Kalbimi ve aklımı hep sağ elime verdim;
Görevi olmasaydı sol elimi keserdim...
Ayrıca sufizmin tatlı baştan çıkarıcılığına karşı gayet huysuz ve kuru bir ifade yöntemi seçtiği de gayet açık. Tek zenginliği o eski lisana hakimiyeti aslında. O da usülün cenderesinde yersiz kafiyelerde can çekişiyor. Şair hidayetten önce ve sonrasıyla değerlendiriliyor genellikle. Kalıp olarak şiirini hidayetten sonra da bir müddet devam ettirmekle beraber aforizma lezzetinde iki mısralık daha çarpıcı bir forma kayıyor sonraları. Anıldığı üzere Kaldırımlar ya da ne hasta bekler sabahı ile başlayan Beklenen ismindeki şiirleri bir yönüyle en yetkin olduğu eserleri oluşturuyor. Siyasi İslam'ın gölgesinde yazdığı şiirlerde ölümün daha doğrusu ölüm korkusunun izleri çok belirgin. Bu hidayeti buluşa ne gibi bir dürtünün sebep olduğunu, neden sufizmin aşkından uzak şiirlerin ağırlığı olduğunu belki bu verili doneyle tahmin edebiliriz. Aslında ara dönemde ideolojisini temsilen yazdığı şiirlerde ister istemez kaleminin kuvveti yine ortaya çıkıyor. Zindandan Mehmet'e Mektup ya da Sakarya Türküsü örneği dillendirilebilir. Sık sık başvurduğu yinelemeleri çok da başarıyla kullanamadığını düşündüğüm yazardan yine de kendimden bir şeyler bulmak mümkün oldu. Misal her daim uyku çeken ahvalime İki yıldız arası göğe asılı hamak mısrası, ya da tam hafta sonlarında saate bakmayı reddetme kararı vermişken, bakma saatine ikide birde! / halin neyse saat onun saati mısrası, zaman zaman kalbimin ritmi kente uyum sağlayamadığı dönemlerime enginden engine koşarken rüzgar / bende bir yolculuk he yecanı var.../ yattığın kayaya çarpan dalgalar mısraları tercüman oluyor.
Gözüme takılan bir kaç güçlü dizeye de aşağıda yer vermiş bulundum:
Kainatta ne varsa suda yaşadı önce;
Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce
Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,
"İyi insanlar iyi atlara binip gitti".
Ey düşmanın, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder