31 Mayıs 2010 Pazartesi

Texas - The Greatest Hits (2000)


90'lara damgasını vuran pop-rock gruplarından Texas tıpkı bir benzeri Cardigans ve diğerleri gibi zamana yenik düştü. Kaliteli ve samimi duygusallıkta parçalarıyla öne çıkan grupların sonraları seslerinin sedalarının kesilmesindeki en önemli sebep ki şimdi anlıyorum albümlerinin hit parçalara dayalı olması. Çok da kötü bir şey değil aslında bu. Bu best of da böyle. Say What You Want, Summer Son, Black Eyed Boy, In Our Lifetime, Halo fantastik megafiziki parçalar. Belki birkaç iyi parça da eklenebilir. Kafanız karışmasın. Yekünde 16 şarkı var. Bu da demekki geri kalanların çoğu doldur boşalt. Yine de garip durumlarla da karşılaşabiliyoruz. Inner Smile ile George Michael'ı Put Your Arms Around Me ile Annie Lennox'ı, -dı galiba sanırsam, hatırlıyorum. Hatırat ey hatırat!
Bu arada Manga'nın bu kadar dandik bir şovla ve vasat bir şarkıyla Örovizyon ikinciliğini kapmasını canı gönülden kutlar başarılarının yıllarca devamını dilerim. Ülkemi bir süredir parça seçimi konusunda Athena,MVÖ'de olduğu gibi takdir ediyorum. Yarışmaya canlılık ve farklılık getiriyoruz. Ki Linkin Park çakması bu şarkı (ya da yıllarca alternatif piyasada süregelen indie folk tarzıyla Belçika misali) bu yarışmada yeni bir şeyse vay bu yarışmanın haline vay. Zaten hiç bir zaman baştan sona izleyebilmeyi başaramadım her ne kadar istekli olsam da. Bu sene de farklı değil tabi.
7,0/10

30 Mayıs 2010 Pazar

Rammstein - Herzeleid (1995)


Boşuna Almanlar dans metal diye adlandırmıyor bu grubu. Vücut kıpırtaşıyor hemencacık. Biz endüstriyel metal öncüleri olarak bilsek de arkadaş arasında kısaca manyaklar diye bahsediyoruz kendilerinden. Yıllarca vokallerinin akıl hastanesinde yattığına dair ürkünç hikayelerle büyümüş biri olarak grubun ismini bir gösteri uçağı kazasının onlarca kişinin ölümüne sebep olduğu bir yerden aldığını bilmek de bizi rahatlatmıyor. Neyseki yaşlandılar ve son albümlerinde çıkış kliplerinde gördüğümüz gibi korkudan pornoya sektör geçişi yaptılar. Aslında ingilizceye tercüme şarkı sözlerini okuyunca bu seksapel yanlarını taa yolun başındayken saklayamadıklarını görüyoruz. Neyse bize ne elalemin libidosundan. Weisses Fleisch içerdiği ucuz ve öz ve kısa rifiyle gönlümüzü kazanıyor. Bütün parçalar aslında basit bir formülü takip ediyor. Herzeleid, Rammstein, Asche zu Azche, marilyn mansonesque Das Alte Leid diğer hoş şarkılar. Genel olarak albümdeki şarkılar benzer bir skala içinde, fazlasıyla öne çıkan parça yok.

8,0/10

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Korpiklaani - Voice of Wilderness (2005)


Hunting Song albümün en eğlencelisi olmakla beraber hareketli melodisi sarhoş Rus şarkılarını andırıyor. Belki de yeniden yorumlanmıştır. Bilinmez sorgulanmaz... Nihayetinde ise ilk albümüne göre biraz solgun, aynı formüla biraz daha profesyonel anlayışla tekrar edilmiş. Şahsi tercihim ilki.

7,75/10

Howard Shore - The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring - The Complete Recordings (2001/2005)


Favori filmimin soundtrackini dinleyerek klasik müzik dinleme macerama çakma bir tarzda olsa bile devam ediyorum. Film müziklerine ki klasik-new age sınıfındakileri kastediyorum, bugüne kadar kayıtsız kalmamın sebebi onlardan hoşlanmayacağımı nokta atışıyla tahmin etmem. Çıtayı Yüzüklerin Efendisini seçerek bayağı bir alçalttım. Ancak mükemmelliyetçi biri olduğum için ilk filmin albümü olarak 4 cdlik versiyonu tercih ettim. Evet gayet zor, sanırım filmde geçen tüm müzikler süre kısıtı olmaksızın kaydedilmiş burada. 4 cd diyorum yafu. Bir yerden sonra karada balık ya da bayık olmamanın mümkünatı yok. Bir de nedense coşkulu anların sakatlandığına tanık oluyorum, belki de sadece bana öyle geliyordur ama sound gerilim filmlerini andırıyor. Bir boğuk atmosfer var ki kasvetli. Klostrofobik biriyim zaten. Kaldıramıyorum kardeş. Ayrıca soundtrack'i temsilen Enya'nın May It Be'si gayet pek çok pek çok hatalı bir tercih. Tabi ki Blind Guardian yok Summoning nerde eleştirilerini geçiyorum. Bıdı bıdı yapacağımıza alternatif Yüzüklerin Efendisi albümü yapmak zor olmasa gerek.

7,75+/10

26 Mayıs 2010 Çarşamba

RETRO: Nevermore - Nevermore (1995)


Vokali ilk duyduğumda çenem iki seksen açılmıştı, bu adam kabız olup tualette acı içinde çığırsa ben kapı dışında mest olurum yafu diyodum. Albümlerini dinleyince, ne yalan söyleyeyim, biraz hayalkırıklığına uğradım. Vokal kısımlarıyla genelde uyumsuz enstrümanlar, karanlık ve yabancılaştırıcı atmosfer, ağır ve yeterince hızlı olmayan temposu yadırgadığım bazı noktalardı. Şimdi tekrar dinlediğimde mırıldanarak melodilere kolayca eşlik edebilmek şaşırtıcı doğrusu. Aldığım keyif de bir kaç numero artmış görünüyor.
Grubun tarzını belirlemek zor. Power metal diyen bile çıkıyor. Tamam thrash'i anlarım hatta gitar tonunda felan death bile hissedilir de power mı? Tabi Avrupa tarzı klasik tarzda değil bu farklı Iced Earth gibi derler. OK uzatmıyorum ama bence bu progresif/heavy metal gibi bir şey. Dinlemek bazen ağır kaçsa bile işin sırrı şu: Usul usul akan vokale direnmemek ve kendini akışa bırakmak. Şarkıların hepsi güzel ala ama albümün ilk kısmı pek ala. Sanity Assassin ve Garden of Gray klasik değerde.

8,50-/10

25 Mayıs 2010 Salı

RETRO: Bulutsuzluk Özlemi - Bulutsuzluk Senfoni (2004)


Bir kere konserlerini izlemiştim. Her zaman çok övüldükleri konser performanslarının biraz abartılı olduğunu düşünmüştüm. Lakin bu albüm hem parça seçimi hem yorumlama açısından göz dolduruyor. Sanki senfoni biraz daha ağırlıklı olabilirmiş felan filan. Uzatmaya gerenk yok.

8,50/10

24 Mayıs 2010 Pazartesi

RETRO: Cradle of Filth - Dusk... and Her Embrace (1996)


Çok da müziklerini baştacı yapmamakla birlikte kabul edelim, Dani çığırdığında özellikle kreşendolarda bir Allah'ı görüyorum (töbe töbe), ardından cehennemin yedi kat dibine iniyorum. O kadar güçlü yane. İlk çıktıklarında sadece senfonik black-gotik kırması soundlarıyla vampirik romantizmasıyla bir ekol yaratmamışlardı. Asıl güçlü öğesi Dani'nin kendine has cırtlak vokalleriydi. Bir onlar vardı bir de Dimmu. Zamanla sıktığından mıdır bilinmez popülaritesi gittikçe azaldı grubun. Son dönemlerini hiç dinlememekle beraber hala bugünün ekstrem metali içinde ayrı bir enteresanlıkta durduklarını tahmin edebiliyorum. Vakti zamanında çok da eleştirilmişlerdi. Sadece black metal'i değil metal ruhunu satmışlardı çünki. Havuzlu jakulili evlerinde pimp may rayd hastası rep kültürü müdavimi insancıklar gibi poz veriyorlardı. Eh olacak o kadar. Blekçi bir adamdan hayır işleri beklemek asıl tirajikomik olmaz mıydı bir sorun kendinize? Neyse post-modern zamanlar geldi, herkes ve herşey cılkı çıkıp unutulana kadar konuşulur oldu. Şükür ki güzel yapıtlar ve şarkılar bıraktılar arkalarında. Yine başa dönersek grubun baştan sona dinlediğim tek albümü bu ve hala da favori albümlerim arasında yer almaktan uzaktır. Zira albüm biraz ağır, sert, vokale çok yaslanıyor. Sık sık değişen ritim ve melodiler yoruyor. Aslında bunlar binlerce insanın bu albümü grubun en iyisi olarak seçmesinin sebebi. Ama kafa lazım kafa bu kargaşa ve gürültüyü kaldırabilmek iççin. Yine de süper hissi ve gaz bir parçanın adını saymadan geçemeyeceğim. Dusk and her Embrace.

7,25+/10

23 Mayıs 2010 Pazar

Threshold - Supermassive Black Hole (2010) Single


Aslı Muse'a ait ve kundaktaki bebeğin dahi bildiği bir şarkının metal yorumunu dinlemekten gayri bir amacım yoktur vallahi. İtiraf edelim şarkı da hoştur hani. Eşantiyon olarak grubun 2007 tarihinde çıkarttıkları albümün çıkış parçası Slipstream de yer alıyor single'da. İşin aslı bu grup hakkında hiç bir bilgim yok. Prog metal kulvarında geziyorlarmış. Supermassive Black Hole yorumu fena olmamış, çok bir şey katmıyorlar ancak besteye. Slipstream ise güçlü bir şarkı. Arkalardan müdahil olan robotik vokoder ne haltsa, sinir bozucu bir etki yaratıyor. Özellikle nakarat kısmı klasik melodik hard rock gruplarını anımsatıyor. Orjinal değil keyifli.
Bu single grup hakkında bir kanı oluşturabilmek için maalesef yeterli veri sunmuyor. Oturup adam gibi, ayrımcılık olmasın, kadın gibi, bir albümlerini baştan sona dinlemek gerekli.

7,50/10

Behemoth - Bewitching the Pomerania (1997) EP

Hidden in a Fog ve Sventevith önceki albümlerinde yer alan parçalar. With the Spell of Inferno duyulmamış bir parçası. Hala eski black çizgilerini devam ettiriyorlar. Burada Grom'dan önceki hatta daha yakın durduklarını söyleyebilirim. Kısa bir albüm ve öyle olması isabet olmuş.

6,0/10

22 Mayıs 2010 Cumartesi

The Good, the Bad & the Queen - The Good, the Bad & the Queen (2007)

Bir süper grup. İngiltere'yi bir zamanlar Oasis ile olan rekabetiyle sarsan Blur'un ve sonra enteresan proce Gorillaz'ın has adamı vokalde Damon Albarn ile the Clash ile the Verve'den diğer elemanlar, bir de albüme Afrika ve sayke tadını veren bir beat ustası.
İlginçtir evde bilgisayar başında aldığım keyif kulaklıkla dinlerkenkinden daha fazla. Bunda yeni aldığım ucuz kulaklığın etkisi de reddedilemez. Kendime not: paraya kıy ve kaliteli kulaklık al, tabi bu patlatıktan sonra. Sound aslında daha yavaş ve sıkıcı biraz sayke soslu indiepop-rock kıvamında. Daha dedim yani bir kıyas var. Gorillaz yani. Three Changes, Northern Whale, Behind the Sun dinlenesi yanağı sıkılası parçalar.
Bu arada grup ismi çok şık. İyi kötü çirkin'e referans yapmışlar.

6,75+/10

21 Mayıs 2010 Cuma

Amorphis - Skyforger (2009)


Melodik besteler, her renge bürünen güçlü vokal, piyano, sert ve soft arasında gidip gelen sound, folk etkisi..vs.. vs.. Ayrı ayrı her birini sevdiğim bu öğeler biraraya gelince voltranı oluşturacak diye bir kaide yok. Kağıt üzerinde mükemmel plan ama uygulamada yok oğlum yok. Anlamıyorum akıl sır erdiremiyorum. Bu hayalkırıklığım potansiyel üzerinden. Yok yok yoksa elimin tersiyle ittiğim bir albüm değil. Aksine Sampo, From Earth I Rose biraz Silver Bride biraz Course of Fate güzel parçalar. Ayrıca belli parçaların belli tarafları da hoşluk arzedebiliyor. Sky is Mine'ın geçiş kısmında ya da Majestic Beast'deki oryantal havada olduğu gibi. Ancak inkar edilemeyen bir gerçek var ki bu albüm öncekine göre gayet zayıf ve dırav parçalar içeriyor.
Yeni Amorphis bana Europe gibi pop bestelere dayanan metal grupları andırıyor, modern melodik metal gibi bir şeyler olsa gerek yeni yönelimiyle grubumuz. Şarkıları, en hit olanlar bile, ne akılda ne de zamanda kalıcı bir yere sahip olacaklar. Dinleyip eğlenmelik, sabun köpüğü misali.

7,25+/10

20 Mayıs 2010 Perşembe

Sabaton - Attero Dominatus (2006)

Primo Victoria ve Art of War'dan daha yavaş bir tempo izleyen albüm aslında çok da farklı bir çizgi sunmuyor bize. Böylece grubun lügatında değişim diye bir kelime olmadığını anlıyoruz. Elbette birkaç yüzbin kelime hazinesine sahip Oxford Cambridge sözlüğünü kafalarına atmıyoruz. Ancak birkaç yüz kelimeden oluşan metalci lügatinde de değişim kelimesi olacak kardeşim. Ülkemizde metalcilik belli bir entellektüel seviyeye denk gelebilir. Ama dünyada bildiğin hödük yafu. Tabi istisnalar kaideyi.. n'apmaz? Bozmaz..
İşte bu yüzden parçaların thrash etkisinden ziyade klasik heavy orta temposuna ve hatta hatta yavanlığına bulanması daha da gözümüze batıyor. Mutsuz oluyorum. Yapmayın böyle. İşin özü ortalığı kasıp kavurtan müthiş bir şarkı çıkmıyor bu albümden. Biraz Nuclear Attack, belki. Yani bu yılan dilliliğimin sebebi biraz da nesnel şartlar gereği. Aynı çorbayı üçüncü kez içemezsiniz. Belki kronolojik olarak Art of War'u en son dinleseydim o kadar hoşnut kalmayacaktım. Yine de yine de yine de evlat gibi, çirkin diye sokağa atamazsın, sevememezlik edemezsin.

7,0/10

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Fevzi Demir - Osmanlı Devleti'nde II.Meşrutiyet Dönemi Meclis-i Mebusan Seçimleri


Aslında çok şey değişmemiş. Azınlıkların milliyetçilik akımı altında ayrılmak için şiddet dahil her türlü yolu mübah saydıkları bir dönemde inatla tutundukları aydınlanmacı Osmanlıcı ideolojilerinin boşa çıkmasını takiben milliyetçiliğe tepkisel bir yoğunlukta kayarak aşırı politikalar güden bir iktidar ve onların karşısında liberal geçinen ancak milliyetçi azınlık hareketlerle ve dini kullanan kesimlerle işbirliği içinde bir muhalefet. Yerleri mi değişmiş ne?
Tabi tarihe kesin bir netlikte ve birebir eşleştirmelerle bakamayız, yine de değişmeyen olguları görmek de çok şaşırtıcı doğrusu.
İyi bir kitap, bütün vekillerin şeceresini dökme çabası yarıda kalmakla beraber ki buna da şükür, çok sıkıcı çünkü, o dönemin havası başarıyla ve özet bir biçimde aksettirilmiş. Ucuza bulursanız, ki fuardan öyle almıştım, ve bu konulara meraklıysanız almamayı aklınıza bile getirmeyin. Bu arada ki bağlacını çok seviyorum.

Disillusion - Back to Times of Splendor (2004)

İlk dinlememde nu-metal ve System of A Down'a kayan vokaller yüzünden alışamadığım bu albüm diğer progresif death metal yapıtlar gibi biraz zamana ihyitaç duyuyor. Verdiğiniz zamandan da büyük ihtimalle pişmanlık duymayacaksınız. Hala clean vokallerde , prog ya vokaller de değişik değişik sonuçta, Tankian'ı hatırlamaya ısınamadım doğrusu. Olsun. Eleştirmenler ve dinleyiciler tarafından baştacı edilen ve türün en iyilerinden biri olarak değerlendirilen albüm sonuçta tempo ve melodi değişiklikleri, farklı vokaller, teknik vs.. prog özelliklerini de güzelce yansıtıyor da ben bu tarzı biraz tribünlere oynuyor gibi görmeye başladım, bilmem neden. Aslında tahmin edebiliyorum. Bestelerdeki zor dinlenirliği vokallerle ve popülist yaklaşımlarla yumuşatma çabası desek. Ayrıca özellikle 17 dakikalık son şarkıda bir Opeth havası da var.
Kısacası zaman ayırınca dinlemekten keyif alınan ama deathle güçlendirilse biraz daha güzelleşecek bir albüm.

8,25/10

18 Mayıs 2010 Salı

Korpiklaani - Spirit of the Forest (2003)


Tam böyle black metalden çakma folkloru sömürüye dayanan eğlencesi lakayt bir albüm bekliyorken, neden beklemeyeyim ki özellikle diğer albümlerinin kapağında geyik boynuzlu sarhoş bir ehtiyara yer verdiklerini görünce, zinde ve taze havasıyla bu yapıt beni şaşırttı doğrusu. Vokaller sert olsa da black metalden uzak, bazılarını rahatsız edebilecek bir hırıltısı, viskiyi puroyla içtim ömrü hayatımda der gibi bir tavrı var. Keman ağırlıklı enerjik yerel ezgilerin, Finlandiyadan yine, bazı parçalarda Metallica'nın ağır gitar tonu ile birleşince başyapıtlar çıkartmamasının mümkünatı yok. Yani Crows Bring the Spring'den bahsediyorum. Adamı mezarından kaldırır mazallah. Onun dışında folk metal türünde eksiksiz fazlasız gediğiyle tam ortasında yer alan grup Before the Morning Sun, ki keman solosu ve rock'n roll'a çaktırmadan kayan gitarıyla dikkat çekiyor, kısa öz ve full tempo Man Can Go Even Through the Grey Stone, Fince girizgahı ile birlikte Shaman Drum gibi dinlenilesi öpülüp yatılası parçalar yazmış. Akordeon, flüt gibi lokal enstrümanlar da keman kadar yoğun olmamakla birlikte albümü renklendirmiş. Bir de bu tarz folk metal gruplarının ilk albümlerinde görülen sevdiğim bi fenomen var ki şu: Şarkıların bütünlüğünü birbirini takip eden bir akıcılıkta dinamik bir kompozisyonla sağlamak yerine albümlerine enstrümental kısa ve uzun parçalarla, dağınık bir yerleşimle müdahale ediyorlar. Amatörce ama şık.

8,50-/10

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Les Discrets - Septembre et ses dernières pensées (2010)


Dinlemeye doyamadığım kapağıyla masaüstümü süsleyen bu albüm fransa yöresinden çıkma. Alcest'in beyni Neige'in , ya da ne haltsa ismi, stilinden etkilendiği gayet açık olan grup belki de yeni bir fransız dalgasının müzikte son örneği. Nostalji, melodi, melankoli, hüzün, huzur birarada, laleli harikalar kumpanyası mübarek. Sound olarak shoegaze ile post rock karışımı diyorlar. Olabilir. Fakat uyuz dreamy şeyler de fazla beklemeyin. Kalp kıran yürek ezen sert rifler, evet fazla değil kabülüm, de var burada, akustik gitarın yanısıra cayır cayır distorje gitar da. Biraz da folk diyor uzmanlar, o kadar hassas bir kulağım yok bilemem. Daha bir dikkatle müziğe eğilince bateride black metal takırdılarından tümüyle vazgeçilemediğine de tanık oluyoruz, misal les feuilles de l'olivier. Yalnız ilk dinleyişlerde parçaların birbirinden farkı pek anlaşılamıyor. Çok dinleyişler sonrasında ise amaaan ya, keyfine bak deyip parçaları ayrıştırmaya çalışmıyorsunuz. Yine de effet de nuit, chanson d'automne gibi diğerlerine göre daha ağır abi takılan parçalara hürmetimiz boldur efendim.
Bu sene çıkan albümleri fazla dinleyememekle beraber verimli geçtiğini sihirli küremden görebiliyorum.

8,25/10

16 Mayıs 2010 Pazar

Amy Winehouse - Back to Black (2006)


Ortalığı kasıp kavuran pop sanatçısı Şarapevi Eymi'ye kulak vermenin vakti gelmişti doğrusu. Bunu da büyük ölçüde Back to Black ve Tears Dry on Their Own gibi baladlara borçluyuz. Enstrümanları ezip geçen güçlü vokal, 60'ların pop şarkıları, özellikle de bonuslarda yoğunlaşan Jamaika Etiyopya heyo Haile Selassie tarzı şarkılar, ki beklemiyordum dinlemeyi zevkli hale getiren öğeler. Ancak bu albüm öyle bir albüm ki her durumda dinlenebilirlik niteliği göstermiyor. Bazı durumlarda misal bir kafede kahvenizi yudumlarken keyfinize ortak olabilirken başka bir sıkıntılı anınızda durmak bilmeyen geveze vokaller sinir katsayınızı hoplatabilir.

7,50+/10

15 Mayıs 2010 Cumartesi

RETRO:Bendeniz - Aşk Yok mu Aşk (2005)


Bu albümün olumlu tarafı hala vokalde 90'ların tınısını taşıyabilmesi ve birkaç dinlenebilir şarkı, özellikle albümün hit parçası olarak sunulan, nasıl sunulmasın? albümde 3 versiyonu var! Bu Bahar Da vasatın azcık üzerinde. Genel olarak ise pop tarzında bile vasatın bayağı bayağı dibinde. Kördüğüm adlı şarkı özü Arapça olan bir parçayı çok andırıyor, cover olabilir, yaknız herhalükarda orjinalinin hayli uzağında.
Maalesef Bendeniz 90'larda parıldayan fakat değişime ayak uyduramayan, aslında yerli pop piyasasının şu an ne halde olduğuna dair pek bir fikrim yok, pek iyi durumda değil sanırım, ve ya değişimi tetikleyemeyen şarkıcılar arasında yerini alıyor.

1,75/10

13 Mayıs 2010 Perşembe

Jesu - Silver (2006) EP

Nasıl anlatayım ki shoegaze diye tabir edilen hayalperest atmosfer ve narin vokallere ağır tempoya sahip rock musikisi ile metalin sertliğini, tabi buradaki metalin hızı kolu kanadı da kırık, birleştiren grup Jesu aslında Godflesh ya da Swan gibi belki biraz daha bilinir grupların elemanlarını içeriyor. Amma bu halleriyle boynuz olmuş kulağı geçmişler. Özellikle herşeyin post- unun alındığı amerika'da aynı kitle tarafından Isis, Neurosis gibi gruplarla ismi anılır , yapıtları takip edilir olmuş. Ancak en azından bu EP'de sludge ve post-metal tınılarından ziyade indie rock ve post-rock havası ağır kaçıyor. Bu cihetle albüme adını veren ilk şarkı çok sıkıcı çünki popüler müziğin bayıklığını taşıyor ruh itibariyle. Star ile Wolves ise gayet baba parçalar, ağır tekrarlara dayalı, hafiften elektronik soslu.. Bu sos artarak Dead Eyes da tabağın dibine kadar çöküyor. Sonra bonus olarak Silver ve Wolves'un remikslerini dinliyoruz. Pek de özellikli değiller.
Bu aralar her nedense güzel albğmlere denk geldiğim için fazla vakit ayıramıyor defaatlen şahsınızda özür diliyorum, Jesu.

7,50/10

12 Mayıs 2010 Çarşamba

J.S. Bach - The Art of the Fugue (Glenn Gould 1962)

1700'lerde yaşamış olan ünlü klasik bestecilerden Yohan Sebastian Bahkh döneminde keşfedilen piyanoya itibar etmeyip onun atası sayılabilecek harpsichord ve orglara yönelik bestelerle daha çok haşır neşir olmuş. İşin güzel bir tarafı da bu besteler günümüzde piyanoyla çalmaya da oldukça uygunlar. Ama konumuz bu değil. Bestecinin teknik olarak içine girmesi zor çalışması olan Fugue Sanatını (sormayın fugue ne demek, wikipedia'dan aktarıyorum anlarsanız artık: Çoksesli müzikte , bir beste türüdür. Konu adı verilen, özelliği olan üretici bir temanın birbirinin benzerleri biçiminde yinelenmesinden oluşur. Kontrpuan müziğin en önemli ve en zor türüdür. Fügler 2, 3, 4 ve hatta 6 sesli olabilir.) ünlü Bach yorumcusu egzantrik kişioğlu Gould'dan dinliyoruz. Kayıt orgla çalınıyor, hakikaten tanımlandığı gibi çok sesli iki ayrı el birbiriyle derin sohbete girmiş iki ses dizimi yaratıyor. Derin demişken evet,teknik ve sofistik ama kesinlikle sıkıcı zannetmeyin. Tam tersine 18.yüzyılın parti müziği bu olmalı. Beyaz perukalar kafalarında yüzleri pudralı tayt veya uzun çorap giymiş adamlarla dev bir çadırı elbise diye kıçlarına geçirmiş pek bir leydiler kıkırdayarak eğleşirler, bir temaşa bir şamata sormayın.
Son yarısında ise Gould amcamız orgu bırakıyor piyanoya sarıyor. Keşke orgta çalmaya devam etseymiş dememek elde değil, avuçta. Ben memnun kaldım uzun lafın özeti, bizim gibi basit zekalı insanların tam anlamıyla , ne kadar dinlerse dinlesin, çözemeyeceği ululukta, buna rağmen ilk dinleyişte bile neşeli haliyle kulağı bu musikiye alışık olmayan herkişiyi sarmalayacak samimiyette.

