30 Temmuz 2014 Çarşamba

Murray Bookchin - Devrimci Halk Hareketleri Tarihi III: 1905'ten 1917'ye Rus Devrimleri

Serinin son cildinin de satışa sunulduğu şu günlerde Bookchin'in Rus Devrimlerine yoğunlaştığı bu eserinde naif bir şekilde üçüncü devrimin izini sol Sosyalist Devrimcilerde, İşçi Muhalefeti'nde, Makhno hareketinde, Kronştad denizcilerinde ve Yeşillerde aradığını görüyoruz. Bolşevik devrimle sonuçlanan bir dizi ayaklanmanın nasıl otoriterleştiğini gözler önüne seriyor. Bunun sebebi belki de Jakoben hedefler uğruna gerçekleştirilen pragmatizmde yatıyor ki yazar kendi görüşüne bağlı olarak Lenin'i de açık açık demagoji yapmakla bir nevi takiyecilikle suçluyor. Şartlar olgunlaştığında ise iktidara adım adım yürütülen askeri bir manevrayla ki dilim darbe demeye varmıyor, el konuyor. Bookchin yine de burjuvaziye karşı bu son darbeyi tarihsel bir zorunluluk olarak değerlendiriyor. Çarpıcı bir saptamayla Leninizmi ideolojik öğretisinin dışavurumundan çok, iktidara ulaşmaya ve onu kullanmaya yönelik tekniklerin bir kaydı olarak tanımlıyor. Nihayetinde tabandan bir örgütlenme şekli olan sovyetlerin nasıl içinin boşaltıldığını okuyucuya nakletmek kitabın ana amacı oluyor. Stalin öncesinde başlayan bu yozlaşma bürokratizmin kök salmasıyla gerçekleşiyor. Ve yetkinin giderek daha az insanda yoğunlaştığı küçük bir komitenin ülkeyi yönetir hale gelmesiyle sonuçlanıyor bu süreç.

29 Temmuz 2014 Salı

Hüseyin Kıran - Resul

İnsan iletkendir, bunu herkes bilir.

Hani bazı filmler vardır ya kısaca toptan bir anlayışla sanat filmi deriz. Bir derecelendirmeye tabi tutsam şahsen benden yüksek puan tutturamaz bu tarz filmler. Ama herhangi bir alelade aksiyon filmine kıyasla her zaman düşünme dürtüsüne sebep olur ve aklımda da uzun bir süre yer tutarlar. Misal Uzak deyince aklıma o soğuk yabancılaşma ve iletişim kopukluğu gelir, iliklerime kadar hissederim. Stalker güç sembolizminin yanı sıra tıpkı Bir Zamanlar Anadolu'da olduğu gibi göze de seyirlik sunar. Ya da Dönüş filmiyle bir yandan kurgu bir yandan da eski ve yeni Rusya çatışması aynı yolu fersahlar. Bu filmlerin bildiğimiz eğlence ya da keyif tanımlamalarının ötesine geçtiği aşikardır. İnceliğiyle tatile götürülmeyecek kitaplar listesine girmekten kendini alıkoyamayan bir eser bu. Zaten tatilde okuduğum kitapları da siteye listelemeyi bitirmiştim. Yanıma alsaydım tatilin diğer bir adı da zehir olacakmış. Roman bir kere oldukça kapalı psikolojik çözümlemelerle başlıyor. Yazar okuyucusunu baştan bir eliyor. Bu yönüyle edebi dergi daha da çok fanzinlerdeki deneme tarzı psikolojik öykülerin ardı arına kitapta yer bulması gibi bir şey. Sabrın sonu selamet misali ortalarda Resul'un etrafındaki kişiler ve hayatı üzerinde daha hakim bir konuma geliyoruz. Resul'ün öz annesi babası tarafından öldürülmüş, suç ona yıkılmaya çalışılmış çocukluğunda. Hayranı olduğu Hafize analığıyla birlikte yatalak babasını kapı dışarı eder. Vücudunu satan kiracısı Işıl'a deliler gibi aşıktır. Bir de doktor Mahir bey var. Ve Resul'un peşinde gizemli Daire. Yazarın geçmişinden işkencelerin hayaleti kitabın her bir noktasına nüfuz ediyor. Resul eziyet görür, dövülür, yaşamın kendisi bir işkencedir. Resul hayattan kendini her anlamıyla soyutlamaya çalışır. Bir noktada benliğini bir heykele hapseder, durgun ve hareketsiz. Kendine ve insanlığa  yabancılaşmanın üst noktası olarak köpekleşir, köpek sürüsünün peşine takılır. Kitabın ortalarında okuyucuya Türkçe'yi unutturacak, kekemeleştirecek boyutta dilin şiirsel ters yüz edimi oldukça ilgi çekicidir. Kitabın hepi topu 140 sayfa süren ebadı boyunca zeki ve bir çelik kadar naif belirlemeler, tespitler karşımıza çıkar. En basit deyimle film sekanslarıyla karşılaştırılabilecek sahneler ironik bir kara mizaha dayanan anlatımla daha da zenginleşir. Tuvaleti istila eden örümceklerle Resul'un yürüttüğü müzakere bölümü örneğinde olduğu gibi. Lafı uzatmanın gereği yok. Güzel bir kitap değil bu. Sarstığı kadarıyla yaratıcılığıyla öne çıkan bir roman. Ekranda Uzak'a eşlik edecek acı bir kahve. Bir kaç sefer daha okuyacağınız modern bir klasik eser. Üstelik üç tele ki internette daha uygun bir fiyatla bulacağınız kesin. Daha ne yapılsın bilemedim.

Bilmek çürütüyor çünkü canlıyı

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Cultus - Eye (1994)

Döneminde ses getiren yerli bir çalışma bu. Yerli derken Anadolu yerlisi, belki de Trakya, Kadıköy taifesi mi Bakırköy mü ona bakmak lazım. Ancak yine de grubun son albümü oldu bu. Belki de o günlerde sert müziğe erişebilirliğin kısıtlı olması değerine değer katıyordu bilemiyorum. Bir kere kayıt prodüksiyon anlamında kötü. Kasetten başka bir formata kaydedilmedi diye biliyorum. Vokalin bir artısı bulunmamakla birlikte yapılan müziğe uygun. Aslında dağılımın hayli geniş olduğu müziğe iyi ayak uyduruyor. Müziğin yükseldiği taban thrash metal, bariz. Ama o günlerin modern soundlarından etkilenim de bir o kadar belirgin. Heavy metal, hardcore ve daha da ilginci grunge desem bu çeşitliliğin sınırları daha netleşir sanırım. Distorje edilmiş gitar özellikle dikkat çekiyor. Albümün ortalarındaki şarkıları enerjik ritmiyle ayağa kaldırıyor. Albüm ilginç dedik ya, introsu hışırtılı bir caz parçasından alınma. Ortasındaki balad, ne diyeyim sıra ne zaman bu şarkıya gelse aynı albümü dinleyip dinlemediğime dair şüpheye düşüyorum. Müziğe yakıştıramadığım şey zevk iniltileri ve çığırışlarının kaydın orasından burasına girecek bir yer bulması. Demek ki burada da böyle bir örnekle karşılaşıyoruz. Açıkçası aynı albümün günümüzün ruhuyla mevcut farklı türlerin daha bir başarıyla sentezlenip kaynaştırılması ile yeniden kaydedilmesi oldukça meydan okuyucuyu bir deneye dönüşebilir. Ödülü de büyük olur.

6,50-/10

27 Temmuz 2014 Pazar

Ergun Çınar - İstanbul'un 100 Süreli Yayını

İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yayınevi tarafından basılan bu kitap da Bizans Orduları'nın olduğu gibi bir serinin parçası. Bu seri İstanbul'un Yüzleri adını taşıyor ve 60-70 adede ulaşmış kitap içeriyor. İstanbul'un tarihine, mimarisine özellikle eğiliniyor. Basın tarihi de benim merak alanımda olduğu için bu kitabı seçmiştim yıllar önce. Türkçe haricinde de İstanbul'da basılan dergilere yer veren ve muhafazakar bakış açısına hapsolmayan anlayışıyla öne çıkıyor çalışma. Bu yanıyla objektif denebilir. Dergiler hakkında çok kısa, hani bir kuple diyorlar ya, bir tanıtım ve ardından kapaklarının renkli resimleri yer alıyor. Akademik dergilerden edebiyata geniş bir yelpaze söz konusu. Ancak elbette bir yerlerde bir eksiklik vardır. Misal mizah dergileri arasında Gırgır ve Fırt'ın ismi geçiyorken ilk dönemlerindeki Leman'a, hadi Uykusuz ve Penguen'in etkileri hem sınırlı hem de çok yeniler, onları geçtim;  yer verilmediğine ben bizzat şahit oldum. Bildiğim kadarıyla İstanbul merkezli bir dergi değil mi? Bu da kıstas sorununu akla getiriyor. Nice holding dergisi, muhalif siyasi dergi var. Etki ettikleri sürece seçilmiş olsalar gerek. Ama kıstas ne ve kimin kıstası?

George Bizet - Carmen (London Symphony Orchestra; The Ambrosian Singers;Claudio Abbado, 1978)

Operaya bir türlü ısınamadım. Beni de kendisini beğendirdiğine göre Carmen'in en çok sahnelenen opera olma payesini nasıl alabildiği gayet netlik kazanıyor. Minimum yüzelli yıl öncesi İspanyasındaki çingene kızı Carmen ile bir askerin umutsuz aşkını işleyen opera daha ortaookul sıralarında okuduğum okumakla kalmadığım sınıf önünde anlattığım aynı adlı romandan uyarlama. Belki de roman oyundan uyarlamadır bilemeyeceğim. Defalarca duyduğumuz, tabi bilinçsiz bir kulak çarpması şeklinde, ritimler ve ezgiler sayesinde özellikle ilk CD, evet iki CD'den oluşuyor yapıt, çok rahat dinleniyor. Koronun katkısı çok açık. Melodilerin niceliği sayesinde hatta operet dedikleri bu mu acep bile dedim. Layt opera yani. İspanyol müziği etkisi elbette yer almakla birlikte beklediğim kadar baskın değil. Spesifik olarak Abbado ve Londra Senfoni Orkestrasının bu çalışması diğer Carmen kayıtları arasında ne yana düşer, bunu da bilmiyorum. Sadece opera dinlemek için başlangıç bir eser olarak gayet görevini yerine getiriyor. Bir de görselliğin üzerine eklendiğini düşününce, acaba DVD Klasikler dergisinde bulunabilir mi,araştırmak lassım, alınacak keyif bir kaç kat artabilir.

8,25+/10

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Ian Heath - Bizans Orduları 900-1461

Bu kuşe kağıda basılı 56 sayfacık renkli illüstrasyonlarla süslü ve azcık ederi olan (20TL ama internetten indirimli alıyoruz kitapları artık değil mi?) kitap tek bir kitap değilmiş. İçinde en az bir düzine emsali olan, misal İslam Orduları, Türk Orduları, Haçlı Seferleri, gider böyle.., bir serinin parçasıymış. Yani bu güzelim kitabı seven biri Osprey askeri tarih dizisini tamamlayarak kütüphanesinde güzel bir köşe oluşturmayı en azından düşünmüş, düşlemiş olacaktır diye tahmin ediyorum. Eski gravürler, mozaiklerden örnek alınarak üniformaların resimlendirildiği kitap savaşlar tarihinden ziyade askeri örgütlenmelerin ve bu örgütlenmedeki zaman içinde değişimlerin üzerinde yoğunlaşıyor. Yine de çok şey öğretiyor. Örneğin özellikle son dönemlere doğru Bizans ordusunun hemen hemen tamamının paralı askerlerden oluşması, paralı askerlerin Peçenekleri, İskandinav kökenli Varegleri felan biliriz ama Katalanlardan Kafkasyalılara ve üstelik Oğuzlara kadar değişik milletten insana uzanması, bu kavimlerin onbinlerce üyesinin Anadolu ve Trakya'ya yerleştirilerek Rumlaştırılması, gibi. Bu son nokta da Selçukluların Anadolu'ya geldiğinde nüfus yoğunluğunu oldukça seyrek bulduklarının bir efsane olmadığını kanıtlıyor. Üstelik Türk unsurlar fetihten çok önce Bizans toprakları içine yerleşmeye başlamış olmalılar. Sevdim ben oni.

Cerrone - Cerrone 3: Supernature (1977)

Hani bazı şarkılar vardır ya müthiştir, nostaljik derlemelere girer, klasik parçalar arasında çalınır. Ne söyleyeni ne de tahmin etseniz de şarkının ismini bilirsiniz. Supernature işte böyle bir parça. Zamanının hayli ilerisinde hem lirikleri hem hissettirdikleri ile bilimkurgu ekseninde gizemli bir hava solutan bir disko parçası. Daha iyi bir tabirle özellikle bu şarkı elektroniğe geçiş aşamasının tam kalbinde yer alıyor. Diğer yandan albümdeki diğer bir ilgi çeken şarkı ki Supernature ile kıyaslanamaz bile, Give Me A Love orkestrasyon sebebiyle de euro-dans akımına yakın duruyor. Hemen akabindeki parça Love is Here bu tarzı derinleştiriyor ve kısacık süresinde dinleyene karnaval havasını yaşatıyor. Şarkılar arasında kesintisiz geçişe bitiş parçası Love is the Answer'ın başlangıcında da tanık oluyoruz. İtalyan kökenli abimiz farkındaysınız tam bir aşk adamı. Aslında o dönemde amerikada revaçta olan ve rockçıları illet eden dans müziğine eski kıtanın cevabı olarak düşünebilecek euro-disco akımı içine dahil edilen bu albüm herhalde pozitif yansımaları ile bu tanımlamayı hakediyordur. Ama klibiyle ki izlemelisiniz, havasıyla Supernature ayrı virgül aparı bir yerde duruyor.

7,50/10

20 Temmuz 2014 Pazar

Joe Abercrombie - Red Country

Çağdaş fantastik kurgunun önemli yazarlarından Joe Abercrombie'nin bu romanı tek başına okunmakla beraber bazı karakterler sebebiylen, kimliğini gizleyen dokuz parmaklı Lamb gibi, önceki kitaplarıyla ilişkilendirilebilir. Bu filli doğru yazıp yazmadığımdan emin değilim ama yazarın ünlendiği First Law Trilogy'nin sadece ilk cildinin Türkçe'ye çevrilmesi ve hakettiği ilgiyi görmediğinden devamı gelmemesinden oldukça eminim. İyinin kötünün muğlak olduğu özellikle şiddetin gırla gittiği Nietzche'nin gerçekçi dünyasının resmedildiği bir hikaye okumak için şevkle tavsiye ederim. Gel gör ki bu kitapta bu hal ve tavrın yumuşadığını görüyorum, içinde garip de olsa bir aşk hikayesi bile mevcut ve iyi bir sonla sonuçlanıyor. O yüzden bence yazarın baş yapıtı olmasa gerek. Hayır, hayır şiddete kana doymak bilmez birisi değilim, kedi felan da kesmiyorum, ama bu iyimserlik anlatılan hikaye ve altyapısıyla hiç de uyumlu değil. Altyapı derken altına hücumun yaşandığı, Ghost diye adlandırılan kızılderililerin varlığına tezat şekilde sahipsiz nitelendirilen kanun kaçaklarının, asilerin, fakir çiftçilerin, açgözlü tüccarların yerleştiği vahşi batı topraklarını kastediyorum. İlginç bir seçim.
Konu şöyle: Shy diye bir kızımız ki sonradan öğreniyoruz o da adam öldürmüş soygun yapmış bir kanun kaçağı aslında babası, iki ufak kardeşi bir de dokuz parmaklı korkaklık derecesinde uysallığıyla Lamb ismini haketmiş devasa bir kuzeyli dostlarıyla birlikte bir çiftlikte yaşamaya çalışıyor. Kasabadan döndüklerinde bi bakıyorlar ki baba mort, çocuklar kaçırılmış. Lamb birden cinnet kisvesine bürünüyor. Yeter bu kadar koyun postunu giydiğimiz diyor ve kaçıranları takibe başlıyorlar. Yanlarına yine ailesi öldürülmüş bir çocuk da katılıyor. Sonradan ölüp gideceği için önemli değil ama bu çocuk en azından Temple'ın kişilik kazandığı macerasında önemli bir etkide bulunuyor. Çocukları Dragon People ismindeki bir Ghost kabilesine götürüyorlarmış. Bu kabile yaşadıkları dağda gizli mekanik bir ejderhayı uyandırmak için çalışan ve sofistike bir yaşam tarzına sahip olmakla birlikte kısır olduklarından dolayı diğer insanların çocuklarına ihtiyaç duyan ilginç ve geçmişleri bir sis dumanı ile örtülü olduğu için sonraki kitaplarda kullanılabilecek bir malzeme sunan bir kabile. Temple ise yüzlerce paralı askerin Cosco isminde egzantirikliği sebebiyle Karayip Korsanlarındaki kaptanları hatırlatan biraz matrak, biraz acımasız , fazlasıyla realist ve paragöz ve de alkolik şeflerinin liderliğinde bir araya geldiği askeri birlikte Cosco'nun idari işlerini yürüten bir avukat. Union ismindeki doğudaki ülkeye karşı ayaklanmış asilerin izinde batıdaki bu topraklarda asileri destekledikleri iddia edilen kasabaları yakıp yıkarlarken Temple ki geçmişinde din adamlığından marangozluğa pek çok işe bulaşmış ve ailesini kaybetmişlik yatıyor; iyice bunalıyor, bu vahşete dur diyecek cesaret de yok kendisinde. Cosco'yu ve engizisyon temsilcilerini iknaya çalışıyor. Terk ediyor orayı. Lamb'i öldürmek için arayan bir kuzeyliyle buluştuktan sonra Ghost saldırısında nehre düşüyor ve Shy tarafından kurtarılıyor. Shy ve Lamb batıya giden kalabalık bir kafileye katılarak efsanevi izsürücü yaşlı Dabb ve onun Dragon halkından firar eşiyle haşır neşir oluyorlar. Diğer yandan kimliklerini gizleyen iki asi lideriyle, baba ve kızı rolünde, kanka oluyorlar. Temple'ın emeğini Shy satın alıyor çünkü bedavaya çulsuz bir adam kafileye alınmaz. Aralarındaki sevgi kıvılcımları da bu arada derinden ateş almaya başlıyor. Aslında kitabın ana konusu şöyle özetlenebilir. İyi ve kötü insan yoktur, yoktur da geçmişinden pişmanlık duyup bu yanlışlıkları yapmadan yaşamaya çalışan kişiler için iyi diye söylenebilir. Yoksa herkes boka batmıştır. Pişmanlıklarını düzeltmeye çalışmak da nafile bir çaba değildir. Çünkü umut her zaman vardır. Yoksa her zaman boka batmıştır.
Neyse, ıvır zıvır, ghost saldırıları, ghostların efsanevi ama aç bilaç şeflerinin Lamb tarafından öldürülmesi sonunda batıdaki son ayakta duran kasabaya varma. Kentin yönetimi iki kişi tarafından paylaşılmıştır. İkisi de nihai zafer için ölümüne şampiyonlarını savaştıracaklardır. Bilgi ve yardım karşılığı Lamb kadın yönetici adına dövüşür. Dövüştüğü kişi de aslında pişmanlık duyan iyi niyetli biridir ve bu onun son dövüşü olacaktır. Gerçekten de son dövüşü oluyor. Pragmatik kadın başkan, diğer zorba olana karşı savaş ilan edip mahallesini yakıyor, adamı da darağacına yolluyor. Zaten bu adamın ona borçlu olan yardımcısı çocukları kaçırıp dağa götürmüş. O esnada Cosco'nun ordusu kasabaya varıyor. Çünkü bu çocukları kaçıran adam ellerinde ve onun ağzından Dragon halkının elinde gani gani zenginlik olduğunu öğrenmişler. Kasabada marangozluk yaparak dürüst bir yaşama başlayan Temple hayal kırıklığı yaratarak eski zalim arkadaşlarına katılır ama Lamb, Shy, Dabb ile karısı ve iki asi lider de grupla birleşir. Onlarda çocukları kurtarmak telaşasındadır. Ancak Cosco'nun ordusunda asileri arayan Union'un engizisyonundan elemanların da  mevcudiyeti bu ittifakı daha da gerilimli bir hale sokar. Dabb'ın karısının ihanetiyle ejder insanların yerleşimi basılır ve bir katliamdan geçirilirler. Çocuklar ise çoktan geçmişlerini unutup kendilerini ejder insanları olarak tanımlamaya başlamıştır. Neyse büyük ganimetler ve çocuklarla kafile geri döner. Asilerin kimliği ortaya çıkar, Lamb yaşlı adamın yanında savaşa katılır. Shy ile Temple ganimeti çalar, sonra onları asilere kaptırır. Lamb ölmez, kurtulur. Cosco ve arta kalan şürekası ganimetin peşinde bunları kovalar, bir oyun bir dalavere neticesinde engizisyon başı Cosco'yu tutuklatır. Kaçmasını becerir. Sonuçta Temple ile Shy, çocuklar ve Lamb ile evlerinden geri kalan yere döner ve yeni bir hayata başlarlar. Lamb'i ise geçmişin hayaleti ile yine yüzleşmek zorunda kalacaktır. Beni ve benim yüzümden sizi rahat bırakmayacaklar diyip orayı terk-i diyar eyler.

V.A. - 28 Days Later (2002) Soundtrack

Muhteşem ikili In The House, In A Heartbeat ile
Season Song'un yanısıra video oyunu bitleriyle indie rock'ı birleştiren Am 180 ya da Rage gibi parçaların film konsepti haricinde de tek başlarına hüviyet kazanıp parladığı albüm, en sevdiğim zombi daha doğrusu zombimsi filmin müziği olmasına bağlı olarak sinematek bir atmosferi de, filmdeki gerilimi yansıtan karelerle atbaşı giden bir tempoyu temsil ederekten, başarıyla sergiliyor. Uzun cümlelere son demeliyim, kendime bir not. Neyse bu dengenin tutturulması yapıtın isminin en etkileyici soundtrack albümlerinin arasında sayılmasına neden oluyor. Ancak çok, çok büyük bir günahı var bu derlemenin ki aslında bu projeyi yürüten kişi John Murphy isminde bir sanatçı. Bu filmin o meşhur hastane çıkışı sahnesine eşlik eden parçasıyla tanışma şerefine eriştiğim Godspeed You Black Emperor'un bu efsane şarkısının albüme dahil edilmemesi. Filmin yönetmeni şarkının filme de dahil ettiği en can alıcı kısmını albüme koymak istemiş. Grup benim parçam giriş gelişme ve sonuç gibi kısımlarıyla birlikte tam tamına 18 dakika sürüyor, böldürtmem arkadaş demiş. Anlaşma sağlanamamış, sonuçta East Hastings'den mahrum bırakılmış bir albümle karşı karşıya kalmışız. Bu süreçte ben suçu biraz grupta bulmuştum. Madem entelektüel bütünlük felan diyorsunuz, neden filmde parçanın tümü yer almadı. Zaten vaiz hutbesiyle başlayan ilk kısmı ile filme de uymayacaktı. Şimdi görüşlerim biraz değişti. Çünkü yüklediğim albümün bu kaydına East Hastings'in hem uzun hem de kısa versiyonunu koymuş birileri. Allah razı olsun o kimseden. Görüyorum ki uzun versiyon da albüme pek çok yakışmış, ruhuyla büt büt bütünleşmiş. Kesinlikle albüm içinde olmalıydı arkadaş. Gayet büyük bir fark yaratıyor çünkü.

7,50/10 (East Hasting olaydı 8.0/10)



19 Temmuz 2014 Cumartesi

Gonca Özmen - Kuytumda

öyle dağınık ki mavi
suyun izini sürmek zor

Gonca Özmen'in ilk şiir kitabı Kuytumda genç bir şairin olgun mısraları ile vakti zamanında dikkatleri çekmiş bir yapıt. Ardından Belki, Sessiz isminde son bir kitap daha yayımlama imkanını bulabilmiş şairin mısralarında en çok dikkati çeken şey doğaya karşı kayıtsız kalamamanın izlerini bulabilmek. Geçmiş hayatının gölgesi olarak mısralara sızan bozkır sıkıntısı da bunun bir parçası. Öte yandan sayfa çevirten kolay şiirler yazmıyor şair. Mısralar üzerinde düşünerek gitmek, imgeleri özümsemek gerekiyor. Ardı ardına düşülen imgeler, şiirin kapalı ve ya dolaylı iç bağıntısı (ki zıttına şiirler arasında geçişme derecesine varan göndermelere çok sık rastlanıyor), şiir işçiliğindeki matematik ve duygu arasındaki dengenin sağlanamaması gibi bazı sebepler zaten yorucu olan okumayı gereksiz bir seviyeye taşımasıyla şiirinde çok da hoşlanmadığım etmenleri oluşturdu. İnternette görebildiğim kadarıyla sonrasında yazdığı bazı şiirlerle bu kasıntı (hakaret anlamında demiyorum elbette) halinin aşılmış olduğu görülüyor. Yine de insanın tanıklığında müthiş betimlemelerle ve gözlemlerle dolu bir kitap olması alıntınılası pek çok mısra sunuyor. Bunla kalmıyor, diğer kitabına karşı merakımı da tetikliyor.

Yüzüne bıraktığım orman yitirdi yankısını
Albümün tozunda darmadağın anılar
Aynalar mı yanlış, kendime benzerliğim mi?
Neye dokunsam çürüyorum kuytumda
Benimki bir iç kanama, bir bozkır sıkıntısı

***
Usulca geçtim yüzünü 
Ardında dağlar vardı 
rüzgârlar 
Kurt izlerinde uluyan zemheriler vardı 

Yüzün gecikti geceye
Bakış yorgunu pencereler küskün
Örümcek ağının dokunuşuyla
Mühürlendi karanlık
Uykusu kaçtı eski evlerin
Ağaçlar şöyle bir kıpırdandı yerlerinde
Çiçeklerin dudakları ıslak
Sonra sonra bir kapı kendine döndü
Gördüm, buğulandı alev
Eridi sesinin tınısı
Herkes bozgundu kendine
Şımartılmış bir içdeniz
Yaşanmazdı bu gökyüzü talanı
Eskimeyi eşyaya bıraksaydık
-Şimdi kuyu ağzı bir tutam gök
düştü düşecek
***
Dibe inelim… Kuyunun dibine…
Orda karanlık, sessizlik ve suyun korkusu
Ve sözün ulaşamadığı derinlik
sanki bir tuvale dağıttım kendimi
O buruk senfoniye sızdırdım
Yorgun bir iniltisin artık sesimde
-çünkü düş öldü-
Uzağa gidelim… Aşkın uzağına…
Orda kül, anılar ve ölümün tortusu
Ve dağların yabanıl suskunluğu
Sen yine de unutma
Her kuyu kendi yalnızlığını yaşar
Her kuş
kendi sesiyle
karşılar sabahı

**
Düş gören sözcükler vardır
(Sen bir sözcüğün düşüsün)


Güllerin kanadığı yerden
damlıyorum hayata
Bir acının yıkımına çalışıyorum günlerdir
Yine de kılı kıpırdamıyor gecenin
Çöl kuşlarının gizemli uğultuları
çağırıyor sabahı
Bir çocuk ayın sıcağıyla büyüyor
Bir kadının gövdesinde akıyor tüm nehirler
- Gövde, o su kuşu -
Oysa çalkantısı diptedir gölün
Sadece sahil kaydeder
denizin tuzlu tarihini
......
- Hangi kabuğa sığar şimdi
Hiç durmadan dizlerini kanatan bu aşk?

***
taşın suskusuna yazıldı her şey

tedirgin köprüler gibiydik
suyun ihanetini gördük
***
karanlık kendini uyur gecede

***
Sokaklar gökyüzü insin diyedir aşağı 
Çocuklar oynasın diye 

Sokaklar pencereler baksın diyedir birbirine 
Dertleşsin diye 

Önce yüzüyle eskir evler 
Yavaş yavaş kaybeder beden ısısını 
Sesi yetmez olur da odalara 
Bahçelere zor atar kendini 
Suskunlaşır kapılar, pencereler uykulu 

Dört duvarın sohbetidir oda 
Evler hâlâ konar göçer çadırı çoğumuzun 
Ölümü büyüttüğümüz ipek kozalar 

Öyle daralttık ki içimizi 
Bir saksılık toprağa yer yok 
Herkesin kendini gösteriyor pusulası 

Ağaç kendi göğünü biliyor sadece .

***

Taş, sessiz tanığıdır doğanın, sabırlı gözlemcisi.

Sadece taş dinler yorgun masalını insanların.

Tarihin derin soluğudur taş.

Maskesiz bakar çıplak yüzüyle.

Taşın çınlaması sarhoş eder tapınağı.

Taşa gizlendi tanrıçaların teni.



Taş: " Güzellik geçicidir " der çiçeklere bakarak.

Hala cezasını çeker sessizliğinin.

İnsana sadıktır taş. Ölüsünü bile bekler.

Taş düşünür, ne düşündüğünü bilmeden.



Tanrı taşın suskusunu istedi insandan da.

Taş bekleyişin rengindedir. 

***
İnsan yüzünden başlar eskimeye
***

gökyüzünden düşmüş bir parçadır göl
***

okyanusun, göklerin uzağı nereye sığar?

Juçara Marçal - Encarnado (2014)

Müzikte sıradışı ecnebilerin deyişiyle obskür şeyler aramaya meraklıyım. Her ne kadar Brezilyalı değişik değişik popüler müzik türleri içinde değerlendirilse de, ya bu Brezilyalılar fazlasıyla uçmuş bir halk ya da bu türlere dahil edilse de oldukça avangart bir versiyonu yapılan iş, hatta ve hatta dinlediğimde ne alakası var kardeşim tepkime mazhar olan post-samba tanımına uzanacak bir çeşitleme bu, yapılan iş bir tür deneysel pop-rock yani math rock gibi bir şey. Birbiriyle uyumsuz ton ve ritimlerde iki gitarın gürültülü olmayan ama bıçak gibi keskin soundu sebebiyle gayet yapılan iş noise rock kulvarına girer yahu dedirtiyor. Ama distorşina boğulmayan tüm uyumsuzluğuna rağmen bayan vokalin de katkısıyla olabildiğince melodik besteleriyle bir o kadar da bu tanımdan uzak. Dinlemesi zor olmasına rağmen kalabalıktan uzak bir sadelik. Her parça da farklı bir tür yaratıcılık. Misal birinde doğu avrupa örneklerini hatırlatan sert ve melodik keman ezgileri, açılış parçasında sadece bir kaç saniye partiye katılan throatsinging örneklerini anımsatan bekvokal. Beyni matkaplayan gitar rifleri. Sıradanlıktan uzaklaşmak isteyen dinleyicinin baş tacı bir albüm kısacası. Demir leblebi tarzında ifa edilen iş olması ise her zaman el altında tutulan bir albüm olmasını engelliyor. Bu arada Portekiz lisanı garip bir dil, ne İspanyolca'ya ne Fransızca'ya benziyor ama her ikisi gibi. Bir de albümü sanatçının sitesinden yüklemek mümkün. Bu da iyi bir şey yani.

Damiao, Cirando do Aborto, A Velha da Capa Preta

7,75+/10

16 Temmuz 2014 Çarşamba

RETRO: Running Wild - Death or Glory (1989)

Müzik grupları profesyonelleştikleri anda ve artık pek de kusur bulamadığınız bir albüm üretme dönemine geldiğinde ki genelde magnum opus yani baş yapıtları olarak değerlendirilir bu albümler ve şimdiki örneğimiz Death or Glory'dir, o şahsen önem verdiğim amatör ruhu da büyük ölçüde kaybederler. Bu mantık dahilindedir zira profesyonelleşmenin zıttı amatörlüktür. Amatör ruh dediğim şey, beklenmedik tavırlara açıktır, hesap kitap yapmaz, heyecanlıdır, müzikte kusurun güzelliğidir. Her ne kadar gitar işi, bu albüm çıkana kadarki süre içindeki en iyi performansı sergilese de, besteler tumturaklı bütünlükçüyse de, sound tam tamına oturmuşsa da kronolojik olarak Port Royal'i duyduktan sonra bu albümü dinlemenin bana pek bir katkısı olmuyor. Son üç şarkıdaki epik hava haricinde bana sıkıcı geldiğini söyletme gafletinde bile bulunacağım hatta.

7,25/10

13 Temmuz 2014 Pazar

Jose Saramago - Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

Ertesi gün hiç kimse ölmedi.
Başlangıç ve bitiş cümlesi aynı olan bir kitap yokluktan gelip yokluğa dönen insanoğlunun hayatının bir özeti gibi. Yolculuk asıldır. Kendine has yazım tercihiyle dikkat çeken bu çalışma aslında ölümün ortadan kalkmasının toplumsal hayata etkilerini ve politik sosyolojik yansımalarını konu alan bir bölümle açılıyor ve sonrasında sorumlu olduğu ülkede ölümü bir süreliğine tatile çıkartan ölüm meleğinin sıradan bir ölümlünün hayatına müdahil olmasının irdelendiği ikinci bölümle başta sezinlemediğimiz bir noktada sonlanıyor. İronik yazım tekniği ölüm gibi kara bir konuyu okurken bile okuyucuyu gülümsetmeyi başarıyor. Zaten ölümün tatil edilmesiyle aslında ölümün kaçınılamayacak bir doğal süreç olduğu dolaylı yoldan anlatılmış oluyor. Hastalar, kaza geçirenler, ömrünü tamamlayıp ölemeyenler derin komalara giriyor. Önce hastaneler sonra huzurevleri dolup taşıyor. Sınır köylerinde yaşayan bir aile yaşlı babalarını ve ölü doğan bebeklerini komşu ülkeye taşıyarak ölüm lokavtının üzerinden gelmiş oluyor. Kısa süre sonra ise insanların bu yönde taleplerini karşılayan mafyatik bir işkolu bile doğuyor. İlk bölüm böyle absürt bir durum karşısında hükümet yetkililerinin bir o kadar mantık dahilinde tutmaya çalıştıkları önlem paketlerinin ardı ardına açılması ile devam ediyor. Ta ki ölüm'den gelen mektupla tırpanını tatile ayırmasının sebebinin insanların dur duraksız hayal ettikleri sonsuz yaşamın hiç de gıpta edilecek bir şey olmadığını gösterilmesine dek. Ölüm yine de insanların bir haksızlıkla karşı karşıya olduğunu kabul etmektedir. Ölecek herkese bir hafta öncesinden mektup gönderecek son anlarını eşiyle dostuyla helalleşerek geçirmesi sağlanacaktır ki bir süre sonra bu yeni uygulamanın insanları paranoyak hale getirdiği görülecektir. Ölüm kemikli elleriyle her zamanki gibi mektupları yazdığı bir günde çoktan göndermiş olduğu bir mektubun ilk kez geri geldiğini görür. Bu durumu araştırınca imkansız bir olayın gerçekleştiğini ve bir orkestra viyolonselcisinin bir senedir ölmemiş olduğunun farkına varır. Köpeğiyle yaşayan orta yaşlarda bu yalnız adamın ne özelliği vardır ki? Etkileyici bir kadın kisvesiyle adamın hayatına yavaş yavaş sızar. İzlemeye diğer yandan da kendini sorgulamaya başlar. Neticede insaniyet, duygu yani aşk mananın önüne geçer. Görev unutulur, belki de boşlanır. Ve,
Ertesi gün hiç kimse ölmedi.

Albert Camus - Yabancı

Tatilde okuduğum en etkileyici kitaplardan biriydi. Karamsar şeylerden hoşlandığım için Albert Camus'nun kitaplarının bu etkiyi yaratacağını biliyordum zaten. Konu kısaca dışarıya, hayata karşı yabancılaşmış bir kişinin birisini öldürmeye kadar gidecek yaşamını ve ardından yargılanma sürecini anlatıyor. Yabancılaşma derken ben hep asosyallikte direnen, uyumsuz ve mutsuz bir hal'i aklıma getirirken burada çizilen portre bir miktar farklı. Tıpkı yazar gibi Cezayir doğumlu olan kitabın kahramanı Meursault dış dünyaya karşı kayıtsız, kayıtsız olmasına da arkadaşları ve çevresi var, kendisini seveni var, yüzmeyi, sahile gitmeyi, sütlü kahveyi de kendi sevdiği şeyler. Bu kayıtsızlığın en 'eğlenceli' şeklini almak zorunda kaldığı kararlar karşısında görüyoruz. Misal sevgilisinin evlenme talebine kendisi için farketmediğini, o isterse evlenebileceklerini söyleyerek cevaplıyor. Onu sevip sevmediğini bilmediğini, bilemeyeceğini söylüyor. Bu farketmezciliği en sonunda onu aslında kadın satıcısı komşusu ile arkadaş olup onun düşmanlarından bir Arab'ı hem de sahilde alelalade uzanmışken öldürmesine neden olacak bir faciaya götürüyor. Paniğe kapılıp silahı ateşlemesinin en büyük sebebinin ise havanın sıcaklığı ve güneş ışığının gözüne yansıması olması bir o kadar garip. Dava esnasında ise huzurevindeki annesinin cenazesindeki her zamanki soğuk davranışlarının da kürsüde dillendirilmesiyle jüri nezdinde soğukkanlı bir katile dönüşmesi azgın bir savcının da yardımıyla kolay oluyor. Giyotinle aldığı idam cezasının ardında defalarca günah çıkarmasını reddettiği papazın hücresine zorla gelmesiyle sinir krizi ile neticelenen diyalogları aslında yazarın yaşamın saçmalığı görüşleriyle örtüşen bir çözümlemeye varıyor.
Eğer adam öldürmekle suçlanıp da annesinin cenazesinde ağlamadığı için idam edilirse, ne çıkardı bundan?
Kitap şaşaalı bir kabulleniş ile sonlanıyor.
Her şeyin tamam olması ve kendimi daha az yalnız hissedebilmem için, idam gününde çok seyirci bulunmasından ve bunların beni hınç dolu haykırışlarla karşılamalarından başka isteyecek bir şeyim kalmamıştı.

Anathema - Distant Satellites (2014)

Albümün açılışını yapan Lost Song - Part 1, yavaş yavaş ümidimizi kestiğimiz Anathema cephesinde en azından benim için küçük çapta bir heyecan yaratmayı başardı. Ağlatmadı ama bir cızz etti yani şu yaşlı kalp. Eski günlerin havasını taşıyan, ritim ile duygusallığı birleştiren bu parçanın ismini saygıyla zikrediyoruz. Aslında Anathema'yı eleştirirken nostaljik duygularla, bir daha gelmeyecek günlerin özlemiyle hareket etmenin yanlışlığına inanıyorum. Alternative 4, Judgement bir daha yapılmayacak arkadaş, yapılsa da günümüzün koşullarında bizim üzerimizde aynı etkiyi bırakmayacak. Yalnız özellikle bu dediğim, geçen albümde düştükleri durumu elbette haklı çıkarmaz. Bir de şu var ki, biz eski dinleyiciler grubu terk ettikçe özellikle progresif cenahtan yeni kişiler grubun takipçilerine eklenmekte. Daha da ilginci grup yeni tarzıyla müzik eleştirmenlerinden de iyi not almakta. Tamam, progresif rock namına çok şey bilmiyor olabilirim. Ancak yeni Anathema'nın çok da bu türe bir şey katacak işler yaptığı, bu kadar ses getireceği nasıl söylenebilir ki? Neyse ki bu albümle eski günlere doğru bir adım daha atmışlar. 6. şarkı Anathema'yı da örnek verebilirim. Şarkıya kendi isimlerini vermeleri rastlantı olmasa gerek. Ayrıca Tom Yorke tarzı elektronik Distant Satellites gibi ama onunla sınırlı değil, bir parça ile bir adım daha uzaklaşmışlar. Elbette piyano-bateri ikilisinin arkadan arkadan yarattığı ritmik havanın da buna katkıda bulunduğu aşikar. Beğenmedim diyemem. Beğenmediğimi diyebileceğim bir şey ise grubun uyanıklığı ya da uyanık geçinme tavrı. Şu ki: Grup vokal yönünden, bayan vokalin de eklenmesiyle oldukça kuvvetli olduğunu biliyor. Bunun bilinciyle uzun hava gibi söyleyeyim, sesimi titreteyim, duyguya bağlayayım hareketleri bir kaç parçadan sonra açıkçası irrite edici oluyor. Karnım tok, bir de irrite lafını kullanmama sebep oldular ya. Şimdi ifrit oldum yafu. Uzun lafın kısası, çıkmadık candan ümit kesilmez.

6,75+/10

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Sezai Karakoç - Monna Rosa (Şiirler I)

Efsanelere konu olmuş bu uzunca ve bölümlere ayrılmış şiirin içinde bulunduğu kitabın 20. baskısını elimde tuttuğumu söyleyerek başlayayım. Kapağı kırmızı renkte ve Nur risalelerini hatırlatmadı değil. Yazarının da İslami görüşlere yakın olduğunu hatta görüşlerini Yüce Diriliş Partisi etrafında dillendirdiğini hatırlatmak isterim. Uzun yıllarca fotokopi nüshaları elden ele dolaşan Monna Rosa isimli şiir ise tam manasıyla bir aşk şiiri. Genç yaşta yazmasına rağmen sevdiğinin ismini ifşa eden astokrişi ile sınırlı kalmayan bir sembolizmin altından başarıyla kalktığı görülüyor şairin. Yalnız kafiyeciliğin ve tekrar tekrar kullanılan dizelerin bazı anlarda beni keyifli halimden uzaklaştırdığını eklemeliyim.
Şiir, 50'lerde Hisar dergisinde yayımının ardından kitap olarak ilk baskısını 1998'de gerçekleşir. Şiirin arkasındaki hikayeyi, gizemi hatta Hisar dergisindeki ilk halini ekşisözlükteki ilgili entryde bulmak mümkün. Zamanla şair kıtaların yerlerini değiştirerek astokrişi bozmuş, hatta Malatya, sonra Geyve ile başlayan güllerin memleketi olarak en son Gülce'de karar kılmış. İlki aşk'ın aşığın ağzından dile getirildiği, ikincisi tarafsız birinin dilinden aşığın ölümünün anlatıldığı ve son olarak da kızın pişmanlığının dile geldiği olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor şiir. Bir de Ve Monna Rosa ismindeki şiir de bu üçlemeyi tamamlıyor. Gelenek olduğu üzere şiiri üç bölümüyle burada alıntılıyorum. Fakat bu bir kaç farklı şiirin de yer aldığı bu güzel kitabı satın almamanız için bir sebep teşkil etmemeli.

I- AŞK VE ÇİLELER

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

*
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi...
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Açma pencereni perdeleri çek:
Monna Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben öteliyim...
Açma pencereni, perdeleri çek.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir söndü lâmbalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O mâsum bakışlar...Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!

*

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

(1952, Bahar)


II- ÖLÜM VE ÇERÇEVELER

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları:
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

*
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Gece kar yağacak sabaha kadar.
Toprakta et, kemik çıtırtıları...
Yarı ölüleri bir korku tutar
Değince bir taşa kafatasları.
-Ölüler ki yalnız tırnakları var,
Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...-

*
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı,
Açıyor elini göğe bir kadın.
Uzuyor, uzuyor altın saçları
Uğrunda ölünen güzel kızların...

*

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
Esmer delikanlı, hatıra ve kan.
Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları
Sızıyor bir kapı aralığından;
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı.

*

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Çocuklara açar mağaraları
Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler.
İlân-ı aşk eden dil balıkları
Aşina suları çabuk terkeder...

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Bakıyor ateşe, küle böcekler.
Köpekler parçalar kanaryaları,
Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.
Baykuşlar ötüyor harabelerde;
Yanıyor lâmbalar, hafif ve sarı.
Bir kaza kurşunu bulur her yerde
Süvarisiz şaha kalkan atları...
Bir ruhun ışığı vardır göklerde,
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Ötüyor baykuşlar harabelerde.

*
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer.
Bekledi arzuyla karanlıkları
Anneler, babalar, erkek kardeşler.
Ta içinde duyar ani bir ağrı,
Bir hüzün şarkısı tutturur gider
Anneler, babalar, erkek kardeşler.

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş.
Bir neşe şarkısı tutturur gider
Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş;
Kurşunlar sıkılır göklere doğru,
Serçe yavruları yuvada titrer.

Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı...

*
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
İnce yelkenleri alıyor yeller.
Titretir kalpleri ve bayrakları
Gemiden toprağa uzanan eller.
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gizli hazineler, su yılanları....

*

İnce yelkenleri alıyor yeller;
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.
Beyaz pelerinli hür tayfaları
Kendine bağlıyor siyah kediler;
Titriyor gönüller ve kara bayrak,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gemiden toprağa uzanan eller.
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.

*

Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı,
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları:
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

                                          (1952,Yaz)


III- PİŞMANLIK VE ÇİLELER

Rüzgâr eser, yağmur yağar, tilkiler üşür;
Bir odun parçası aydınlatır ocağı.
Anne ateşin önünde perişan,
Anne ateşin içinde hür...
Rüzgâr eser, yağmur yağar, tilkiler üşür.

Yağmurlar sırtıyla sırtımın arasındadır;
Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın.
Bin parçaya böldü beni bir divane sır,
Sesi geliyor sesi günahkâr çocukların;
Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın arasındadır.

Gönüller yanarak kavuşacaktı;
Yüzdeki ıstırap, çile ocağı,
Onun bu ocakta yanan toprağı,
Bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı;
Gönüller yanarak kavuşacaktı.

Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.

*

Annenin başı elleri arasında,
Parmağında aydınlık günlerden kalma yüzük.
Bir fotoğraf asılıdır duvarda:
Aynaya, geceye, maziye dönük;
Annenin başı elleri arasında,
Bir tüfeğin burnu havadadır,

Ateş almak üzredir, mermisiz.
Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
Siz beni ne anlarsınız siz!
Bir tüfek ateş almak üzredir, mermisiz...

Bir saman çöpüne tutunmuş kızların
Eteğini ben çektim.
Neyleyim göğsümü kara dağın sert rüzgârı doldurmuş,
Annemden ilk sütü Gülce'de içtim.
Ankara'ya, çatal kara bir zindandan gün vurmuş:
Az kalsın yerine ben ölecektim
Bir saman çöpüne tutunmuş kızların...

Kediler halıları parçalıyor,
Kırmızı bir ışık düşüyor yere.
Annenin dizinde derman yok,
Annenin kafası iki parçadır.
Hükmedemiyor insan ruhuna ateş,
Rüzgâr hükmedemiyor incecik perdelere;
Kediler halıları parçalıyor.

Ateşte sarı gül açan saksılar,
Kızarmış bir ekmek gibi duruyor;
Kulağıma garip sesler geliyor.
Kuş yumurtasından çıkan insanlar
Ahırda bir ata eğer vuruyor,
Kulağıma garip sesler geliyor.

Ben bir şarkı, ben bir tüyüm;
Ben Meryem'in yanağındaki tüyüm.
Beni bir azizin nefesi uçurur,
Kalbimde Allah'ın elleri durur.
Cici ayaklarım iplikle bağlı,
Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim;
Ben bir azizin hasreti,
Ben Meryem'in yanağındaki tüyüm.

Benim gözlerim yeşildir, evet evet, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara...

*
Ocak sönüyor, ateş kül oluyor.
Annenin saçları beyaz,
Anne saçlarını yoluyor.
Ateşin içinde gül açar, servi büyür, ardıç büyür, çocuk büyür;
Ocak sönüyor, ateş kül oluyor,
Anne ruhunda ruhuma eğiliyor.

Yaralı kuş kanadını ısıtan
Bir güneş toprağı yarıp çıkacak.
Kadınlar sansa da yaşadığını,
Şarkısız kaldıkça yaşamayacak.
Kadınları şarkılar, geceler aydınlatır.
Kadınları şarkılar, akrepler aydınlatır.
Kadınları şarkılar, zehirler aydınlatır...

*

Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar.
Hatırlarımı birer birer yakacağım.

Entarimi parça parça edip
Zehirli kirpilere bırakacağım.
Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp
Göğsüme siyah bir gül takacağım.
Batan güne doğru kurşunlar sıkıp
Kendimi boşluğa bırakacağım.
Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz...
Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
Siz beni ne anlarsınız siz!
Artık ben gideceğim atım kişniyor;
Bir bebek mum istiyor, bir ölü şarkı istiyor,
Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz, bir deniz;
Beni onun gözleri çağırıyor, duramam duramam.

Benim gözlerim yeşildir, ah, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara...

                                                      (1952, Güz)

Kylesa - Ultraviolet (2013)

Kylesa iyi bir grup. Stoner'a bayan vokal takviyesi, bolca sayke sos, muhteşem rifler, tatlu gitar saundu, esrarengiz egzotik melodiler, bolca aksiyon, neden sevilmesin ki? Şöyle bir problem var sanki. Hardkorcu bir tavırla pek de şarkı yazımını tabiri caizse, alo diyanet hattı fetva verdiyse, neyse yine de incelterek söyleyeyim, iplemiyorlar. O yüzden albümü dinlerken sayısı onlara varan, saymadım tahminen, süper fikrin ortalarda dolandığını amma bir yerlere konmaktan imtina ettiğini görüyorsunuz. Kaçırılan fırsatları vurgulamanın diğer bir yöntemindeyim, anlayacağınız. Yine de takipteyim, ensenizdeyim arkadaş!

7,75+/10

RETRO: Bathory - Twilight of the Gods (1991)

Ah şu zirveleri karla kaplı dağlarda olsaydık şimdi !! Onun yerine belki karla kaplı dağlardan esintiler taşıyan bu albümü dinlemenin bu cehennem sıcağı havalarda bir faydası olur. Diyip bin devir önce dinlemiş olduğum bu albüme kulak vereyim. Quorthon'un en iyi performansı sayılmaz. Melodinin abartılıp temponun düşürülmesi ve ritimlerin ahesdeliği de önceki albüm ile arasındaki en bir temel farkları oluşturuyor. Hatta Bond of Blood'da yavaşlık neticesinde koronun sesi boğuk geliyor kulaklara. Kaset olsa bant sardı derdim, o kadar yane. Ayrıca sık sık epik epik konuşan babaların, dedelerin sesi duyuluyor. Müziğimin nutukla kesilmesinden pek hoşlanmam. Yine de tescilli markaları viking metalin güzide bir eseri olmayı başarıyor. Özellikle gitar işçiciliğine biraz daha eğilinmiş görünüyorlar. Metal dedik ama metalik dozajın bu albümde bir miktar düşürüldüğü de bir gerçek. Bir de dikkatinizi çekti mi bilmem ama her albümünde, önceki albümün adını taşıyan bir parça kaydediyor grup. Kapanışı yapan Hammerheart da işte böyle epiği abartıya kaçmış ağdalı bir şarkı oluyor. Ve hayır, bu albümü dinlemenin sıcaklara karşı ferahlatıcı bir etkisi yok maalesef.

8,0/10

6 Temmuz 2014 Pazar

M. Hardt & A. Negri - Çokluk

Que la victoire demeure a ceux qui auront fait la guerre sans l'aimer *

Radikal'de yazın tatile götürülmeyecek kitaplar listesinde yer almadığını görünce ben de sahilde, divan-çardaklarda, şelongda okunacak ciddi kitaplar arasına Çokluk'u dahil ettim. İmparatorluk'u çokluk kavramı üzerinden detaylandırmaya çalıştığı için zorlu bir okuma olduğunu söyleyemeyeceğim. Diğer bir deyişle yeni bir şeyler yok.
Kendi görüşlerimi daha önce belirtip belirtmediğimi hatırlamıyorum. Hala emperyalizmin imparatorluğa evrildiğine ya da işçi sınıfının her hangi bir çokluk'a indirgenmesine ikna olmuş değilim. Misal çokluk'un ekonomik modelinin yapılmaması dikkat çekiyor. vs..
Yazarlar diyor ki; Asli öğeleri ya da düğümleri arasında hakim ulus-devletler kadar ulusüstü kurumlar, önde gelen kapitalist korporasyonlar ve başka güçler bulunan bir ağ-iktidar yani yeni bir egemenlik biçimi ortaya çıkıyor. Bu ağ iktidarın emperyalist değil emperyal olduğunu iddia ediyoruz. İmparatorluk sadece iç bölünmeler ve hiyerarşilerle çatlamış olmakla kalmayıp sürekli savaş içinde olan bir küresel düzeni yönetiyor.
Çokluk tüm tekil farkların çoğulluğudur. Küreselleşmenin ikinci yüzü, farklılıklarımızı korurken iletişim kurup ortak hareket etmemizi sağlayan ortak paydayı keşfetme imkanı yaratıyor. O halde çokluk da bir ağ olarak kavranabilir: Tüm farkların özgürce ve eşitçe ifade edilebileceği açık ve genişleyici bir ağ, ortak çalışmamız ve yaşamamız için gereken ilişkilenme imkanlarını yaratan bir ağ. İşçi sınıfı en geniş kullanımıyla tüm ücretlileri kapsarken, yoksulları, ücretsiz ev işçilerini ve ücret almayan diğer herkesi dışarıda bırakır. Çokluksa aksine açık ve kapsayıcı bir kavramdır.İşçi sınıfı dünya çapındaki sayıları azalmasa da, artık küresel ekonomide hegemonik bir rol oynamıyor; diğer yandan bugün üretimin sadece ekonomik değil daha geniş anlamda toplumsal üretim olarak anlaşılması gerekiyor yani sadece malların değil iletişimin, ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin de üretimi olarak. Böylelikle çokluk, potansiyel olarak, toplumsal üretime katılan tüm figürlerden oluşur. İletişim ve işbirliğimiz ortak payda üzerinde yükselmekle kalmıyor aynı zamanda spiral halinde genişleyen bir ilişki içerisinde ortak paydayı bizzat üretiyor. Örneğin enformasyon üzerinde çalışan herkes, tohumların çeşitli özelliklerini geliştiren tarımcılardan yazılım programcılarına kadar, başkalarının aktardığı ortak bilgiden faydalanıyor ve kendisi de yeni ortak bilgiler yaratıyor. Bu özellikle fikir, imaj, duygu ve ilişkiler gibi maddi olmayan projeler yaratan emek için geçerli. Biyopolitik üretim. İşbirliği ve iletişim öznelliği yaratır ve öznellik de dönüp yeni işbirliği ve iletişim biçimleri yaratır.
Siyaset giderek başka araçlarla yürütülen bir savaşa dönüşmektedir. Yani savaş toplumun örgütlenmesinin ana ilkesi haline geliyor ve siyaset sadece savaşın bir aracı ya da kisvesi oluyor. Savaş, bir biyoiktidar rejimi, yani sadece nüfusu kontrol etmeyi değil toplumsal yaşamın tüm yönlerini üretme ve yeniden üretmeyi amaçlayan bir irade biçimi haline gelmiştir. Bugün küresel savaş halinin tüm ülkeleri, hatta en demokratik olanları bile otoriter ve totaliter olmaya zorladığını görebiliriz.Yüksek teknolojili askeri stratejinin sıfır zayiay politikasıyla beden savaş alanından kayboluyor derken, beden tüm dehşet verici, trajik gerçekliğiyle (intihar bombacıları örneğinde) geri dönüyor. Abd liderleri bedensiz ya da askersiz bir savaş hayal ettiklerinde elbette sadece abd askerini düşünüyorlar. Düşmanların bedeniyse yok olmak durumunda. Dolayısıyla tarafların sadece biri savaşa son verme isteğini yitirdiği için,  bu asimetri çelişkiyi daha da büyütüyor. Savaştan hiç hasar görmeyen bir güç neden savaşa son vermek istesin ki?
İmparatorluğun idaresi ulusal idarelerin olumsuzlanmasını zorunlu kılmaz. Aksine, günümüzde emperyal idare büyük ölçüde hakim ulus-devletlerin yapıları ve personeli aracılığıyla yürütülüyor. Devletler yasal ve iktisadi düzenin belirlenmesinde ve muhafazasında temel bir rol oynamaya devam etse de devletlerin eylemleri giderek ulusal çıkarlara değil yeni doğan küresel iktidar yapısına göre şekilleniyor.
Bir eğilim, maddi olmayan emeğin çeşitli biçimlerinde iş zamanıyla iş dışı zaman arasındaki ayrımın bulanıklaşması , bir diğer eğilim de maddi olmayan emeğin sabit uzun süreli sözleşmeler olmadan çalışması dolayısıyla esnek ve hareketli hale gelip güvencesiz bir konuma itilmesi.
(1. ilke) Her örgütsel biçim, ..devirme gücünü en yükseğe çıkarmalıdır. İkinci ilke siyasal ve askeri örgütlenme biçiminin ekonomik ve toplumsal üretimin mevcut biçimlerine tekabül etmesidir. Son ve en önemli nokta da direnişin örgütsel biçimlerinin gelişiminde demokrasi ve özgürlüğün sürekli yol gösterici ilke vazifesi görmesidir. Bugünse bu üç ilkenin örtüştüğü bir noktadayız. Dağınık ağ yapısı, hem hakim ekonomik ve toplumsal üretim biçimlerine tekabül eden hem de hakim iktidar yapısına karşı en güçlü silah olan, tamamen demokratik bir örgütlenme modeli sunar bize. Çokluğa bağımlı olan sermaye , çokluğun kendi komutasına ve otoritesine direnmesi nedeniyle sürekli krize giriyor.
Halk birdir. Nüfus elbette sayısız farklı birey ve sınıf içerir, ama halk bu toplumsal farkları bir özdeşliğe indirger,bir sentez yaratır. Çokluksa aksine birleşik değildir ve çoğulluğunu korur. Hakim siyaset felsefesi geleneğine göre halkın bir egemen iktidar olarak yönetmesi mümkünken çokluk için bunun mümkün olmamasının nedeni budur. Çokluk bir dizi tekillikten oluşur. Burada tekillik sözüyle, farkları bir özdeşliğe indirgenemeyecek, farklılığı baki kalan bir toplumsal özneyi kastediyoruz. Ancak çokluk,anarşik yada uyumsuz değildir. Kalabalığı meydana getiren farklı bireyler ya da gruplar birbiriyle uyumsuzdurlar, kendi başlarına hareket edemezler. Dış manipülasyona bu kadar açık olmalarının nedeni de budur işte. Çokluk iç farkları olan çoğul bir toplumsal öznedir ve onun kuruluşu ve eylemi , özdeşliğe yada birliğe değil, ortak paydaya dayanır.Irk ya da toplumsal cinsiyet farkının olmadığı bir dünya değil, ırk ve toplumsal cinsiyetin önemli olmadığı, bunların güç hiyerarşileri üretmediği bir dünya isterken çokluğa duyduğumuz özlemi dile getiriyoruz. Çokluğun gelişiminin anarşik ya da kendiliğinden olmadığını, çokluğun örgütlenmesinin tekil toplumsal öznelerin işbirliğinden doğduğunu anlatmaya çalıştık. Alışkanlıkların ya da performativitenin oluşumu, özellikle de dillerin oluşumu gibi, çokluğun üretimi de ne merkezi bir komuta ve istihbarat noktasından yürütülür ne de bireyler arasındaki kendiliğinden bir uyumun sonucudur: bu üretim aradaki alanda, toplumsal iletişim alanında gerçekleşir. Çokluk müşterek toplumsal etkileşimden doğar.
Marx'ın yöntemine uymak istiyorsak, Marx'ın eleştirdiği kapitalist üretim ve bir bütün olarak kapitalist toplum değiştiği ölçüde Marx'ın teorilerinden uzaklaşmamız gereklidir. Özetle, Marx'ın izinden gitmek için aslında Marx'ın ötesine geçmek ve mevcut durumumuza uygun olarak onun yöntemi temelinde yeni bir teorik aygıt geliştirmek gereklidir. Ancak..bu şekilde Marx'ın ötesine geçmeye kalktığımızda garip bir biçimde, onun zaten bizden önce oralardan geçtiği şeklinde derin bir şüpheye kapılacağız sürekli olarak.
Bugün değerin temel ölçü birimi olarak zamansal emek birimini kullanmak anlamsız.
Borç bir köleleştirme mekanizması olarak işliyor.
Sosyalizmin büyük tarihsel deneylerinin ardında, az ya da çok faşist olan bir çok ideolojik yan ürün de bırakmış olduğunu, bunların bazılarının işe yaramaz kıvılcımlara bazılarınınsa korkunç bir cehenneme dönüştüğünü hatırlamadan edemiyoruz. Demokratik bir düzen yaratmak için modern temsil modellerine geri dönemeyiz. Farklı temsil biçimleri ya da belki de temsilin ötesine geçen yeni demokrasi biçimleri icat etmeliyiz. Eğer bir etik kurtuluş söz konusu olacaksa bunun sistemin içinde kurulması gerekecektir.
Çokluğun güçlerini genişletecek her tür gerçek kurumsal reform yararlıdır, kabulümüzdür; elbette bir üst otorite figürü olarak kutsanıp, nihai çözüm diye sunulmadığı sürece...Burada reform ve devrim arasında bir çelişki yoktur. Bunu dememizin nedeni, reformun ve devrimin aynı şey olduğunu düşünmemiz değil, içinde bulunduğumuz koşullarda ikisinin ayrılamayacağını düşünmemiz. Bugün demokrasi için yeni silahlar icat etmek gerek. Yeni silahlar bulma yolunda birçok yaratıcı girişim mevcut..Bugünkü küreselleşme protestolarında iyice yaygınlaşan çeşitli karnaval ve gösteri biçimleri de bir diğer örnektir. Milyonlarca insanı bir eylemde sokaklara dökmek de bir silahtır; yasadışı göçlerle oluşturulan basınç başka bir silah. Bütün bu çabalar yararlıdır, ama yetersiz oldukları da aşikardır. Sadece yıkıcı olmakla kalmayan bizzat bir kurucu güç biçimi teşkil eden silahlar yaratmalıyız. Çokluk, çıkışını direniş biçiminde tasarlamakla kalmamalı, bu direnişi bir kurucu güç biçimine dönüştürmeyi de başararak yeni bir toplumun ilişkilerini ve kurumlarını yaratmalıdır.
Devrimcinin dayattığı şey pür zorun gücünden ziyade ısrarcı bir arzu mekanizmasıdır. Devrimcinin örgütlediği ve dayattığı zor, sürecin başında değil sonunda sahneye çıkar. Devrimci realizm, arzunun oluşumunu ve yoğunlaşmasını üretir ve yeniden üretir.

Gözyaşartıcı gazın acı kokusu duyularınızı keskinleştirir ve sokakta polisle çatıştıkça kanınız öfkeyle kaynar; yoğunluk patlama noktasına yaklaşır. Ortak paydanın yoğunlaşması sonunda antropolojik bir dönüşüm yaratır ve mücadelelerin içinden yeni bir insanlık çıkar.

*Zafer, savaşı istemeye istemeye yapanların olsun.

Arsaidh (Saor) - Roots (2013)

Atmosferik black metal türünün niceliğine bağlı olarak ufak çaplı bir tantanaya sebep oldu bu albüm çıkışıyla. Hakikaten iyi çünkü. Bütün enstrümanların ve programlama zart zurtun tek kişinin elinden çıktığına inanmak güç. Grubun arkasındaki arkadaşımız besteciliğin matematiğini kavramış görünüyor. 2 dakikalık Saor isimli şarkıyı ki rüzgar eşliğinde gayda dinletisi aslında, saymazsak 13 ila 17 dakika arasında süresi değişen üç parça yer alıyor albümde. Bestelerin durağanlığa düştüğü anlarda birden  melodik riflerden güç alarak dinamik bir sıçramayla şarkıların bir üst seviyeye taşındığı görülüyor. Bu yüzden şarkılar gerçekten şaşaalı bir kapanışa sahip. Müziğin tanımlanmasını değiştirecek kadar (pagan-folk metal olaraktan) farklı enstrüman kullanımı, akustik gitar, keman, piyano, gayda ve özellikle varlığıyla şarkıları uçuran panflüt, yapılan işi diğer atmosferik grupların düştüğü sıkıcılığa düşmesi anlamına gelmiyor. Bunda metal müziğin dibine kadar sahiplenilmesinin büyük katkısı olduğu kadar enstrümanların yerli yerinde kullanımının da büyük etkisi var . Aynı zamanda bu kadar uzun bestelerin müziğe doomvari bir etki de bulunacağı aşikar. Türü derleyip toparlayıp folklorik ve az da doom etkisiyle sentezleyerek ha bu iş böyle yapılır diyen albümün elbette bir kaç Aşil topuğu var. Birinden az önce bahsettim aslında, bazı anlar zaten bol tekrara dayanan parçalar durağanlaşıyor. 2. şarkıdan bahsediyorum spesifik olarak. Roots isimli başlangıç parçası ise bu durumun tam zıt bir örneğini teşkil ediyor. Diğeri de albüme hakim brütal vokalin death metal kulvarına daha yakın olması.
İlk albümden sonra ismini Saor olarak değiştirmekle kalmayıp bu sene de ikinci albümünü çıkaran İskoç arkadaş ile birlikte daha önce dinleyip beğenme fırsatı bulduğum A Forset of Star gibi kaliteli iş çıkaran black metal grupların bir tür dipten ve derinden gelişen bir Britanya kökenli camianın parçası olup olmadıklarını bilmiyorum, ama bu ikinci albümün yanısıra Winterfylleth ve Wodensthrone gibi Britanyalı grupları da dinleme listeme aldım. Hem hipnotik hem tekme savurtan cinsten yeni işler bekliyor umut ediyorum.

