31 Ocak 2012 Salı

Kenan Doğulu - Sımsıkı (1994/2010)

90'lar nostaljik değer kazanarak yastık altında istiflenmeye başlandı bile. O yıllardan günümüze miras Kenan Doğulu kimi diğer sanatçıların tersine  pop camiasında az çok kendine has müziğini değiştirerek (geliştirerek demiyorum) devam ettirmeye çalışan bir isim. Üstelik orta yaşlarına yaklaşmış genç hanımların gözdesi. Gözlemlerime dayanarak söylüyorum bunu. Ama bir zamanlar tombik yanakları ve at kuyruğu saçı ile pop piyasasına rüzgar gibi giren bir geçti. İşte Sımsıkı Sıkı ve de daha sıkı onun bu dönemlerini yansıtan ikinci albümü. İlk albümden Aşk Oyunu ve Yaparım Bilirsin'i de içeren 2010 yılı tarihli yeni basımı dolayısıyla buradan başlamaya karar verdim. Daha önemli sebep ise Türk Pop tarihindeki en nadide pop baladlarından birini içermesi: Kurşun Adres Sormaz Ki. Aynı zamanda ikincisini de içeriyor: İsyan Bu Haykırış. Tür içinde böyle bir kaç örnek daha var, rahmetli Kerim Tekin'in Karbeyaz'ı, Taner'in telefon kulübeli şarkısı gibi. Anlamsız söz dizelerini ultra melodik ezgiler eşliğinde manik depresif bir dengesizliği temsilen eğlenceli/hüzünlü karakterde sunarak kitleleri sürükleyen hoş şarkılar arasında Kenan Doğulu'nun da seslendirdikleri var elbet. Bu albüm bazında konuşursak, Sımısıkı Sıkı Sıkı, Can Bebeğim ve Kaşık Kaşık'ın isimleri zikredilebilir. Ben şahsen hoşlanmasam da 90'larda bir hayli geyiğe sebebiyet veren Bir Kereden Hiç Bir Şey Olmaz da burada. İşin ilginci o dönemde bu müziğin alt yapısının ne kadar güçlü olduğuna da tanık oluyorduk, amatörlükleri bazı aşırmaları es geçiyorum. Besteciler ve düzenlemecilerden tutun orkestra müzisyenlerine, ki burada beste ve sözlerde Doğulu kardeşlerin imzası ağır basıyorken bas gitarda da deneyimli isim Gürol Ağırbaş katkıda bulunuyor, hatta Yıldız Tilbe bile geri vokalde destek veriyor, ve dünyaya daha açık bir soundu benimsemiş yapımcılara kadar bu albümlere bulaşan her isim iddialı olmayı hedefleyen bir ürün ortaya koymaya çalışıyordu.

7,75-/10

30 Ocak 2012 Pazartesi

V.A. - Oriental Lounge (2007)

Chill out müziğin Arabik versiyonu ister istemez elektroniğe biraz daha yatkın. Fena değil yani gerçekten fena değil. Özellikle Jason ft. Mohammed Mounir'in Hanina'sı, Aromabar'ın Sand&Stones&Brick&Roads'u, Nickodemus ft Carol'un Cleopatra in New York'u ve biraz konuya fransız kalan Alif Tree'nin Belle'si öne çıkan parçalar.

7,0/10

29 Ocak 2012 Pazar

The Kooks - Junk of the Heart (2011)

Anlayacağınız dilden yazayım.
Ar you kiding mi? İz dis yor best şat? Der are diffırınsız layk mantıns bitvin yor först end last albüm end yu ar sıtil meyking müzik, e bed kopi of yor debüüü. Go end dırop ded.
Ohh, rahatladım. Sienbisi ingiizcesi ile ayarı da verdim ya. Aslında çok rezil bir albüm değil. Sadece ilkinin kötü bir kopyası. Biraz daha mutlu ve keyifli. Hala bir kaç şarkı güzel vokal partisyonları içeriyor ki isimleri anılmayı çok da haketmiyor. Diğerlerinden ayrı duran lakin orjinalliğini tartışmıyorum bile, Mr.Nice Guy'ı tek istisna tutabilirim. Kısacası ilk albümünden sonra tekrara düşen nice pop rock grubunun kaderini paylaşıyor grup. Madem ilham perisini kaçırdın, kaydetme yeni bir albüm. Ya da ne bileyim Kukz ol, black metal yap. Yeniden kızmaya başlıyorum. Sözlerimi noktalayayım böylece.

5,50+/10

28 Ocak 2012 Cumartesi

RETRO: Xytras - Passage (1998)

İlk dinlememden beri yıllar geçti ve şaşırtıcı bir şekilde bu albümden daha fazla hoşlandığımın farkına vardım. Kısacası mevzu şu: Samael'in klavyecisi dur demiş böyle Passage diye şaheseri kaydettik de bir de ben tek başıma sözsüz bu şarkıları yorumlayayım. Sonuçta ortaya çıkan bir yanıyle neoklasik diğer yanıyla daha modern (90'lar senfonik gotik metal) tarzın sentezi (işin aslı bir el neo klasik diğeri modern çalıyor) gayet iyi işliyor. Ritmik yanın güçlü olması (baştaki Regen, ortada Jupiter ve Der Starm Kains arası, sonda Winterson-Ein Mensch ikilisi) sıkılmadan dinlemede full efektif bir sonuç ortaya çıkartıyor. Gayet rahat bir metalcinin klasik müziği öğrenme çabalarında attığı ilk bebe adımlarından biri olabilir.

7,25+/10

Long Distance Calling/Mauna Kea Konseri - Bronx 27/01/12


100-150 şen musiki tutkunu güzide kulübü doldurduk. Post-rock türünü naçizane sertleştirip riflerle katmanlaştıran Alaman grubumuz o ufak sahnede devleşti. Kırdı, geçirdi. Riflerin çekiciliğinin yanısıra belki yeterince teknik değil amma kesinlikle canavar gibim çalan bateristi es geçmemek lazım. Gayet de metal çaldılar. İşin ilginci ön grup Mauna Kea bir ara daha fazla seyirci çekti. Bunda elbet LDC performansının geç saatlere uzaması etkili oldu. (Tabi yerli grubumuzun performansı da etki etmiştir elbet) Mangalda kül bırakmayan bir milletiz ama gece 12 oldu mu arabalarımız bal kabağına dönüşmeden önce sıcacık evlerimize varıp ayaklarımızı uzatıp sıcak kahvelerimiz elimizde ne konserdi değil mi azizim! muhabbeti çevirmeyi terch ederiz. Saat 1 i bile geçiyorsa konserin bitmesi eh organizatörlere bir kaç ufak düzenleme yapma görevi düşüyor galiba saat konusunda. Dinleyici kitlemizin bir kısmı indie bir kısmı da metalciydi. Ecnabi milleti bile vardı. Çoğunluğu da benim gibi imajını müziğine yansıtmayanlardandı. Bir kaç kasketli hırkalı arkadaş görsem de indie modası pek takip edilmiyor buralarda galiba. Neyse onlar da benim sizin gibiymiş, hepimiz insanız sonuçta :) Sahne ufak ve yere yakındı. Zaten biraz yüksek olsa müzisyenlerin kafasının tavana çarpma tehlikesi yaşanabilir. Bir kaç türde sıkça rastlanılan sahne arkasında barkovizyon, görsel gösteri sanki yapılmaya çalışıldı da hiç bir şey anlaşılmadığından vazcaydılar sanırım. Şimdi gelelim yerli grubumuza. Şaşırtıcı derecede iyiydiler. Metal konserlerinde genellikle ön gruplar büyük tepki alır. Tam tersine büyük bir destekle şarkılarını icra ettiler. Soundlarıyla LDC'ye en uygun ön gruplardan biriydi. Tür içinde devrim yapmamakla birlikte metale yakın rifler ve klasik örgüye zaman zaman ters düşen dinamizmleri ile dikkat çektiler. 3.şarkıydı galiba bu bahsettiğim, baştan aşağı bir şölendi bu anlamda. Ardından gelen ise, sanırım Gaia, elektronik samplelarla bezeli ve içinde bir kaç süpriz barındıran, (sampleları acaba teknoya bağlayacak kadar maceraperestler mi derken bir sessizlik ve eh kreşendo zayıf olacak diye düşünürken devasa bir metalik rifin gelmesi gibi) diğer süper bir parça. Hem türün uzmanı olmadığım için hem de ilk dinlemem olmasından kelli benzeştikleri bir grup adı söyleyemeyeceğim. Yani metal can çekişiyor belki ama yerel alternatif sahnelerde son bir kaç senedir bayağı iyi şeyler dönüyor. Zaten Kafabindünya da nihayet albüm kaydetmiş. Neyse EP leri de çıkacakmış. Canlı performans her halükarda daha sert olduğundan dolayı benim hoşuma gidiyor. Son karar ise kayıtları dinledikten sonra verilmeli. Kalıcı olurlar inşallah deyip sözlerimi ahan da burada noktalayayım.
Sonuçta bu tarz kulüp konserlerini kaliteli dinleyici sayesinde (az ve öz) çok daha fazla seviyorum. Gitmemekle beraber sırada This Will Destroy You grubu var. Gidin anacım. Misal bu konserin fiyatı 30 teeleydi.

26 Ocak 2012 Perşembe

White Ring / oOoOO - White Ring / oOoOO (2010) Single

Yeni uyduruk gaydırık janrlar dikkatimden kaçmıyor. Bunlardan biri de witchhouse ya da drag ya da haunted haze, ya da screwgaze, ya da crunk shoegaze. Hepisi aynı şey aslında. Karanlık drum beatli kasvetli mistik bir elektronika. Elbette homojen bir sounddan sözedilemez, misal aradan kaç yıl geçti dub step için bile böyle bir şablon yok. Zaten bu alt alt alt tür o kadar taze ki tek tük uzunçalar albüm var. Gerisi youtube, beleş mp3, EP, single. Müzik ansiklopedisi RYM diyor ki: Kaynağı Chillwave musikisidir. Değiştirilmiş ve yavaşlatılmış samplelar, drum machine ritimleri ile kombinezon vokaller ve melodiler.
İlk şarkı White Ring'in Roses'ı. Eh fena değil bir şarkı. CSS ya da Crystal Castles'dakine benzeri cırtlak bayyan vokal, türün ortak özelliğinde olduğu gibi kulaklarda mana yaratmadan güçlü ritimlerin arasında gömülmüş. Ama şarkı bir yere gitmiyor pek, öyle tekrar tekrar. Asıl bomba ise ikincisi, Seaww. Projenin ismi oOoOO bile bir kafadan rahatsızlığın simgesi. Karanlık ötesi atmosfer, ağır ama sıkmayan yalpalamayan bir ritim, korkutucu ve anlaşılmaz ve de çarpık bir vokal, 80'ler synth nostaljisi, üstüne üstlük elektrogitar solosu. İlk dinleyişte ne yani diyip geçebilirsiniz, sabredin. Muradınıza ereceksiniz. Dolayısıyla bu single'ı alıp götüren parçanın adıdır Seaww.

8,0+/10

25 Ocak 2012 Çarşamba

Thin Lizzy - Renegade (1981)

Kara bulutlara yaslanmış kızıl bayrak kombinasyonu hayranı olduğum asil Angola bayrağını hatırlatıyor. Yani ismini duyduğum ama hiç dinlemediğim bu eski (tabiki de klasik) grubun bu albümünü seçmemin özel sebebiyatı. O kadar basit, artistik bir kapak! İçeriğinde ise albümün 70'ler ve 80'ler arasında kalmasının olumsuz etkilerini görüyoruz. Çok çok çok hafif heavy metal ama çok çok çok fazla hard rock. Kökenleri İrlanda olmasına rağmen o senelerde nasıl ünlü olduklarını bilmemekle beraber tahmin edebildiğim cevap da burada yatıyor. Yani bestelerde Amerikan rock havası göze çarpıyor, ne bileyim Springsteen felan, ki sadece soundda değil sözlere de bu durum hakim. 70-80 uyumsuzluğu özellikle gitar işinde kendini gösteriyor. Güzelim varyasyonları sergileyen vokal ise kimi yerde bu açığı kapatamıyor artık. Bu dengesizlik hali dolayısıyla bestelere de yansıyor. Ayrıca bestelerin basitliği de sık dinleme ihtimalini azaltıyor. Angel of Death, eğlencelik Leave This Town ile Hollywood albümün yüzakları. Ama orta şeker şarkı da dolu. Hele albüme adını veren şarkıyı anlamak güç.
Başkaları da grubun en iyi yapıtı olmadığını söylüyor. Ancak burada yatan aslan potansiyel elbette bizi grubun önceki albümlerine sevketmek için cesaretlendiriyor.

7,75/10

24 Ocak 2012 Salı

Crystal Castles - Crystal Castles (2008)

Elektronik müziğin alternatifi. Alternatif demişken seslendiği kitlenin indiekafa olması şaşırtıcı olmasa gerek. Oraya buraya refere ve anlaşılmaz sözleri gizeme gizem entelliğe entellik katıyor. Bir yazarın tarif ettiği gibi:Kız büyükannesinin eteklerini giyiyor, oğlan (masumane bir laf hala anne babalarımız arasında) da beline çıkmış dar ceket. Berşka modası. Dolayısıyla bu müzik sükse hep bi revaçta. Dolayısıyla biraz fazla abartılı tepkiler topluyor. Hayır, ben de dinledim. O bilgisayar blip blopları gıcırt gucurtları bir miktar daha kullansalarmış dinlenilmez bir albüm ortaya çıkacakmış. Buradan kurtarmışlar. Albümün ikinci yarısında ise ilgi alaka uyandıran enstanteneler kayboluyor.Yine hak hukuk bizde şimdi, Allah var yukarıda. Witchhouse güzelliğini ve kusurunu barındıran, ki bu witchhouse mevzusuna bir kaç gün içinde döneceğiz, açılış parçası Untrust Us, sonracııma sanırım single olarak da çıkan Crimewave ve Air War, biraz Knights, biraz Courtship Dating eliyüzü düzgün öpülesi koklayası parçalar. Son anda not arttırımı. Standart ve Poors'dan daha dişliyim vallahi.

7,0-/10

23 Ocak 2012 Pazartesi

Tori Amos - From the Choirgirl Hotel (1998)

Sanki elektronik müziğe daha bi bulaştıkça derinlik de kaybolmuş gibi. Sığ diyemeyiz de boynu aşmıyor yani. Dinlerken keyifli dakikalar sunan ve tüyler ürpertici atmosferi vokalden çok modern kayıt tekniklerine borçlu bir Cruel, bir Raspberry Swirls, Jackie's Strenght, Hotel ve IIEEE, bünyede hissettirdiği etkiyi uzun solukta kalıcı hale bürüyemiyor, getiremiyor. Neticede güzel yani.

7,0+/10

22 Ocak 2012 Pazar

Necros Christos - Doom of the Occult (2011)

Ortadoğu ve Türk hatta favorim olan Gate1 'deki gibi Azeri kökenli etnik enstrümental parçaların yanısıra kilise orglu kısa parçacıkların yavaş tempolu doom etkili death metal bestelerinin arasına serpiştirildiği bir albümü dinlemeden önce her halükarda beklentileriniz yükselecektir. Üstelik bu brütal besteler de oryantalizmden gayet de net faydalanıyor. Zaten ilk albümleri ile underground çevrelerde starlık mertebesine ulaşan grubun bu yapıtını dinleyenler de ikiye ayrılıyor: Birincisi mutlu mesut kesim. İkincisi ise benim de dahil olduğum eh diyenler. Brütal kısımlar için sözkonusu etkiler Nile'dan beri kullanılıyor diyebiliriz. Hani lokal grupları geçtim ama batılı gruplar fazla el atmasa diyorum abartmasa diyorum bu Ortadoğu ezgili death metal mevzusunu. Üstelik sözsüz ful etnik parçalar ile death besteler arasında böyyük bir uyumsuzluk göze çarpıyor. Netice itibari ile zaten çok da ilgi alaka uyandıramayan, ki bir kaç istisna elbet var, death bestelerin de içine girmek zorlaşıyor, güme gidiyorlar daha doğrusu. Velhasıl bu proje kağıt üzerinde durduğu gibi durmuyor.

6,25+/10

21 Ocak 2012 Cumartesi

Ludwig van Beethoven - Klavierkonzerte . Piano Concertos Nos. 1 & 2 (Krystian Zimerman / Wiener Philharmoniker 1993)

Piyano konçertosu demekki sadece yalın piyanodan oluşmuyor, sadece bir kademe daha az ağırlığı hissedilen orkestranın piyanoya eşlik etmesi anlamına da geliyormuş. Evet, başrolde piyano var, soldaki sakallı arkadaş (birkaç sene önce olsa amca derdim, heh he) da başında. Üçer bölümden oluşan iki konçerto var. 18 dakikadan oluşan ilk kısım klasik müzik içinde orjinallik sunmasa da hırslı, iddialı bir yapıya sahip. Hem piyanonun hem yaylı çalgı ağırlıklı orkestranın bir kaç noktada ilgi uyandırdığı söylenebilir. Ama diğer bölümlerle hafızada kalıcı olamama gibi bir problemde ortaklaşıyor. Yavaş ve ağır Lagro kısmında sadece piyano değil kreşendonun sağlandığı yaylı orkestral bölümler bile yumuşak bir zerafet sergiliyor. Üçüncü kısım ise konçertonun en renkli anlarına sahip. Piyano ve orkestra genelde hoptempo birbirini tekrarlayan melodileri takip ediyor.
2. Konçerto da ise sanki orkestra biraz daha yol gösteriyor gibi. İlk bölümde piyano kromatik inişli çıkışlı nota dizilimlerine sıkça başvursa da , belki de  ilk konçertoyu daha çok dinlememe bağlı olarak, beni cezbedemiyor. Orkestral kısımlar ise Disney kayıtlarını hatırlatıyor. İkinci kısım gelenekte olduğu gibi yavaş bir tempo izliyor. 2.Konçerto'yu da ilki gibi eğlenceli bir bölümle kapatıyoruz.
Tercih ettiğim dinlendirici azcık romantik duyguları çağrıştıran besteler yerine çeşitliliği sergileyen bu konçertolardan keyif alabilmek için biraz dikkati toparlamak gerekiyor. Özellikle ikincisinde bu dediğimi yapmayarak albüme girmeye, alışmada zorlansam da şöyle gözlerimi kapatıp yafu keyifliydi hoştu diyebilmeme hiç bir engel yok. İlginç bir iki nokta: Bu bestelerde Mozart ve Haydn etkisi hissediliyormuş. 1. Mozart 2.Haydn, iki nokta sayılır mı?

7,50+/10

19 Ocak 2012 Perşembe

RETRO: Anathema - The Silent Enigma (1995)

Grubun aslında türün ortak özelliklerini sergileyen ilk doom albümü diyebiliriz. Önceki ki çok sevdiğim Metallikavari rifler ve death etkileri kendini ağır bir atmosfere (ki klostrofobik olarak bir noktadan sonra daral geliyor) bırakıyor. Vokal daha çeşitli, fısıltılar manik depresif hava hakim.  Tasmasından dizginlenmişçesine kısıtlanmış enerji bir türlü ortaya çıkmıyor, tersine ehlileştirilmiş, yavaşlatılmış. Bildiğin death doom metal olmuş işte. Açıkcası Darren White'ın vokalleri hani biraz daha tercih edilebilir mi ne? Zaten bu ara evrede grup çok fazla durmadı. Eternity ardından yürü ya kulum atmosferik rock kulvarına! Ha! Bu albümün özel bir tarafı yok mu? Olma mı? A Dying Wish yani.

7,75+/10

18 Ocak 2012 Çarşamba

Lauryn Hill - The Miseducation of Lauryn Hill (1998)

Defalarca dinlemeye doyamayacağınız bir sese sahip Lauryn Hill. R+B ağırlıklı müziğin sıkıcılaşmaya eğimli özelliği ise yine hoş rap ritimleri ile çeşitlendirilip dengeleniyor. Bazı anlarda uyakların ya da harmoninin yeterince yaratıcı olmadığına dair görüşler kafanızda peydah olabilir, Hristiyanlığa göndermeler rahatsız edecek noktaya varabilir, boşverin. Allah sizi inandırsın, keyifle dinlenecek ses rengine hem de çukulata rengine sahip sanatçının albümü su gibi aziz akıp gidecek, geriye de hoş bir sada kalacak.

8,50-/10

15 Ocak 2012 Pazar

Richard Bach - Meraklılar

Martı isimli kitabıyla zihinlerde ismi kazınan yazarın yeni kitabı da zeki bir hayvan ırkını konu alıyor: Gelincikler. Çocukluğumda yer altı tünellerinde yaşayan porsuk ailesi gibi hayal gücüme fazlasıyla katkıda bulunan kukla şovlarına tav olmuş biri olarak bu kitabı da kaçırmam mümkün değildi elbet. Okudukça biraz hevesim kaçmadı değil. Birbiriyle çok zayıf bağlara sahip olan, hatta yok deyip geçelim, 5 hikayenin anlatıldığı kitap, gelincik ve diğer hayvanlar ve insan türü arasındaki ilişkiler, Ayn Rand'ın felsefesini andıran aşkın determinizm, maksimum iyimserlik gibi bir dizi problematik yapıyı da barındırıyor. İnsanın daha doğrusu her bir gelinciğin toplumun desteğiyle ve yarı-mistik kutsal iç çağrıyı takip ederek istediği işte uzmanlaşıp başarıya ulaşabileceği tezi her hikayenin temelini oluşturuyor. Rahatsız edici olan nokta mutluluk=huzurlu iş eh yanında sevgili de olsun tamam denkleminin bu kadar kör göze empoze edilmesi. Aslında biraz da çocuklara hayattan korkmama yolunda gaz vermeye çabalamasıyla yazarın masum bir gayret içinde olduğunu düşünüyorum. Ve elbette buradaki hikayelerin yansıttığı farklı altyapılar üzerinden ilginç çalışmalar da ortaya çıktığını ekleyebiliriz. Örneğin yazar bir gelinciğin girdiği üretimsel bunalımı konu alan 2. hikayenin beklenmedik şekilde sonuçlanması diğer hikayelerde olduğu gibi okuyucuyu sıcak duygulara gark etmesi. Elbette bir noktadan sonra da aslında hikayelerin gelincikleri felan değil yazarın gözünde ütopik bir toplumu resmettiğini anlıyorsunuz. Neyse puan verseydim bi 6,50 kesin ederdi, 7 hatta.

