30 Haziran 2016 Perşembe

Ivar Bjørnson & Einar Selvik's Skuggsjá - Skuggsjá: A Piece for Mind & Mirror (2016)

Bu kadar 'istikrar' can yakmıyor mu artık? Bizim en hafif tabirle canımız sıkkın ama bazıları hayata veda ediyor her gün ve her gün ve kimi akşamlar kafileler kalkıyor buralardan. Her gidişin ardından bir delilik tortusu kalıyor. En çok da kalanlara korkuyorum.
Enslaved ve Wardruna destekli projenin ismi bile geçmesinin ağızları sulandırdığının farkındayım. Belki de keyfim olmamasından bir eleştirim var. Her şeye bir kulp bulma gayretindeyim bu aralar, ne yapayım. Albüm, işbirliğine dayalı proje olmanın ötesine geçemiyor. Diğer bir yönüyle de Wardruna ile kıyaslanmanın kaçınılmazlığı konusundaki yargıyı da değiştirmek için ellerinden geleni yapmalılar. Fantastik şarkılar var bittabi, 10 dakikalık erken dönem blackçilerin yüreğini hoplatan nüthiş sentez örneği 3. şarkı, Kvervandi ya da Skaldens Song...  gibi. Konuşukların, erken ve kadın vokalin, folklorik ezgilerin, epik melodilerin, puslu dağların, dağların buğusunu akan şırıltılı derelerin sesleri tüm bir kayıt içinde ne kadar uyumlu bir birliktelik oluşturuyor, tartışılır. Karanlık atmosfer ortak noktaları olmasına rağmen bir miktar daha kaynaşıp kucaklaşmaları gerekli şarkıların. Özellikle ambiyans, folk ve metal kardeşliği açısından. Zaten albümün yeterince akıcı olmaması da bunun bir sonucu. Nihayetinde, eğer bu güç birliği devam edecekse ki etmeli ambiyansı biraz dizginlemeliler.

7,75+/10

27 Haziran 2016 Pazartesi

Reverend Bizarre - In the Rectory of the Bizarre Reverend (2002)

Uzun süredir dinlemek istediğim grup, Black Sabbath'ın açtığı yoldan ilerliyor, geleneksel doom metali biraz daha ekstrem noktalara taşıyor. Ağır mı ağır yavaş mı yavaş. Bahsedilenin tersine vokalin güzel bir ses tonu olduğuna, gerekli çeşitliliği sağladığını düşünüyorum. Kayıdın dramatik yönünü vurgulamada katkısı büyük. En sevdiğim şarkı, albümün hemen başlangıcında yer alan Burn in Hell ki sözlerin çocukçalığı kulağa batmakla birlikte, üzerinde vokalin etkisi olduğu kadar albümün belki de en 'soft' halini temsil etmesinin izi şarkıyı görülür, duyulur, içselleştirilir bir forma sokuyor. Diğer şarkılardaki yavaşlık, ender hallerdeki eze eze gelen kopuş geçişleri ile (Sodoma Sunrise'da eski Metallica anılarım canlanmadı değil) dağıtılsa da ah bu yavaşlık, bu yavaşlık! Dinleyicinin dikkatini yoğunlaştırmada zorluk çektiriyor, bu  büyü sayesinde vampir misali enerjimizi emiyor. Rif değil de üstüste gelen jın jınn akorlar ile birlikte neredeyse sıkıcılık içinde boğulacak bu havanın o güçlü hareketli bölümlerle zenginleştirilmesi bu albümün tam da ihtiyacı olan şey. İronik olarak bu isteğimin gerçekleşmesi ise kendilerine ait oluşturmaya çalıştıkları özgün (biliyoruz ki doom heavy metalde zordur böyle işler) karakteri tam da darmadağın eder.

7,75+/10

26 Haziran 2016 Pazar

Franz Kafka - Bütün Öyküler

özgürlük en yüce duygulardan sayılıyorsa, bunun yol açtığı aldanışlar da en yüce aldanışlardan sayılıyor

Değişim dahil yazarın kısa ve uzun öykülerini büyük bir titizlikle biraraya getiren bu koleksiyon baskısı kütüphanenizde baş köşede bir yer tutacaktır, eminim. Yalnız Kafka'nın hikayeciliğine kapsamlı bir bakış attığımızda ne kadar iyidir? Hayattayken yayınlattığı ilk öykü kitabı Gözlem'de kendine özgü kısa öyküler yer buluyor. Yapamam ve Yapmayacağım valla billa yapmam yazarı Lyda David'in neden Kafka'ya benzetildiğini şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Bu hikayeleri pek tutmadım. Takip eden uzun hikayesi Yargı ile kendi tarzını bulmakla beraber hikaye ansızın gelen sonu ile habercisi olduğu Değişim (ya da Dönüşüm)'in üstüne çıkamaz. Gregor'un talihsiz hikayesini zaten biliyor olmalısınız. Cezalılar Kolonisi ile Yargı'daki temayı bir adım daha ileriye götürür, işkence aracı gerçekten de bir araç görevi üstlenir, asıl hikaye acımasız yargılama üzerinden resmi bürokrasinin gözler önüne serilmesidir. Bir Köy Hekimi isimli kitabını meydana getiren hikayelerde uzunluk-kısalık açısından dengenin kurulduğunu görürüz. Kafka'nın yetkinliği en üst safhadadır artık. Hasta yatağında basılan Bir Açlık Şampiyonu, dil üzerine titizliğin arttığı bir dönüşümü haber veriyor. Josephine'deki olaydan yoksun takıntılı detaycılık, kitap olarak hayattayken basılmamış hikayelerinde de görülebiliyor: Çin Seddinin İnşası, Köy Öğretmeni ya da sayfalarca süren bir köstebeğin paranoyasını öyküleyen Yuva. Tapınan ile birlikte düşünüldüğünde birbiriyle bağlantılı olan Bir Savaşın Tasviri de darmadağınıklığını aşabilse oldukça iyi olabileceğinin emarelerini gösteriyor. Kafka hayata gözlerini yumduktan sonra bulunabilen öyküleri, tam ve eksik versiyonlarıyla Max Brod tarafından tarafından peyderpey bastırılır. Bu hikayelerin büyük bir bölümü bu koleksiyon baskısında Bir Savaşın Tasviri bölüm başlığı altına dahil edilmiş.

8,50

Arthur Beatrice - Keeping the Peace (2016)

Dinlerken 80-90'lardaki sofistike pop da denen alternatif türün sesini fazlasıyla duydum. Vokalin hayallere dalmayıp tüm enstrümanlarla birlikte notalara layıkıyla vurması da güzel bir şey. Bir kaç hashoş beste de bulunmakla beraber hani burada değişik ne var ki sorusuna pek çok da karşılığı olamıyorlar. Son şarkı Brother kadın vokalin tarzına çok daha giden ve gizemci hüzünlü bir karakter barındırmasıyla ileriye yönelik bir nasihatın demli hali olarak dikkate alınmalı. Diğer şarkılar ise çoğunlukla birbiriyle uyumlu ama çok da yenilik getirmeyen bir soundun parçacıkları. Dinleniyor keyif veriyor elbet bu çalışma, yalnız bir kaç single'lık örneğin açılış parçası Real Life diyeceğdim ki gerçekten single olarak çıkartmışlar (galiba bu işleri kıvırmaya başladım) numune dışında gökkubbede yankılanıp duran bir sese dönüşemiyor.

6,75/10

23 Haziran 2016 Perşembe

Al Di Meola - Elegant Gypsy (1977)

Bu sene sıcaklar gelsin de artık şikayet etmeyeceğim dedim ya yağmurdan rüzgardan sıkılıp, geç oldu ama hiiiç güç olmadı, sıcaktan kafam dönüyor gündüzleri. Şu anda da mecalim yok ki iki lafın belini kütürdetsem. Onun yerine evde cereyan ortamı yaratmaya çalışıp iki pencere arasında mukim bir noktada eve getirdiğim işle uğraşıyorum. Göz kapaklarımı uyku perileri çekiştirirken sırtımda sumo güreşçilerinin darbelerini, nice pehlivanın el ense çekişini hissediyorum. Bir yandan Al ustanın klasikleşmiş bu eseri çalıyor. İlk duyduğumda hiç de aşina olmamakla birlikte caz füzyon dedikleri bu olsa gerek dedim kendi kendime. Arada yalnızlıktan böyle kendi kendime konuşurum, iyi anlaşırız. Garip olan bu değil, yemin billah kendi kendine kavga eden gördüm ve mahallenin delisi değildi bu kişi. Bildiğin iş ortamı. ' -bu böyle yapılmaz ki- evet, onu şöyle şöyle yapacaksın -hay gerizekalı - aptal, ne dedin sen! çat!'
Neyse, kapaktan anlaşılıyor, füzyonda birleşen bir taraf, gelin tarafı olsa gerek flamenko, erkek tarafı da bittabi caz efendim. Gitar tonları (özellikle elektro gitar) felan kulağıma yabancı gelmekle beraber dinledikçe ısındım. Ötesinde beğendim. Her ne kadar atom karınca hızıyla  Race with Devil on Spanish Highway albümün taçsız kralı olsa da flamenko sosunun dolup taştığı Mediterranean Sundance ve albümün standart soundunu temsilen Midnight Tango da göz dolduran çalışmalar. İşimin başına döneyim ben en iyisi.

7,50+/10

22 Haziran 2016 Çarşamba

RETRO: Mithotyn - King of the Distant Forest (1998)

Bu albümün en önemli farkı pür folktan black metalin hasına geniş bir spektrumda seyretmesi. Diğer yandan ise ilk albümdeki heavy metalistik rifleri bir ölçüde kaybetmesi de pek bi aşikar. Dinlediğim versiyonda demolardan alınma kayıtların da mevcudiyeti albüme biraz daha bi ham bi çiğ bi kirli hale sokuyor.

8,0-/10

21 Haziran 2016 Salı

Arkadaş Z. Özger - Sevdadır Şiirler

ama ebe olmuştuk bir kez körebe olmuştuk kör olmuştuk

Kitabın önemli bir bölümü kısacık hayatıyla şiir dünyasına damgasını vuran Arkadaş Zekai Özger'in arkadaşları tarafından kaleme alınan anma yazılarına, şairin dergilerde yer bulmuş metinlere ve mektuplaşmalarına ayrılmış. Hayattayken bir kitabı olmadığından dergilerde, günlüğünde yer alan şiirlerle birlikte bu yazıların birlikte basılması genç şairin şiiri ve hayatını bütünlüklü bir açıdan anlaşılır kılıyor. Üstelik fotoğrafları da sayfalara ileştirilmiş durumda. Arkadaş'ı yad eden isimler Ramiz Bilgin, kızkardeşi Şükran Tekin, Sina Akyol, İsmail Uyaroğlu, Orhan Alkaya, Veysel Çolak, Tahir Abacı ve Cavit Kürnek. Bu yazılar sadece anılara, anektodlara yaslanmıyor, aynı zamanda Arkadaş'ın şiirlerine yorum kapısı da açılıyor. Ama belki de en çok mutabık kalınacak şey, bireycilikten toplumculuğa salınan bir çizgide tarzının henüz oturmamış olmamasıdır. Bununla birlikte ne türe meylederse meyletsin, şiirlerinin samimi, çocuksu, saf bir tarafı vardır ki her birinde ortaktır ve canınızı acıtır. Uzun lafın kısası paranıza kıyın da satın alın.




pencere

pencereyi kapama
gök dolabilir içeri
sen neyi görebilirsin
ıslak bir bulutun ağışını mı

pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin
kırık bir dalın yükünü mü

Pencereyi aç
Soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
Kokusu hayatı yıkasın diye

Pencereyi aç
Sesin sarsın dünyayı
Duyulur elbet ta ötelerden
Yürek kendini tanır



güzleme

ucuz ve kolay dizelerin sıvandığı bir dünyayla
yaslanıp şiirin pisliklerine
üşütüyorum kendimi baharlara yazlara
direnemiyorum soyut somut ne varsa
uyuz bir kedi gibi kaşınıyor edebiyat
bulup işlemenin yolunu yordamını
duvarları o çok yüksek duvarları ıslatıyorum

diyorum kan irinsiz güzel değil
bir rahibe ancak bu kadar ihanet edebilir kendine
şiirler okuyorum şiirler şiirler
tutup o şiirlerin şairleriyle yatıyorum
çünki bir rahibe ancak bu kadar ihanet edebilir kendine

bordo diyorum bordo bir renktir
kan pıhtılaşınca bordoya
ölüm uzadıkça bordoya çalar
çünki nerde bir böcek bir çiçeğe konsa
döllenme dullanmış bir kızın bordo çiçeği olur

kan pıhtılaşınca bordoya
ölüm uzadıkça bordoya çalar
çünki nerde bir böcek çiçeğe konsa 
döllenme dullanmış bir kızın bordo çiçeği olur

yaşlanıyorum böcekler ölüyor
şiirler şiirler bir ömrün çiçekleri
soluyor, herşey soluyor. çiçekler ve güller ve güller ve güller

ölü bir böcekle çiftleşiyorlar 
renksiz bir gül oluyor döllenme

yaşlanıyorum. çiçekler çiçekler renkler ölüyor
gözaltlarım kırışıyor gözlerim kırışıyor
kızı ayrı görüyorum kendimi ayrı
geçkin bir kız bulup orasından öpüyorum
çünki böcekler yaşlı bir kızı ancak bu kadar mahzun bırakabilir

yaşlanıyorum. çiçeksiz renksiz. bordo
bir daha bir daha çünki diyorum
çünki bordo bir intihara ancak bu kadar yaraşır

tamirat

ne kadar üstelesem yanlış bir değişimi
bir proleterin oğlu olduğuma inandıramıyorum kimseyi
inandıramıyorum babama bir proleter olduğunu

babam çok eski bir partizan
kötü bir halk partisinin kalıntısına yamamış nefretini
acıyı ve bir dönemi benden iyi biliyor
ne zaman içki içsek bir cuma gecesi ertesi
açlığı ve yoksulluğu benden iyi anlatıyor

benim bir abim iki abim varmış
açlık ve yoksulluk kötü bir şefin döneminde
ikisine de almış

çünki dönem o dönemmiş
ablalarım kalıntı toplarmış pazardan
ağabeylerim buz satarmış

babamsa memur ayakkabılarının tamiratına
nefretini yamarmış


annem bir sabır küpü
annem bir acı küpü

acıyla beslemiş yüreğini
yoksulluğu ve açlığı acıyla doyurmuş
ve acıyla büyütmüş bebeğini
acıyla doğurmuş

ben işte eksik bir birikimin tortusuyum
geçmişlerde yoğrularak çocukluğum
bana hep acıyı ve hüznü öğretti

ezilmişliğin kompleksiyle büyüdüm böyle
yaşıyamadığım günlere özlemli
yaklaşmak istedikçe burjuva özentilerine
sınıfım çekiyordu utandırarak beni
yaklaştıkça üşüyen damarlarımdaki hınç
çekildikçe yanıyordu sınıfımın ateşinden

ben işte bunun için
bir burjuva kuklasıyım, korkak
ve acemi bir militanım
hüzne ve yalnızlığa yakın

gördüm ki bir cuma gecesi ertesi
babamın eskimiş bürokrat ayakkabılarının tamiratına
nefretle vurduğu örsü ve çekici
öfkesini köseleden ayırdığı bıçak
açılmış bir gül gibi duruyor önümde

vur gülüm vur gülüm vur gülüm
vur sen de burjuva ayakkabılarının altına

artık ne soğuk damarlarımdaki ne sıcak
sadece bıçak gülüm sadece bıçak.

kadercinin / kendine tapmadan önceki 
son -ya da sona yakın- öfkesinin 
bir dünya görüşünün yorumuna 
başlangıç olan/ çelişkili kötü şiiridir 
                                                        açtık çok açtık çok çok açtık
                                                        ekmek istedik kadın istedik tanrı İstedik

ve oturup ağladık niye
ve niye hiç görmemiş gibi sanki
oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum
ona şaşıyorum biz sanki hiç ekmek görmedik
yemek için
hadi hiç görmedik diyelim / çok doğru /
sanki hiçbir şey de mi yemedik

bak biz helva yedik güneşe karşı
/ şapka alıcak paramız yoktu / helva yedik
sonra güneş yedik yüz derece sıcaklıkta
şart değildi biliyorum güneş yememiz
güneş onlarındı biz hırsızız hem valla hem billa
biz toprak yiyorduk o zamanlar katık olsun diye
güneşi de yedik yüz derece sıcaklıkta hırsızız valla

bak biz daha neler yedik
inanamıycaksınız ama hem valla hem billa
eylüllerden tutun da nisanlara kadar
göğün saralı günlerinde yağan yağmurlarda
ve de vıcık vıcık çamurlarda
ve de dizboyu karlarda
ve de en bi fena havalarda
/ biliyorum inanmıyacaksınız ama /
ayaz yedik soğuk yedik hem valla hem billa
yağmur yedik çamur yedik kar yedik
ve de eylüllerden nisanlara kadar
umut yedik umut yedik memetler gibi

hadi hadi söyletmeyin biz daha neler yedik
yüzüne tükürülmez adamlardan tekme yedik valla
çelme yedik tokat yedik alışkınız acımayın bize
o yüzüne tükürülmez adamlar var ya
onlar bile hep bizden yediler
yediler kollarımızı ellerimizi tırnaklarımızı
yediler gücümüzü terlerimizi
güç deyip ter deyip önemsemeyin
bizim günboyu kullandığımız şeyler
ama biz yiyemedik oh deyip
kollarımızı ellerimizi tırnaklarımızı
ve de gücümüzü terlerimizi

hadi hadi biz daha neler yedik
ot yedik et yedik
bok yedik/

                                                          açtık çok açtık çok açtık
                                                           kadın istedik tanrı istedik

ve oturup ağladık niye
ve niye hiç görmemiş gibi sanki
oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum
ona aşıyorum biz sanki hiç kadın görmedik
biz galiba hiç kadın görmedik / çok doğru /
biz iş gördük güç gördük kadın görmedik
zaman mı bulamadık ne/ biz kadın görmedik

ve bir kadın aldık çarşıdan birşeyler umarak
kadın dediler soy dediler soyduk
giysilerini soyduk kadının ve şeylerini
ve salt kadın dediler salt kadındı şimdi o
salt erkek bekliyordu şimdi biz salt erkeğiz
salt erkeğiz ve çok açız dayanamadık
soymayı sürdürdük kadını gözlerimizle
ve soyduk giysilerini kadının ve şeylerini
ve soyduk saçlarını dudaklarını ve gözlerini tardıeu gibi

ve soyduk birşeyler umarak derilerini etlerini
ama hep birşeyler umarak soyduk herşeylerini
ne çıktı karşımıza biliyor musunuz sonunda
salt kadın yerine salt kemik
ve kemikler arasında kirli bir yürek
çirkin korkunç bir iskelet
oysa hep başka düşlemiştik kadını
en iyi en güzel ve sıcacık
ve de temiz yürekli / yani kadın
yani kadın /

biz çok açtık kadın istedik
yani kadın yani sevgi yani aşk
ama en iyi en güzel ve sıcacık
ve de temiz yürekli
yani kadın

                                                                 açtık çok açtık çok çok açtık
                                                                 tanrı istedik

ve oturup ağladık niye
ve niye hiç görmemiş gibi sanki
oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum
ona şaşıyorum biz sanki hiç tanrı görmedik
hadi hiç görmedik diyelim / çok doğru/
tanrı da mı hiç görmedi bizi
hep bilinen şeyler gibi yinelemek
ama yalnız yinelemek hep yinelemek hep umarsız
-sen n’apıyorsun orda sen n’apıyorsun
-hiç sigara kutusu topluyorum yerden yakıcam
-bak bir odun düştü arabadan alsana
-yok onu öteki alsın o çok yoksul
-kamyona geleyim mi abi kamyona iyi taş taşırım
-beş liradan fazla vermem bak hava cok soğuk
– manton yok mu senin bu kış kıyamette
-hırkam eski biraz ama olsun yündür tutar gene
çıplaklıktan iyidir
-bu adam deli mi ne yırtık gömlekle bu soğukta
-ben karı iki beş de çocuk yedi bir de tanrı sekiz kim
ısıtacak bizi kim doyuracak bizi
-‘inandığımız tanrı -da- yalnız bıraktı bizi’

bağışlatıcı olmuyor ey bagışlatıcı olmuyor
bilmem nerelerdeki özgürlük şarkıları
bizim özgürlüğümüzü bunca kısıtlamışken

tutsaklığımızı sürdürürken ezerken ezdirirken
kurdukları düzende kayırdıkları güçlere

kayırdıkları güçlere sanki biz insan değiliz

gökyüzüne uzanmaktan yoruldu ellerimiz
ne isteriz ne isteriz bilseniz
bilseniz inanca karşı gelmek ne zor
bilseniz ekmek yemek su içmek ne zor
bilseniz mutluluk ah mutluluk
mutluluk çok ötelerde şimdi
nedensiz isteksizliğiyle vermekten kaçındığı bizlere
bizlere yani kendi yarattığına
/ ne gülünç kendi yarattığına /
mutluluk çok büyük ve çok ötelerde şimdi
tanrı kadar
ulaşılmaz

bir ulaşsam bir ulaşsam yok mu ya bir ulaşsam
kimselere bırakmıycam kimselere bırakmıycam
ama gücüm ama gücüm ama gücüm kısıtlı

valla bıktık billa bıktık yaşamaktan
ben insanım dedik günahkâr olduk
ben tanrıyım dedik günahkâr olduk
ben günahkârım valla

ben günahkârım valla ve de tüm günahlarını insanların
topladım omuzlarıma/ ben günahkârım valla
bir hafifledim bir hafifledim ki sormayın
günâhlar ne hafif şeyler öyle ve de ne güzel

ben hep tanrıyı düşündüm tanrıyı sevdim
ben hep tanrının dediğini yaptım günahkâr değilim
baktım hiç düşünmedi tanrı beni hiç sevmedi
baktım tanrı hiç yapmadı dediğimi

töbe töbe ben günahkârım valla

kaynattım üç tencerede üç ayrı aşı
ekmeği kadına kadını tanrıya tanrıyı ekmeğe üleştirdim

aşkla sana

alnını
dağ ateşiyle ısıtan
yüzünü
kanla yıkayan dostum
senin
uyurken dudağında gülümseyen bordo gül
benim kalbimi harmanlayan isyan olsun
şimdi dingin gövdende
uğultuyla büyüyen sessizlik
birgün benim elimde
patlamaya sabırsız mavzer olsun

başını omzuma yasla
göğsümde taşıyayım seni
gövdem gövdene can olsun

söyle bana ey
ölümün açıklayıcı pervanesi
hangi yavru tek başına yiğittir
hangi yangın bir başına söndürülür
ah herkes susuyor
hiçkimse bilmiyor içimin yangınını
ah herkes mi susuyor
kalbimi kalbine bağladım dostum
ah herkes mi susuyor
kalbi kalbimize benzeyen dostlar
bir çarmıh gibi bırakıyorken kendini dünyaya
hayatın ateş renkli kelebekleri
bir bir tutuluyorken korkunç koleksiyonlar için
ah herkes mi susuyor

bağırsam içimdeki dehşeti
hırsım deler mi toprağı
beni
acısıyla onduran
dostumu
aşkla vurduran hayat
sana
yaşananla harlanan bağrımın sevdasını akıttım
dünyanın yeni baharına
çatlarken kadim güneş
bağrım delinirken fidanların kanıyla
anamın doğurgan karnıdır diye
sevgilimin sütlenecek göğsüdür diye
dostumun üretken gülüdür diye
sana bağlandım
sana sarıldım

beni umutsuz koma
tarihle avutma beni
çünki aşkla sınanmışım sana
sana yangınla, suyla, ateşle
ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım
ey yaşarken kanayan acı
şimşekli gök, tufan, kan fırtınası
uçurum kıyısında hızla büyüyen ot
yapraksız bir ölümün anısı için
körpecik kuzuların derisi için
beni tarihle avutma
umutsuz koma beni

akıtsam deliren sevdamı
köpürür mü hayatı besleyen su
ey benim
yedi başlı kartalım
her başını
bir dağ başlangıcında koyanım
senin
böyle diri bir akarsu gibi kıvrılan gövdendir
bizim aşkımızı solduranların korkusu
çünki elbette bir su
kendi akacağı toprağın sertliğini bilir
ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak
artık ırmak mı ne denir
işte devrim
ona benzer bir akışın hızına denir

yarın ne olur bilirim ben
bahar gelir, otlar büyür
ölüm de yapraklanır
bir dağ bulur uzun uzun bakarım
bir çam ağacı gölgesi
güzel kokular veren
bir damla güneş görünce
sana da gülümseyeceğim yarın

şimdi senin uzanıp yattığın otlarda
yarın yeni bir yeşillik büyüyecek

sevdadır

Göğü kucaklayıp getirdim sana
kokla 
açılırsın

solmuşsun
benzin sararmış
yorgun bir işçinin yüzüne  benziyor yüzün
öyle bükük bakma bana

çam kolonyası getirdim sana
kentli dağlıların haklı sevdasını
bolu ormanlarından çarpan bir koku
sanki köroğlunun ter kokusu
aman kokusu, billah kokusu
canlarım, canım benim

üzme kendini bu kadar
sana umudu öğretmeyenlerin suçu mu var
bak yeryüzü ne kadar geniş
ne kadar dar

Dur 
akıtma gönlüm yaşını
gözünden öpecek bir yer bırak
oy bana en yakın
bana en uzak
sevgili yar
Hasretine vur beni

Giyecek çamaşır getirdim sana
adettir diye değil, sevdim diyedir
bağışla, eski biraz
bedenim uygundur diye bedenine
elimle yıkadım, ütüledim
elma ağacında kuruttum

Günler sarmal bir yay gibi
bunu unutma
Bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir
bunu unutma
Seni ben her yerinden öperim
bunu unutma

kadere inansaydım
sana inanırdım
Düşürmem sigaramın ucundaki külü ben


öyle kırık bakma bana
Caddeler nasıl da genişliyor
sana bunu söyleyecektim
Bileyli bir makas vardı yanımda
sana bunu söyleyecektim
Hadi kes büyüyen tırnaklarındaki kiri
sana bunu...
Oyy nasıl söyleyebilirim
deliren sevdamızın kısrak huyunu

Elimi tut
tuttururlar, o kadarına izin verirler
kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu
Bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız

sen içerde
Ben dışarda...

Oyyy mahpusluk mahpusluk...

hüzün mevsimi'nden

ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan korkarım

şiirler'den

acı          yaşamak
              bizim en eski çağlardan kalma yanık türkümüz
              öylesine kısık ki sesimiz
             ne duyurmasını ne söylemesini biliriz

her şey tekrardır biraz'dan

diyorum bir acıyı ikiye bölmek
bir elmayı ikiye bölmek kadar güçtür

beyaz ölüm kuşları'ndan

sonra bir gün anneler de ölür
böcekler ve kertenkeleler ölür
boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
sivrisinekler ve kağıttankayıklar ölür
sonra o gün çocuklar da ölür

biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk
sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
...
sesi nemli yine elleri yine soğuk
hayat sığmıyorsa gövdene yüreğini sığdır çocuk
nemli bir sesi sığdır o gittikçe nemlenen
çocuk çocuk sana bir dost gerek
...
ama şimdi kim kandırabilir sizi
bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için.

kan reçetesi'nden

kan kendini aldatmaz
kan kendini aldatmaz
...
Kalbim!
elimden tut
elimden tut
sensiz birşey yapamam

gezgin'den

dün geldim
geç kalsam da bağışlanır

bir bahar bozumuydu yola çıktığımda
yüzümde suçlu bir merak
kalbim heyecandan telaşlı
gözlerimde ısırgan bir hüzün vardı
hüzün: hep bilinir
bir afyon çiçeğidir önceleri
dalayan bir ısırgan yoncası olur sonra
dalayan ve uyandıran o afyon uykusundan

dün geldim
acı sırtımda tabiy

yolum uzundu
yanımda hiç resim yoktu
dağlara baktım: dağıldım
yollara baktım: yoruldum
gece ayışığı içtim, dudaklarım kurudu
gündüz böğürtlen yedim, dilim buğulandı
siz görmeliydiniz o kanı
bir dağ çiçeği sevdasına bin arı öldü
tam ordan geçiyordum, gördüm diyebilirim
aman nasıl petekti öyle
nasıl baldı
böğürtlen gibi kırmızıydı
kan gibi saydam
bir garip kokuydu, onun kokusuydu
dayanamadım, eli titrekti ama
yedim yedim kalbim çatladı
sevdam o dağ çiçeğinde kaldı





19 Haziran 2016 Pazar

Matt Elliott - The Calm Before (2016)

Büyüleyici sesi, flamenko tınlayan akustik gitarı ve drone-vari yaylıları ile Matt Elliott diskografisine yeni bir çentik daha atmış bulunuyor. Acaba, tanıma fırsatına eriştiğim bir önceki albüm kadar etkileyici mi? Çok bekletmeden hayır olarak cevabımı vereceğim. Aslında farklar minimal ama etkisi büyyük. Besteleri o kadar güçlü değil. Şarkılardaki tekrar eden melodiler üzerinden ifade edilen minimalizm benim için büyük bir engele dönüşüyor. Bununla birlikte öyküleme dayalı şiirsel sözlerin zenginliği melodilerle anlam patlaması yaşatıyor olabilir. Öyle anlaşılıyor ki ağbimiz sesini koruduğu sürece karanlık tonlarda yalın bestelerini böyle böyle sergiledikçe onu dinlemeye devam edeceğiz. Derler ki ilk dönemleri daha depresif imiş, bar köşelerinde gün ışığı görmemiş şarkılar seslendiriyormuş. Bir sonbahar dönemine denk mi getirsek, ne yapsak?

7,25/10

18 Haziran 2016 Cumartesi

Glaciation - Sur les falaises de marbre (2015)

Cayır cayır sıcaklığını hissettiğimiz şu haziran günlerinde ismi Glaciation olan bir black metal grubunun albümünün sizi ferahlatacağınızı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Sinek vızıltıları ile açılan kayıt, buz gibi soğuk bir atmosferden çok hafif nostaljik tatlarda blackgaze'e de göz kırpan tematik atmosferik bir black metal güzergahını izliyor. Tesadüf değil, öyle ya da böyle Alcest gibi kült Fransız grupları ile organik bir bağı var. Tabi bu ürün, geçmişe özlemin melodramasında unutulmaya müsade edecek kadar ılımlı bir sounda sahip değil.Sertliği iyi, hatta bir kademe daha sert de olabilirmiş. Nihayetinde, ben hala beklentimin karşılanmasını istiyorum. DsO gibi inorganik bir şeyler gelmemesinin hayalkırıklığını yaşatacağım içimde.

7,50+/10

16 Haziran 2016 Perşembe

RETRO: Pavlov's Dog - At the Sound of the Bell (1976)

Vokalin sesindeki sivrilikleri törpüleyip hırçınlıktan uzaklaşması müziği de piyanosu ile saksafonu ile daha bir net duyma imkanına kavuşuyoruz. Hem böylece grubun romantik yönü de daha bir belirginleşmekte. Genel kanının aksine ilk albümlerine göre dinlemesi çok daha keyifli.

7,75--/10

13 Haziran 2016 Pazartesi

Uzay Yolu (2.sezon) - Falling Skies (4 -5 sezon) -Shannara Chronicles ( ilk 6 bölüm, fazla bile)

Uzay Yolu orjinal serinin ikinci sezonunda farklılıklar dikkati çekiyor. Bir kere kısıtlı bütçenin yaratıcılığı etkilemesinden dolayı Atılgan tayfası durmadan birebir dünyanın paralel evrendeki değişik safhalarına nedense farklı gezegenlerde rastlıyor. Modern çağ Roması, ilkelleşmiş Amerikalılar ve komünistler, Chicago mafyası ve hatta Nazi imparatorluğu örnek verilebilir. Güncele, tabi güncel dediğim 60 sonları dokundurmadan geçmiyorlar. İlk sezondaki temalara da uğramamazlık etmiyorlar. Neyse ki farklı bakış açıları işlenmiş. Diğer yandan kemik kadronun yanına güvenlikten ne zaman adam yamansa onların da başına sonu ölüme varan türlü türlü musibet geliyor. Bu sezonun göze çarpan en önemli farkı ise espri dozajı olsa gerek. Başta Spock ile olan atışmaları izlemek keyif katsa da manyak bir yapay zekanın patır patır federasyon mürettebatını öldürdüğü bölümün sonuna da gevrek gevrek şakalaşmalar eklenmesi pek hoş olmamış. Biz Kaptan Kirk'ü böyle bilmez idik. Dizilere puan verip vermediğimi hatırlamıyorum. İlk sezon dokuz buçuk ise bu sezon sekiz buçuğu hak ediyor.
Falling Skies, dördüncü sezonda gelgitli bir hal alıyor. Kendisini bir müddet daha izletebiliyor. Senaryonun sündürülmesi sonucu son sezonunda ise izleyici de Tom Mason gibi acıdan acıya savruluyor. Mason milislerinin yine yeniden Amerikan askerlerine rastlayıp izleyiciye demokrasi dersi vermesi, Tom Mason'ın defaatle uzaylılarca kaçırılması ve hep hayatta kalabilmesi, yeni karısından ölümün esirgenmesi, nereden niye nasıl geldiği belli olmayan ruhani uzaylı desteği, Espheni'yi yok edecek kıyamet silahı, denizden uzanan ahtapot dokungaçları, Tom Mason'un ailesinin her türlü musibetten kurtulması (kızları sayılmaz), senaryoda adamımız Pope'a yapılan işkenceler, Pope'un bir mutlu anı olmaması, hainlikte level atlatılması, godzilla benzeri bir beklenti yaratan kraliçenin tırt çıkması, kraliçenin İngilizce diyaloglara açık olması, Espheni'nin dünyadaki amacının sadece basit bir intikama dayanması, ayyy yazmaktan yoruldum... elden ne gelir bitirdik çok şükür. 4. sezon yediyse yok yok altı buçuk 5. sezon ne bileyim beşten az dört olur üç olur.

Yazarı neyki diziyi izleyesin. Terry Brooks çok da yüksek profile sahip olmasa da yüksek rakımlı fantastik kurguda adı sanı duyulmuş bir yazar. Shannara üçlemesi Yüzüklerin Efenisi'nin birebir kopyası olarak en azından fantastik kurgunun Tolkien'den günümüze taşınmasında bir halka bir zincir görevini görnüştü. Ardından zilyon tane Shannara kitabı geldi. Bir iki tanesini daha okudum diye hatırlıyorum ki bu gençlik dizisinin ilham aldığı Elfstones da onlardan biriydi. Bunlardan birisi de iyiydi diye hatırımda kalmış ama zihnimin karanlık labirentlerinde kayıp, büyük ihtimal bizzatihi bu. Temposu hoşuma gitmişti. Gel gelelim diziye. Sadece jeneriği güzel. O kadar. Oyunculuk kötü, Z kuşağına yönelik uyarlamalar yetişkinlere pöf getirtebiliyor, mantık desen hiç yok, elf sarayı mı parasız turistler için Olimpos ağaç ev pansiyonu mu anlamadım, elfler çok güçsüz, diyaloglar kötü, senaryo kopuk, insan evladı kız (sağdaki), prensese (sol) aşık ama sarışın çocukla (orta kaldı değil mi?) gönül eğlendiriyor ki çocuk da prensese aşık (ya kitapta böyle şeyler yoktu sanki). Neyse altı bölüm sabredebildim. Daha fazla kendimi yormak istemiyorum. Otur evladım, bir.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Two Door Cinema Club - Tourist History (2010)

mutlu melodiler dinleyeni yaza davet ediyor. en basitiyle dans rock tabiri tercih edilse de ne yoruyor ne de uyuklatıyor. ayarı ince kurmuşlar. bunda elbette kullandıkları pop sosunun da etkisi var ki hiç tatsız değil. (nedense seyirci efektli kore pop örnekleri geliverdi aklıma) sonuç olarak pozitif duygularla bezeneceğiniz hoş ve eğlencelik bir dinleme vaadini es geçmek olmaz. her ne kadar parçaların hemen hemen hepsinde aynı formülü işletseler de bu formül gayet de aydınlıklara aralanan bir pencereye benziyor. en çok da omuz omuza kalabalıklarla izlenip dinlemenin keyifli olacağına dair bir izlenim bırakıyorlar. tabi ki onelove'da assolist olacak kadar değil! ahh, olmuşlar, evet.

7,50+/10

10 Haziran 2016 Cuma

Django Django - Born Under Saturn (2015)

Sabrın meyvesini verdiği bir albüm bu. İlk albümdeki haşarılıktan ise ziyadesiyle uzak. Bu yüzden ister ve de istemez ilk dinlemelerde sıkıcılıkla itham etmemek elde değil. Bir miktar zaman ayırınca taşlar yerine oturmaya başlıyor. Melodiler yine var ama daha tasarruflu kullanılmış, tempo düşüklüğü ilk albüme nispeten aşikar. Nakaratlar da güçlü değil. Fakat hemen hemen her şarkıya öyle bir tılsım yerleştirmişler ki kulaklara keyif hormonu enjekte ediyor. Dolayısıyla dinleme sırası kronolojiden şaşmamalı.

7,25/10

Zeynep Çolakoğlu - Büyülü Sözlük

Metal müziğe esin kaynağı olmuş mitolojik, folklorik, edebi ve tarihi kavramları detaylı bir biçimde müzikte varolan örnekler aracılığıyla anlatan, gerçekten de büyülü bir sözlük bu. Hemen hemen her şeyi içeriyor. M harfini seçtim, bakalım M ile başlayan maddeler neymiş: mandragora (mandrake), Marduk, melankoli, memento mori, Melek Tavus, Midian, Mithraizm, mizantropi, Morgan Le Fay. Resimer, fotoğraflar, gravürler de var. Ne ala.

9

9 Haziran 2016 Perşembe

Peyniraltı Edebiyatı #36 - UP #XIV8 - Aktüel Arkeoloji #51 - Hürriyet Gösteri #318 - Marşandiz #9

Georges Perec adını hiç duymadım. Bu sayıdaki yazılardan anladığım tek şey eserlerinden çok da hoşlanmayacağım oldu. İsmail Sertaç Yılmaz, İlayda Zengin,Recep Karaman, Mehmet Oktay Buğa, Uğur Demirkol, Ezgi Şimşek, M. Onur Kocabıyık, Nilüfer Altunkaya dosya harici şiirlerini ödünç veren isimler. Öykülerde ise Sonat Yurtçu'nun, Furkan Yücel'in, Önder Şit'in, Emirhan Burak Aydın'ın, Emre Varışlı'nın, Caner Almaz'ın imzalarını görüyoruz. Üç ay ara vermeleri iyidir, geri dönüşleri de iyi olacaktır inşallah.

UP'nin Kasım sayısında kapağı Tom Waits süslüyor. Yıllar yıllar öncesinden henüz ilk albümlerini yayınladığı dönemde yapılan röportaj pek bir keyifli, aç karnına leziz doyurucu. Seda Garzanlı yine tercümede yükü sırtlamış durumda. Kostüm tasarımcısı Barbara Baum, yeni tür rüzgar türbinleri, dikey bahçeler (yazılanın aksine eve börtü böcek doluşur, apartmanın kenarına tutunan asmadan eve fare girmişliği vardır, bilirim), Hırvat komünist/modern mimarisi (kabul edelim, çirkinler) bu sayıda el attığı yazıların konuları. Söyleşiler The Restars ile devam ediyor. Oz Büyücüsü'nün alegorisi üzerine ilginç bir bilgi notu, A.D. Winans ve Wolf Vostell şiirleri, Deleuze ve Guattari, popüler anarşi diğer öne çıkan yazılar oluyor. İyiymiş bu geçmiş sayı.

Aktüel Arkeoloji dergisi şiddet başlığını taşıyan bir dosyayı içerir sayı ile okuyucuyu karşılıyor. Tarih öncesi çağlardan günümüze insanlar arasında çatışmaların izlerini taşıyan çarpıcı örnekler ile sayı başlıyor. Kurban olgusu üzerinden Hitit ritüelleri, Asur'da sistematik politik şiddet, tarih boyunca kadına yönelik şiddet, Antik Yunan'da sportif şiddet,  gladyatörler gayet detaylı irdelenen başlıkları meydana getiriyor. Uzun soluklu olması ile oldukça takdir ettiğim dergideki makalelerin dilinin yazarların kimliğine bağlı olarak olması gerekenden bir miktar fazla akademik kaçtığını gözlemliyorum. Bir de Anadolu ve Ortadoğu'nun ötesine de ufku genişletirlerse her şey tastamam olacak.

Hürriyet Gösteri son sayısında yine birbirinden farklı konulara değinirken diğer yandan Şairin Niyeti-Okurun Niyeti , çalışma masası ve sinemada yönetmen müzisyen birlikteliği gibi köşeleri devam ettiriyor. Ayzenştayn ve Rus besteci Prokofyev işbirliği sonrakinin nesnesi iken Gökçenur Ç'nin güzel bir şiiri (hemen altta yer verdim) ilk serinin incelemesine dahil ediliyor. 'her ne kadar uzun yıllar bir kadın şair sayılmış olsam, kimi eleştirmenlerce şiirime kadın duyarlılığı (ne demekse) yakıştırılmış olsa da..' Gülümsedim içimden..Şiirimizde dişil dil,Oktay Rifat'ın Perçemli Sokak'ını çözümleme/yorumlama denemesi, Roman uzamında mesnevi okumaları oylumlu etine dolgun makalelerin başlıkları. Tiyatroda Genco Erkal'ın Bir Delinin Hatıra Defteri'ni tekrar sahnelere döndürmesine ve Küheylan ismindeki oyuna, plastik sanatlarda Tülin Kaynak ve Mübin Orhon'un kompozisyonlarındaki renk karmaşasına, müzik alanında da Arvo Part, Boulez ve David Bowie'ye değinilmiş. Söyleşilerde konuk alınan isimler ise Tahir Abacı, Yücel Kayıran ve Cengiz T. Asiltürk. Ceyhun Atuf Kansu'nun ünlü şiiri Dünyanın Bütün Şiirleri'nin yazılmasına vesile olan trajik olayın hikayesi de bu sayıda kendine yer bulmuş.

Yaz Sayısı (aşka sözü bulaştırmakla suçladılar bizi, deniz,
kumun günlüğünü temize çekiyor)

İşte yine buradayım, otların büyümeye acele etmediği bu yerde


Burada yazmak, rüzgârın dört sözcüklü diline çalışmak

aşınan taşlara bakmak, deniz kabuğu toplamak
bir yarayı kaşımak, bölünmeyi önlemek,
sandalı hazır tutmak, uyumak, uyumak…

Burada, iyi şiirler yazdım bir zamanlar

iyi şiirler ki ıslak otların arasında eşinen atlar,
rüzgârla çarpan bir kapı, duru yaz göğü, bir çekiç
bir çaydanlık, yağmurda ıslanan koyunlarla dolu bir vagon
ve her şey gibidir

Sabahları uzun yürüyüşlere çıktım,

balıkçılarla takıldım, yeni sözcükler
öğrendim ister istemez, havaya bakıp
bozacak dedim, bu nasıl yazsa
sonumuz hayrolsun, akşamları
balkonda yıldız rakısı yaptım,
bir şeyin dönüşmesi, bir alışkanlığa
istemeden…

Kötü şiirler de yazdım ve öğrendim

kötü şiirler ırmağın daraldığı yerde bir ağaç
rüzgârla çarpan bir kapı, duru yaz göğü, bir avuç çivi
bir konserve açacağı, dağın gölgesinde bir ağıl
ve iyi şiirler gibidir

Burada yazmak, kendini alışkanlıkların akışına bırakmak

zamanın imzasız bir mektup olduğunu varsaymak
Uyarı: Yağmur diye uzun bir şiire başlamak
temiz çarşaflara uzanmak, yastığına sarılmak
ve içerden gelen daktilo sesinin
tıkırtılı ırmağına gömülerek uyumak

Güneş yarın başka sözcüklerin ardından doğacak


Seni Gevran Caddesi'nde Bekledim / Ali Taş

seni gevran caddesi'nde bekledim
saatler bu kadar geri alınmamıştır
yürür gibi yürüyorsun farkında mısın
adımlarında bekleyene gitmek yok
uzak duruşlarda bilinçli gecikmek
sözcükler üstüne düşünen bir kızsın
"seni" diyorum ve sevmeler yarım kalıyor

ağzıma bıraktın sevgi zehrini

aşk söylemek böyle yamalak olmamıştır

cenaze bir kalabalığı sürüklüyor koşu yolu'nda

onlara katılır gibi gidiyorsun üzülür gibi

düşünen insanlar kurşunla ölçülüyor artık


gevran caddesi'ni daha sesin vurmadı ayakların

gelmelisin gelir gibi


Gerçeklerle arası iyi olmayan fanzin Marşandiz'in bu son sayıya ait kapağını zombiler basmış. Kaşıkadası zombileri özel sayısı damgasını taşıyor bu sayı. Zombilerle aram pek iyi değil, üstelik göndermeleri de anlamadım. Çoktan kült statüsüne erişmiş olan yerli yapım zombi filmine selam mı var, onu da izlemedim ki. O yüzden hele şiirler tam uçuk. Onur Akkiriş'in çizimleri keyifli. Yeri gelmişken Yabani isminde başka bir çizgi edebiyat fanzinin tanıtım sayısına rastladım internette. Basılı nüshasına kavuşmak için can attım doğrusu. Peyniraltının son sayısında da rastladığımız sonu iyi bağlanamamış yine de ilgi çeken fantastik hikayeler burada elbet özel sayı olma icabıyla pek çok bir yer tutuyor. Zombi = fantastik. Esaslı Bir Beyin Ölümü ve Bir Cikletin Tanrısı favorilerim oldu kusurları içre kaydıyla.

8 Haziran 2016 Çarşamba

Ars Longa - Günler (2015)

Grubun uzun süredir beklenen ilk albümü geçen sene dinleyicisiyle buluştu. Burada şeytanın avukatlığını yapıp aykırı ses rolüne bürüneceğim. Çünkü gördüğüm okuduğum kadarıyla çok olumlu tepkileri bünyesine topur topur topluyor kayıt. Diğer bir deyişle ben o bahsedilen duygusal bağlantıyı pek yakalayamadım. Bir kaç şarkı var ki pek hoşuma gitmedi. Apoyevmatini, Gözyaşı Şişesi, Ceviz Renk Sandıklar, Gerçek Aşk Bekler ve O Rüya gibi güçlü şarkıları ise reddedecek kadar sağık sultan değilim. Beni rahatsız eden şeyler Sakin'e çok benzemesi, prodüksiyonda hafiften elektronik tınıların da etkisiyle Coldplay gibi küresel örnekleri andırması, akustik bir performans sergilenmemiş olması ve dingin bir tempoyu takip etmemesi. Sözlerdeki şairanelik elbette yadsınamaz. Genel olarak hoş bir dinleme sunmakla beraber özellikle arayıp ihtiyaç duyacağım bir seviyeye maalesef varmakta güçlük yaşıyor.

6,75/10

7 Haziran 2016 Salı

Mulatu Astatke - Éthiopiques 4: Ethio Jazz & Musique Instrumentale 1969-1974 (1998)

Bu albümle Etiyopya yolculuğuma bir ara veriyorum. Diğer dinlemiş bulunduğum örneklerde de duyduğumuz kadarıyla batı dünyasına sirayet eden bu musikiye can veren pınarlardan biri de caz idi. Bu derleme ise belki de tümüyle etnik caz sıfatını efendime söyleyeyim tanımını, hak etmekte. Sözsüz tamamiylen orkestra müziği. Kafadaki ön yargıları, itiraf edelim yetmişlerin başında Afrika'dan bu kadar yetkin müzikal örnekleri ben dahi beklemiyordum, yıkıp geçiyor. Müzisyenlerin hakimiyeti kendi kültürlerinden de beslenince ayrı bir hal alıyor. Bir de bu albümdeki şarkılar bir filmde mi ne kullanılmış, böyle sıcak sıcak.

7,0+/10

5 Haziran 2016 Pazar

Giovanni Marradi - Serenity (1995)

Bu sefer Arabistan çöllerinden Latin ateşine uzanan melodilerle tanıdık romantik melodileri bir araya getiriyor besteci. O sevmediğim synth'in yapaylığını da abartmıyor. Yani yine piyano başat enstrüman burada. Dinlendirirken sıkıcılık tuzağına da düşmüyor. Açıkçası daha fazla isminin duyulması gereken bir sanatçı.

7,0/10

3 Haziran 2016 Cuma

Envy - A Dead Sinking Story (2003)

Öncelikle söyleyeyim, post-hardcore sahnesinin en beğenilen gruplarından Japon diyarından Envy grubunun en beğenilen albümlerinden birisi bu. Geçekten de vokal, ses rengi, çığırtkanlığı ve yansıtmayı başardığı duygu seliyle övgüleri hak mı hak ediyor. Yalnız başta vokal bölümleri olmak üzere aynı formülü sık sık ve de sık takip etmeleri can sıksa da benim problemim bu olmadı. Yavaşlayan post rock kısımların; post rock dediysek de öyle huzurlu bahar konsepti gelmesin akla, Japonca sözlerle birlikte hafif endüstriyel tınılarda yürek burkan soğuğumsu bir atmosfer söz konusu olan, ya da yalan yere ısı beklediğimiz neon lambaların etrafına üşüşen felaket geçirmiş insanlar sürüsü akla gelen, albüme darmadağın yedirilmesi. Özellikle ikinci yarıdan sonra konsantrasyonu ayık tutmak oldukça güç. Hani yavaş yavaş kreşendo yükselir nakarat coşar, gönüller bayram eder, insanlar kardeş olur, öyle bir durum yok burada. İki ayrı dünya birbiriyle aniden yer değiştiriyor ve bu durum tüm kayıt boyunca devam ediyor. Bir çuval incir meselesi akla gelmiyor değil. Neyse ki o kadar dramatik bir sonuçla karşılaşmıyoruz. Bir de nedense aklıma Cult of Luna geldi.

7,50+/10

1 Haziran 2016 Çarşamba

RETRO: Mithotyn - In the Sign of the Ravens (1997)

Adamlar viking metali o kadar iyi icra ettiler ki üç albüm kaydettiler ve daha ileri nokta görmedikleri için belki, dağıldılar, gittiler. Grup lideri ise daha önce söylemiştim Falconer ile power metal gibi alakasız bir mecrada müzik hayatını sürdürdü. Folk tabi bu iki grup arasında bağıntıyı kuran tek öğe. Diğer yandan viking metal bir noktaya kadar altı doldurulması gereken bir kavram. Amon Amarth melodik death ile kaymağın altını dolduruyor. Mithotyn ise melodik black ile. Fakat rifler ve melodiler o kaddar güçlü ki şu albüm kapağında içimizi ısıtan güneş gibi içimizi ısıtıyor. Klasik bir heavy metal albümünden bile çok daha yoğun. Şu anda dinlediğimde de belki de ilk dinlediğimde okuyor olduğumdan olsa gerek aklıma Ursula LeGuin'in Yerdeniz serisi gelmesi de ayrı bir hoşluk. Yine de yıllar sonra kulak verdiğim şu dönemde etkisinin biraz zayıfladığını söylemek boynumun borcu olsun.

8,25+/10