30 Mayıs 2015 Cumartesi

RETRO: Kataklysm - Serenity in Fire (2004)

Ahhh. Indie zehirlenmesi geçirdiğim şu günlerde ilacım bu oldu. Eskiden dinlediğimde de çok sevmiştim bu death metal albümünü, şimdi de değişen bir şey yok. Kabul etmek gerekir ki grup bu albümde tribünlere oynamış. Basit sözler, lineer besteler, hız, paramparça olan bir bateri set, melodik rifler ki birkaç yerde nwobhm mi dinliyorum demedim değil, gruuvi ritim bu albümün öne çıkan öğeleri. Teknik olsun düşünelim taşınalım değil, tepinelüm diyenin müziği. Kelle koltukta yani. Özellikle vokalin çiftlendiği yerde ki baştacı For All Our Sins oluyor, albüm daha bir şenleniyor. Kısacası öyle derin şeyler beklemediğim için ben çok beğendim. Ancak grubun fanları için aynı şeyi söylemek mümkün değil. En azından hepsi için.

8,50-/10

28 Mayıs 2015 Perşembe

José González - Vestiges & Claws (2015)

İsveç'te doğup amerikan sade folku yapan Meksikan isimli bir adamı dinliyoruz. Daha kurcalamıyorum, bu kadar karışıklık yeter. Müziği ise tam tersine pekgüzelbir yalın. Hani, hani kırmızılı siyahlı oduncu gömleğinizi giymişsiniz kafanızda bir bere. Tek odalı bir dağ kulübesine yorgun argın varmışsınız, belki de sundurmaya oturmuşsunuz sallanan bir sandalyeye. Sisin bastığı ormanın kızıl bir günbatımı ile yıkanmasını izlerken bir mahmurluk çökmüş. Ama uyuya kalacak kadar değil. Keyifle bu müziği dinliyorsunuz. Şarkıların melodileri ritimleri uykunun unutkan kollarına sizi atmayacak. Leaf Off/The Cave'in alkışlı temposu ya da What Will, sihirli bir şarkı bu, ya da kapanışı amerikan yerlilerinin çıngırağıyla ritim tutturularak yapan Afterglow, güzel üç örnek buna. Lakin özellikle akustik gitarın tonu ve vokalin sesi sayesinde yorgunluğunuzu giderecek bir terapi kürüne gireceksiniz. Söylemem şu ki beste konusunda arkadaşın potansiyelini görüyorsunuz, ancak gördüğünüz şey biraz ucundan olmuş. Boşuna ilk iki albümünün gölgesinde kaldığı söylenmiyor. Hatta bunlardan birinde Massive Attack'ın Teardrops'unu coverlamış, orada durmamış überşükela bir klip çekmiş. Pazar günü oneloveda olacaktı. Denk gelsem iyi olabilir. Eveeeet Austra var sırada.

7,25/10

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Za Frûmi - Chapter 1: Za shum ushatar Uglakh (2000)

Orta Dünyadaki kötülerin ve dolayısıyla orkların kullandığı Kara Lisan'ı sözlerinde kullanması ile dikkat çeken bu albüm orklar bildiğiniz kaba saba şiddet yanlısı bir ırk değil teziyle hareket edip bu konseptle işe girişen Za Frûmi yani The Spirits yani Ruhlar isimli grubun çıkış albümü oluyor. İsveç yöresinden çıkagelen bu ilginç proje bayağı bir albüm yayımlamış durumda. Öncelikle şunu hatırlayalım, Tolkien Kara Lisan namına sadece bir kaç cümle kurmuş ki en ünlüsü o yüzüğün iç tarafında yazılanlar. Diğer bir deyişle bugün bu lisan ile yapılan şeylerin hepsi uyduruk gayduruk şeyler. Neyse konsept muhteşem, tribal ambiyans bir müzik etrafında gelişiyor her şey. Demek isterdim ama diyaloglar çok fazla değil mi? Çünkü sahnenin bilfiil tozunu yutmuş bu arkadaşlar tiyatro ile ambiyans müziği bir ork grubunun hikayesi üzerinde birleştirmeyi hedeflemişler. İçinde sadece müziğin olmadığı sanatsal bir proje ile karşı karşıyayız. Ork grubu içinde konuşmaları sinir bozucu cırtlaklık derecesine varan goblinlerle birlikte ormanda dağda tepede doğanın doğal yaşamlarının keyfini sürerlerken bir büyücünün de entrikasıyla yollarını bir şatoya vardırır. Ve bir vampir lord ile, evet vampir..., düşmanlıklarını pekiştirip savaşa tutuşurlar. Neticede içlerinden biri ölür. Hatta albümün sonunda cırtlak seslilerden biri acı acı ağıt yakar. Grubun lideri kart sesli Uglakh da geri durmaz. Toparlayalım: Ben şahsen müzik dinlemek isterim. Yarı teyatral üstelik dil olarak da uyduruk bir dilin hakimiyetindeki teyatral bir iş ne kadar sık dinlenebilir, şüpheliyim. Ama ambiyans ve efektler süper, sinematik bir keyif alabiliyoruz. İşte burada ikinci problem ortaya çıkıyor. Tabi benim açımdan. Müzik flütler ve ince ince işlenen perküsyon alet edevatı ve tabi ki ambiyatik synth ve efektlerle kurulmuş durumda. Eski Mısır musikisini, belgesellerden ve kurgulardan duyduğum kadarıyla, yoksa gerçekliğini tartışmıyorum, hatırlatıyor. Ork derken bu kadar incelikli hatta ve hatta narin bir sound beklemiyordum. Ork dediğin tam tam davullar vuracak, hatta sound endüstriyele yaklaşacak. Karanlık bir atmosfere boğulacağız. İşte ben bu albümü bu kafamdaki tasarımla bir türlü bağdaştıramadım.

6,75/10

26 Mayıs 2015 Salı

Metronomy - Love Letters (2014)

Beni dumurdan dumura uğratan bir çalışma. Biraz sabırla en azından dinlenebilir, duyumsanabilir duruma geliyor. Kulağıma gelen bu yabancılığın sebebi albümün büyük oranda seksen ve öncesi ,altmışlara kadar gidiyor, dönemin farklı akımlarını kendine dayanak olarak alması. Bazen değerlendirecek kelime bile bulamadığım anlar oluyor. Monstrous misal barok keyboard ile açılıyor ve anlamlandıramadığım, böyle de bir kelime yazdım ya hah ha, bir melodi ile devam ediyor. Art pop, indie pop, progresive pop diye bir tür tanımı varsa eğer tam da o yaptıkları. Yani dinlemeden önce beklediğim elektronik dans ekolünü hayli esnetmiş durumdalar. Synth ağırlıklı olmakla beraber trompet gibi farklı enstrümanları da dinlemek mümkün. 70'lerin prog rock çalışmaları geliyor aklıma. Bununla birlikte Love Letters gibi tarihin tozlu raflarından gelen şarkının ritmi sözkonusu edildiğinde chillout bir dinleme de değil. Yine de analog kaydından belki de nostaljik, hippievari ve dinlendirici, tüm bahsettiğim ritimlere rağmen, sakinleştirici bir etkide bulunduruyor dinleyici üzerine böyle yumuşak yumuşak böyle pembe pembe. Unutmayalım ki ünlerinin yürüdüğü önceki albümleri English Riviera'nın gölgesinde kalıyor bu çalışma, kalıyormuş. Dolayısıyla o albümüne de bir kulak atmak lazım. Bu arada Month of Sundays, yine garip bayan vokaller eşliğinde elektrogitarların da devreye girmesiyle pek hoş. Su ve kuş sesleriyle tam bir Akdeniz şarkısı The Most Immaculate Haircut da öyle.Yağ bu albüm bi garip.
Toparlarsak, ilk dinlemede ara sıra haddini aşan bir vokal ve sakinliği bozan çıkıntı ritim ve melodilerle ayrıca kuşak farkı dolayısıyla gelişen yabancılıkla bu ne lan! dedirtse de biraz sabırla oldukça farklı ve bir seviyeye kadar keyif alınabilecek bir çalışma ile karşı karşıyayız. Mütevazi olmayalım, meyvesini alacaksınız.
One Love layap'larından Jose Gonzales'i de konuk edelim, bakalım sayfamıza.

6,75/10

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Mehmet H. Doğan - Türk Şiirinden Son Okumalar

2008'de hayata gözlerini yuman ve anladığım kadarıyla edebiyatçı kimliğinden çok eleştirmenliğiyle daha çok tanınan bir isim Mehmet H. Doğan. Bu kitap ile dergilerde çıkan son yazıları üç ana başlıkta derlenmiş durumda. Şiir, şair ve eleştirmen diye özetlenebilir bu başlıklar. Özellikle ilk yazılardaki kıvrak kalemin ağızda bıraktığı lezzet polemik denen şeyin nasıl layıkıyla yapıldığına dair yol gösteriyor. Şairler arasında ise Nazım Hikmet, Halikarnas Balıkçısı, Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Edip Cansever, Haydar Ergülen, Haşim Çatış, Ahmed Hamdi Tanpınar, Metin Altıok ve Behçet Aysan'in şiir dünyalarına misafir oluyoruz. Nurullah Ataç, Orhan Burian ile Eser Gürson da eleştirmen olarak kitapta hakkında bahsi geçen isimler oluyor. İtiraf etmek gerekirse bazen şiir değil şiir üzerine yazılanları okumak  daha keyif verici oluyor. Bir bakıma bunu bu kitapta da yaşıyorum. Ama büyük bir eksiklik var doğrusu. Şiir çözümlemesi içermiyor kitap. Ve yazıların en azından zamanında hangi dergilerde basıldığına dair isimleri zikredilse iyi olurmuş.

24 Mayıs 2015 Pazar

Cogito - Michel Foucault (Sayı 70-71)

550 sayfa olunca artık bu dergiyi dergiden saymak güçleşiyor. Akademik makalelerden oluşması ve dosya konusundan başka bir yazı içermemesi Cogito'yu tam bir düşünce ansiklopedisi haline getiriyor. İşin aslını söylemek gerekirse bir kaç makale kapsam dışında tutularak dergi hafifletebilinirmiş. Hemen bir örnek vereyim: Bölge üzerine yazılan yazı hayatımda okuduğum en yavan yazılardan biriydi. İlk bölümdeki makalelerde tekrara dönmeye başlamış.
Derginin Foucault özel sayısı girizgahı dışarıda tutarsam ve yanlış saymadıysam yirmiyedi yazı içeriyor. İçlerinden ikisi söyleşi ve konferans dökümü. Sözleşme Teorileri ismi taşıyan söyleşi ümit vermeyen ismine rağmen Hobbes, Locke ve Hegel'e uzanımla birlikte hiç beklenmedik keyifte okuma sunuyor. İlk bölümde daha çok Foucault'nun geç dönem tezlerine, biyo-politika üzerine eğiliniyor. Makale başlıkları bu ilk söyleşi/konferans'a kadar şu isimlerle yer alıyor:
Kimlik, Doğa,Yaşam Üç Biyopolitika Yapıbozumu (Judith Revel); Foucault'dan Agamben'e Olağanüstü Halin Sıradanlığına Dair Bir Yanıt Denemesi (Zeynep Gambetti); Biyo-Politikanın Doğuşu ve Foucaultcu Eleştiri (İmge Oranlı); Foucault:İktidardan Biyoiktidara (Utku Özmakas); Homo Economicus'un Bir Soykütüğü:Neoliberalizm ve Öznelliğin Üretimi (Jason Read); Yeni Girişimciler: Foucault ve Tüketim Toplumu (Todd May)
Kaan Atalay ve Ömer Albayrak'ın verdiği yukarıda bahsi geçen sempozyum ile bizzatihi Foucault ile yapılan Şen/Gey Bilim namlı söyleşinin arasındaki makaleler yönetimsellik ve cesur söylem Parrhesia üzerine odaklaşıyor: Modernliğe Karşı Durmak:Irk ve Irkçılık Konularında Foucault ve Arendt (Dianna Taylor); Devlet Şiddetinin Yönetimi Foucault'da Siyasi iktidarın Yönetimsellik olarak Yeniden Ele Alınması (Johanna Oksala); Michel Foucault'nun Son Derslerinde Açık Sözlülük, Risk ve Güven; Foucault ile Anarşizmin Rabıtaları Michael Kohlkaas ve Tahrir BAğlamında Kolektif PArrhesia (Süreyyya Evren); Tehlike Söylemleri:Emma Goldman'ı Bulmak. Özellikle bu son makale cesur söylem bağlamında anarşist aktivist Emma Goldman'ın kamuoyundaki yansımasını tekrar irdelemesi ile dikkat çekiyor. Takip eden kısımda ise yazılar çoğunlukla beden, cinsellik ve özne üzerine yoğunlaşıyor: Bedenler ve İktidar, Tekrar (Judith Butler); Michel Foucault'da Cinsellik, Hazlar ve Etik (Veli Urhan); Foucaultcu Beden ve Deneyimin Dışlanması (Lois McNay); Foucaul'ya Bir Bakış:Öznenin Cinselliğinden Kendliğin Haz Ahlakına (A.Nilüfer Zengin); Michel Foucault'da İktidar Kurma Pratikleri: Türkiye'de Kadın Bedenini, Namus'u ve Şiddeti Yeniden Düşünmek (Hayrunnisa Göksel); Evlilik Öncesi Cinsellik,Bekaret ve Beden Disiplini: Kadınların Aşk Üzerinden Cinsel Ahlak Mücadelesi (Tuğçe Ellialtı). Son olarak da ortaya karışık yazılar yer alıyor. Eleştiri ve Foucault (Hakan Gündoğdu), Çıkarın Ötesinde Sanat-ekonominin Sonundaki Güç (Brian Massumi); Foucault'nun Temsil Anlayışı Üzerine (Tolga Yalur); Foucault'nun Sokrates Okuması:Etiğin Bir Soybilimi (Süreyya Su); Söylemden Yönetimselliğe Foucault ve Postkolonyal Kuram (Burak Köse); Bölge Tarihini Nasıl Yapmalıyız (Stuart Elden); Olaysallık:Hakikat Siyaseti ve Sonluluğun Mantıksal Çözümlemesi (michel Dillon); Foucault, Deleuze ve Yeni Medya (Mark Poster).
Siyasette izdüşümü bulunan bazı düşünürlerin yazılarına, Hardt ve Negri gibi, yer verilmemesi eksiklik olarak göze çarpsa da her Foucault okurunun kütüphanesinde olması gereken bir yapıt diye ayrıca belirtmenin gereği yok diye düşünüyorum.

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Godspeed You! Black Emperor - 'Asunder, Sweet and Other Distress' (2015)

Ortalarda sıkıcı ve maalesef uzun drone denemelere vakit ayırmaları bu albüme bu kadar da eleştirel tutum takındırtmamalı diye düşünüyorum. Çünkü Mt. Zion etkisini taşıyan ilk parça Peasant pırt fırt,  kemanlarla canlanan oldukça etkileyici bir açılış yapıyor. Diğer sıkıcı parça olan ve üçüncü sırada yer bulan Asunder, Sweet de en azından final şarkısına bağlanırken ilgi çekici bir hal almayı başarıyor. Kapanışı yapan Piss Crowns Are Trembled ise klasik GY!BE post-rock çizgisini yansıtmasıyla birlikte albümdeki en sevdiğim parça ünvanını elde ediyor. Altın madalyayı son parçaya törenle uzatırken, şaka maka bir önceki albümden bir tık daha iyi buluyorum. Bu da ilk ve son şarkıların gücüyle bağlantılı. Hem de en zayıf iki drone ambiyans parçayı da bu albüme dahil etmelerine rağmen.

8,0+/10

22 Mayıs 2015 Cuma

Marşandiz # 8, Peyniraltı Edebiyatı # 24, UP XIV2, Meçhul #9, Karazin #2

Marşandiz


Gerçeklerle arası iyi olmayan fanzin sloganını benimseyen yayın mizanpajı ve tabi ki kapak çizimleri ile dikkat çekiyor. Hatta benim için dergiyi satın almamda en büyük etken bu. Öykülerinde saf fantastik kurgudan ziyade büyülü gerçekçilik, gerçekçi büyücülük, postmodern zihin bulanıklığı, psikolojik kabusçuluk gibi akımlar sayfalarda boy gösteriyor. Bu sayının başlangıcında küçük İskender şiiriyle destekte bulunuyor. 28 sahifenin yarısını kaplayan şiirler arasında diğer öne çıkan ise Boş Sırada Kan Lekesi ile Şakir Özüdoğru'nun şiiri oluyor. Öyküler arasından ise açık ara fark ile Aksak Karabasanların Zifir Makinesi fantastiği, korkuyu, ironiyi buluşturarak diğerlerinin önüne geçmiş bulunuyor.