1.Shamrock: Bulmacaları çözmekle kafayı bulmuş genç gelincik ünlü bir dedektifi rol model alarak gizemleri çözmeye başlar. Biraz da mistik bir geçmişi görebilme gücü sayesinde zeki gelincik soyunu, savaşlar neticesinde yok olan kendi gezegenlerinden dünyaya getiren uzay gemisini bularak en büyük sırrı bulmayı başarır. Ve kendisine yardım eden dedektif bürosu sayesinde kendisi diğer gençlere rol model olmaya başlar, dolaylı yoldan onlara etki eder.
2.Budgeron ve Daniele: Çocukluklarından itibaren zorunlu bir şekilde nezaket kurallarına göre yetiştirilerek kötülüğün hiç yer edinmediği bir toplumda yaşayan gelincik ırkından yazar Budgeron binbir zorlukla geçen yaşamın ardından yazdığı çocuk kitaplarıyla ünlenmeyi başarır. Ama aklında hep tarihi konu alan ağır bir başyapıt yazma planı vardır. Ne zaman bu projeye başlasa ilham perileri arkasına bakmadan kaçmaktadır. İşin ilginci karısı ondan esinlenerek ve keskin gözlem gücünden faydalanarak iç gıdıklayıcı ve provokatif bir kadın karakteri yaratır ve bestseller romanlar yazmaya başlar. Budgeron ise bir süre sonra kendi kaderinde gerçekten mutlu olduğu gibi çocuk kitapları yazmanın yer aldığını keşfeder.
3.Bethany: Sahil kurtarma timinde kaptan olan bir gelinciğin hikayesi bu. Ekip oluşturma süreci, bir muhabirin onları konu alması ve fedakarlık üzerine. Kitabın en maceralı hikayesi.
4.Monty ve Cheyenne: Mutlu oldukları iş olan film oyunculuğu (kız) ve çiftçilik (oğlan; o kadar basit değil aslında, binicilik, hayvancılık, İskoçya'da üretilen genleriyle oynanmış ve konuşabilen ortak zihne sahip her biri rengarenk gökkuşağı koyunları ki, koreografik dans yapabiliyorlar, bu noktada yazarın ne içtiğini gerçekten ama gerçekten çok merak ediyorum ve sakıncası yoksa ben de istiyorum) yüzünden iki çocukluk arkadaşının birbirlerini sevmelerine rağmen yollarını ayırmasını konu alan hikaye kitabın en enteresan anlarını oluşturuyor. Kırık kalpler misali... Arka yapıda ise ne kadar ünlü ya da zengin olursan ol, yorulduğun anda kendini geri plana alarak, bir nevi prosche'ni satarak, basit bir yaşamı takip etmenin hazzını da işliyor.
5. Stormy ve Strobe: İşleri pilotluğa aşık olan çiftin melek gelincikler(ki hiç ihtiyaçları olmamasına rağmen bu melekler  helikopter uçuruyorlar ve hiç ihtiyaçları olmamasına rağmen bakım ekipleri var ve ekiptekiler bu gereksiz helikopterleri tamir etmekten çok hoşlanıyorlar; burada da yazar besbelli bir şeyler almış ama ben ondan istemiyorum, Monty ve Cheyenne'i yazarken içtiğinden istiyorum) tarafından birbirleriyle tanıştırılarak çocuk yapmaları isteniyor. Güya çocukların kaderinde dünyayı değiştirmek varmış. Kitabın belki de en zorlama hikayesi. Uçak uçurmayla ilgili teknik detayla dolu. Ve yardım etmeye çalışan bu melek gelincikler fırtına çıkartarak binbir ziyan yaratıyorlar. Kitap zaten garip bu hikaye 1,5 katı daha garip.


Viperine - The Predator Awakens (2004)

Garip kaydı, bazen zorlama noktasına ulaşan vokalleri ve daha gelişmesi gereken besteciliği gibi zayıf özellikleriyle sakatlanan grubun bu ilk ve son çalışması aslında sonradan power metal diye adlandırılacak olan ilk dönem heavy metaline çok yakın bir sounda sahip. Sıkı ve başarılı bir müzisyenlik, enerjik ve pes bir vokal, savaş çığırtkanlıklarıyla bezeli besteler ise benim belki de tam bu aralar ihtiyacım olan şey olduğundan kelli, bu albümden  zevk ü sefa ile keyüf almama yetti bile. Enn üstte saydığım negatif unsurlar bertaraf edilmiş oldu böylece. O kadar da kötü değil, şans verilmesi gerekli netice-i itibariyle.

8,0/10

12 Ocak 2012 Perşembe

RETRO: Samael - Eternal (1999)

Olabildiğince melodiye bulaşmış olan bu albümle grup eski marjinal günlerini geride bırakmış ve endüstriyel metalin güvenli ıssıcak kollarıynan sarmaş dolaş olmuş. Kötü de olmamış hani. Özellikle albümün ilk yarısı gümbür gümbür. Süpriz gitar nağmeleri ortalığı ışıtıyor. Bu bağlamda Ailleurs ile Ways'e albümün süpernovaları dersek yalan söylemiş olmayız. Tabi dinleyenin keyfi bilir, seçmeye parça çok çünki. Dolayısıyla kolay dinlenir, popüler sounda daha yakın bir çalışma ile karşı karşıyayız. Dinlemekten de hiç pişman değiliz.

7,75/10

10 Ocak 2012 Salı

Athena - Pis (2010)

Grup hiç olmadığı kadar farklı ve hep oldukları kadar aynı tarzlarını devam ettiriyorlar. Ska'nın bazı alttürlerinin olduğunu ve yakın türlerle etkileşimden kaçınmadığını biliyorum. Buradaki hafiften arayışları da bu sürece dahil edebiliriz. Bir kere önceki azcık depresif duygusal halden sıyrıldıkları gözle aşikar. Özellikle albümü dinlemeye sevk eden Arsız Gönül ya da Serseri Mayın gibi şarkılarda duyduğumuz gibi bir böyle eğlence bir parti cümbüş havası hakim albüme. Sonlarda yer alan bir kaç yavaş parça ise oldukça zayıf. Sound olarak yerli melodileri iyiden iyiye , tamamiyle olmasa da, terk ettiklerini görüyoruz. Sadece tür sebebiyle değil kayıt bile açıkcası İngiliz kokuyor. Beklediğimden iyi çıktı yani.

7,25/10

8 Ocak 2012 Pazar

Sait Almış / Mehmet İnanç Turan - Özgür Bir Dünya için Direnen Kasabalılar

Sol tarih içinde Kasabalılar fenomenine açıklık getirmesiyle büyük bir ihtiyacı karşılayan bu kitap 5 kasabalının yani Turgutlulu gencin devrimci fikirlerle tanışarak örgütlü yaşama geçmesinin ve 12 Eylül döneminde işkence ve eziyetle bir o kadar da direnişle geçen hayatlarını anlatıyor. Kitap hakkında ayrıntılı bir analiz örneğin eylemsel yetke ismindeki blogda bulunabilir. Yaşanan aşılan aşılamayan bireysel acılar hakkında tek kelam etme hakkım bile olamaz. Ben ise daha detaylara ineceğim toplumsal eleştiri adına. Geçmişlerinden en ufak pişmanlık duymadıklarını gerekli dersleri çıkarıp örgütlü olmamalarına rağmen davayı hala savunduklarının vurgusunu yapıyorlar. 80 öncesi süreçte ölümle sonuçlanan ,maktul kim olursa olsun, eylemlere karışıp pişmanlık duymamak biraz hafif kalıyor bana göre. O zamanın şartlarını ve kaçınılmaz parçası olunan kutuplaşmayı elbette unutmuyorum. Basit bir hümanizma mı? Kitabın ayrıntısında aslında pek çok kafada beliren sorunun cevabı da hazır. Örneğin lümpenliğin izini taşıyan bıçkın delikanlı tavrı özellikle ilk biyografiye o kadar hakim ki. Sol kültür? Ya da özeleştirisi verildiği gibi o dönemde klasik eserleri okumadan dergilerde yazılanlarla kendimizi beslerdik cümlesi.. Yani birileri birileri adına düşünüp yürü ya kulum diyor. Nihayetinde sokakta pişmek, yeterli mi? Empatiyle ancak gözaltı ve cezaevi sürecinde tanışılıyor. Çünkü o dar çerçeve bu şekilde kırılmış ancak.
Kısacası önce çuvaldız meselesi, iğne değil büyükçe bir çuvaldız.

V.A. - Smooth Jazz Cafe 2 (2000)

Öz olaraktan smooth jazz türüne daha yakın örnekleri görebiliyoruz. Bu yüzden de bir kaç noktada kendimizi 70'lerin B-sınıfı macera filmlerini izliyor gibi hissedebilir bulabiliriz. Lionel Richie gibi r+b'ye kayan sanatçıların ürünlerine yine raslıyoruz. (Time) Ama dediğim gibi pop caz fazlasıyla baskın bu albümde. Sesi Sting'e benzeyen Dave Koz'un parçası, hangi dilde olduğunu merak ettiğim Angelique Kidjo ve Trilok Gurtu'nun African Fantasy'si, gece cazı kıvamında, beatlerle modernize edilmiş David Benoit'in Miles After Dark'ı, gayet popüler sounda sahip Carl Anderson'ın çalışması beni açımdan öne çıkan parçalar. Fakat albüm aradığım dinginliği huzuru sunmaktan uzak.

6,25/10

7 Ocak 2012 Cumartesi

Vintersorg - Jordpuls (2011)

Şarkılar neden bahsediyor bilmiyorum, tamamiyle İsveççe sözlere sahip olmalarıda ötürü. Müzikal olarak da hala progresif yapıyı devam ettirdiklerini söyleyebilirim. Lakin Cosmic Genesis'i özel kılan nostaljik ve dreamy bir atmosferden oldukça uzaklar. Folk etkisinden sözedemeyiz bile. Çünkü besteler alışageldik folk metal birleşiminin tipik özeliğini gösteriyor. Tek kelime seçseydim, eksik olacağını bile bile geleneksel'i seçerdim. Özellikle ilk üç şarkı ki, favori parçam Til Danet filan felan.., clean nakaratları ve birbirini tamamlar enerjileri ile albüme başlangıç yapabilmek için iyi bir seçenek sunuyor. Geri kalan parçalar ise gerekli ilgi alakayı uyandıracak renk ve harmoniye sahip değiller. Daha doğrusu dalgalı bir seyir izliyorlar. Uzun lafın kısası, güzel ama özel değil.

7,50--/10

6 Ocak 2012 Cuma

Tori Amos - Boys for Pele (1996)

Tori Amos şarkılarını dinlemeye başladığımdan beri Caught A Lite Sneeze için sabırsızlanıyordum. Sabrım hem bu şarkıyla hem de Professional Widow ile ödüllendirildi. Üstelik Professional Widow'un gayet kuul bir remiksini de içeriyor dinlediğim albüm ki bu da işin kaymağı kadayıfı vallahi. Vokalini daha kontrol altında tutabilen, dinamik yönlendirmelerle birlikte hafüften hafüften Björkvarimsi hareketlere imza atan bir performans duyuyoruz bizim Tori'den. Sözler her zaman olduğu gibi dekoder gerektiriyor. Bu sefer renkli ve bir o kadar da rahatsız edici imgelerin sıklığına şahit oluyoruz. Sound çok daha değişken. Modern etkileri ve gariptir ninni sakinliğinden kabareye varan (Mr. Zebra örneğinde olduğu gibi) nostaljik bir tat barındıran albümün ilk yarısı saydığım 2 şarkı sebebiyle de çok güçlü. İkinci yarı ise piyano baladları atağa geçtikçe maçtan aldığımız zevk ü seyir de düşüyor. Bahse varım ki eski Tori'yi sevenler ikinci yarıyı tercih ediyordur eminim.Kısacası bu kadar uzun bir albüm olmayıp 2/3 altın oranı korunsaydı ki 45 dakika falan eder başların tacı olabilirdi. Yine de güzel, almış eline tüfeği bizi bekliyor zati. Yavaştan yavaştan kaykılalım..

7,75/10

4 Ocak 2012 Çarşamba

RETRO: Anathema - Pentecost III (1995)

Bu güya Ep, 40 dakika sürüyor yafu, sevilmek için yaratılmış. My Kingdom muhteşem bir şey, el işi göz nuru. Albümde yer alan diğer şarkılar da olduğu gibi progresif hatta artistik bir düzenlemeye sahip. Şarkılar genel bir umutsuz ve karanlık atmosferi paylaşıyor ki doğaldır doom olayı mevzubahis. Fakat germe işinde o kadar başarılılar ki parçaların zirve, kreşendo kısımları görece zaif kalıyor. Özellikle o sert kamyonvari gitar tonu ayrı mestedici. Vokallerin de yer yer brütal kısımları vurgulamasını istiyorsunuz.

8,50/10

3 Ocak 2012 Salı

The Cardigans -First Band on the Moon (1996)

Bu albümü dinlememin tek sebebi var: Lovefool. Yeganeliğini hem muhteşem hem de biraz sinir bozucu olabilme yeteneğine borçlu olan bu hit parçanın gerisi gelmiyor maalesef. Dinleyeni bir noktadan sonra sıkma potansiyelini taşıyan vokal tekniği aslında en azından bana rahatsızlık verdi. Yoksa renkli müzikal altyapıya sözümüz yok. Bir miktar hız kazandırılsa, biraz aralığı genişletilse, dinamizm kazandırılsa çok daha farklı bir şey de ortaya çıkabilirdi. Ama bu ağır ritimler ve vokal sayesinde biraz da Cardigans oluyorlar, dreamy pop hüviyetini kazanıyorlar azcık. Dediğim gibi bu başarılı altyapı sayesinde dinlerken aklıma değişik değişik ve hatta fantastik gruplar gelmedi değil. Misal, Black Box Recorder, Smashing Pumpkins, biraz 70'ler pop -ABBA-, blues-country, hatta ve hatta grunge esintileri. Lakin popüler anlamda single grubu olmanın ötesine geçememişler gibi. Zaten kayboldular zaman içinde.

