31 Mayıs 2014 Cumartesi

J.D. Salinger - Franny ve Zooey

Glass ailesinin yirmili yaşlarına varan fertlerinden Franny ve Zooey, Buddy ile abileri intihar etmiş olan Seymour'un etkisi altında yetiştirilmelerinin sonuçlarıyla kitlendikleri bir noktaya varmışlardır hayatlarında. Çavdar Tarlasındaki Çocuklar'ın izlerini taşıyan kitap aslında ortak olarak Salinger'in bir bakıma kendi yaşamından besleniyor. Glass ailesinin çocukları daha küçüklerken sırayla ve kimi zaman birlikte bilgi yarışmalarına katılmış ve belli bir tanınırlığa ulaşmışlardır. Aksine insanlarla bağları zayıflamıştır. İki kardeş entelektüel olarak yapmacık tavırlı insanlardan, daha doğrusu çoğunluğun hüküm sürdüğü yaşamın kendisinden soğumuşlardır. Genç bir aktör olarak popüler senaryolara sadece burun kıvırmakla kalmayıp ağzına geleni söyleyerek senaristleri çileden çıkaran Zooey ağabeylerini suçlamaktadır. Evin oturma odasında kanepede okuduğu bir kitabın etkisiyle duraksız bir şekilde bir kaç cümlenin tekrarına dayanan bir dua ile 'kurtuluş'a varacağını düşünen kızkardeşi Franny depresyonun eşiğinde annesinin ardarda önerdiği tavuk suyu çorba servisine ısrarla direnmektedir.. Diyaloglara dayanması sebebiyle büyük oranda bir tiyatro oyununu hatırlatan öykü kitabında bu iki kardeşin sohbetinin yıkıcı bir evreye gelmesini son sayfalardaki ani değişikliğe kadar okuma imkanı bekliyoruz. Roman kadar etkileyici olmaması bir yana, Glass ailesini konu alan diğer öykü kitaplarına sevkedecek kadar hoş ve düşündürücü bir kitap.

..üniversitenin de dünya yüzünde hazine filan biriktirmek için kurulmuş, her şeyi önceden belli, boş ve anlamsız yerlerden birinden ibaret olduğu fikrine taktım kafayı ve ne yapsam bunu kafamdan çıkaramadım. Yani, hazine hazinedir, anasını satayım. Hazine dediğin, para olmuş, mal mülk olmuş, hatta kültür ya da düpedüz bilgi olmuş, ne farkeder ki? Bütün bunlar, ambalajını açarsan eğer, tamamen aynı şeymiş gibi gelmeye başladı bana - hala da öyle geliyor ya! Bazen bilginin - her halükarda, bilgi için bilgi haline geldiği zaman - en kötüsü olduğunu düşünüyorum. En az bağışlanabilir olanı herhalde" Franny, sinirli bir edayla ve aslında hiç gereği yokken, saçını tek eliyle arkaya attı "Kırk yılda bir - sadece kırk yılda bir - bilginin bilgeliğe varması gerektiğine ve eğer bu böyle değilse o zaman da hepsinin iğrenç bir zaman kaybı olduğuna dair baştan savma da olsa, minicik ve nazik bir gönderme olsaydı hiç olmazsa, bütün bunlardan bu kadar umutsuzluğa kapılmayacaktım belki! Ama bu asla olmuyor! Bilginin hedefinin bilgelik olması gerektiğine dair bir ipucu bile verdiklerini duymuyorsun kampüste. Bilgelik kelimesinden söz edildiğini duymuyorsun neredeyse! Komik bir şey duymak istiyor musun? Gerçekten komik bir şey duymak istiyor musun ha? Üniversitede nerdeyse dört yıl boyunca ve bu kesin gerçek- bilge kişi teriminin kullanıldığını işittiğim tek an, birinci sınıfta, Siyaset Bilimi dersinde olmuştu, hatırladığım! Nasıl kullandıklarını da biliyor musun? Borsada bir servet yaptıktan sonra Washington'a gidip başkan Roosevelt'e danışman olmuş hoş, yaşlı ve tonton bir devlet adamından bahsederlerken kullanmışlardı. Samimi söylüyorum! Dört yıllık üniversite boyunca, neredeyse! Bunun herkesin başına geldiğini söylemiyorum, ama aklıma geldiği zaman öylesine altüst oluyorum ki ölebilirim"

25 Mayıs 2014 Pazar

The Verve - Urban Hymns (1997)

Beatles ve Rolling Stones'a uzanan britpop'u bu geçmişi hatırlatırcasına göndermeler içererek icra eden albümdeki esintiler bu kadarla sınırlı kalmıyor. Oasis, saykedelik rock, yaylı çalgıların far yarattığı orkestral düzenlemeler, hatta havai dalgalarında yapılan surf tonları ve hatta en az bir şarkıda rastlanılan Muse'umsu hareketler. Ortaya karmaşa değil şarkı söylemeyi sesine pek çok yakıştırdığım çirkin Richard Ashcroft şefliğinde püfür püfür tek içimlik güzel bir harman çıkıyor. Öncelikle şu Bittersweet Symphony'yi alıp bir kenara koyalım. O kadar çok çalındı ve çalınıyor ki artık itiraf edelim, eskidi. Bekleme yapmayıp yolumuza devam edelim. Çünkü Weeping Willow ve Sonnet gibi übersüper şarkılar var sırada. Vokalin sesini titrettiği nakaratlar can alıcı kıvamda. Bugüne kadar esgeçmişim vallahi. Albümün ikinci en bilindik şarkısı Drugs Don't Work ile Rolling People ve genelde kötü bir çocuksu sinir krizi taklidi ile suçladığım şarkılarda 'fuck you' çığırışlarının aksine güzel bir tatbiki olan Come On diğer nadide eserler. Saykedelik tonların ağır kaçtığı şarkılarda ise aynı güzelliği maalesef göremiyoruz. Yine de şarkılar arasında bu zor uyumun sağlanarak soundda bütünlük yakalanıyor olabilmesi grubun başarı hanesine yazılacak gibi.

Cause when freedom comes
I'll be long gone

7,75-/10

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Russian Circles - Memorial (2013)

Vayy, ne sallandık be arkadaş! Daha öncesinde Geneva ismindeki yapıtlarını dinleme fırsatı bulduğum Russian Circles'ın son albümü de sallıyor, sallıyor ama neyse ki ya da maalesef bir kaç duvar çatlağından başka bir hasar bırakamıyor. Neden? Çünkü çok değiştirmeden benzer bir çizgiyi takip ediyorlar ve besteleri akılda durup kalıcı olmaktan uzak. Atmosferik sludge temeli üzerine inşa edilmiş post-rock tanımı kağıt üzerinde muhteşem bir fikir, pratikte de hiç fena değil hani. Jilet gibi keskin kayalıklara tutunmuş buz parçacıkları doğallığındaki müzik içinde sert ve ezici rifler ile breakdownlar bu yalnızlaştırıcı ve yabancılaştırıcı atmosferin parçası olarak dinleyen üzerinde daha büyük bir etki bırakması beklenirdi diye düşünüyorum. Albümdeki tek güneş ışığını  Ethel sayesinde, o da az biraz duyumsayabiliyoruz. Uzun lafın kısası tam bir kış albümü bu. Kapanışı bayan bir vokalin sesini ödünç verdiği Memorial ile yapıyoruz.

