öyle dağınık ki mavi
suyun izini sürmek zor
Gonca Özmen'in ilk şiir kitabı Kuytumda genç bir şairin olgun mısraları ile vakti zamanında dikkatleri çekmiş bir yapıt. Ardından Belki, Sessiz isminde son bir kitap daha yayımlama imkanını bulabilmiş şairin mısralarında en çok dikkati çeken şey doğaya karşı kayıtsız kalamamanın izlerini bulabilmek. Geçmiş hayatının gölgesi olarak mısralara sızan bozkır sıkıntısı da bunun bir parçası. Öte yandan sayfa çevirten kolay şiirler yazmıyor şair. Mısralar üzerinde düşünerek gitmek, imgeleri özümsemek gerekiyor. Ardı ardına düşülen imgeler, şiirin kapalı ve ya dolaylı iç bağıntısı (ki zıttına şiirler arasında geçişme derecesine varan göndermelere çok sık rastlanıyor), şiir işçiliğindeki matematik ve duygu arasındaki dengenin sağlanamaması gibi bazı sebepler zaten yorucu olan okumayı gereksiz bir seviyeye taşımasıyla şiirinde çok da hoşlanmadığım etmenleri oluşturdu. İnternette görebildiğim kadarıyla sonrasında yazdığı bazı şiirlerle bu kasıntı (hakaret anlamında demiyorum elbette) halinin aşılmış olduğu görülüyor. Yine de insanın tanıklığında müthiş betimlemelerle ve gözlemlerle dolu bir kitap olması alıntınılası pek çok mısra sunuyor. Bunla kalmıyor, diğer kitabına karşı merakımı da tetikliyor.
Yüzüne bıraktığım orman yitirdi yankısını
Albümün tozunda darmadağın anılar
Aynalar mı yanlış, kendime benzerliğim mi?
Neye dokunsam çürüyorum kuytumda
Benimki bir iç kanama, bir bozkır sıkıntısı
***
Usulca geçtim yüzünü
Ardında dağlar vardı
rüzgârlar
Kurt izlerinde uluyan zemheriler vardı
Yüzün gecikti geceye
Bakış yorgunu pencereler küskün
Örümcek ağının dokunuşuyla
Mühürlendi karanlık
Uykusu kaçtı eski evlerin
Ağaçlar şöyle bir kıpırdandı yerlerinde
Çiçeklerin dudakları ıslak
Sonra sonra bir kapı kendine döndü
Gördüm, buğulandı alev
Eridi sesinin tınısı
Herkes bozgundu kendine
Şımartılmış bir içdeniz
Yaşanmazdı bu gökyüzü talanı
Eskimeyi eşyaya bıraksaydık
-Şimdi kuyu ağzı bir tutam gök
düştü düşecek
***
Dibe inelim… Kuyunun dibine…
Orda karanlık, sessizlik ve suyun korkusu
Ve sözün ulaşamadığı derinlik
sanki bir tuvale dağıttım kendimi
O buruk senfoniye sızdırdım
Yorgun bir iniltisin artık sesimde
-çünkü düş öldü-
Uzağa gidelim… Aşkın uzağına…
Orda kül, anılar ve ölümün tortusu
Ve dağların yabanıl suskunluğu
Sen yine de unutma
Her kuyu kendi yalnızlığını yaşar
Her kuş
kendi sesiyle
karşılar sabahı
**
Düş gören sözcükler vardır
(Sen bir sözcüğün düşüsün)
Güllerin kanadığı yerden
damlıyorum hayata
Bir acının yıkımına çalışıyorum günlerdir
Yine de kılı kıpırdamıyor gecenin
Çöl kuşlarının gizemli uğultuları
çağırıyor sabahı
Bir çocuk ayın sıcağıyla büyüyor
Bir kadının gövdesinde akıyor tüm nehirler
- Gövde, o su kuşu -
Oysa çalkantısı diptedir gölün
Sadece sahil kaydeder
denizin tuzlu tarihini
......
- Hangi kabuğa sığar şimdi
Hiç durmadan dizlerini kanatan bu aşk?
***
taşın suskusuna yazıldı her şey
tedirgin köprüler gibiydik
suyun ihanetini gördük
***
karanlık kendini uyur gecede
***
Sokaklar gökyüzü insin diyedir aşağı
Çocuklar oynasın diye
Sokaklar pencereler baksın diyedir birbirine
Dertleşsin diye
Önce yüzüyle eskir evler
Yavaş yavaş kaybeder beden ısısını
Sesi yetmez olur da odalara
Bahçelere zor atar kendini
Suskunlaşır kapılar, pencereler uykulu
Dört duvarın sohbetidir oda
Evler hâlâ konar göçer çadırı çoğumuzun
Ölümü büyüttüğümüz ipek kozalar
Öyle daralttık ki içimizi
Bir saksılık toprağa yer yok
Herkesin kendini gösteriyor pusulası
Ağaç kendi göğünü biliyor sadece .
***
Taş, sessiz tanığıdır doğanın, sabırlı gözlemcisi.
Sadece taş dinler yorgun masalını insanların.
Tarihin derin soluğudur taş.
Maskesiz bakar çıplak yüzüyle.
Taşın çınlaması sarhoş eder tapınağı.
Taşa gizlendi tanrıçaların teni.
Taş: " Güzellik geçicidir " der çiçeklere bakarak.
Hala cezasını çeker sessizliğinin.
İnsana sadıktır taş. Ölüsünü bile bekler.
Taş düşünür, ne düşündüğünü bilmeden.
Tanrı taşın suskusunu istedi insandan da.
Taş bekleyişin rengindedir.
***
İnsan yüzünden başlar eskimeye
***
gökyüzünden düşmüş bir parçadır göl
***
okyanusun, göklerin uzağı nereye sığar?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder