28 Kasım 2013 Perşembe

RETRO: Dismal Euphony - Spellbound (1995) EP

95 yılında çıkardıkları demo ses getirmiş olacak ki aynı şarkılarla ki 3, sadece 3 adet oluyor, bir sonraki sene cdli, kapaklı şukela bir legal baskısı gerçekleşiyor. Bu tarz gruplar albüm kapağına romantizmden kırılan bağyan resmi koymaktan da hoşlanıyor. Bir kitabı da kapağından değerlendirmemek lazım sonuçta. Bugünlerde hiç yapılmayan ve kendini özleten bir sounda emek veriyor grup. Gotik metalin sık sık sıkıcı bir noktaya düşürdüğü güzel/çirkin vokalini çok daha dinamik bir eksende ve ilgi çekici motiflerle işletiyorlar. Bayan vokal daha şirin daha bir melek, brütal vokaller ise melodinin bir parçası olabilmekte. Yükseliyor, alçalıyor. Vokaller müzik içinde nefes alıyor. Bu yönüyle bir miktar teyatral havayı da duyumsamak mümkün. Senfonik melodik gotik romantik folklorik black metal yani :) Atmosfer ise fantastik kurguyu hatırlatan farklı dünyalara doğru açılmış bir pencere hissiyatı etrafında şekillenmekte. Sadece melodiler, vokal değil rüzgar, hışırtılar, gürlemeler felan da buna katkıda bulunuyor. Ayrıca sert olacağım diye bir kasma derdi de yok. Bu sayede müzik gayet rahat dinleniyor. Bas çok rahat duyuluyor. Yeri geldiğinde bir gitar, yeri geldiğinde synth soloları nöbeti devralıyor. Dengeli tanımı anlam kazanıyor sonuçta. Negatif yönleri hiç mi yok. Melodilerin henüz olgunlaşmamış olması ve amatör icra ilk öne çıkan unusrlar. Sonuçta ilk albümün güzel bir habercisi oluyor.

7,0/10

27 Kasım 2013 Çarşamba

Onur Akın - Ey Hayat (2000)

Müzik tarihi ve türler üzerine yapılan tartışmalardan hoşlanıyorum. Tabi bizde pek kaale alınmayan şeyler bunlar. Yani ecnebi olsak tam da urban folk gibi bir tanımı hak edecek bu türe ne deniliyor? Bir ayağı doğrudan diğer ayağı geçici bir ara akıma dönüşmüş bulunan özgün müzik üzerinden dolaylı halk müziği üzerinde yükseliyor müzik de şiirsel anlatımlarda vücut bulan gelenekselden farklı daha doğrusu farklılaşmış duyarlılıklar ya da türe yabancı flüt, saksafon, elektro gitar gibi enstrümanların şarkılara dahil edilmesi ya da orkestra tarafından icra edilmesi suretiyle müziğin bir ekip işine de dönüştürülmesine ne demeli? Araştırıyorum internette, bu albüm Onur Akın'ın diskografisinde nerede durur, ne kadar beğenilmiştir, bir eleştiri yazısı bulamıyorum. Türün yabancısı olduğum için en azından kıracağım potlar az olsun dedim, nafile bir çaba demek ki. O yüzden kısa keseceğim. Sesi billur su gibi dinleyeni kendine aşık edecek kalitede sanatçının. O yüzden her zaman benim için ayrı bir yeri olmuştur. Üniversite zamanlarında verdiği konsere de katılmıştım fi zamanında. Ah eski günler, ya da yaşadığın memlekette üniversiteye gitmenin monoton anıları! Ey Hayat her zaman sevdiğim bir parça olmuştur. Şimdi o kadar müzikle haşır neşir olduktan sonra nakaratın bir miktar abartıldığını düşünüyorum, o ayrı. Ahım Kalacak yürek titreten bir parça. Ayrıca Sarar Seni de ismi geçirilmesi gereken güzel bir melodiye sahip bir türkü.  Kendi içinde dinamizmi ve çeşitliliği sağlamış görünüyor albüm. Her halde iyi addedilen bir yapıtıdır diye düşünmekteyim. Eğilmek, bu türe doğru eğilmek lazım.

7.75-/10

24 Kasım 2013 Pazar

Didem Madak - Ah'lar Ağacı

Bir şairin hayatını, yaşadığı o kısa günlere sığdırmış kadın şairin, üç kitabı her nedense birleştirilip tek ciltte toplanmaz. Hepimiz biliyoruz ya sebebini neyse. Ah'lar Ağacı ise tam ortanca kardeş oluyor. Kadın duyarlılığının tavan yaptığı şiirleri şairin, nostaljik anılarla birlikte hayata dair biriktirdiği sızılarını terapi ve tedavi etmek istercesine bir yalınlıkta kaleme aldığına tanık oluyoruz. Rastgele anımsamalar ve hikaye anlatımı genelde çok da sevmediğim sözcük çağrışımları ile zenginleştiriliyor. Şiirin kendi içindeki dağınıklığı ise aforizmal kalıpta tekrar dizeleriyle önlenmeye çalışılıyor. Kişisel olarak da şiirde çok da ısınamadığım hususların (kendine odaklılık, absürd çağrışımlar*, monolog anlatım..) önünde samimi, dobra ve daha önemlisi gerçek bir karakter olarak şair durduğunda, bu hususlar da şiirin tesirini artıran öğeler olup çıkıyor. İşte bu yüzden geçmişini olduğunca açık ortaya sermemek için dumanlı imgelerin arkasına sığınmayı seçmeyi reddeden kadın şairleri okumak bir yandan da başkalarının hayatını dikizliyormuş hissi vermekle birlikte ortaklıkların farkına vardıkça, en azından izlenimlerde ortaklaştıkça, okuyanın kalbine kendine özel kuşlar konduruyor.
Hoşlandığım bir kaç dizeyi aşağıda alıntılıyorum. Tüm şiirlerini internette bulmak mümkün şairin. Ama gidin kitapları alın, sigara parası yafu.
.
.
Tanrı'nın arkasına saklansam.
O kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
.
.
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
.
.
Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta
.
.
Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim
.
.
Ya siz 
nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?
.
.
İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç 
Annem sevindiydi hatırlarım. 
Ah demişti. 
Ah! 
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona. 
Annem çok sevinmelerin kadınıydı. 
Bazen sevinince annem gibi, 
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına. 
Annem çok sevinmelerin kadınıydı, 
Sıcak yemeklerin. 
Başına diktikleri o taş, 
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa. 
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.
.
.
Vasiyetimdir: 
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...
.
.
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı. 
Aşk diyorsunuz ya 
Ben istemenin allahını bilirim bayım 
.
.

Kimi gün öylesine yalnızdım 
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım. 
Annem 
Ki beyaz bir kadındır 
Ölüsünü şiirle yıkadım. 
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım 
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım. 
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca 
Acının ortasında acısız olmayı, 
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım. 
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım. 
Aşk diyorsunuz ya, 
İşte orda durun bayım 
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım 
Kendimin ucunda 
Öyle ıslak, 
Öyle kötü kokan, 
Yırtık ve perişan. 

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım 
Aşkı aşk bilir yalnız!
.
.

Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan. 
Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım 
Yıldızlı bir gecenin.
.
.
Ben sizin ruhunuza çiçek aşısı yapayım 
Da çiçekler açsın ruhunuz.  



*Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte

Ve etimoloji Eti'lerden kalma,
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam

23 Kasım 2013 Cumartesi

Enigma - MCMXC a.D. (1990)

Seksapelliği yüksek olmakla tanımlanan ilginç bir albüm bu. Dini geçmişi temsilen Latin ilahiler ve dans müziği Sade'nin hayatını konu alan bir projede somutlanıyor. New Age emsalleri arasından orjinalliği ile döneminde hayli öne çıkan bu albümün cinsel çağrışımları dinsel göndermelerden bağımsız nasıl değerlendirilip yatak odası fon müziği uygulaması yerine konduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Yine de hani, tüylere horon çektirten bir atmosferi dinlemenin keyfi bir noktaya kadar reddedilemiyor. Ancak bu safhada erkek vokalin ses renginin bir miktar itici olduğunu kabul etmek lazım. Günümüze göre dans müziğinin ritimlerinin de naif ve yumuşak kaçtığını söylemek mümkün ki bu da albümü biraz yavaş tempolu chill out tarzına yaklaştırıyor. Daha fazla gregoryan, daha fazla bayyan vokal!

7,50/10

21 Kasım 2013 Perşembe

RETRO: Judas Priest - The Best of Judas Priest (1978)

Cidden şöyle adamakıllı bir heavy metal albümü dinlemeyi özlemişim. Grubun 70'lerdeki ilk üç albümünü derleyen toplayan çalışma, grubun eski plak firması tarafından değişik baskılarıyla pişirilip pişirilip önümüze getiriliyor. Grup elemanları hiç memnun olmasa gerek. Olaya tepkisel bakmayıp müziğe eğilirsek gayet keyifli şarkıların albüme seçildiğini görmekteyiz. Yalnız adedi az, sadece 8. Sonraki baskılarda grup elemanları ile kuruluş aşamalarına dair hoşsohbetler eklenmiş. Yani anlayacağınız, dibine kadar sömürüye maruz kalmışlar. Elbette  grubun henüz tam anlamıyla Judaslaşma sürecini tamamlayamadıkları, kozalarından çıkamadıkları erken bir dönemi temsil etmesi sebebiyle de albüm genel diskografi açısından yetersiz bulunabilir. Ancak The Ripper'ın dumanı üstünde solosunu dinleyince böyle fani şeyler üzerine kafa yormanın gereksizliğini kolayca farkedeceksiniz.

8,25+/10

20 Kasım 2013 Çarşamba

Albinoni: Adagio / Pachelbel: Canon / Bach: Air / Vivaldi: La notte / Mozart: Serenata notturna / Gluck: Dance of the Blessed Spirits (Karajan,1984)

Albüm kapağındaki parti havası insanı ister istemez yanıltıyor. İşin içinde Alman disipliniyle yoğrulmuş Karajan olunca bu beklenmedik bir şey değil. Çünkü eserleri orjinallerine olabildiğince sadık ve muntazam bir detayda işleyen dünyaca ünlü şefin kayıtlarında ben de biraz duygu kısmının ihmal edildiğini düşünenlerdenim. Ve bunu klasik müzikten anlamayan biri olarak bile rahatçana söyleyebiliyorum. Albinoni, Pachelbel, Bach, Gluck ve Mozart gibi belli bir dönemin bestecilerinin eserlerinin toplandığı bu derlemeyi dinlerken çekeyim dizime kadar taytı, takayım beyaz perukayı, pudralayım suratımı, atayım finkimi vals salonunun ortasında gibi düşüncelere kapılmamak lazım. Şefimizin tempoyu artırayım tribünlere oynayayım halka hitap edeyim gibi bir kaygısı namevcut. Tabi ki bir tercih meselesinden bahsediyorum. Yoksa ağırlıkla keman ve flüt ağırlıklı bu parçaların bitişik nizamda ses olup vücut bulmasına tanık olmak da oldukça keyifli. Bu arada alışılageldiği üzere orkestra Berlin filarmoni.

7,50/10

17 Kasım 2013 Pazar

Balthazar - Rats (2012)

Bir sürü büyük grup takip ediliyor alternatif sahnelerden, inide rock olsun alternatif rock olsun. Arada bazı sesler güme gidiyor gibime geliyor. Türün sadık takipçisi olmadığım için belki şu an komik duruma düşüyorum, bilemiyorum, ama göğsümü gere gere kendime özel bir grup bulduğumu ilan edebilirim. Türk gençliğine armağanım olsun. Halbuki grup yani bir rock orkestrası, gitarı davuluyla... Lakin yaptıkları müziğin rock sertliğine sahip olduğunu söylemek güç. Trompet, keman, piyano gibi değişik enstrümanları müziklerine adapte ediyorlar. Bu çalgıları birarada çalıp gürültüye getirmek yerine parçalara göre bölüştürüyorlar. Sound olarak adadan gelen brit rüzgarını anakaranın yerel melodileri ile (grup Belçika'lı) harmanlayıp biraz da nostalji sosu ile süsledikleri ile tarif edilebilir. Albümün başlangıcında daha sakin ve sofistike Arctic Monkeys havasıyla britiş tarzı hakimken sonraları daha folk/indie pop rock kulvarına dönerek harika işler çıkarıyorlar. Vokal Alex Turner'ı fazlasıyla hatırlatıyor, yavaş, dili dolanan ve arada çatallaşan sesi dinlemek gayet güzel. Genel olarak müziklerini henüz oturtamadıkları fazlasıyla göze çarpıyor. Akla fazlasıyla başka sanatçıları getirmekle beraber albümün orta ve sonlara doğru kısımlarında kendilerini bulduklarını düşünüyorum. Başta Do Not Claim Them Anymore olmak üzere Any Suggestion ve Later gibi şarkılar öne çıkıyor. Bestecilikleri basit olmasına rağmen melodi yazmak yine güçlü yanlarından birini oluşturuyor. Sırf şirin bir albüm kapağının dürtüsüne dayanamayıp dinlenen bir albüme göre süper bir iş!

7,75/10

16 Kasım 2013 Cumartesi

Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna

Trajik bir hayatı yaşayan ve genelde toplumsal konularda eser veren biri olarak bilinen Sabahatti Ali'nin  tırnak içinde en ünlü eserinin dramatik bir aşk hikayesi olması kaderin cilvesi olsa gerek. Aslında bu kısa roman sadece kötü sonlanan bir aşk hikayesi değil. Topluma yabancılaşma ve depresyon gibi modern sorunlara da eğiliyor. Bu manada aslında birbirleriyle kurgusal bir gereklilik dışında alakasız iki hikayeden oluşuyor roman. Bu da sığ ve lineer kurgunun olumsuz etkilerini dengelemek için bir ihtiyaç aslında. Yazarın eski lisana hakimiyeti hikayenin acıklı melodramasına kuvvet katıyor. Yalnız en çok satanlar listesine girip entelektüel olarak da bu kadar övgüye mazhar olmasını anlamadığımı itiraf etmeliyim. Aşk hikayesinin temelini oluşturacak o kritik andaki mantıklı mantıksız (aşkın kör edici hali içinde mantıklı ama mekansal uzam bazı şeyleri köreltir değil mi?) seçim (-yapmama), yani o kadar aşıksan kuruntulara yenik düşme ve düş yola, sevdiğini aramaya, ne kadar sizi tatmin etti bilemiyorum. Kitabın kuvvetli olduğu saha aslında ikincil bir öneme sahip gibi görünen kişisel çözümlemeye ayrılan paragraflarda somutlanıyor.
Hikaye şu: İsmi verilmemiş bir genç bir arkadaşı sayesinde bulduğu işte oldukça silik bir karakter olarak orta yaşlarda olmasına rağmen daha yaşlı görünen Raif efendi ile tanışır. Haksızlıklar karşısında dahi suskun kalan fakat işinde gayet maharetli bu adam ile günden güne yakınlık kurmaya başlar. Ailesiyle, çocuklarıyla, aynı evde onu küçümseyerek hayatın kişisel zevklerinin bilincindeki akrabalarıyla tanışır. Fakat Raif efendinin hayatla bağlantısı kopmuş gibidir. Sık sık hastalanmaya başlar. Zaten kendi düşünce dünyasından da bu genci soyutlamasıyla artık tümden tüme gizemli biri olmuş çıkmıştır. Sonunda hastalığı ağırlaştığında bu gencin günlüğünü okumasını kabul eder. Günlükte sabun imalatçısı babasının zorlamasıyla Almanya'ya gittiğini öğreniriz. Aslında hayatında Raif, hep duygusal, naif bir kişiliğe sahip olmuştur. Resim çizmeye de meraklıdır. Almanya'da da sabun imalatçılarından işin inceliklerini öğrenme maksadıyla bulduğu işlerde kafasına estiği zamanlarda çalışırr. Daha çok kendi içine kapanarak kitap okumaya, sergilere gitmeye ayırır vaktini. Böyle bir sergide Kürk Mantolu Madonna tablosuna, daha doğrusu oradaki otoportrede simgelenen kadına aşık olur. Her gün vaktini sergide harcamaya başlar. Gel zaman git zaman pansiyonu yöneten kadınla gittiği yılbaşı eğlencesinden bu kadının sarkıntılığını taşıya taşıya yürüdüğü dönüş yolunda portredeki kadın karşısına çıkar aniden. Emin olamaz, zaten geçici bu hayatta onla konuşmaya cesareti de yoktur. Fakat ertesi akşam aynı saatte aynı sokakta bulunmayı da ihmal etmez. Sonradan adının Maria olduğunu öğrendiği bu kadın hakikaten aynı kürküyle ortaya çıkar. Takibi bir kulüpte sonlanır. İçeriye geçer, Maria'yı kemancı şarkıcı hüviyetinde görür. Zorakidir aslında yaptığı, hayatı idame ettirmek için gereken bir katlanma. Program bitince yanına oturur Raif'in. Ortaya çıkar ki kadın sergide biraz da istihza ile Raif'le konuşmuş olan kadının ta kendisidir. Zamanla arkadaşlıkları gelişir. Maria, aşkın tek seferde bir darbe ile geleceğine inanmaktadır. Oldukça bağımsız bir hayat sürmektedir. Adı netleşmemiş ilişkilerinde ne derse o olacaktır. Raif ise aşkın yavaş yavaş sevginin yoğunlaşmasından doğacağına inandığı için büyük bir umutla birbirine zıt ama tamamlayan, besleyen bu ilişkinin parçası olur. Maria, aniden hüzünlenen, bazen samimiyetten uzakeğlenmesiyle çelişkili bir karakterdir. Birlikte geçirdikleri bir gecenin sabahı ilişkileri daha da bozulur. Maria, Raif gibi mükemmel bir adama bile aşık olamadığı için artık aşkın imkansızlığına inanmıştır. Geceyi birlikte geçirmek gibi bedeni bir zevkin durumu değiştireceğine dair son umudu da tükenince ayrılırlar. 5 gün Raif kapısında dolanır. Sonunda Maria'nın katiyen yasakladığı yani ilişkisinde ısrarcı olmak için kapısına dayandığında Maria'nın ağır bir zatüre geçirdiğini ve hastaneye kaldırıldığını öğrenir. Günlerce hastanede yanında durur, taburcu olduğunda evinde bakar. Artık Maria da kanaat getirmiştir bu sevgiye.  Babasının ölüm haberini aldığında Türkiye'ye dönmeden önce beni çağır her yere seninle gelirim diye haykırır hatta Prag'a annesinin yanına taşınırken. Saf Raif'i enişteleri dolandırmış mirasın büyük parsasını kendilerine almışlardır. Virane evi restore eder, bakımsız zeytinliklerle uğraşır. Fakat bir gün Maria ile yazışmaları kesilir. Hem de sana büyük bir süprizim var mısralarını açıklamak üzereyken. Kendi kendine kuruntuya kapılır Raif. Maria'ya inancını kaybeder. Mutsuz bir evlilik yapar ve sevmediği işlerde hayatını tüketir. Hayat o kadar anlamsızdır ki kariyerinde ilerlemeye dahi aldırmaz. Aradan yıllar yıllar geçer ve bir gün Ankara'da pansiyonu yöneten kadını yanında küçük bir kız çocuğu ile görür. Irak'ta tüccar olarak çalışan kocasının yanından dönen kadın aynı zamanda Maria'nın uzaktan bir akrabasıdır. Aralarındaki ilişkiyi ifşa etmeksizin kadını da huylandırmadan konuyu Maria'ya getirir. Büyük sürprizi hamileliğidir Maria'nın. Babasını kimselere söylememiştir ayrıca. Zaten çocuğunu doğurup onun yanına gidince bilip bilmemelerinin önemi de kalmayacaktır. Ne yazık ki hayat acımasız. Çocuk doğar ama Maria hayatını kaybeder. Yaşlı annesinden sonra da çocuğu kendi yetiştirmeye başlamıştır. Yanındaki kızın kendi çocuğu olduğunun idrakı, geçirdiği şok üstüne şok ve durumu idare etme çabası bu yabancı çiftin alelacele trene binip gitmesiyle sonlanır. Günlüğü okuyan genç ertesi gün Raif efendinin evine vardığında karşılaştığı vaveylanın neleri işaret ettiğini anlamakta gecikmez. Ama eve uğramaktan ziyade okuduktan sonra yoketmeye söz verdiği günlüğe geri döner.

14 Kasım 2013 Perşembe

Nightfall - Cassiopeia (2013)

Rotting Christ kadar ün ve şöhrete kavuşamasalar da yıllardır azimle ekstrem metale Akdenizin, Egenin soluğunu getiren bir grup Nightfall. Black metal ile başladılar, death metal ile devam ediyorlar yola. Bu 9. albümleri, dile kolay. Alt metin tamamlayıcı unsurlarla yoğunlaştırılmış durumda. Yani senfonik bir yönelim albüme egzotik bir hava katıyor. Bununla birlikte örneğin keyboard hep destek tam destek modunda. Asıl müziği yönlendiren öğe gitar ve tok, doygun tınısıyla Amon Amarth'ı hatırlatan vokal. Grubun güçlü olduğu alanlardan biri de melodi yazma da hakimiyetleri. Dinlediğinizde Yunan grubu olduğunu tahmin ettiren telaffuz olsun, atmosfer olsun ipuçlarını yakalamak gayet zevkli. Bütüncül açıyla değerlendirildiğinde ise kendi kendilerinin bariyeri olmuşcasına dile gelmez tarifi zor bir engele takıldıklarını, gerekli iddiayı ortaya koyamadıklarını saptamak mümkün. Dinlediğinize pişman olmayacağınız kesin.

7,50/10

13 Kasım 2013 Çarşamba

Suzanne Collins - Açlık Oyunları 2: Ateşi Yakalamak

İlk kitabın yerini tutmuyor. Halbuki artık direnişe geçecektik. Yürek kabartan haklı bir savaşın içine dalacaktık. Bu kadar değişik bir mücadele olacağını beklemezdim yalnız. Bundan sonrası spoiler zaten. Bir kere ilk kitap gibi fantastik bir sürükleyiciliğe sahip olduğunu belirtmekte yarar var. Gelgelelim okuyucuyu şaşkınlık içinde bırakacak gariplikler de içeriyor. Niye koskoca başkan kızımızı görmeye evine gider? Tehdit edecekse bir o mu kalmış koca iktidar aygıtında yol tepecek? Niye tekrardan oyunlara galipler tıpış tıpış gider? Neden onlar isyanın ilk elden parçası olmaz da sadece sızlanırlar? 13. mıntıkanın müdahalesi Tanrı'nın eli değil de nedir? Neden Peeta ısrarla sinik bir karakter olarak gözümüze sokulur? Bu kadar soru kafada oluşunca alacağımız keyfin de derecesi düşer elbet. Konu kısaca şu: Mıntıkalar zaten birbirinden habersizdir. Ama bazılarında eşanlı huzursuzluklar ortaya çıkmıştır. Katniss ve ailesi, tanıdıkları, köylüleri başkan tarafından tehdit edilir. Nasıl direnişin kıvılcımını yaktıysa söndürmek de ona düşer. Peeta ile birlikte mıntıkaları gezdiği bir tur esnasında durumu daha da vahim hale getirirler. Artık bazı mıntıkalardaki huzursuzluk isyana dönüşür. 75. açlık oyunları ise başkan tarafından her mıntıkadan seçilecek tüm galip çiftleri ile başlatılır. 12. mıntıkadan zaten bir Katniss bir de Peeta vardır. Aslında diğer galip yaşlı ve alkolik antrenörleri Haymitch yerine iyi çocuk Peeta gönüllü olur. Kızımız bunalımdan bunalıma girer yine o vahşi ortama girip ölüm yarışının parçası olacaktır. Sonra sadece Peeta'yı yaşatabilmek için işleri ciddiye alır. Oyunlara gencinden yaşlısına katılım olur olmasına da. Son galip olarak bizim çiftimiz en gözdeleridir. Oyun başladığında gençler kendilerini yakışıklı herbirkesin sevgilisi Finnick, sonradan kendini Peeta için feda edecek yaşlı Mags, huzursuz tip Johanna, asosyal zeki tipler Beetee ve Wiress  ile müttefik bulur. Bu grup kendi tarzlarında çiftimize yardımcı olur. Hatta bir ara Kat, bir ayağı sakat Peeta'nın kollanmasının sebebinin ileride devrimin lideri olabileceğini düşünür. Çünkü aralarında laflarla arası en iyi olan odur. Ve gerçekten de saflığıyla arenadan sağ çıkmayı haketmektedir. Diğer yarışmacıları tuzağa düşürmek için Beete'nın yaptığı elektronik düzeneğin aslında arenayı kuşatan güç alanını yok etmeye yaradığı görülür. Sonrasında bir karışıklıkla yaralı Kat ve Beetee, bir de Finnick oradan kaçırılır. Meğerse o sene oyunların kurucusu olan adam, tıpkı Kat'in elbiselerini düzenleyip başkana direnişin sembolü olarak kafa tutturan ve sonrasında ölümüne dövülerek gözaltına alınan stilisti gibi direnişin destekçileridir. Yaşlı Haymitch ile diğer bazı mıntıkaların antrenörleri bu adamla birlikte işbirliği içindedir. Ayrıca çoktan Panemden kopup gizlenen 13. mıntıkanın da askeri desteği alınmıştır. Ayaklanmalar pek çok mıntıkaya yayılmıştır. Kat'in yavuklusu Gale gelir ki oyunlar başlamadan önce zaten kırbaçlanıp ağır şekilde cezalandırılmıştır. Kat'e ailesinin kurtulduğunu ama artık evleri 12. mıntıkanın olmadığını yok edildiğini söyler. Peeta ise o karışıklıkta Panem tarafından ele geçirilmiştir. Niye der, Katniss benden gizlediniz, niye ben önemliyim? Sen simgesin derler, Peeta ise seni bu oyunda tutabilmek için bir araç.
Neyse şimdi de filmini izleyelim bakalım. Bu arada Ender gayet iyiydi. Tabi büyük oranda usta kalem Orson Scott Card'a borçlu.

12 Kasım 2013 Salı

Sonata Arctica - Winterheart's Guild (2003)

Grubun besteciliği maalesef vokalin renkliliği kadar cazipkar değil. Bu yüzden de dayanıyorlar da vokale, dayanıyorlar. Bu formül bir sonraki albümde patlamıştı. Bu albümde ise hala işleyebiliyor. Netekim bir önceki albüm o güzelim Silence'ın gölgesinden bu kadar kolay sıyrılmak mümkün değil.

7,25-/10

10 Kasım 2013 Pazar

Necip Fazıl Kısakürek - Çile (Bütün Eserleri 4)

Necip Fazıl ile tanışıklığım, ölümü kendine dert edinmiş biri olarak çocukluğumda tedrici bir şifa yerine geçen Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber? dizelerini okumam ile başlamıştı. Kendi ölümümden değil korkum aslında, insanlara ölmeyi, muhtemel yokoluşu yakıştıramıyorum. İnançlıyım aslında, bir yere kadar, yani öte dünya konusunda çekincelerim var. Sonrasında araya sadece yıllar değil değişen fikirler falan da girdi. Şimdilerde  muhafazakar çevrelerdeki aşırı yüceltilmeyi gördükten sonra edebi çevrelerden dışlanmasının da ideoloji kaynaklı mı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Okudum, gördüm ki yazar kitabın son sayfalarında ayrıntısını verdiği manifestonun bile şartlarını yerine getirmenin uzağına düşmüş. Şiirin gayesini mutlak hakikat Allah'ı aramakla bir tutan şair, şiirlerinde kaçındığı tebliğin ötesine geçip pek de telkin yoluna adımını atamıyor. Politik hiddeti belki propaganda aracının parçası olarak şiddet şeklinde mısralarına açık açık yansımıyor. Ki o hiddet en fazla aşağıdaki satırlarda trajik bir biçimde yer bulsa gerek.

Kalbimi ve aklımı hep sağ elime verdim;
Görevi olmasaydı sol elimi keserdim...

Ayrıca sufizmin tatlı baştan çıkarıcılığına karşı gayet huysuz ve kuru  bir ifade yöntemi seçtiği de gayet açık. Tek zenginliği o eski lisana hakimiyeti aslında. O da usülün cenderesinde yersiz kafiyelerde can çekişiyor. Şair hidayetten önce ve sonrasıyla değerlendiriliyor genellikle. Kalıp olarak şiirini hidayetten sonra da bir müddet devam ettirmekle beraber aforizma lezzetinde iki mısralık daha çarpıcı bir forma kayıyor sonraları. Anıldığı üzere Kaldırımlar ya da ne hasta bekler sabahı ile başlayan Beklenen ismindeki şiirleri bir yönüyle en yetkin olduğu eserleri oluşturuyor. Siyasi İslam'ın gölgesinde yazdığı şiirlerde ölümün daha doğrusu ölüm korkusunun izleri çok belirgin. Bu hidayeti buluşa ne gibi bir dürtünün sebep olduğunu, neden sufizmin aşkından uzak şiirlerin ağırlığı olduğunu belki bu verili doneyle tahmin edebiliriz. Aslında ara dönemde ideolojisini temsilen yazdığı şiirlerde ister istemez kaleminin kuvveti yine ortaya çıkıyor. Zindandan Mehmet'e Mektup ya da Sakarya Türküsü örneği dillendirilebilir. Sık sık başvurduğu yinelemeleri çok da başarıyla kullanamadığını düşündüğüm yazardan yine de kendimden bir şeyler bulmak mümkün oldu. Misal her daim uyku çeken ahvalime İki yıldız arası göğe asılı hamak mısrası, ya da tam hafta sonlarında saate bakmayı reddetme kararı vermişken, bakma saatine ikide birde! / halin neyse saat onun saati mısrası,  zaman zaman kalbimin ritmi kente uyum sağlayamadığı dönemlerime enginden engine koşarken rüzgar / bende bir yolculuk he yecanı var.../ yattığın kayaya çarpan dalgalar mısraları tercüman oluyor.
Gözüme takılan bir kaç güçlü dizeye de aşağıda yer vermiş bulundum:


Kainatta ne varsa suda yaşadı önce;
Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce

Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,
"İyi insanlar iyi atlara binip gitti".

Ey düşmanın, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın


9 Kasım 2013 Cumartesi

Rainbow Arabia - FM Sushi (2013)

Grubu The Basta ismindeki kısa albümlerindeki Arabik gruuviliği ile pek sevip pek baş tacı etmiştim. Abartı synth ve oryantalist doğu melodileri eğlencenin dibini vuruyordu, çılgın bi şiydi yani. Ardından henüz dinlemediğim bir kısa ve bir uzun albümleri daha oldu. Bu da son uzunçalar çalışmaları. İsminde suşi geçince büyük bir umutla daha önce yaptıklarını bu sefer takip de etmeye çalıştığım Japon kültürü üzerinde tekrar edecekleri beklentisiyle dinlemeye başladım. Ne büyük bir hayalkırıklığı! İktidarın son icraatlarına bakıp şaşkın şaşkın kameralara poz veren yandaş liberallerin göstermelik hayalkırıklığı ile karşılaştırılamaz bile. Kısacası albümün teması Japonya ile ilgili değil. cnbc-e'de geçen sezon başlayan carrie diaries (mi ne?) isminde James Dean taklidi gorcıs bir oğlan ve azcık çekmiş boyu kısalmış barbie beybi güzeli bir kızın etrafında şekillenen ancak kurgusundan çok müzikleri ile dikkat çeken dizi geldi aklıma. Çünkü bu albümün soundu en basitiyle ve vulgar bir genelleme ile 80'ler synth popu üzerinde inşa edilmiş. Bayan vokalin synth melodilerin hızına göre daha ağır terennüm etmesi ve tonun The Knife ve Fever Ray'den tanıdığımız Karin Dreijer'e ve biraz da Crystal Castles'dan Alice Grass'a benzemesi müziğe modern tatlarda  mistik ve karanlık bir hava bırakıyor. Aslında bu synthin daha havai tonlarına bakarsak ilginç bir tezat. MIDI'nin saksafon soloları ile zenginleştirdiği Math Quiz ve Thai Iced Tea adındaki şarkılarda bu farklılığın, olumlu açıdan eee farklılık, yarattığı gayet aşikar. Yine de çoğu kez zaten yapılmış olanın tekrarı, e siz Törkler ne diyor, dejavu, hissine engel olamıyorsunuz. Yani 80'lere geri gidip synth grupların asıllarını dinlemek daha mantıklı olur mu diye sorgulamamak elde değil. Yine hatırlatıyorum, burada değişiklik olarak ağır ritimde ve daha karanlık bir vokalin etkisiyle müzikte tezat bir sentez yaratılmaya çalışılma ilginçliği. Şans mı, vermek lazım..

7,0-/10

6 Kasım 2013 Çarşamba

Aylin Aslım - Zümrüdüanka (2013)