8,0/10

11 Mayıs 2010 Salı

RETRO: Behemoth - Grom (1996)

En derin mağaralardan çıkma ve tarihin bir kaç sevişme anında dnalarını gen havuzumuza bıraktıkları keşfedilen ve bu cihette artık atamız sayılabilecek Neandardendantantuntellere yaraşır biçimde ilkelliğin tavan yaptığı bu albüm benim şahsi fikrimce black metalde önemli bir dipnotu hakediyor. Bir kere sinir bozuculukta yırtıcı vokal yer yer detone hırlama gürleme şeklinde ilkelliğe ilkellik vahşiliğe vahşilik katan bir tarza evriliyor. Folk pagan ne haltsa etkisi çok daha belirgin ve ustaca işlenmiş. Bayan vokal bilem var yahu. Ya da özel yerleri sıkılarak İstiklal marşı söyletiliyor bir garibana. Yapmayın, biz çocukken böyle tatsız şakalardan çok çektik, etmeyin. Günahtır.
Albüm özellikle ilk dört şarkısıyla karanlık ormanların karanlık sularında oynaşan karanlık balıklar kadar atik çevik, kendimi tutamayıp isimlerini birer birer sayacağım. The Dark Forest (Cast me your Spell), Spellcraft and Heathendom, Dragons Lair (Cosmic Flames and Four Barbaric Seasons) ve Lasy Pomorza. Evet evet isimleri abidik gubidik olabilir ama ciddiye almamazlık hata yapmak demektir.

7,75/10

10 Mayıs 2010 Pazartesi

RETRO: Thy Serpent - Forests of Witchery (1996)


Albüm kapakları ile dikkati celp eden bu güzel black metal grubu uzun zamandır ortalarda görünmüyor. Halbuki bu ilk albümleri ile klasik iskandinav tarzının melodi ve bazı şarkılarda folklor ile haysiyetli alnı dik bir gururla nasıl birleşebileceğini gösteriyor. Finlandiya ormanlarından süzülen ışığın bir gizemin perdesini aralaması gibi ilk dinlediğimde de özellikle ilk üç şarkının yardımıyla her yerde tühkaka ilan edilen, ki o yıllarda bu müziği dinlemek azcık büzük istiyordu, black metal fenomenini heyecanla anlamaya çalışıyordum. Şimdi geriye bakıyorum da hepsi palavra, müzik müziktir o kadar.

7,75/10

9 Mayıs 2010 Pazar

Grave Digger - Knights of the Cross (1998)


Konsept olarak haçlı seferlerini almalarına o kadar takılmıyorum. Batılıların bu lanet şeye hala neden refere ettkilerini de anlamıyorum. Bizim buralardan da emperyalizmin bu ilk dalgasına karşı savunma amaçlı mücadelemizi yücelten yayınlar albümler felan da artsa da geçmişimizi unutmasak. Aslan yürekli Richard gibi sözünde durmayan katil bir adamı kahraman olarak belleyen batılılara karşı bizim de gençliğimiz bilinçlense. Ancak tarih bu, ne padişahlar ne de krallar süten çıkmış ak kaşık. Psikopat gibi konuşmak yerine müziğe dönersek vay! vay! vay! Grave Digger müzik yapmayı öğrenmiş, vokallerdeki börültü azaltılarak Blind Guardianki gibi korolar eklenmiş, besteler torna tezgahından geçmiş, incelmiş. Sofistike? Sanmıyorum, klasik heavy power metal besteleri hala. Ama özelikle albümün ilk yarısı bomba gibi gözyaşartıcı gaz etkisinde melodiyi coşkuyla harmanlıyor. Fanatic Assasins, misal, tür içinde favori parçalarım arasındaki yerini kafasından aşağı dökülen gül yapraklı merasim eşliğinde alıyor. Sonlarda ise şarkılar açıkca sıradanlaşıyor. Bonus olarak ünlü Rainbow parçası Kill the King ve Black Sabbath'dan Children of Grave var. Fark yaratamamışlar.
Gönül ister ki süprizlere gebe bu grubu dinlemeye devam edeyim. Fakat konserlere bir şey kalmadı şuracıkta. Bir kez daha Nevermore yapacağım, bir Korpiklaani, Rammstein vs.. vakit dar anacım.


8,75-/10

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Sabaton - Primo Victoria (2005)


Grbun bu ilk albümü ki aslında ne kadar ilk sayılabilir tartışılır, aslında son dinlediğimden çok da farklı değil. Ancak bumbastik power ritimleri sanki burada daha güçlü, açılışı etkileyici yapmak istemişler belli. Albümün ilk yarısında parçalar gümbür gümbür geliyor. Tempolu, hareketli ve melodik. Reign of Terror, Panzer Battalion, Counterstrike. Diğer yarıda da Stalingrad öne çıkıyor. Yeryüzündeki savaşları konu alarak bıçaksırtında dolaşan grup bu ağır yükün altından başarıyla kalkıyor mu bu da tartışılır, sözlere baktığımda klasik kendini kahraman sanan batılı şoven asker ağzı çok belirgin, yine de bizi Normandiya'ya, Irak'a, Atlantik okyanusunun diplerine, Rusya'ya sürükleyen bir maceraya çıkarabiliyor. Neyse ki sözlerde zamanla bir yetkinleşme ve nesnelliği yakalama durumları mevcut.

8,50-/10

7 Mayıs 2010 Cuma

Hüseyin Aykol - Bölüne Bölüne Büyümek: Türkiye'de Sol Örgütler


İlk kitabıyla sektolojiye eğilmemde kafamı çelen yazar yeni kitabıyla tam bir hayal kırıklığı yaşattı bendenize. Kökeni büyük oranda İnönü Alpat'ın Türkiye Solu Sözlüğüne dayanan ve bireysel katkılarla zenginleşen ve kaynağı anarşist bakış sitesi zamanla unutularak internetteki forumlarda dolanan o meşhur liste pek çok yerde birebir cümlelerle alınmış , basılmış ve başlığa Bölüne Bölüne Büyümek: Türkiye'se Sol Örgütler eklenmiş. Kaynak verilmeden , en azından ben göremedim, poster gibisinden verilen soyağacı çizelge ise N.Biver'in sitesinde yer alan diğer bir ünlü kayıt ki onun geçmişi de bilmediğim başka bir yerlere uzanıyor. Kitap hiç tasvip etmediğim şekilde politik yapıları zaman içindeki değişik adlandırmalarla yansıtarak kafakarışıklığı yaratıyor. Sözlük modeli içinde kabul edilebilir sınıflandırma bu kitapta artık anlamsız bir noktaya varıyor. Sonlara eklenen biyografiler de maalesef kurtarmaya yetmiyor. Eğer internet denince aklınıza valide hanım efendilerin bayramlarda Abdülhamit'in bayram merasimini izlemeye gitmeden önce avucunuza mendil içinde bıraktığı akçeleri harcadığınız mahallenizin gayrimüslim bakkalının ismi geliyorsa bu kitaptan bir şeyler kapabilirsiniz. Yok sörf denince dalgalar üzerinde bir tahta bişi tepesinde dengede kalma sporu ve her nedense bu çaba ile eğlenme durumu aklınızın ucundan bile geçmiyorsa ve sörfü web sayfaları arasında gezinerek vakit harcama şeklinde tanımlıyorsanız uzak durunuz efenim.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Amorphis - Silent Waters (2007)

Sonunda anladım, kızlar vokalin sadece rastalı saçına hayran değilmiş. Kökenlerini hiç bir zaman unutmayan Fin grup bu albümle de efsanelerden beslenerek yolarına devam etmiş, etmiş de albüm o kadar melodik bu kadar melodik ki, işte burada başa dönüyoruz bayan metalcilere yönelik gibi. Ayrım gayrım yapmıyorum arkadaş, melodik metal hayranı olarak söylüyorum o kadar piyano synth o kadar über melodik nakarat adam bozar. Elbette şarkılar, özellikle nakaratlar güçlü, albümün yarısı brütal vokalli, hatta daha ileri gideyim birkaç yüz metre, baladlar diğer şarkılardan bir boy daha etkileyici. Aksini söylersem Odin'in kargalarını üzerime çekerim, Zeus'un yıldırımlarını yerim. Ancak küçük dereler vardır gürül gürül, yatağını kazar, izlemesi bilem ayrı bir zevktir, koca koca durgun nehirler ise bataklığa yuva olur. Parça bazında müthiş anlar sıra sıra dizilince atmosferik bir çakılışa tanık oluyoruz, yani ben. Neyse yeni Anathema gelmiş, acaba nasıl nasıl?

7,75+/10

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Tengen Toppa Gurren Lagann


27 bölüm süren bu anime dizisini, bırakalım böyle afilli isimleri bildiğin çizgi film yafu, uzun bir ara verdikten sonra nihayet bitirmeyi başardım. Bu ayrılığın sebebini animenin kötülüğüne bağlayamayız. Eh belki görüntü kalitesinin kötülüğü bir etken olmuş olabilir. Neyse arka planda bir şey anlatma derdinde olmayan eğlendirmeyi amaçlayan Tengen Toppa Gure Lagann işin keyif kısmını ziyadesiyle başarıyor. Esprileri ve hikayesi ile absürtlük sınırına dolaşırken ortalardan itibaren absürtlüğün sınırlarını kırdığı anları birlikte yaşıyoruz. Özellikle gaz nağralarla yüklü savaş kısımlarında. Konu olarak da aslında iki bölümden müstesna anime insanların yer altında birbirinden kopuk köylerde yaşadığı bir vakitte başlıyor. İki arkadaş mecha yani robotlar içinde savaşan yaratıkların insanları avladığı yeryüzüne çıkmayı başarıyor. Kendi mechalarını buluyorlar. Ve insanları yeraltına hapseden kötü hükümdara karşı komik yeri geldiğinde hüzünlü, hangi anime başkahramanlarından birini ilk bölümlerin birinde öldürür? bu cesaret nereden geliyor arkadaş? Japon musun nesin?, bir mücadeleye girişirler. İkinci bölümde ise artık sebepler irdelenir ve mücadele evrenler ve boyutlar arası bir düzleme taşınır. Misal gezegen büyüklüğündeki robotlar dövüşürken birbirine galaksi atarlar, ninca yıldızı gibi, heh he. Sonda bir de filmi var da henüz izlemedim, bu haliyle mücadele zaferle ve fedakar kayıplarla sonuçlanmış görünüyor.

4 Mayıs 2010 Salı

Wyrd - Kalivägi (2009)

Grubun bisürüncü sıradaki bu son albümü sevenleri tarafından yeterli takdir görmemiş. Benim ilk kez dinleyebildiğim bu grubun türü viking-folk metal. Asalım keselim akşam yemeğine yetişelim tarzında bir Amon Amarthlıktan ziyade anam babam vay köyümü yakmışlar oy tarzına daha yakın. Bu sebeple biraz Bathory'yi hatırladım. Albümün en büyük handikapı hem çalgıların tonunda hem de black metal vokalde duyduğumuz tizlik, incelik,düşüklük. İnsan arada bir tok bir şeyler duymak istiyor, Belphegorda olduğu gibi. Grup bir ve ya az kişiden oluşuyor olabilir , bazı anlar biraz da türe bağlı olarak enstrümanlar fazla mekanik geliyor. Alışıyorsunuz, bunlara da alışıyorsunuz. Çünkü benim şahsi fikrim besteler güzel, insanın kulağını çekiyor ve dinlettiriyor. Sözlerin tümden Fince olması da atmosfere atmosfer katıyor. Ben beğendim vallahi. Bir tek albüme adını veren parçayı diğerlerine göre biraz zayıf buldum.
Bu arada İstanbul'da 1 mayıs bu sene .ok güzeldi, yazacak pek bir şey yok. Fotoğraf makinemi getirmediğime pişman oldum.

8,25/10

2 Mayıs 2010 Pazar

TV on the Radio - Return to Cookie Mountain (2006)

Wolf Like Me gibi süper bir şarkıyla ünlenen bu rock grubunun soundunun biraz da dans etmeye olanak veren bir enerji taşıdığına inanmışımdır. Tam da bu nedenle adını andığım hitle birlikte birkaç şarkı dışında aynı enerjinin özellikle de vokal bacağında devam ettirilmemesi sorun teşkil ediyor. Fakat hareketli parçaların dışında daha orta ve yavaş tempolu şarkıların da altyapısını 3-5 dinleme ile çözünce daha gizli cevherler farkediyorsunuz. Bestelerin seksapelliği, hatta bir parçada Prince'in Purple Rain'ini hatırladım, yerinde duramayan enerjik çalgılara eşlik eden bezgin vokalle oluşturduğu gerilimin lezzeti gibi. Wolf Like Me'yi tarif etmeyeceğim ama sevdiğim gibi tekrarlayan rifler, keskin gitar tonu,bu yüzden ilk dönem rap-rock nu metal'i andırıyor azcık, biraz Kings of Leon içeriyor. Genel olarak ise bütüncülü bozmayan bir değişiklik varyansı mevcut, yahu psyche bile var.
Grubun bir diğer özelliği ise galiba biri hariç tüm elemanların zenci olması, ender bir şey yani.

7,75/10

1 Mayıs 2010 Cumartesi

RETRO: Macabre - Sinister Slaughter (1993)


Vallaha bu tarz müziğin grindcore türüne sınıflandırıldığını öğrenince dudağım uçuklamıştı. Kapağına paramparça ceset ya da tecavüz mağduresi hanımkızları ya da bokfüsür iğreti resimleri koyan buradan böğürdüğünde almanya'da duyulan bu sıradışı akıma ait bir albümden hoşlanmamın imkanı yok zannederdim. Aslında bu kanım hala devam ediyor. Çünkü bu kısa besteler şeker gibi hoşlanası bir death sounduna sahip. Ancak konsept olarak tüm şarkıların ünlü amerikan katilleri için yazılmış olması ve bazen bu şarkılara çocuk şarkısı melodilerinin zerk edilerek parodileştirilmesi kulağa ne kadar nahoş gelse de , biliyor musunuz, süper eğlenceli olmuş. Bu arkadaşların matraklığı zati albüm kapağını Beatles'dan esinlenerek katillerle doldurmuş olmaları ile kendini gösteriyor.

7,25/10