head full of ghosts tonight

7,25/10

23 Mayıs 2014 Cuma

Adalet Ağaoğlu - Damla Damla Günler

Bugüne kadar çok sınırlı kez yapsam da günlük okumayı severim. Günü günü tutulan günlüklerden ziyade ortaya bir şey koymuş, fark yaratmış birinin yaşamına, o kişinin izin verdiği ve koşutladığı sürece olsa bile tanık olmanın getirdiği hafif müstehcenliğin ayrı bir hazzı oluyor. Yetmez ama evet'inin son pişmanlığı olduğunu beyan eden ve öyle olmasını canı gönülden dilediğim Adalet Ağaoğlu, 1977 yılına kadar süren günlüklerinin bu ilk cildinde, en azından bana oyun yazarlığının romancı kimliğinden önce geldiğini öğretiyor. Bununla birlikte üretim sürecini, sancılarını mı desek, ve sadece oyunlarında değil Ölüme Yatmak ve Fikrimin İnce Gülü gibi romanlarını yazarken yaşadıklarını anlatması bu günlüğü önemli kılıyor. Konu edindiği 60 sonu ve 70 ortalarına ait dönem itibariyle hayli çalkantılı politik olaylara tanıklığı es geçmiyor kitap. TRT'nin özerkliğini yitirmesiyle sonuçlanan mücadelenin önünde olmakla beraber 71 darbesinden etkilenmesi eş dost pek çok entelektüelin hapishanelerde işkencelere tabi tutulmasıyla daha dolaylı şekilde gerçekleştiriyor. Bu arada eş dost diye geçiştirdiğim kişilerin isimleri inanılmaz, okurken ellerim titriyor. Kitap Ağaoğlu'nun önce babası ardından kardeşi tiyatro sanatçısı Güner Sümer'i kaybetmesinin getirdiği acılarla sona erse de bu iki acının arasına sığdırdığı Moskova gezisi gözlemlerine dayalı yapılan tespitlerin önemiyle dikkat çekiyor.

İktidardaki erkeklerin güçlerine hayatıyla yatırım yaparak iktidarlarını eline geçirme tutkusu (new model women army, bu da benim tanımım)

İnsanlar çocukluklarında nasıl da inançlıdırlar: Tahta atları üstünde değnekten kılıçları, baba kravatından kırbaçlarıyla: Hadi! Taka tak taka tak!... Yürüüü, koooş deeh! Ağızları köpürür, mahmuzsuz, topuksuz potinlerini atın sağrısına vururlar da vururlar. Gerçekte olunamayacağı kadar süvarideriler; tahta atlarının da yoldaşı..Sahici doru atlar üstüne çıkıldığında hiç de çocukların ağız köpükleriyle yaşadıkları coşku yaşanmaz (Tabi taklidin taklidi tiyatro oyunları, filmler hariç) At koşturmak bir görevdir artık. Yapılması mecburi bir şey, varılması gerekli bir yer. Daha daha sonraları artık atını  dört nala sürmek isteyen adam, o adam değildir. İnsan kendisinin yabancısıdır.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Bohren & der Club of Gore - Piano Nights (2014)

Saydam gökdelenlerin herhangi birinin terasında, evrendeki son yıldızın ölümünü seyreyleyen yitik bir medeniyetin son gözcüsü gibi. Biliyor ki o yıldızın son dem ışınları ölüdür bin yıllardır tıpkı kendi kaderi gibi.
Ve karanlık bir perde iniyor yavaş yavaş ve zifiri.

Yıllardır hayal ettiğim, umut ettiğim bir müzik sonunda karşıma çıkmış bulunmakta. Ağır ve daha ağır tempolu parçalar mutlak yalnızlığı neredeyse rastlantısal piyano, alto saksafon ve cazcı bateristlerin dokunuşuyla dinleyiciye yansıtıyor. Parçaların kendine has çeşitliliği sağlayamamış olmaları bir eksiklik. Bu yüzden de grubun en kötü albümlerinden biri olarak düşünülüyor. Yani geri kalan albümleri bundan da iyiymiş, bak bak. Şimdi heyecanlandım işte. Bay Tanrı'nıza katık olsun diye...