Elimi bile kaldırmak istemediğim içimdeki boşluğun yankı yankı üzerime geldiği bu günlerde bu albümün pek de faydasını görüyor değilim. Neyse ki Aylin Aslım hala 90 lar kafasında. Güzel. Hal tavır biraz daha durgun hüzünlü melodram diyeceğim de öyle arabesk değil. Öfke sonrası kendi kendine tedavi. Kanıksanmış bir tavır, gayet karaşın, gayet tekinsiz. İntihar edecek gibi değil de bir kaç adım ötesinde cinayet işleyecek soğukkanlılıkta. En azından planlar kurduğunu duyabiliyoruz tıkır tıkır. Senfonik tat leziz. Teoman ile söylediği şarkı bile, İki Zavallı Kuş, ne diyeyim, Teoman renk bile katmış. Ritim epik boyutlarda. Ama sertliğe vurduğu Küçük Bey'i en bi çok beğendim. Gitarın telleri car car titriyor. Albümde iki adet güzel yeniden yorum da var. Hasret'e Sezen Aksu, aslında besteciden dolayı Aysel Gürel şarkısı demezsiniz duysanız. Yine de hafiften alaturka tavrıyla albümde sırıtıyor. Ki İşte Sana Bir Tango da pek de sevmediğim, hani popülerliğe mi yanaşıyor diye soru işaretleri uyandıran, ki öyle değildir diye tahmin ediyorum, şarkı sözlerinin benzer bir melodi üzerine eklenmesiyle dikkat çekiyor: Ağladım Zeki Mürenle, coştum Müzeyyenle... Diğer yeniden yorum da Kaçak'tan Ölünür De. İki versiyonu da biliyorum. İkisinin de tadı ayrı ama ibre Kaçak'tan yana gibi. Cem Adrian'lı Af ise albümün gizli bombası. Bu adamın sesinden çok çok daha etkin yararlanarak daha fantastik işler çıkarılabilirdi diye düşünüyorum. Son şarkı Usta da sihirli bir nakarat üzerinden yükseliyor yükseliyor ve albüme perdeyi çekiyor. Daha iyi olabilirdilerin ötesinde tek ciddi eleştirim albümün kısa olması. Her dinlediğim sefer en az iki şarkı daha iyi giderdi tepkisi verdiğim bir tatminsizlik bünyeye hakim oluyor. O bünye bu aralar Didem Madak okuyup somurtuyor, kızdırmamak lazım.

7.75+/10

2 Kasım 2013 Cumartesi

RETRO: Lux Occulta - The Mother and the Enemy (2001)

İznimde hepi topu 3-5 saat TV izleyip tasarruf edilen vakti bol bol hasret gittiğim müziği dinleyerek, birikmiş kitapları okuyarak ve bittabi biraz da ders çalışarak geçirme imkanı bulmanın derun sevincini yaşamaktayım. Sonunda Skyrim ismindeki bilgisayar oyununun da sonunu getirdim ki sevincim depreşti vallahi. İsteyince oluyormuş da insan çok yoruluyormuş. İşte bana eşlik eden albümlerden biri tekrar dinleme imkanı bulduğum senfonik ve melodik black metal çizgisinin tersyüz edildiği Lux Occulta'nın bu son albümü oldu. Black metal hal var, azcık death metal de var, endüstriyel tınılar bittabi, uyumsuz cazırdılı gitar tonları elbette, brütal ve shriek vokallere eşlik eden soğuk ama derinden işleyen bayan vokal, felan filan. Kısacası ben avantguarde metal diyorum. İşin ilginç yanı tekrar tekrar dinlerken bile kendini eskitmeyen farklı duyulara hitap eden gittikçe zenginleşen bir çalışma olması. Üstelik yıllar yıllar sonra aklıma takılan this is the first day of our last days melodisini sözleriyle birlikte lambırdanak karşımda duymak da şyeterince şaşalamamama sebebiyet verdi doğrusu. Değişik müzik dinlemek isteyen ekstrem musiki sevenlere benden gelsin...

8.0/10

Vehbi Ersan - 1970'lerde Türkiye Solu

İşte bu demek istiyorum. 1970'lerin belli başlı sol gruplarına, savundukları çizgi ve ayrımlara, hatta kenarından köşesinden polemiklere ve sayısal verilere yer veren kitap, titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu hemen belli ediyor. Ayrıca olabildiğince objektif yaklaşım, yazarın kişisel eleştiri ve analizlerinden muaf değil. Gönül ister ki politik grupların hepsine yer verilsin, teorik farklılıklar bugün her ne kadar anlamsız bir noktaya düşse de detaylandırılsın, fotoğraflarla zenginleştirilsin. Tabi o zaman da bir kaç ciltten oluşma potansiyeline sahip olacak bu tarz bir çalışmanın okuyucuya sunulabilmesi için kolektif bir çabaya gereksinim duyulacak.
Böyle kapsamlı tatminkar araştırmaları dönemin tanıklarından beklemeye devam ediyoruz.

1 Kasım 2013 Cuma

Fire! Orchestra - Exit! (2013)

Cazdan beslenen avantgarde bir çalışma. Sadece iki parçadan oluşuyor ve bayan vokalin fısırdadığı çığlıklar attığı ikinci parça gerçekten değişik bir şey. Normal şartlar altında bu tarz musikiyi pek kafam kaldırmaz. Gel ve de gör ki buradaki canlılık farklı. Bir harmoni bir uyum var. Kaotizm ve gürültü kontrol altında her nasıl oluyorsa, tutulabilmiş.
O yee

8,0/10