ACIKAYIP / küçük İskender

Bana da her şeyi başkaları anlattı cesede ulaşamadık
Gece gündüz ormanı aradık, uçurumlardan sarktık baktık
Bu koşturmada kardeşlerim öldü kucağımda
                          çok da arkadaş buldum
Elimdeki meşale binlerce ağacı tutuşturdu istemeden
Kapana basan da oldu, ayağı kopan da, gözü çıkan da
Allah'ı gören bile oldu ama o cesede ulaşamadık

Ona cesed demeyelim diye bağırdı arkalardan biri utandık
Hayat kilitli bir sandıktı biz anahtarını aramızda kaybettik
Gece gündüz uçurumları aradık, ormandan sarktık baktık
Başımız önde döndük gerisin geri yıllar sonra
Birimiz süt sağmaya gitti en sevdiği inekten
Birimiz kan sağdı kendi bedeninden

Şimdi düşünüyorum da onu nerede nasıl kaybettiler
Bizi halkını kaybeden insanlar diye tarihe kaydettiler

Peyniraltı Edebiyatı


Nihayet Didem Madak sayısı... Şair hakkında yazılan o güzel yazılar arasından özellikle Emre Kundakçı'nın ki söze vardıramadığım düşünceleri somut hale kısa ve öz bir formatta döktüğünden dolayı oldukça doyurucu geldi bana.  Yine şiirler ve hikayelerle dopdolu bir sayı. Bir kaç bana hitap eden hikaye içerse bile, işte bu dedirten bir örnekle karşılaşamadım maalesef.

SUDANUCUZYAZI / Furkan Özdoğan

sakin göllerin kuğusu ya da yarılan ekmeğin buğusu olmak ya da olmamak;
işte bütün mesela bu!
mesela;
kapı aynı, sesi aynı. duvarların rengi aynı..
bu da bütün.
büttük yani bi yerde, kavuşukken de büttük ayruk üken de..
yolyordam
zamanmekan
çaysigara
rövoşatagol
imankuran
her biri ayrı ayrı önemsiz.
önemsizliklerin bütünü benim bahsemediğim de.
dilimi sağa büktürememeyebilen her ne ise,
yola çıkarabilen yahut yoldan ayırabilebilen bile aynı şey hani..

onca bokluktan gram etkilenemeyen, aynadan götüne bakan, sevgilisi hediye almadı diye ağlayan, jölesi tükenince isyan çıkaran, korkak nice gençlerimizi yetiştiren yüce aileleri ve onların yakın çevreleri ve inandıkları ve inanamadıkları ve anladıkları ve anlatamadıklarım;
bakamayınca göremezsiniz elbet,
göremeyince de anlayamazsınız,
anlayamayınca da kurşuna dizmez misiniz?
lütfen bunu yapmaz mısınız?
inançlı iseniz Allah aşkına bunu yapmaz mısınız?
değil iseniz insanlık namına bunu yapamayabilir misiniz?
rica ederim bi gider misiniz yahut bi bırakır mısınız?
bi konuşmaz mısınız?
bi anlamadan etmez misiniz?
bir cevap vermeye,
bir kötü yola başvurmaya,
bir daha anlamamaya kalkmaz mısınız?


“ceylan gözlerine kurban olduğum,
tanrı selamını almaz mısınız?
mevlam sizi süs için mi yaratmış?
gel demedikçe gelmez misiniz?"

İNSANIN ÜÇ KITASI /İsmail Sertaç Yılmaz

I.Kıta Ruh

ruhumun, üzerinde tepiştiği birinci ada/bak şunun arasından su aksa buraya geyikler iner/ben bunların eteğinde uykuya dalmış ailesiz bir ayıyım/türümün son örneği olduğuma birçok konuda ikna etti beni insanlık/parmaklarımın üzerinde yürüyerek ben de terk ederim aslında kendimi/ama kış gelir yaz gelir/kendimde kalmak tanrı ile kul arasında kalmaktan iyidir.

içimde güzel çiçeklere dair köşeler var/devrimi tetikleyecek nitelikte düşünceler de yok değil/oturup/üşenmeden dünyadaki herkes için eskimiş bütün kotları kese kese şorta çevirmeli/
başka bir yola çıkan yollara topuklamalı/akarsuları denizlere kauşturacak aşklar yaratmalı/denizleri falezler konusunda ikna etmeli/yunusları başkomutan ilan etmeli/
kahkahayı silaha seksi kalkana çevirmeli/gibi şeyler geçiyor içimden /trenler de atlar da geçiyor/
bende dünyayı iyi edecek bir eylem yok./ama/sakinim
budümnyanın her şeyi kabul etme gibi bir bayağılığı vardır.

II.Kıta Kendi

insandan başka yokuş yoktur/kendi içine uzanırken eğil/
palavra sıkıyorum be kendime/
bir bel ağrısıyım ben./

sen hiç işemeye yer aradın mı hayalarını sıka sıka./
bak ruhunu bu duruma sokma dişlerini sıka sıka/
olduğun yere işe, olduğun yere bağlanma/
ruhun dişi yoktur,sıksan da kaçar/çünkü gidenler hiçbir şeyi değiştirmek için arzu duymazlar/
özellikle kendini.
sıkma canını cengaver!/bir yerlere gidemeyeceğini yolda öğrenirsin
ve yol zaten hiç bir yere varamama eylemidir de.

ne diyecektim kendime ben/unutuyorum ama sıkıntısı kalıyor/
o kalp terlemesi çarpınıtsı yavaşlıyor şimdi/yangın sönüyor ve beynim dumanaltı/
aklımda sönmüş hatıralar/bu belleğe ben kendim işedim.
siz sıçtınız.

III.Kıta Bellek

ben bunları denize atmayı seviyorum/neleri dedi
dedim kendimi,ruhumu ve belleğimi/ben üç kıtadan oluşan bir atlasım
dedi sence benim atlasım kaç kıtadandır./dedim sen bence ayrılmış olduğum yerlerin
içini dolduran çok hoş bir denizsin/dedi denizin hoşu nasıl olur/
dedim kaçmak isteyenin yolculuğu/yüzmek isteyenin huzuru/boğulmak isteyenin mağarası
dedim akıllanmayanın dalgası/hayal kırıklığına uğrayanın vefalı dostu/
unutmaya kalkışanın üzerinde uzandığı güzel bir orospu olunca olur.
sonra suratına çevirdim kafamı/dedim gözünde göz seker senin.
dedi kaç seker gözün?/dedim benim sekmez.

dedi sen çok kötü bir karaktersin/
dedim hayır,sen çok kötü bir okuyucusun./
dedi sen çok kötü hatırlıyorsun/
dedim hayır, ben iyi bir unutkanım./
ama hatırlamak yürümek kadar masum bir eylem değildir.

UP


Bu sayının kapağını sanatsal saiklerle oynadığı filmler sayesinde porno yıldızı olan , olmuş yada) Sasha Grey süslüyor. İç sayfalarda Sasha'nın yine sanat projesi olarak müzik işlerine de bulaştığı gibi detayları öğrenebiliyor, bununla da kalmıyor yaptığı işlerle ilgili söyleşiyi hatmedebiliyorsunuz. Burroughs, Beckett, Proust ve Deleuze üzerine yazılan uzunca makale konseptinden ayrıklığın getirdiği yabancılaşmayı sindirdikten sonra ilginç bir hale bürünüyor. Diğer bir yazıda ise Jim Morrison ve Kurt Cobain'in şairliği irdeleniyor. Müzik köşesinde endüstriyel soundun isimlerinden Godflesh konuk edilmiş. Alper Çeker'in köşesi de tek sayfaya pekbirçok sıradışı bilgi ve yorumları sıkıştırarak ilgi çekiyor. Şiir olarak ise Nikolay Glazkov, Tuli Kupferberg, Lindita Ahmeti, Robert Duncan, Can Gox, Semih Yıldız, Taylan Taftaf, Jörg Fauser sayfalarda yer buluyor. Görüldüğü gibi çeviri ürünlerin sayısı bir hayli fazla.

sen bana,
damlar üzerinde dolaşan ruhlardan,
meçhul bilinmezlerden,
hiç sahip olmadığım güzelliklerden bahsediyorsun.
ben sana,
ışığı aç, diyorum.

Lindita Ahmeti

Meçhul


Meçhul'un geçen ayki dosyası benim de oldukça merak ettiğim ikinci yeniden etkilenmiş ve İslami duyarlılıkta bir şair olarak bilinen Cahit Zarifoğlu'na ayrılmış. Hayatı ve görüşleri mısra alıntılarıyla birlikte anlatan yazılar şairi daha çok bilmeyene tanıtmaya yönelik. İçinde tanıklıklar ve anekdotlar da barındırarak keyifli bir hale bürünüyor, bu yazılar. Zeynep Ulusoy'un fantastik hikayesi üçüncü bölüme ulaşmış, yavaş yavaş ben de ısınmaya başlıyorum kurguya. Seyahat köşesinde ise Berlin'e uğruyoruz bu sefer. Sınırlı sayfalara yine deneme, öykü ve şiir elverdiğince sığdırılmaya çalışılmış. Alihan Varkan peygamberlerin unutulan/unutturulan insani karakterlerini vurgulayan Elçi isimli denemesinin ilk bölümüyle alaka uyandırıyor.


Karazin


Edebiyat yarışmalarının günümüzde aldığı hali kıyasıya eleştiren makalelerle, çıkış yazısının altı dolduruluyor. Dosya konusu ile ilgili yazılar çeşitlendirilerek tartışma ortamı sağlansaymış daha iyi olurmuş diye düşünmemek elde değil yine de. Hikayelerden A.Kadir İnce'nin kaleminden çıkan Değişim ilgi çekici bir twist içeriyor. Fanzin'de sayıca fazlasıyla yer verilen şiirlerin işçiliği göze çarpıyor hemen. Onların arasından kapalı anlatımına rağmen beyin de ısrarla anlamlandırma dürtüsü yaratan Tan Doğan'ın şiirini alıntılıyorum.

SANA MASAL GELEN

ruhumu fırlattım göğe newton
sonrası seninle tanrı-doğa arasında

sonra tozlu ve puslu bir yolda
yürüyorum rüyamda:
borusunu üflüyor bir melek-bach çalıyor
bir 'mavi' geçiyor birden tenimden
terimi içiyor bir 'gonce gül'-ki kızıl
üç tel saçım lir ve ş'ir
antik bir sızı yüreğim gayr:
kış ve kuş
ve ne çok seviyorum o an bulutları -ey 'ışk'
üzüm ağacı her yanım-eksik ve esrik
hayyam'ım
bir dümya'ya düşüyorum bir yükseliyorum
ay'a -anam çaresiz
sonra bir ada bürünüyorum bir adada -ne
robinson ne cuma
kumlar yalıyor derdimi kumsalda-ah güneş
ah dalga
anılarım acısı yitik 'zaman'
üç maymun beynim-darwin sus
üç savaş yaşıyorum üç ölüm
bir sipere düşüyorum bir yükseliyorum
gayya'ya-babam çaresiz
borusunu üflüyor aynı melek-bach çalıyor
hala
bir 'beyaz' geçiyor birden teminden
yol bitiyor

ruhumu fırlattım göğe newton
öncesi benimle 'hayat' arasında

21 Mayıs 2015 Perşembe

Tom Odell - Long Way Down (2013)

Tom Odell, Tommodel, o bir model. Bir de müzisyenlik yapıyor, sevdiği tarzda söylüyor. Bir Bieber değil. Bu yüzden bir teşekkürü hak ediyor. Tıpkı oldukça şık bir parça olan Another Love'u yazması sebebiyle olduğu gibi. Evet şarkılarını da kendi yazıyor. Kardeşimizin sesi henüz tam oturmamış gibi. Bir kaç yerde kuş cıyırtısı çıkarabiliyor. Sesi rahatsızlık vermekle gençliğinden kaynaklı hmm enteresan bir tadı varmış arasındaki ince çizgiyi zorluyor. Aklıma gelmişken bir hikaye anlatayım. Geçmiş zaman önce bir muhabbet kuşumuz vardı. Ya üniversite sınavına hazırlanıyorum ya da yeni işe girmişim ya da işsiz kaldığım bir vakitler. Evet geçmiş zaman benim için tam bir karmaşa. Neyse, bu kuş ki adı Maviş'dir Fıstık'tır, unuttum gitti, sadece renklerden esinlenecek kadar basit bir aile miyiz isim verirken, bilmem, bir insan canlısı anlatamam. Tam bir insansever. Omzumuza, kafamıza tünmesini geçtim, çay içerken ağzımıza götürdüğümüz bardağın kenarına konup dudağımıza öpücük kondurması felan. Bir de şamatacı gürültücü. Peki ben ne yaptım,o stresli günlerimde aldım bunu kafesine hapsettim, üzerini de örttüm ki ötmesin. Aylar boyu böyle işte. Sonra kafesinden çıkarttığımız bir ara ki hayvancağıza o kadar da güveniyoruz hani, açık pencereden uçup gitti. Gitmeden önce bana son bir bakışı vardı ki insanoğlunun beden dilinde orta parmak göstermeye denk geliyordu, unutamam, içim acır. Nasihat vermek için uzun uzadıya hikaye anlatıp sonradan nereye bağlayacağını unutan senior vatandaşlardan tek farkım üzerimde kahverengi hırkam olmaması, yani şu an... Ben de şuraya bağlıyorum, olduğu kadarıyla artıkın: yaptığı piano pop rock ki köken olarak klasik amerikan rock hissiyatı ve onun da ardından sadece gölgesi düşen bluesumsu bilimum bişilikler içinde orjinallik namına bir şey sergilenmiyor. Sözler ise gençlerin saf aşkları üzerinde ilerliyor pardon hiç bir yere gitmiyor. Dinleniyor mu dinleniyor sonuç olarak. Tam da bu noktada bir pazar günü geç saatlere kadar konserde kalmamız için bir sebep sunmayarak ayrı bir teşekkürü hak ediyor. Bir nevi Julian için orada olacağız demek kim. Sıradan Metronomy gelsin.

5,75-/10

19 Mayıs 2015 Salı

Hot Chip - In Our Heads (2012)

Kliplerinden denk geldiğim kadarıyla grup hakkında düşüncem cılız vokaller, akılda kalmayan sıkıcı melodiler, uçtu uçacak zayıflıkta beatler etrafında şekilleniyordu. Şimdi anladım ki buna da önyargı deniyormuş. Şu albümü dinlediğim kadarıyla bütün bu yargılarımın temelden değiştiğini söylemeliyim. Yani karar kılmak için klipler yetmiyor. Hoş, vokali hala yetersiz buluyor ve soul tatlar zerk eden Look At Where We Are'da boyundan ya da boynundan büyük işlere bulaştığını düşünüyorum. Ancak böyle bir şarkının bile bir sabah gereksiz ve sebepsiz bir mutluluk anımda dilime dolanması ilginç oldu. Aslında albümün böyle bir pozitif etkisi var. Kimileri bir hüzün de hissediyormuş da herhalde doom metal hayatlarında duymamışlar.Vokalin enteresanlaştığı bir şarkı da Ends of the Earth, böyle disko havalarını seviyorum galiba. Flutes özellikle albümün en ihtişamlı parçası. Onun dışında Motion Sickness pek bir âlâ, la la la. Night and Dayi le How Do You Do'yu da albümün güçlü şarkıları arasında saymak lazım. Dinlediğim versiyon ekstra bir siğdi içeriyor ki uzak duralım megabitten tasarruf edelim.
Allah Allah bu yaştan sonra kendime dair farklı şeyler keşfediyorum bu albüm sayesinde.
Tom Odell sıra sende.

7,50-/10

17 Mayıs 2015 Pazar

Fakir Baykurt - Can Parası

1974 yılı Sait Faik Ödülü sahibi bu kitap yazarı Fakr Baykurt ile yapılan bir röportaj haricinde 21 adet hikaye barındırıyor. Anadolu köylüsünün diline hakimiyeti ile dikkat çeken yazar, toplumsalcı bir duyarlılıkta köy yerinin ya da köy ile şehrin çatışmasının hikayelerini anlatıyor. İster istemez bu karşılaşmanın dramatik sonuçlar barındıracağı kesin. Bunun izlerini en çok da Ankara'ya hasta kızını tedavi için getiren ve bin bir mücadele ile ameliyat parasını indirmeye çalışırken kızının bir han odasında ölümüne tanık olan babanın hikayesinin anlatıldığı Can Parası'nda görmek mümkün. Domuz avı etrafında şekillenen köylü ve batılılaşmış kentli arasındaki gerilimi yansıtan Domuzcular da bu konuda iyi bir örnek. Hastalığın birbirine sadık eşlerin bile aklını pratiğe dökmeden bile nasıl çeldiğini gösteren çarpıcı Güldede hikayesi de ilk sayfalarda yer alıyor. Zaten yol hikayelerini hep sevmişimdir. Açıkcası tüm hikayeleri özetleyecek değilim. Bunu internette yapanlar olmuş. Hemen bir örnek:(http://birazkitap.blogspot.com.tr/2014/04/can-parasi.html) Yalnız  yazarın öğretmen ya da müfettiş olmasından dolayı seyahatlerinde biriktirdiği kurgudan çok izlenimlerine dayalı örneklerin ağırlık kazanması ile birlikte kitabın ortalarına dair öykülerin etkileyiciliğini bir miktar kaybettiğini söylemeliyim. Yine de bu tarz öyküler arasında Datçalıların yaşamlarına dokunmak oldukça keyifli bir tanıklık yaratıyor okuyucu nezdinde. İlginç gelen bir öğe de günümüzde aykırı olarak etiketlendirilen bazı tür cinselliğe tıpkı Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı'sında olduğu gibi yer verilmekten çekinilmemesi.

