileyici. Hemen hemen şarkıların tümünü belirli süreleriyle özel kılan bu özellikte en önemli rolü gitar ve rifler üstleniyor. Aynı zamanda baterinin tekniğinin  post-hardkorun gümbür gümbür parıldayıp sönen vurkaççılığına yaklaştığını söylemek mümkün. Yani fena bir konser grubu oldukları izlenimi veriyorlar, benden söylemesi.

7,75/10

4 Mart 2014 Salı

Television - Marquee Moon (1977)

Gitarın konuştuğunu, yiyip içtiğini, güldüğünü, alay ettiğini, keyiflenip iki kadeh yuvarladığını, sarhoş olup ya da sırf yorgunluktan dilinin sürçtüğünü, şarkılar söylediğini, dans ettiğini, heyecanlandığını, ağladığını, içlendiğini, neyse yeter artık bu kadar diyip durduğunu, durulduğunu, Deli Dumrul olduğunu, düşünebilir miydiniz? Düşünmeyi bırakın bizzatihi tanığı olmak ister misiniz? Art punk sıfatını uygun görmüşler albüme. Punk namına az sanat namına çok şeyler görüyor ve arttırıyorum. Şık bir albüm.

Marquee Moon ile Torn Curtain favori şarkılarım. Zayıf şarkı ise ancak nisbi ölçütlerde çıkarsa çıkar.

8,75/10

1 Mart 2014 Cumartesi

Caladan Brood - Echoes of Battle (2013)

Tablo kapaklı albümler bildiğiniz üzere atmosferik black metal ile özdeşleşti gibi bir şey bugünlerde. Söz konusu albüm de bizi şaşırtmıyor. Türün epik versiyonunda akla gelen ilk grup olmasa da takdir ve teşekkür plaketlerini iç eden grup diye sorulunca Summoning'i hatırlıyoruz. Tıpkı bu albümü dinlerken olduğu gibi. Aslında bir nevi Aşil'in topuğu, Demokles'in kılıcı, Tayyibin kriptolu telefonu gibi bir şey bu. Summoning'e yaklaştıkları, benzedikleri ölçüde şarkılar parlıyor. Echoes of Battle diyorum yeri gelmişken. Kendilerine ait bir çizgide yürümeye çalıştıkları anda yine hem olumlu hem olumsuz faktörlerle karşılaşıyoruz. Wild Autumn Wind'e bakalım. Başlangıcıyla aslında slow bir şarkı olacağı taahhüdünde bulunuyor açık açık. Kısa süre içinde de 5. dakikaya doğru yaşanan bir kıpırdanma hariç hafızada yer etmeyip unutulacak bir sıkıcılıkta devam ediyor. 8. dakikadan sonra birden kafanızı sallar buluyorsunuz kendinizi. Hala aynı şarkıyı dinliyor olduğunuzun idrakına varamamışken sessiz bir fırtına toplama anı pörfekto gitar solosu ile birleşiyor. Afallamanın getirdiği memnuniyet destansı nakaratların tekrarı ile şarkının bitimine kadar sürüyor. Aslında benzer formülün diğer parçalarda da izlendiğini görüyoruz. 90'ları hatırlatan gitar solosunun keyboard nağmelerine bağlanarak yine nakaratın destansı bir vurguyla tekrarlanması neticesinde sonlandırılması  A Voice of Born of Stone and Dust'da da öne çıkıyor. Üç aşağı beş yukarı benzer seyre diğer şarkılarda da tanık olunabilir elbette. Yani uzun parçaların alt-bölümleri arasındaki geçişler kadife pürüzsüzlüğünde yapılıyor. Türü avantgardlaştırmaktan uzak progresif dokunuşlar bu manada artı keyif katıyor. Peki sorun nerde? Şahsi zevklerde. Bana göre sık sık sıkıcılığa düşecek gelgitlerde ilerleyen yavaş, yavaş oğlu yavaş şarkıların hakimiyeti metalik derecelendirmede de hafif bir sound ile üstüste geldiği ölçüde Summoning'in pek de altına inmediği o sınır çizgisini grubun geçmekte zorlandığı yönünde çok da rahat bir değerlendirmede bulunabilirim. İster istemez metalik camia dışında hatta indieci müzisyenlere kadar uzanabilecek bir marjinallikte, kalan müzisyenlerin pitchfork ahalisinin de pek bir beğendiği sanatsal kaygıların öne çıktığı bir yapıt mıdır kendileri merak etmekteyim. Çünkü işin teknik, teorik ve şu sıkıcı dengesizliği hariç tutarsak pratik yönüyle harika bir yapıtla karşı karşıyayız. Yalnız işin ruh kısmından şüpheliyim. Summoning dinlerken müziğin içine girip bir ork eri, bir elf prensi kılığında orta dünya manzarasını soluyorken, bu albümde aynı manzaranın muhteşem bir tablosunu dışarıdan izliyor durumunda buluyorum kendi kendimi. Tam da bu esnada black metalin tersine klasik heavy metal sularında benzer yavaşlıkta bir epik sound inşa eden Atlantean Kodex grubu geliyor aklıma. Bunu seven onu da sever, onu seven bunu da, gülü seven dikenine katlanır. Dolayısıyla grup elemanlarına Manowar, Amon Amarth, Iron Maiden gibi grupların albümlerine eğilmelerini rica etmekten başka bir çare gelmiyor aklıma.

7,75/10