7,75/10

19 Mayıs 2014 Pazartesi

N.K. Jemisin - Miras Üçlemesi II: Parçalanmış Krallıklar

İlk kitap ile karşılaştırıldığında üç aşağı beş yukarı aynı tat bırakıyor insanın ağzında bu kitap. O kitabın zayıf yönleri, örneğin çeviri, gibi eksiklikler tamamlanıyor. Yine saray komplosundan sıkıldıysanız bir ölçüde burada o da gideriliyor. Ama dedektiflik manasında bir gerilim gizem olayı tam gaz devam ediyor. Romantizm bir değil iki tanrının da içine katıldığını düşündüğümüzde perçinlenmiş durumda. Metindeki durağanlık-aksiyon ikiliğinin temposunda göze çarpan aksaklıklar veya kurgusal tekrarların fazlalığı ufak tefek can sıksa da arka plan çok güçlü. Konunun sokaklarda geçmesi ve laf aramızda Oree'nin daha sempatik br karakter olması milim oranında tercihimi Parçalanmış Krallıklar lehine kaydırıyor. Tekrar etmek gerekirse genelde bayan okurlardan oluşan romantik ve fantastik kurgu okuyucularının desteğiyle büyük beğeni kazanan bu seriyi klasikler arasına şahsen ben dahil edemiyorum. İşte tam da bu sebeple, karanlıklar tanrısı ile aşk var yafu for god's sake!, genelin beğenisi ilk kitap üzerinde yoğunlaşmış durumda.
Gri Tanrıça'nın doğuşunun, Itempas'ın sürgününü üzerinden 10 sene geçmiştir. Başkent Gökşehir'in ortasında devasa bir büyülü ağaç yükseldiği için ismi Gölgeşehir olmuştur artık. Sokaklarında tanrı çocukları gezmektedir. Her biri gerçekmiş gibi yaşamaktan gücünü alır. Nasıl Sieh çocuk gibi yaşıyorsa, çöpte yaşayan, borçlar hukukuyla ilgilenen, suikastçilere kendini adamış pek çok sahada hünerini gösteren tanrı çocuğu da bu yaşantının yolunu tutturmuş, hatta kimileri kendilerine mürit bile bulmuştur. Ama Gri Tanrıçanın emirleriyle ortalığı daha fazla karıştırmamak için kenti terketmeleri yasaktır. Arameriler hala dünyayı yönetmektedirler. Diğer tanrılara tapım serbest olmakla birlikte insanlar yaşanmış olan olayların pek farkında değildir. Evet, Gri Tanrıça tekrar doğmuş Nahadoth serbest bırakılmıştır. Itempas da herhalde oralarda bir yerlerdedir. Onun fani bedene hapsedilerek şehrin sokaklarına mahkum edildiğini pek az kişi bilmektedir. Arka plan bu şekilde. Hikayemiz ise Oree ismindeki kör bir sanatçının etrafında gelişiyor. Kör olmasına rağmen büyüyle ilgili şeyleri ve tanrıları, kendilerini saklamadığı sürece, görebilmesi şaşırtıcıdır. Üstüne üstlük tanrı çocukları ile oldukça haşır neşirdir. Borçlar tanrısı Madding ile yeni ilişkisini bitirmesine rağmen aşkları derindir. Bir de evinin kapısının önünde kanamadan ölen başka bir tanrı çocuğuna benzemekle birlikte her kendini öldürdüğünde, kasti ya da dikkatsizlik sonucu, acılar içinde tekrar doğmasıyla bu sınıflamaya da tabi tutulamayan sessiz, insanları hor gören bir şahsı da evine buyur eder. Esmer teni, beyaz saçları, tanrısal fiziği ile Oree'nin idrakı geç olsa da baştan beri anlıyoruz ki onun ismi I ile başlıyor. Gün doğar ve batarken vücudunun büyüsel bir ışık yayması sebebiyle Oree ona Ferli diye sesleniyor. İşler bu kadarla kalmıyor, Oree oldukça sevilen bir genç tanrıçanın öldürülmüş bedenini bir ara sokakta bulur. Sadece göksel üçlü ve daha güçlü tanrı çocuklarının öldürebileceği bu tanrıçanın ölümü oldukça vahşicedir ve sonradan görülür ki kalbi çalınmıştır. Olayı soruşturan Itempas rahipleri gözünde Oree ve Ferli, ironik olarak, suçlu konumuna düşerler. Oree'nin bir pazar yerinde çizdiği resmin boyut kapısına dönüşmesiyle bir kaç düzen koruyucusunun ölümüne sebep vermesi de ona pek yardımcı olmayacaktır. Kızcağız Madding'in koruması altına girerken bir de tanrı çocukları olayı soruşturmaya başlar. Zira Nahadoth insanlara 30 gün süre vermiştir. Ortalığı dağıtacaktır yoksa. Fakat esrarengiz bir adam çıkar boyutsal delikler açarak bu tanrı çocukları ile birlikte Oree'yi sonsuzluğa hapseder. İçlerinden sadece Oree sonra da onun ricasıyla Ferli çıkartılıp, tarikatlarında zorunlu konuk edilir. Anlaşılan o ki Oree gibi bu adam da, Nyphri, bir iblisdir. Yani damarlarında atalarından kalma tanrı-ölümlü kanı dolaşmaktadır. Kısıtlı da olsa büyü güçlerini buna borçludurlar. Nyphri tarikatlarına katılması için Oree'yi iknaya çalışır, ikna edemediği vakitte de hapsedip zorla kanını almaya. Karanlık tanrıyı öldürmek için ortaya çocuklarını öldürerek yem atan bu tarikat aslında aşırı Itempasçıdır. Tabi Itempas'ın da kendi tapınaklarında ve bu durumdan acayip hoşnutsuz olduğunu bilseler ne iyi olurdu. Sonuçta tanrılara zehir işlevi gören kanlarıyla silahlanan Nyphri onların kalplerini de yiyerek insansı görünümünü ilüzyonla saklayan korkunç bir yaratığa dönüşmüştür. Neyse, bu boşluktan resim çizme gücüyle Madding'i çağırıp kurtaran Oree kısa sürede onun ölümüne sebep olur. Umutsuzluk, Ferli ile arasının iyice bozuşması, vs...ağır yaralı kurtulurlar, düzen koruyucularına sığınırlar. Bu tarikatın içindeki casuslar aracılığıyla operasyon başlar. Arameri soylusu Nyphri'nin eşi tutsak edilir ama Nyhri kendi boyutunda iyice güçlenmiştir artık. Oree'yi göksaraydan bile kaçırabilmektedir. Onu ya Ferli'yi öldürerek kendini kanıtlamasını ve tanrılara karşı açtığı savaşta ortak olarak evreni yeni baştan yaratma teklifini sunar. Ya da bittabi ölecektir. Oree Ferli'nin kalbine bir şeyler çizer ve Nahadoth'un laneti üzerinden bir an kalkar. Aydınlıkların efendisi güneş gibi doğarak Nyphri'yi öpüverir. Aramerilerin lordu Tvril, Oree'yi tanrılara karşı güvence olarak kullanılabilecek değerli kanı dolayısıyla sarayda zorunlu ikamete tabi tutmak istese de zaten elinde Nyphri'den kalma yeterince bulunduğundan ikna olur ve Oree ve Ferli için tanık koruma programı başlatarak yeni bir kimlikle basit bir kasabaya yerleştirir. Oree tümden kör olmuştur bu sürecin sonunda. Bir yıl boyunca da Ferli onun uşağı gibi hayatını idame ettirmesine yardımcı olur. Ferli ilk kitapta bahsi geçen işkenceleri neden yaptığına dair içini döker. Aydınlığın karşıtı karanlık değil yalnızlıktır. Sonuçta Itempas adam olmaya mı ne başlamıştır. Fakat Yeine ile Nahadoth çıkagelir. Nahadoth bin yıllar süren işkencenin karşılığının 10 yılda alındığından dolayı sinir küpüdür. Zira Oree ile insan Itempas sonunda biraraya gelmişlerdir ve mutlu bir hayat görünmektedir. geleceklerinde. Tabi Nahadoth'un devreye girmesiyle Oree ayrılmak istediğini söyler ve Itempas anladım ben mevzuyu, öyle olsun ne yapalım der çıkar gider. Yalnız Oree hamiledir ve kitabın tümü karnındaki çocuğa hayatını anlatmasıdır. Zira iblis çocukları anne karnında dahi hatırlayabilmektedir.

18 Mayıs 2014 Pazar

Faul & Wad Ad vs Pnau - Changes (2013) Single

İnsanı duyduğunda içini kıpır kıpır eden bir şarkı. Çocuksu bayan koro tarzı vokaller, piyano ve saksafonlu düzenlemeler dans müziğinin sadece yapay bilgisayar çıktısı ritimlere hapsolmaması gerektiğine dair ders veriyor. Bu da yaz daha doğrusu yaza tam geçerkene bahar havasına uygun düşüyor. Yani tam zamanı. Biliyorum şarkı biraz eskidi ama ilk dinleyenler için tam zamanı diyelim. Şarkı aslında Pnau ismindeki bir sanatçıya ait çalışmanın Faul ile Wad Ad mahlaslarını kullanan Fransız yerleşik ikili tarafından tersyüz edilmesine dayanıyor. Sonuçta pozitif hissiyata kapı aralayan bir iş ortaya çıkıyor. Yalnız şunu da kabul etmek gerekir ki klipsiz manasını büyük ölçüde de kaybediyor. Amatör kişilerce bir şarkının nasıl profesyonelce üretilebileceğine dair güzel bir örnek. Zira bu single sonrasında arkadaşlar başka kayıt yapmıyorlar.

7/10

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Hüseyin Avni Dede - Tek Şekerli Çınaraltı (Toplu Şiirler)

dudağımızdaki çay bardağı şarkı söylüyordu
hem de tek şekerli tatlı bir dille şarkı söylüyordu

Beyazıt'ta okurken çınaraltında görüp yanına hiç yanaşmadığım saçı sakalı karışmış adammış kendileri. Yalnızlığın, yoksulluğun, açlığın dile geldiği mısralarda yansıdığı gibi yaptığı iş sokak şairliği. Kendi kitaplarının yanısıra gümüş takılar ıvır zıvır satarak yaşamını idame ettiren şair, şiirlerinde tanık oluyoruz ki düzenli bir şekilde düzenli işlerde çalışmayı tercih etmemiş. Maalesef yine aynı mısralarda çalış, tüket ve öl sarmalına mahkum olduğumuz sistemi reddetmenin bedelinin de ağır olduğunu görüyoruz. Buna rağmen arkadaşları, dostları, tanıyanları ağbimizin dünya şekeri bir insan olduğunu söylüyorlar. Ama ben, benden uzun ve heybetli, boyum 1.75 kısa da değilim yani o kadar, bir de üstüne üstlük uzun saçı geçtim de uzun sakallı kişilerden ürkerim. Ne kadar sığmışım yahu. Artık Beyazıt'a uğramıyorum...
Laf aramızda, 1,80 ve daha uzun kişilerin içlerindeki kötülüğü insanlığın geri kalanından saklayan takiyeciler olduğunu düşünmüyor değilim. Gizli odalarda bir araya gelip kumpas kuruyorlar, komple komplo peşindeler, eminim. Onlara karşı örgütlenelim. İmza: orta ve kısa boylu paranoyak ve bir miktar kompleks şahıslar birliği (OKBPBMKŞB)

bir görmeliydiniz nasıl haykırdım gökyüzüne
nasıl haykırdım gök gök deniz deniz

***
haydi ellerinizi kaldırın
bakın gökyüzü dua bekliyor sizden
ölmek güzel aslında yaşamak daha güzel
***
ne güzel oluyordu
ne güzel oluyordu deniz
karaya vardığında
***
mart çatlağı bir gün yaşamak kolay
nasıl olsa içinizde her zaman
ister istemez yeni bir yenilgi başlıyor
***

bütün insanlar düşmanımdı
bir sabah uykusunda herkesle barıştım
***

sakalım Güney Afrika sakalım Sudan
ne ölümler yaşadım havadan sudan

ölüme çare buldum

yaşamak
iyileri ve kötüleri
ikiye bölmemektir
ölüme çare buldum
insanları sevmek hiç ölmemektir

tebessüm

mısralarımdaki hüzün
bilmem nedendir.
fakat dudaklarımdaki;
tebessüm,
insanları sevdiğimdendir.

tahta tekerleğin karanlığı

toprak ısıttı geceyi
karanlık nerede başladı
usulca ve yorgun karanlık
hepimizin bildiği
tahta tekerleğin karanlığı

çok önce geçtiler
biz de geçtik üstünden
bir araba dolusu
bir araba
bir
bir mezarlık dolusu
bir mezarlık
bir değil
hüzün diyesim geliyor
kalbimi yoklayasım geliyor

acı bir karanfil
sahibi yok belli
kimin dudakları kırmızı
kimin dudakları karanfil
kimin dudakları
kimin
kimsenin değil
sevda diyesim geliyor
karanfili koklayasım geliyor

karanlık nerede başladı
usulca ve yorgun karanlık
hepimizin bildiği
toprak ısıttı geceyi
tahta tekerleğin karanlığı

usulca ve yorgun karanlık
hepimizin bildiği
toprak ısıttı geceyi
karanlık nerede başladı
tahta tekerleğin karanlığı

hepimizin bildiği
toprak ısıttı geceyi
karanlık nerede başladı
usulca ve yorgun karanlık
tahta tekerleğin karanlığı

bizans tabut çivileri

işte
pis bir gece gözlerimde hapis
ölü taşıyan gemiler antik çağlarda
işte

işte yağmur
çamurlu ve öfkeli üstelik şemsiyesiz
ve ölüleriyle birlikte batan tabutlar
pis bir gece daha gözlerimde hapis
iste yağmur

işte yağmur eğri
elleri ceplerinde yalnızlığın
sırılsıklam yürüyor yine
lodosçu naci getirdi çınar arasına
sattım tabut çivilerini
bir şişe şarap parasına
işte yağmur eğri

işte yağmur eğri ama
balıklar ağlara çıktı
balıkçılar sevdanın doruklarına
eşkiyalar dağlara çıktı
korsanlar gemilerin direklerine
işte yağmur eğri ama

işte yağmur eğri ama sevinin
kimi karşı koydular kimi durdular
hepsinin yüreği başka başka çıktı
kilit üstüne kilit vurdular
baktım ki kapılar aşka açıktı
işte yağmur egri ama sevinin

çınaraltı bir nümismat türküsüdür

kürekler sakalını
çeker
suda öpüşür
yosun
denizler saçlarını
uzatır kıyıya

çınaraltı
bir nümismat türküsüdür
kıyılar
kulaklarını çekmesin
diye lodosun
haydi kıyılar
kıyılar başlayın
yeni bir şarkıya

yaşam
öyle bir koridordur ki
acılarla dolu masanız
unutmak
o kadar zor ki
ne çıkar hatırlarsınız

busesiyle kaybolan derviş sesiyle

busesiyle kaybolan derviş sesiyle,
eski bir yeleğin taflanlara düşen gölgesiyle;
kağıt ve kurşun'da yaşayan askerler,
gözyaşı ve barut taşıyan askerler
canlarım;
kıyıda unuttuğum mercanlarım benim

ortaçağ'dan kalma bir şatonun alnına düşen,
ve sebepsiz gülüşen papatyalar gibi yalnızım
ne gecem belli artık ne de gündüzüm
kendi yüzümden başka yüzler taşımaya başladım,
bir çınar'ın eskimeyen yüzüne asılı kalsın yüzüm.

16 Mayıs 2014 Cuma

RETRO: Running Wild - Under Jolly Roger (1987)

İlgi alakamı dikkatimi çabuk kaybettim. Aslında yeniden dinlemeye tabi tuttum Running Wild'i şu ana kadar bu derecede şevkle dinlediğime şaşmam gerekli. 10 sene önceki dinleyişimde ne kadar zamana yenik düşmüş buldumsa grubun işlerini, işte şimdi daha fazlası, ikiye çarpın. Esnedim vallahi. Neyse ki çizi kraker nakaratlar var da arada sırada uyanıyoruz. Kolumuzu yarım yamalak kaldırıp emektar kafamızı sallandırabiliyoruz. Kafi değil. Korsan metal tabiri de bir sözlerle bir kaç da patlayan top sesiyle sınırlı. Velhasıl sertlik ve hız yetmiyor. İşlev önemli. Vokali kart bir Hammerfall ya da Grave digger dinleyicisinin pek seveceği gruba acımasız davranmak istemiyorum. (çok da umurlarındaydı amcaların..) Zaten metal tarihine isimlerini yazdırmışlar, buradan gerisi zevk ve renk meselesi. Bir de Land of Ice yapmışlar, epik, yakın yani. Sorun şu ki bu müzik beni heyecanlandırmıyor. Ve bu önemli bişi.

6,50/10

15 Mayıs 2014 Perşembe

RETRO: Bathory - Under the Sign of the Black Mark (1987)

Hızlı ve sert, adrese teslim, laga luga yapmayan besteleriyle bir zamanlar beni hayata bağlamış Bathory'nin viking metal öncesi çalışmaları, artık aradan geçen zamana bağlı olarak türlü türlü beğendili ekstrem metal örnekleriyle haşır neşir olmamdan olsa gerek, o muhteşem etkisini kaybetmiş. Hatta basit bir hale gelmiş. Daha doğrusu gelen, değişen müzik olamayacağına göre, albüm yıllardır aynı albüm sonuçta, bu denklemdeki sabitimiz de değişkenimiz de gayet belli. Black metalin ağırlığını iyice hissettirdiğini duyuyoruz. Hatta Enter the Eternal Fire ile bir sonraki level olan viking metalin de erkenden öncülüğünü yapıyorlar. Puanımı eski günlerin hatırına veriyor ve kirli sakallı bayan arkadaşın yürovizyon başarısına kadehimi kaldırıyorum. Soma'da hayatını kaybeden emekçilerin ruhuna dua ediyor, yakınlarına sabır diliyor ve vatandaş tokatlayan emir-ül tayyibana da lanet okuyorum.

8,0-/10

13 Mayıs 2014 Salı

Warlord - The Holy Empire (2013)

Epik heavy metal diye de bir şey var yani. Sounduyla konusu konseptiyle. Ağırlaştığı hal ile geleneksel dooma, hızlanıp sertleştiği haliyle de power metal dinleyicine hitap edilen bu çalışma da buna tipik bir örnek. Aslında öyle muhteşem, infial yaratan bir şey yok ortada. Sadece grup elemanları , herbirkesler görevlerini layıkıyla yerine getiriyorlar, görev bildikleri müziği... Sonuçta da dinlemesi keyifli bir yapıt ortaya çıkıyor. Tipik arkaik prodüksiyon yanında pamuk helva tonunda vokalin katkısı göz ardı edilemez. Başlardaki hece hece söyleme tekniğinde neyse ki ısrarcı olmuyor. Diğer yandan grubun beyni kim diye sorarsanız albümde diğer öne çıkan öğeye bakmak yeterli yani gitariste. Albüm aynı zamanda bazı aksaklıklarla da malül. Şarkıların gereğinden fazla uzayarak kendini kendi içinde tekrar eder hale düşürmesi, albümün atmosfer olarak enerjik bir kopuş, bir coşuş anından yoksun olması ve epik mitolojik kisve altında hristiyan teolojisine dayanmakla kalmayıp apaçık bariz emperyalist-militarist şarkı sözleri. Bir şarkının sonuna ekledikleri ve bir bayanın seslendirdiği Arapça ya da Farsça vokal harmonisinin albümün genel havasından ayrı hatta zıt durmasıyla yarattığı pozitif anlamda o kısa etkinin de ideolojik olarak aksettirdiği çelişki manidar.

7,75/10

11 Mayıs 2014 Pazar

Death - Scream Bloody Gore (1987)

Yeniden kayıt aşamasından geçmiş bir albümün ne kadar farklılık yaratacağına kanıt olsa gerek. Ki bunu orjinalini dinlememiş biri olarak söylüyorum. Çünkü 80'lerin küf kokulu death metalinin ilk nüvelerini barındıran bir albümü dinleyip sevebileceğimden emin değilim. Aksine bu versiyon ise olabildiğince temiz ve elden geçirilmiş kaydıyla tüm enstrümanların duyulabildiği dengeli bir sound ulaştırıyor kulağa. Hareketli thrash etkili müzik de dinleyeni hayal kırıklığına uğratmıyor. Chuck'ın vokali henüz karakteristik tonuna farklılaşmamakla birlikte iyi iş çıkarıyor. Evil Dead basit ve şık bir hareket.

7,50-/10

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Cemil Meriç - Bu Ülke

segue il tuo corso, el lascia dir le ganti.*

Kitap, yazarın kendi kaleminden çıkan biyografi ve kronoloji ile oğlu tarafından yazılmış önsözün hemen arkasından devam ediyor. Ardından metne geçiyoruz.
1980'lerdeki bir röportajında bile sağ sol ayrımının suniliğine inandığını söyleyebiliyor ve ekliyor: Bilhassa sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı solcu ne demek? Bunları açıklayarak bile ideolojik konumunu belli ediyor aslında. Zaten istemesek de ideolojilere muhtaç olduğumuzu belirtiyor. 'İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları' Soruyor ve cevaplıyor: 'Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz' Pusula olarak 'şuur' mefhumunu ortaya koyuyor, tarih, milliyet, kişilik şuuru. Bir yandan Batının teknolojisini alıp kendi geleneğimiz üzerinden ilerleyelim diyen Osmanlıcılar acımasız tenkitlerinden kurtulamıyorken, diğer yandan bunun hafiften sol daha doğrusu liberal bir versiyonunu savunduğunu, kendi içinde çelişkiyi göstermekten imtina edercesine, açıkça dillendiremiyor. Liberallik derken büyük bir samimiyetle her türlü düşüncenin ülkede tartışılmasına olanak verilmesini istiyor. 'Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan kurtulmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye'nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte en doğru yol'
Batılılaşmak ve çağdaşlaşmak eleştiri oklarının baş hedefi olmaktan kaçamıyor kitap boyunca. Sadece eleştiriyle sınırlı değil, batılılaşmanın entelektüellerin hayatındaki hazin etkileri dramatik bir biçimde ortaya konarak okuyucunun gözünde etki perçinlenmeye çalışılıyor. Cemil Meriç, kendi tarihimizi ve medeniyetimizi çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca gibi sıfatlarla tarif ederek batı kültürü ile farkını sık sık vurguluyor. Biz ve Onlar bölümünün başında Metternich'den alıntıladığı cümleler Cemil Meriç'in politik konumunun bir özeti değil midir? 'İmparatorluk günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı? Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir...Babıali'ye tavsiyemiz şudur: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurunuz. Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman tab'a arasındaki en kuvvetli bağ dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskileri yıkmayın. Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır. Türk kalınız...Kısacası biz Babıali'yi kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Ama Avrupa'yı örnek olarak olmamalıdır kendine. Avrupa'nın şartları başkadır, Türkiye'nin başka.'
İslamın toplumsal hayatta alması gereken rol Cemil Meriç için nettir. Din ya da kültürden öte bir anlam taşımaktadır, 'İslamiyet'in temel mefhumu eşitliktir Batının gerçekleştirmeye çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Demokrasinin ta kendisidir İslamiyet'. Aydınlar ise din olarak -izmlerin dogmalarına, nasslarına sarılmışlardır. Zaten Avrupanın tek hedefi Osmanlı ülkesinin dinsizleştirilmesidir. Osmanlıcılığı batı entelektüelleri üzerinden yeniden üreten Cemil Meriç, sosyalizmden milliyetçiliğe zengin biyografisinden de ilham alarak farklı ideolojilere  kendi fikrine katkıda bulunması ölçüsünde hakkaniyetle yaklaşabilmektedir. 'Marksizmin tek büyük faydası olmuştur: dikkatimizi liberal Avrupa'nın yalanlarına çekmek. Yani içtimai ilimlerin birer ideoloji olduğunu öğretmek. Weber de bir nevi Marksizmin panzehiri olarak tavsiyeye şayan' Dolayısıyla münazaraya dayalı bir mücadeledir tercihi. 'Zora yok demek, insana güvenmektir. Düşmanı dost ederek yoketmek. Küçültmek değil, küçülmekten kurtarmak. Hakkın ezeli gücüne, cihanşümul gücüne inanan zora yok diyebilir. Tek düşman var: aldanan. Savaş bir irşat. Savaş, ışıkla karanlığın diyoloğu. Düşman, gözü bağlı olandır. Savaşın amacı bu bağları çözmek, kinin, öfkenin, peşin hükmün, küçümseyişin bağlarını, güvensizliğin, inadın bağlarını' Bu sözler aynı zamanda aydının topluma olan sorumluluğu konusunda da ipuçları taşır. Materyalizmsiz bir diyalektiğin taraftarıdır düşünür. Nihayetinde çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürüdür.
Onca politik saptamalarına rağmen Tagore ile Gandhi'yi kıyasladığı yazısında mistisizm ile idealizmin, ruh ile maddenin fikriyatta, bilgelikte, sanattaki sentezini yakalamasından dolayı kendi yerini açıkça Tagore'un yanında belirleyecektir. Kaleminin keskinliği kendisini şairane olmaktan ziyade hicive, tenkite, polemike yaklaştırmasına rağmen gönlü Tagore'un yanındadır. Son olarak çuvaldız hikmetindeki, acı suyu saptamalarla biz de değerlendirmemizi sonlandıralım.
'Batıdan pozitivizmin döküntüsünü almışız. Avrupa insanı hiç değilse Aristo mantığına inanmış. Belki ruhunu öldürmüş, maveraya sırtını çevirmiş, büyük, ebedi ve mutlak hakikata yabancı kalmış. Bir kelime ile ruhunu satmış şeytana. Ama madde dünyasında zaferler kazanmış. Kıtalara ferman dinletmiş. Ve dinletiyor. Avrupa, yarım. Biz yarım bile değiliz.'
'Büyük adam, bir devin sırtına tırmanan cüce. Dev: halk. Şuursuz, sevimsiz, tehditkar. Yığın kadındır. Irzını teslim edecek bir zorba arar. Çobansız rahat edemeyen kaz sürüsü.'

* sen yoluna devam et, herkes ne derse desin

9 Mayıs 2014 Cuma

Soner Sarıkabadayı - Pas (2010) Single

İki Pas, İki Buz, Bir İki Medeni İnsan bonus Murat Boz, Bir Sallana Sallana Söner. Singledan ziyade EP'ye, kısa bir albüme benziyor bu içerikle. Bir kaç sene önce Türk Pop müziğine farklı bir soluk getirdiği için hemen yeni pop star olarak lanse edilen Soner Sarıkabadayı'nın bu yapıtında da ilk şarkılarından Buz öne çıkıyor. Star anlamında popüler piyasayı alıp sallayacak bir albeni yoksunluğu dikkatten kaçmıyor. Güçlü yanı farklılığı. Sofistike pop diye bir şey ne kadar gerçek bilmiyorum ama bu tanımlamanın izlerini bulmak mümkün. Dillere pelesenk hareketli nakaratlara dayanmanın kolaycılığına kaçmıyor. Aslında bir o kadar besteci yanıyla bilinmesine rağmen gördüğüm kadarıyla çok güçlü melodik nakarat yazamıyor da. Ayrıca bu albümde yer almayan İtiraz adlı şarkı, klibiyle birlikte saykedelik sahalarda top koşturuyor. Zaten bana  kimmiş bu yafu dedirten şey de bu klip idi. Tabi bu tarif karşısında hemen yelkenleri suya indirmemek lazım. Sonuçta Türk Popu bu. Remikslere ucuz dumtıslar ve basit düzenlemeler yetiyor, artıyor bile. Vokalin kendine has ses rengi dinleyeni bir müddet kendine esir edebiliyor. Yine burada Buz isimli şarkıyı örnek vermek yerinde olacak. Halbuki vokalin tınısı ilk başlarda dinleyiciyi soğutan, iteleyen bir etki bırakıyorken sonraları bu etkinin tersine dönmesi bestenin derin görünme yanılsamasına yol açıyor. O kadar da karmaşık hani dedim ya sofistike değil yapılan iş. Öyle görünme becerisine sahip. Kamuflajlı yani.

5,75-/10

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Dizzee Rascal - Boy in da Corner (2003)

Rap/hip-hop evrenine İngiltere'den merhaba diyen bu albüm şarkıcının çok bir genç yaşında kaydedilmiş ve bu toyluğa rağmen gençliğin getirdiği ergenlik sorunları ile bunla ilişkili adaya özgü sosyal sorunları seslendirmesiyle ve özellikle soundda getirdiği yeniliklerle bütün kırmızı kurdeleleri toplamış durumda. Ama ben rap dinleyicisi değilim. Agresif ve makineli tüfek sıklığında ve sertliğinde söz sanatının elektronik tekno samplelar, eklemeler ve mevcut altyapı yüzünden ki herkes bu uyumu övüyor, vurucu etkisinin hafifletildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla beklediğimden aydınlık bir albümle karşı karşıyayız. Grime denilen alt-tür için bu normal bir şey mi, onu da bilmiyorum. Politik ki burada bazen, anlamın atmosfer ile de uyuşmasını tercih ederdim. Şarkı bazında dünyaya salınan enerji hoşa giden cinsten. Agresifliğe ziyade, yine başkaları öyle değil, gençliğin illaki bir gün bitecek o enerjisine bağlıyorum. Yalnız gel gör ki tüm bir albümü majezik yutmadan dinlemek de pek bir güç. Büyük ihtimalle yaşlılıktan kaynaklanıyor. Evet suç bende, sever gibiyim. Favori parçam Fix Up, Look Sharp oldu. Basit bir şarkı işte.

6,25/10

6 Mayıs 2014 Salı

James Blake - Overgrown (2013)

Önce James Blake müziğinde sevmediğim şeyleri sıralayayım: Ağlak vokal, kopyala yapıştır bestecilik tarzı, tamamlanmamış bütünlenmemiş yama şarkılar, bu albüm temelinde de sönük şarkıların mevcudiyeti (2. şarkı, rap şarkı). Bunların olumsuz anlamda etkisi elbette güçlü oluyor. Yine de şöyle eğri otursam da doğruyu konuşmak boynumun borcu. İlk albümünden beri ruh anlamında hayli yol katetmiş. Vokal performansını mümkün olduğunca zengin bir biçimde sergilemekten kaçınmıyor. Daha albümün başlangıcında Overgrown ile gelen bu etkiden kaçamıyoruz. Soul ve R+B müziğini ve koroları tek başına yeniden yorumlayabilmesi müziğindeki derinliği gösteriyor. Bunu yine çok farklı bir yerden esin kaynağı olan Burial tarzı dubstep ve elektronik öğelerle yaratıcı bir şekilde birleştirebiliyor. Kilit kelime yaratıcılık olsa gerek. Elektronik öğelerin muhteşem baslarla, Portishead'ın son albümü desem, baskın hale geldiği Brian Eno destekli Digital Life ve ondan da önemlisi favori şarkım karanlık bir club havasını yansıtan Voyeur, albümün ne kadar da remikslenmeye müsait olduğunu gösteriyor. Süreleri kısa geliyor vallahi. Diğer yandan başlangıçta bahsettiğim yarım kalmışlık hissiyatıyla yaralanmasalar daha iyi olurmuş herbirşeyler. Binaenaleyh böyle karakterli bir albümü kotarabilen genç arkadaşımızın işlerini ilerki yıllarda da takip etmek şart oldu.

6,75/10

4 Mayıs 2014 Pazar

N.K. Jemisin - Miras Üçlemesi I: Yüz Bin Krallık

Eleştirmenlein gözünde hayli beğeni toplayıp pek çok ödüle aday gösterilen serinin bu ilk kitabı, piyasayı saran genç kızlara yönelik romantik fantastik kitaplar arasında kaybolmuş durumda. Uzun süredir üçlemenin son cildinin basılmamasını da buna ve tabi ki yayınevinin yetersiz tanıtımına bağlamamak elde değil. Ki DEX yayınevi ya da markasının arkasında oldukça güçlü bir isim Doğan Egmont bulunmasına rağmen işler böyle. Neyse ki yazar ablamız bize bir kıyak çekmiş ve ciltler arasında konu bağlantısını minimuma indirgemiş. Yani bu ilk cildi okuduğumuzda düğümler çözümleniyor, hikaye son buluyor. İsterseniz gönül rahatlığıyla kütüphaneye kaldırıp okumanızı sonlandırabilirsiniz. Ya da çocuk tanrı pek sempatik Sieh'in başından geçenleri okumak istiyorum derseniz ikinci kitabı da okuma heybenize atıverirsiniz. Bu arada kitapta romantizm hiç yok değil, temel olmasa bile güçlü bir öğe olarak gözümüze çarpıyor. Neyse ki kadın kahramanımız Yeine bir vampire değil karanlıklar tanrısına aşık oluyor :) Konu olarak Darr ülkesinin başına geçen genç Yeine, tüm krallıkların üst-yöneticisi olan Aydınlık tanrısının vekili Arameri halkının baş, dedesi Dekarta tarafından tahta aday veliahtlardan biri olarak göksaraya davet edilir. Bu noktadan itibaren annesinin göksarayı terkedip tahttan feragat ederek Darr kralı ile evlenmesinin ve bunun Dekarta ile arasında yarattığı gerilimin gizemini aralamaya çalışırken öte yandan diğer veliahtların karşısında aslında hiç şansı olmadığı bu yarışı kendi lehine çevirmeye çalıştığı bir entrikalar zincirini eline yüzüne bulaştırmadan yürütmeye çalışır. Diğer taraftan da biz okuyucunun pek de bilmediği o dünyanın tarihi, dini mitolojisi yeri geldiğinde ve de sık sık geri dönüşlerle bize aktarılır. Bu yeterince karışık değilmiş gibi ölü bir tanrıçaya ait anılar zihninde canlanarak sayfalarda yerini bulur. İşte bu farklı yazım tekniği eleştirmen ve okuyucunun hoşuna gitse gerek. Neyse ki dil bu tempolu anlatımın içinde sürükleyici basitliğiyle ayrı bir handikap oluşturmaktan uzak. Hatta dilin azı zaman şiirselliğe aralandığını da duyumsuyorsunuz. Ama editör kontrolünden pek de sıkı geçmemişcesine tercümenin getirdiği sakatlıklar da mevcut kitapta. Arkaplanın, ülkelerin, tarihin, tasvirin ve psikolojik çözümlemelerin detaylarına başat karakter olan aksiyonu düşürmemek için girilmemiş. Buna rağmen farklı ve yaratıcı mitolojisi, aslında mit demek yanlış olacak, etiyle kanıyla tanrılar ve çocukları sayfalar arasında nefes alıyor, böyle ağzımıza balparmak çalınıyor, arkaplan anlamında o derinliği okurken hissettiriyor. Nihayetinde kolay ve zevkle okunan bir çalışma ortaya çıkıyor. Türün efsane kitaplarına yaklaşır mı? Hadi onu geçtim ucundan benzettiğim Mistborn'a yaklaşabilir mi? Zor zanaat efenim.
Maelstrom isminde etliye sütlüye karışmayan bir yaratıcı önce aydınlık tanrısı Itempas'ı, sonra da karanlıkların, gecenin tanrısı Nahadoth'u yaratır. Birbirlerinin zıttı oldukları için çok döğüşürler, aynı zamanda ilginç bir sevgi ile birbirine bağlıdır bu tanrılar. Gel zaman git zaman denge tanrısı daha doğrusu tanrıçası olarak Enefa yaratılır. Üçü göksel panteonu tamamlar. Düzenim bozulmasın diyen takık bir tanrı, karşısında kaosa ve değişime yatkın bir diğeri. Dünyayı ve evreni yaratan Enefa, Nahadoth'a yakınlaşır ve ondan çocukları olur. İsmini zikretmeyeceğim savaş tanrıçası, bilgi tanrıçası ve pek sempatik çocuk tanrısı Sieh gibi. Tabi her yaratımı düzeninin bozulması olarak gören ve Nahadoth ile aralarındaki ilişkiyi kıskanan Itempas, Enefa'yı öldürür. Dünyanın yerle bir olduğu tanrılar savaşında da diğer tanrıları yener. Bunları kendi takipçisi olan insan ırkı Aramerilere tutsak olarak verip emirlerine bağlar. Göksarayda insan formunda köle olarak yaşamaya başlarlar. Nahadoth ise gündüz insan ve gece ise o halini hatırlamayan güçleri kısıtlı tanrı formundadır artık. Arameriler sadece tanrıları değil kendi kanlarını taşıyan her insanı da saraya hapseder ve aralarında kanlarının saflık derecesine göre bir hiyerarşi geliştirir. Diğer tanrıların tapınımı elbette yasaktır, işkencelere tabidir. Yeine saraya asıl çağrılmasının sebebinin diğer iki veliahttan birini seçip Enefa'nın gücünün maddeleştiği radyasyonvari taşı taht değişim gününde seçtiği kişiye sunma görevidir. Sonu ölümle bitmesi kesin bir görev. Tutsak tanrılar ise Yeine'in annesi ile hamileliğinde bir anlaşma yapmıştır.  Enefa'nın ruhundan geriye kalanlar kızında yani Yeine'de can bulacaktır. Bu ayin esnasında taşı eline alan Yeine kendi benliğini yitirip tekrar tanrıçayı uyandıracaktır ve tanrılar serbest kalacaktır. Yeine, eyvallah der zaten öleceğim bir işe yarayayım bari. Bu esnada ona çocuğu gibi sokulan Seine ile yakınlaşır ilkin. Sonra da Nahadoth'un arzusuna teslim olur. Saray'da da düşük Arameri kanı taşıyan hizmetkarların başındaki Tvril tek dostu olur. Onu tahta seçmesi için zorlayan Sci ismi her neyse, Darr'a savaş ilan ettirecek kadar ileriye gider bu süreçte. Neyse, sarayda tanrılara işkence yaparak her türlü kirli işi yürüten büyücü tipli Viraine de şüpheli bir karakter çizer. Yeine, annesinin ölümünde Dekarta'nın değil ona umutsuzca aşık Viraine'in parmağı olduğunu çözmüştür. Nihayet beklenen ayin günü gelir. İki veliaht ayrı tarafta, Yeine taşın yanında, Tanrılar başka bir tarafta, hepsi Dekarta'ya bakıyor. Ayin'in bitiminde göklerin tanrısının yeni kral/kraliçeyi kutsamak için gelip Nahadoth'a ayaklarıma kapan, seni affedeyim teklifi getirmesi bekleniyor. Yeine, güç taşına uzanırken bu ayinin büyüsel işlerini yöneten Viraine gelir, kızcağızı hançerler. Tanrılarla yaptığı anlaşmayı öğrendim der, hatta Itempas'ın uzun süredir onun bedeninde yaşadığı ortaya çıkar. Bu planı ispiyonlayan da Bilgelik tanrıçasıdır. Nahadoth aşk acısı ile çılgına döner, zaten karakteri gereği çabuk sinirlenir. Fakat beklemedikleri şey taşın kızın bedeninin içine girerek onu tanrısallığa yükseltmesidir. Enefa değil ama yeni bir tanrıça olarak Yeine doğmuştur. İkisi bir Itempas'ı yener ve onu küçümsediği tüm insanlara hizmet etmekle lanetlerler, ta ki içinde halis muhlis sevgiyi keşfedene kadar. Dünyanın yönetimini Tvril'e bırakır, Scimci herneyse isimli psikopat prensesi Nahadoth'un insan haline yaptığı gibi zincirli tasmayla yaşamaya mahkum eder, Nahadoth ile birlikte aşk yuvalarına çekilir.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Fakir Baykurt - Tırpan

Filmi de çekilen Yılanların Öcü isimli eseriyle tanınan Fakir Baykurt, toplumsal sorunlara ağırlık vermesinden doğan baskılara karşı boğun eğmeyerek edebiyat tarihinde sanatını onuruyla icra eden yazarlar arasında yerini almıştır. Dönemin öğretmenler sendikası TÖS'ün de başkanlığını yürütmüş olan yazar bu romanın arka kapağında da kısaca özetlemiş. "..Bakıyorum, bazı arkadaşlar, kendini asan kızların öyküsünü yazıyorlar. Kızı, istemediği birine vermiş oluyorlar. kurtulamayınca asıyor o da kendini. eski öyküler de böyleydi. Ve hep böyle gidiyor. bence bu, sanatta devrimci bir tavır olamaz. Bir ulusun da bu kızlar gibi davrandığını düşünelim, ne olur sonuç? Böyle olsak biz ulusal kurtuluş savaşına giremezdik. bakıyorum, bazı arkadaşlar, kendini asan kızların öyküsünü yazıyorlar. kızı, istemediği birine vermiş oluyorlar. kurtulamayınca asıyor o da kendini. Eski öyküler de böyleydi. ve hep böyle gidiyor. Bence bu, sanatta devrimci bir tavır olamaz. bir ulusun da bu kızlar gibi davrandığını düşünelim, ne olur sonuç? Böyle olsak biz ulusal kurtuluş savaşına giremezdik. Vietnam halkı, saldırgan Amerika' ya direnemezdi." diyerek post modern bunalımların gırla konu olduğu yeni tarz romanların arasında unutmaya başladığımız ama bunun tersine tam da ihtiyaç duyduğumuz bir noktaya parmak basmıyor mu? Yerli klasiklerin köylü edebiyatıyla kısıtlandığı eleştirisi getirilebilir. Yalnız bu kitapta da işlenen çocuk gelinler konusu tam anlamıyla çözüldü mü? Üzerine çağın getirdiği yeni sorunlar, sansür ve otosansürün internete kadar varan bir yaygınlığa ulaşması, çevre sorunları, şehirleşememe, otoriter politik tavır, eklenmedi mi?
Ankara'nın Gökçimen köyünün ana mekan seçilmesi sebebiyle okuması oldukça keyifli şive ve köylüler arasında küfürleşmenin de olduğu atışmalar okuyucuyu modern çağların içinden çıkartıp almasını biliyor. Fakat bu dil 14 yaşındaki kıza musallat olan ağanın gözümüze bir miktar şirin görünmesini sağlıyor. Aslında romanın sayfalarında karakterlerin ağzında tekrarlandığı gibi Musdu Ağa, astığım astık kestiğim kestik bir ağa değil. Bilakis az çok köylüyü himaye ediyor. Tabi bu sevdiğinden değil, tüccar olmasından kaynaklı. Köylüden bire alıyor, Ankara'nın kodamanlarına, Amerikan elçilik çalışanlarına üçe satıyor. Bir bakıma yazar dünya melikesi bir ağa da olsa yaptığı yanlışın yanına kar kalmamasının vurgusunu yapmak istiyor. Yine de o malum sonu hak ettiğinden pek emin değilim. Neyse, kızımız Dürü'nün babasının aklına giriyor önce, köylüden arkadaşları, arkadaşların eşleri evi her gün ziyaret ediyor, iknaya çalışıyorlar. Zengin bir kocadır, kuma gidecektir ama romatizmalarından inleyen ilk karısı bile olurunu vermiştir, yaşı tutunca resmi nikahı yapacaktır, yoksulluktan sürünmesinden iyi midir, rahatlığa varacak bir Gençlik Parkı bir baraj gezmelerinde sürdürecektir hayatını, zaten çeyiz, başlık parası da gelecektir vessair. Dürü'nün anası da ağlaya ağlaya, dayak yiye yiye sesini kesmiş, kızının yazgısını kabullenmiştir. Uluguş ismindeki köyün yaşlı kadını ise o uzun ömründe Gökçimen kızlarının varsıllara satılmasını , buna yanaşmayan kızların da kendi canına kıymasını izlemekten usanmıştır. Kapıdan kovulur bacadan girer, kızlara nasihat eder. Kızkardeşi de bu sebeple intihar etmiş kahveci Linlin yardımıyla kızı düğünden önce kaçırıp bir süre gizleyebilse de Musdu'nun eli uzundur, kaymakamdan jandarmadan desteği alır, kızı buldurur. Kitap boyunca köy köy aradığı kocasından emanet tırpanı hemen düğün öncesi bulan Uluguş bir güzel bileyletir ve gizlice Dürü'ye iletir. İnsan kendini asacağına düşmanını öldürmeli diye özetlenebilir nasihatlerin ana fikri. Nihayetinde de gerdek gecesi, 3 gün süren düğünün yorgunluğuna sızmış ağayı tırpanla, tırpışla öldürür Dürü. Kaçan kızı Linlin karşılar ve yukarı köylülerin eşkiyalarına teslim eder.
Fakir Bayburt'un detaylarda bir miktar boğulduğunu ve karakterlere günlük hayatta olmayacak uzunlukta söylevler çektirdiğini düşünmekteyim. Hatta kitabın dönüm noktası Uluguş'un ajitasyon konuşması ben diyeyim 5 sen de 6 sayfa sürüyor da sürüyor. Bu hususta Yaşar Kemal'in okuduğum kadarıyla, daha usta bir iş çıkardığı yönünde bir kıyasa gidebilirim. Dolayısıyla 350 sayfaya ulaşan kitabın uzunluğu üçte bir oranında az olabilirmiş. Sahaflarda çok uygun fiyata bulunabilecek bu roman, yerli roman geleneğimizin ölümsüzlüğü konusunda okuyucuya güçlü bir fikir vermektedir.

Have A Nice Life - The Unnatural World (2014)

Yılın en feci beklenen albümlerinden biriydi. Hala bildikleri yoldan gitmeye devam ettikleri görülüyor. Alternatif daha doğrusu deneysel kulvarlarda indie rock. Daha önce de saymışım, post-punk, post-rock, shoegaze, 80'ler goth rock vessair. Vokalin derin bir perde arkasından seçilmeye çalışıldığı lo-fi denen ama artık bir miktar baymaya başlayan kayıtsızlık eğrisi. Kısacası Have A Nice Life müziği hala canlı hala diri, ya da ölüme tutulmuş, umutsuz ve karanlık mı demeli? Neyse, bu ikinci albüm de dinleyenleri hayal kırıklığına uğratmadı. Uğratmamasına da çıkış albümü Deathconsciousness'ın yanına yaklaşamıyorlar, bunu da kabul etmek lazım. Bir kere basit zekalı bir dinleyici olarak o şok dalgasını ilk albümde atlattık. Artık bağışıklık kazandık. İkincisi grubun ya da ikilinin diyelim, entellektüel birikimleri büyük ölçüde ilk albümde tükenmiş. Fazla acımasız oldu, yumuşatalım: yaratıcılık ve dinleyeni derin kuyulardan daha derin kuyulara sürükleyen işkenceciliğe meyilli psikopat tavır açısından eli sıkı davranmışlar gibi. Ayrıca ucundan azcık bahsettim. Evet, tercih edilen kayıt kalitesi ya da kalitesizliği her ne kadar inceltilmiş ve hesap edilmiş katmanlarla zenginleştirilmiş olsa da , her ne kadar umutkırıcı atmosferi güçlendirse de müzikte en sevdiğim şey olan melodiyi de öldürüyor. Zaten halihazırda moral olarak yerlerde süründüğünüz anlarda parlayan dolayısıyla dinlemesi özel anlarla sınırlı bir albüm. Bu gibi nedenlerle de ilk albüm bizim kalbimizde ayrı bir yerde duruyor, duracak. Böyle dedim diye sevmediğim anlamına tabi ki gelmiyor. Suya götürüp susuz getirirler sonuçta.

7,50/10

1 Mayıs 2014 Perşembe

Weather Report - Heavy Weather (1977)

Bağzı şeylere inat 1 mayısımız kutlu olsun, bu güzel güne denk gelen regaib kandili gibi. Evet, uzun zamandır sahalara kendimi atamıyorum. İş, güç bir de artık geleneksel hale gelen modemin senelik ömrünü tamamlaması gibi aksilikler de cabası. Zaten hayatımın arşivini yedeklediğim harici hard diskin cenaze merasimini de bir süre önce anlatmıştım. Kendimi yerden yere atmalar, bağırışlar, çığırışlar, uuu dizboyu rezillik! Yalan, aşırı soğukkanlıydım, hala da öyle, bir damla gözyaşı akıtmadım. Bu tarz şeyler nasıl hayatımızı teknolojiye bağımlı hale getirdiğimizi bize hatırlatıyor. Hani internetin yokluğunu geçtim, bir şekilde kendinizi dışarıya atıyor, okuyacak bir şeylerle meşgul ediyorsunuz da ya elektrikler uzun süre giderse? Bkz Revolution dizisi. Heyecanlı başlayıp kısa süre içinde pırtlayarak halay kırıklığı yaratıyor, halaybaşı mendilini sinirden sallıyor bu defa, bir o yana bir bu yana. Kimileri düğün derneği fırsat bulup kendilerine eğlenecek  fırsat yaratmasını biliyor. Bense hep farklıydım. Tamam, tamam Küçük ki o zaman büyükçeydi biraz, Emrah konserinde terden boşanırcasına hoplayıp zıpladığım zamanlar da oldu. Yine okula gelen pop caz orkestrasını dinlediğim de. İlk bahsettiğim konserdeki kapıldığım eğlence yanılsamasının sebebi arkadaşlara yani ortama uyum sağlama çabam olduğu kadar,  bilindik popüler şarkıları ve film müziklerini kendince yorumladıkları performannslarını dinlerken keyif aldığım o pop caz orkestrasının konserini erken terketmemin sebebi de o eski arkadaşların adımlarını taklit etmemdi. Şimdi onlar yoklar ama müzik hep baki. İyisiyle kötüsüyle, genelde neyse ki iyisiyle müzik hep yaşadı, hep yaşayacak.

7,0+/10