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Arcturus - Aspera Hiems Symfonia (1996)

İlk ekstrem müzik dinlediğim vakitlerde bu albümden en az iki bilemedin üç şarkıyı defalarca dinlediğim için o kadar yabancısı değilim. Yıllar geçse de bir o kadar yabancısı kalacağım. Çünkü grup öyle bir sounda sahip ki bu çıkış albümlerinde, tek kelimeyle alışılmışın ötesinde konumlanıyorlar. Bir deyişle Satürnlü amelelerin göktaşı tarlalarında söylediği hasat türküsü gibi bir şey. Black metal üzerine senfoni çok değişik bir şey değil. Ama synth tonları ve hatta clean vokaller dünya  ötesi bir etkide bulunuyor. Tam da kessinlikle her musikişinasın üye olması gereken rym'den buraya bir yorum almanın sırası: Alien atmosferi ile Sailor Moon çizgi dizi müziğinin karışımı gibi bir şeyler. Hah hah ah haaaa. Zoraki kahkahalara zamanımızı yedirmeden şunu ekleyeyim. Ekstrem ve avangard işlere alışıksanınız bu benzetmenin ikinci tarafı maalesef ağır basabiliyor. Zaten grup da kısa sürede avangard progresif metalin öncülerinden biri haline geliyor ve bu sene de bir albümle metal camiasına geri dönüş sağlıyorlar. Bir baştan bir de sondan yapacağız inşallah.

7,50/10

14 Mayıs 2015 Perşembe

Bela Bartok - The Miraculous Mandarin; Music for Strings, Percussion and Celesta (Antal Dorati 1985)

Bela Bartok'un 20. yy başlarında yaşamış bir besteci olmasından dolayı bu albümü dinlerken atonal ağırlıklı itici yankılanan modern bir eser duymayı beklerken gayet konstrüktif bir besteyle karşılaşıyoruz. Mucizevi Çinli gibi basitleştirilebilecek bir ada sahip olan eser oldukça dinamik, hızlı ve farklı bir melodiyle açılıp aynı sinematek izlenimi süresince devam ettiriyor. Neredeyse görsellikte yansıyacak somutluk tesadüf değil. Çünkü bu eser kısa bir bale olarak bestelenmiş bir sahne müziği. Yani arkasındaki hikayenin sesi olmak zorunda. İlk bölüm etrafta takılan bir kızla birlikte tezgah atan serserileri tanıştırıyor dinleyiciye. İlkin kız yaşlı bir adamı baştan çıkarmaya çalışır. Para vermeye yanaşmayınca dehlenir bu adam. İkincisinde de genç bir adamı. Çulsuz olduğu anlaşılınca serseriler bu genci döverek kapı dışarı ederler. Müzik başlangıçta olduğu gibi temposunu arttırınca ve arkadan artık klişeleşmiş Çin musikisi tadında ritimler attırılınca oltaya zengin Çinli bir adamın takıldığını anlarız. Eserin bel kemiğini oluşturan 5. parçası kadının baştan çıkarma dansını temsil ediyor. Bu parçanın başlarda yeterince güçlü olmadığını düşünüyorum. Arzuları şelale olan adam kızın peşindeyken dövülür, değerli neyi varsa alınır, boğulur, bıçaklanır yine de ölmez. Serseriler asar eder, Çinli mandarin garip bir ışık saçmaya başlar. Yine de gözü kızdadır. Kız adamlara der: durun ben anladım işi, der. Adamın kendisine sarılmasına izin verir. Yılların yalnızlığı sonuçta... bir insan dokunuşuna hasret kalmış adam ancak ondan sonra ölür. Bu esrarengiz kısımlarda sözsüz bir koro da müziğin ayrılmaz parçası olarak tekinsiz havayı çoğaltır. Bu tuhaf hikayenin müziği de tuhaf olmakla beraber kaos içinde boğulmaması üstelik hikayeyi taşıyabilmesi oldukça önemli. Bir miktar daha bumbastik olabilir miydi? Daha tuhaf olacağı kesin. Ayrıca kişi ve olayların temsiliyeti enstrümanlarla da ilişkilendirilmiş. Bu kadar detaya gerek duymadığım için trompet şudur trompet budur koro şudur diye belirtmeyeceğim.
Albümün diğer yarısında ise biraz durularak bestecinin olgunluk dönemini yansıtan Music for Strings felan felan'ı dinleme olanağı buluyoruz. Fırtına toplayan bulutların ağır atmosferi altında beşik gibi sallanan bir denizin ağıdını duyuyoruz sanki yaylı ağırlıklı müzikte. Sondaki piyano ile kemanın kesik ritimlerle atışması kolayda kalan en acayip noktası oluyor bu bestenin.

8,0+/10

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Julian Casablancas + The Voidz - Tyranny (2014)