8,50+/10

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Stefan Zweig - Satranç

Tavsiye edilen ve her yerde karşıma çıkan bu kısa romanın pek çok farklı baskısını kitapçılarda, internette ve yabancı elçiliklerde bulmak mümkün. Benim tercihim Kırmızı Kedi Yayınları oldu. Kalbimi kapak deseniyle vurdu. Yazarı Stefan Zweig dramatik bir şekilde sonlandırdığı ilginç bir hayat sürmesiyle tanınıyor. Yurdu Almanya'yı terketmek zorunda kalan bir Yahudi. Ve bu hikayesi de aslında bu izleği bizlere hatırlatuyor.
Tatilde okuduğum kitapları yazmaya Yaşar Kemal ile başladım. Orucu haftasonları tutabilmemin neticesinde yorulmaya başladığım bu anlarda benim yerime Satranç'ı yayınevinin kendi blogu anlatsın istiyorum.
Mart 1938’de, Almanya’nın Avusturya’yı ilhak etmesinden sonra Gestapo, pek çok manastırın malvarlığını yöneten Viyanalı ünlü avukat Dr. B.’yi tutuklar. Gestapo tarafından tek başına bir otel odasında tecrit edilen avukat, aylarca sorgulayıcılarından başka kimseyle konuşamaz. 4. ayın sonunda, sorgulamaya götürüldüğü bir gün, bekleme odasında tesadüfen bulduğu bir kitabı çalar. Satranç tekniklerini öğreten bu kitap sayesinde  bu oyunda ustalaşır ve serbest kaldıktan sonra çıktığı bir yolculukta dünya satranç şampiyonuyla karşılaşır.  Nasyonal sosyalizmin ve faşizmin koyu bir eleştirisine dönüşen bu küçük roman, unutulmaz bir başyapıt. 
Açıkçası unutulmaz bir başyapıt tabirini abartı bulmakla birlikte Nazi işkencelerinin fiziksel olmadığı zamanlarda da ne kadar tehlikeli olabileceğini net olarak aksettiren bir kitap. Rahatsız olduğum ve ya anlamadığım bir kaç gönderme var kitapta: dünya satranç şampiyonunun dünyası satranç ile sınırlı ahmak bir köylü olması , diğer yandan da hayatını zekice kurgulaması çelişkisi aklımı çelmedi değil. Biri bu, diğeri manastırların ve kraliyet ailesinin zihinsel işkencelere maruz kalmış bu avukatı , kraliyetçi olması sebebiyle çok da sempati gösterebileceğiniz bir karakter değil.

Yaşar Kemal - Tek Kanatlı Bir Kuş

Büyük bir tanıtımla ve olumlu kritiklerle resmen piyasaya pompalanan Yaşar Kemal'ın bu romanı aslında geçmişte yazılmış ve sadece o döneme değil bugüne de hakim havayı yansıtmayı bilmiş bir öykü. Öykü; çünkü bu kitabı büyük puntolarla , satır arası boşluklarla romanmış gibi yayımlayabilmek, nasıl bir vicdan anlayamadım. Olsun diyelim, internetteki mütevazi fiyatı ile okuma imkanı bulduk.
Bundan sonrası spoiler:
Kitabı okumadan önce göz gezdirdiğim hakkındaki makaleleri yanlış anlamış olacağım ki kitabın konu aldığı kişilerin o terkedilmiş kasabaya ulaşamaması beni biraz hayalkırıklığına uğrattı. Yine de başı sonu olmayan ve bir aralığı yansıtan kitapları ve filmleri sevmişimdir. Hiç bitmeyecekmiş gibi bir hava verir. Kitap, ilginçtir Kafkaesk bir seyir izler. Doğu Avrupa'nın kasveti yerine Anadolu ve insanının sıcaklığının kitapta yer bulması bu Kafkaesk havayı oldukça renklendirir. Kahramanlarımız yeni atandığı kasabaya ulaşmaya çalışan postane müdürü ve karısıdır. Kasaba terk edilmiştir ve hiç bir dolmuş kasabaya yanaşmamaktadır. Dedikleri gibi kasabaya korku sinmiştir, tekinsiz bir yerdir artık. Kasabayı uzakta görür şekilde bir ceviz ağacının altında yol sapağına eşyalarını kor ve beklerler. Bir ümit kasabaya ulaşacaklardır. Ardı ardında diğer yolcular gelir. Derdini kitap boyunca postane müdürüne aktaramayan ama her seferinde derdinin büyüklüğünü vurgulayan çoban, Almanya'da refaha kavuşup caka satmaya köyüne dönmeye çalışan işçi kız ki alıp başını kasabaya koşar. Kuşların üzerine üşüştüğü bir hayal ile kendinden geçer. Bir tespit bu kuşların evlerini terketmek zorunda kalan, öldürülen Ermeniler ve bu geriye dönememe ve gidememe endişesinin de toplumsal belleğimize sinmiş bu pişmanlığı temsil ettiği olabilir. Bu sayede bir ölçüde kitaptaki alegorinin altı doldurulmuş oluyor. Fakat kitap bir olay kitabı değil. Karakterlerin kendi aralarındaki iletişimi, düşünceleri daha mühim. Başka bir devlet memuru askerin kasabayı terkedişini gördüğü halde oradan ayrılmayan görevine sadık ve eşine aşık postane müdürü, komşuları tarafından sevilen, kadınlık görevlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan oyuncu kisvetinden ayrı düşünemeyeceğimiz klasik ev kadını modunda karısı, Zeliha ismindeki Almancı işçi kız ile postane müdürününün karısı arasındaki dinamik ve eşit olmayan ilişkinin boyutu... Nihayetinde düşününce eksikliğin de ete kemiğe bürünüp sahneye bir karakter olarak çıktığı bu uzun öykünün (ecnebiler novella diyorlar ya) neden senelerdir yayımlanmadığından yola çıkarak kalitesininin sunulduğu gibi olmadığı konusunu irdelemek lazım. Yine de bu öykü Yaşar Kemal'in kaleminden çıkma. Orjinal okunası bir öykü...

Martin Garrix - Animals (2013) Single

Gencecik yaşıyla dans sahnelerine bomba gibi düşen bir şarkı yaptı Hollandalı Martin Garrix. Şarkı gerçekten de iddiasının arkasında duruyor. Klibiyle daha bir güçleniyor. Fakat çok duymaktan , çok dinlemekten overdoz olmadık mı? Her şarkının aşırı dinlemeye karşı bir limiti vardır. Bu şarkı limitini biraz erken doldurmadı mı? İşin aslı elektronik müzik camiasında eleştirildiği üzere bu çabuk eskimenin sebebi başarılı bir formülün tekrar edilmesi hatta kopyalanması olabilir. Basit bir melodi, yerinde zıplatan kopma noktası, plak şirketinin başarılı promosyonu felan. Bu formülü derleyip toparlayıp popüler müzik dinleyicisinin algısına yöneltince başarı da kaçınılmaz oluyor sonuçta. Her ne kadar arkasındaki desteği es geçmesek de genç yaşta kazanılan bu başarıyı kutlamaktan başka bir aksiyon alacak değiliz. Aslında doğduğu büyüdüğü yerin dans müziğinin merkezi olması gibi bir sürü neden ortaya konabilir. Fakat başarısını devam ettirebilecek mi, bu şarkıdan daha iyisini yapabilecek mi, bunu zaman, oldukça uzun bir zaman gösterecek.

6,50+/10

4 Temmuz 2014 Cuma

Timber Timbre - Hot Dreams (2014)

Seksapeli bol olan bu albümü o kadar çok dinledim ki bu aralar, nasıl tarif edeyim bilemiyorum. Aristokrat Tindersticks'in ağdasız halinin amerikan kırsalından doğduğunu düşünün. Ağır ve tahrik edici bir folk pop albümü bu. Grup da dipten derinden gelen bir grup. Yılların tecrübesi enstrüman zenginliğinde de kendini belli ediyor. Saksafon her zaman tercihim, Grand Canyon'da örneğin. Aynı enstrüman seçimi kapanıştaki sözsüz parça Three Sisters'da da Bohren&der Club of Gore atmosferini yakalayan bir zirve yapıyor. Asıl I wanna dance with a black woman cümlesinin iç gıcıklığıyla başlayan  klip şarkısı Hot Dreams ve This Low Commodition albümde beğeni toplayan parçalar. Tatava yapmaya gerek yok, yazın bile dinlenebilesi yüksek bir albüm.

7,75/10