6,0/10

1 Ocak 2012 Pazar

Phil Slater - Frankfurt Okulu kökeni ve önemi

Sahaflarde bulduğum bu kitap ismi hep geçen Marksist bir akımı konu alıyor. Ama öncesinde wikipedia'dan , misal, genel olarak bu akım hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor ki kitap anlaşılır hale gelsin. Bildiğimiz varsayımıyla akım detaylı bir analize tabi tutuluyor çünkü. Marksizm içinde özgürlükçü bir saha açmaya çalışan akımın en önemli özelliği özellikle Stalinizmde somutlaşan geleneksel teoriye karşı takındığı heterodoks eleştirel tutum. Almanya'da faşizm öncesi koşullarda oluşmaya başlayan okul tamamiyle uyumlu ve tutarlı bir ideoloji üretmekten ziyade birbirine yakın ve ya tamamlar görüşlere sahip fikir adamların toplaştığı bir çevre konumunda görünüyor daha çok. Her ne kadar teori-praksis arasındaki bağı vurgulasalar da sokaklara inememiş, 60'lardaki öğrenci hareketine retrospektif bir kaynak olması dışında, güncel politikaya cevap vermeyi başaramamışlar.Faşizmin yükselişinin toplumsal tabanı artan büro çalışanlarının psikolojik tahlilleri ve geliştirdikleri manipülasyon teorisi ile açıklanırken devletin tekelci kapitalist karakterie sahip olmasına bağlı olarak faşizmin burjuva demokrasisi ile çelişmediğini belirtmişlerdir. Sovyet marksizmi ilkel bir doğalcı gerçekçiliğinin doğruluğunun diyalektik nosyonun yerini aldığı belirtilerek eleştirilir (bunda pozitivizmin etkisi ortaya konur)  ve yerine felsefenin yoksanarak teori praksis çözümleme ile proleterya iktidarının hedeflendiği (bugünün sosyalistlerinin tersine bu hedef Frankfurt okulunda gözardı edilmiyor) eleştirel toplum teorisi geliştirilir. Bununla birlikte akımın toptan Lenin'i reddettiğini söylemek de mümkün değil. Kitabın en başarılı olduğu alanlardan biri ise sözkonusu akımın Rosa Luxemburg'un, Troçki'nin, Brandler'in, sol komünistlerin ve sosyal demokratların görüşleri ile kıyas edildiği bölümler. Bu sayede akımın fikriyattaki eleştirel görüşlerinin pratikte yansımalarını somut olarak görebiliyoruz. Toplumsal teoriye kazandırdıkları manipülasyon tezi ise büyük oranda psikoloji ve psikanalizin babası Freud'dan besleniyor. Freud'un derinlik psikolojisi örneğin ezilen sınıfların duygusal olarak kendi yöneticilerine bağlılığı sorunsallığında vücut buluyor. Moda deyişle kendi celladına aşık olmak. Özellikle akım içinde bu konularda çalışmasıyla öne çokan Reich, toplumsallaşmış insanı işleyen psikanaliz ile sınıf savaşımını birleştirmeye çalışmıştır. Freud'un çelişkili fikirleri aşılarak mazoşizm ve intihar gibi uçörneklerle açıklanıyor. Otoriteryen deneyim, sermaye devlet, aile vs.., bütün insanların yaşamlarını manipülasyon aracılığıyla denetim altına almayı amaçlıyor. Popüler kültür de bundan ayrı düşünülemez. Kitabın en renkli sayfaları da kültür ve sanat üzerine Marksist düşünürlerin görüşlerinin aktarıldığı bölümlerden oluşuyor. Toplumal gerçekçi ya sadece sınıf savaşımı hedefine uygun sanat ürünlerinden ziyada Frankfurt okulu, sanatın eleştirel gücünü bu temsiliyetle sınırlamıyor. Eleştirelliği olumsuzlama rolünü üstlenen sanatın herhangi bir şeye karşılık gelmeyi yoksayarak sadece kendisi olmasına dayanmaktadır. Frankfurt okulu Brecht gibi soyut sanata karşı tavır almamakta ve kapitalist toplumun olumsuzlanmasına dayalı yabancılaşma (birnevi sınıfın kendine sistem tarafından biçilen kaftanı yırtıp gerçeklerin farkına varması) nosyonunun önemine vurgu yapmaktadır. Ancak okuln önemli teorisyeni Adorno bağımlı edebiyatın yani partizan, uzlaşmacılığa açık olduğunu ileri sürmüştür. Marcus'un sözleri anlamlıdır. Sanat, verili gerçekliği, kurulu düzene karşı kurulu düzen içinde etkinliğini sürdürdüğü biçim sayesinde aşar. Brecht'in sınıf savaşımının parçası ve aracı olarak kullandığı sanat güzellik yasalarına tabi tutulur. İnsanlık durumunu sergilemesi sayesinde kendi sınıf karakterini korumaktadır.
Nasıl, bu kapsamlı incelemeyi bir kaç satırda özetlemekte güçlük çektiysem yazar da etkisi günümüze kadar varmış olan bu derin fikir okulunu ve diğer dallarla ilişkisini 270 sayfaya indirgemede çok verim sağlamamış görünüyor. İzlediği yöntem gayet mantıklı olmakla birlikte içerik ansiklopediye dönüştürülebilseydi akıcılık ve havada kalma sorunu başarıyla aşılabilirdi.

Attack Attack! - Attack Attack! (2010)

Melodik metalcore'u bu Fall Out Boy gibi power pop gruplarının seviyesine indirerek anlaşılırlığını kolaylaştırıcı bir yol izliyor grup. Elbette, dinlemek için seçimimin yegane sebebi elektronik müziği ise gayet dalgalı bir kullanıma tabi tutmuşlar. Örneğin bir tarafıyla gayet kötü hatta r&b'ye öykünen bir tarza kadar uzandığından bahsetmeliyim. Klasik trans ve tekno ritimlerini unutmuyoruz tabi. Brütal vokal sert ama diğer benzerlerinden ayrı bir karaktere sahip değil. Clean vokal ise auto-tune gibi durmamakla birlikte millet elalem öyle olduğunu söylüyor, hoşuma gitti. Hatta irrezil Shut Your Mouth'u dinlenir kılan sadece clean vokalin devreye girdiği 3 satırlık kısım. Metalcore ve elektronik sentezde transkor denen terazinin dengesi biraz metal lehine. Ve dediğim gibi, iki tür de çok başarıyla temsil edilmemiş. Yeniyetme liriklerden ve gayriciddi pozlardan hiç bahsetmiyorum. Yine de dinleyenlerin çok kötü eleştirilerine maruz bırakılmış bu albüm hani kendine has bir tat ihtiva ediyor. Belki de bu transkor'a olan araştırmadan hala sıkılmamış olmamdan kaynaklı.
Bu arada herkese hayırlı paralı sevgü dolu huzurlu seneler efenim. Hiç böyle şeylere inanmam ama milyonlarca insanın yılbaşına değer yüklemesi bu günü anlamlandırıyor. Sonuçta enerjinin gücüne inanıyorum evelallah.

6,50/10