İngiliz black metal gruplarını dinleme kampanyamın ardından kader beni One Love gruplarını ardı ardısıra araştırıp kulak vermeye yönlendirdi. Ucuzdu naneydi şekerdi derken çiftegünlük biletimi aldım. Ve pişman oldum.Yalnız, ecnebilerin line-up dediği kadro bu kadar mı duyulmamış, duyulsa da dinlenmemiş gruplardan oluşur? Arkadaşım, pazar gününün solistliğini, yine ecnebi sözlüğüne bakıyoruz headliner'ı tek bir albüme sahip genç bir arkadaş seçilmiş. Tamam güzel, yakışıklı ama neyse dinleyeceğim bakalım neymiş nasılmış müziği. Çevremde müziği bu kadar arzu hevesle dinleyen bir ben varım, hangi yüzle insanları çağıracağım bilemiyorum. Yalnızım galiba bu sene. Bu arada rock namına da pek bir şey göremedik, en yakını bu herhalde. Hakaret ediyormuş gibi oldum bu derken ama gerçekten kuul bir müzik yapıyor bu arkadaşlar. Garaj rock müziğini tekrardan hortlatan gruplardan The Strokes'un vokalisti toplamış kankalarını güzel bir grup kurmuş. Progresif müziğin alasını bulacalısını yapıyorlar. Şöyle nitelendirmek istiyorum:garaj noise rock synth punk (etno) saykedelia elektro pop. Yani bugün progresif rock diye yere göğe sığdırılmayan türün kendini tekrarlamasına bakıyorum da benim aradığım bu tarz şeyler yafu. Yine de albümdeki parçaları iki ayrı kampa bölebiliriz. Biri daha ılımlı indie mırıldıngaçları diğeri de benim sevdiğim kirli, vokalin yerin 7 olmasa da üç kez altından geldiği pis soundlu, cızırtılı, dengesiz, gürültülü ve enerjik örnekler. Crunch Punch, jilet keskinliğinde kısa ve net M.utually A.ssured D.estruction gibi.10 dakikalık süresinde çılgınlığı bir üst seviyeye taşıyan ve biraz da Mars Volta havasını taşıyan Human Sadness gibi. Yedinci dakikadaki solo yedi bitirdi beni, açmadığın parantezi kapa). Punkoğlupunk Business Dog gibi. Garip ama bu iki kamp arasında dengede duran bir parça ise Afrika ve Karayip ritimlerinin müziğe sentezlendiği Father Electricity oluyor, değişken tempo ve melodileri hatta bi ara post-punk'a dahi kayan türleri ile birlikte yine de hareket ettiği dans zeminini koruyabiliyor bu şarkı. Diğeri de Nintendo Blood çok ahenkli akıyor. Albümün saykedelek bombası ise etnik kiçliği dibine kadar yaşatan bir melodiyle açılan Dare I Care oluyor. 2.25 de bir kopuyor sonra düzeltebilene aşk olsun. İşte bu noktada grup elemanların tarif etmek için öyle kafaları iyi, tüttürüyorlar, haylar hay gibi sıfatların hafif kaçtığını anlıyorum. Bonzaiden az değil, fazla fazla kullanıyorlar. Konserleri nasıl olacak merak içindeyim. Her musibette bir hayır varmış mı diyeceğiz? Az sonra Hot Chip'te görüşeceğiz.

8,0/10

10 Mayıs 2015 Pazar

Nazım Hikmet - Bütün Şiirleri

yıldızlar ihtiyardılar
toprak çocuktu

iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü

Geleneksel şiirlerinden sonra Rus şairlerden etkilenerek kısa bir dönem avangard tarzına bağlı ürünler veren Nazım Hikmet, çok fazla vakit geçirmeden kendi sesini bulur. Ve özellikle benim sevdiğim hikayeye yaklaşan anlatı tarzını Kuvayı Milliye Destanı ile bağlayarak Memleketimden İnsan Manzaraları'nda yetkin hale getirir. Halbuki geçiş döneminde bu tarzda kaleme aldığı ilk uzun şiir olan Türk filmi tadındaki Dağların Havası'ndan, Taranta Babu'nun, Si-Ya-U'nun, Benerci'nin, Şeyh Bedrettin'in, mektupları vasıtasıyla Ayşe'nin hikayelerine, hiç biri o meşhur destan'ın çok da gerisinde yer almıyor. Burada uzunluklarından dolayı alıntılayamayacağım bu şiirlerin isimlerini en azından hatırlayalım istedim. Pazarlamacı kimliğiyle hareket etmekten kaçınırım amma ve de lakin efsane şairimizin şiir alanında tüm hayatı boyunca ürettiği her şeyi okuyabilmek, işte bir de böyle düşünün, aylar süren doyurucu bir serüvene atılabilmek için  internetteki satış fiyatıyla 75 TL hiç kimseye pahalı gelmemeli.



insanların hünerleri çoktur:
insanlar
sevilmeden de sevmesini bilirler




GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ

Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
                         kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
                                      esmer alınlarında
                          bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
                     güneşe giden
                                        köprüden
                                               geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
                                        yırtarak
                                              gerindik!
Sıçradık;
            şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
            kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
                             şaha kalkan atlarını!


                    Akın var
                                güneşe akın!
                        Güneşi zaptedeceğiz
                                güneşin zaptı yakın!


Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
                            göz yaşlarını
                                        boynunda ağır bir
                                                                zincir
                                                                    gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
            kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
        şu güneşten
                        düşen
                               ateşte
                                    milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
                düşen
                        ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!


                          Akın var
                                  güneşe akın!
                          Güneşi zaaptedeceğiz
                                  güneşin zaptı yakın!


Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
                kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
                                                o «an»
                                                    kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
                                            yükseliyoruz
                                                        güneşe doğru!

Ölenler
        döğüşerek öldüler;
                              güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!


                          Akın var
                                      güneşe akın!
                          Güneşi zaaaptedeceğiz
                                      güneşin zaptı yakın!


Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
                    kıvranarak
                                ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
                            emreden!
Bu ses!
        Bu sesin kuvveti,
                             bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
                                                     vuran,
onları oldukları yerde
                                durduran
                                      kuvvet!
Emret ki ölelim
                   emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
           coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!


                           Akın var
                                       güneşe akın!
                           Güneşi zaaaaptedeceğiz
                                       güneşin zaptı yakın!



Toprak bakır
            gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
        Haykıralım!



PROVOKATÖR

bu adam
sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
kanlı, kesik başını...

bu adamın ayaklarında dolaşıyor
korku,
gölgesi gibi..
karanlık bir su gibi yaşıyor
bu adam.

güneş batınca her akşam,
kaldırımlarda karısının donunu sürüyerek,
parmaklarının ucuna basıp yürüyerek
size doğru yaklaşan odur.
siz tanıyın onu
kalbinin boynunda sallanarak seslenen
mel'un çıngırağından,
ve bilin ki onun
döküyor parça parça cüzzam illeti
ruhunun
etini...

bu adam bugün açtır.
açtır ama,
kaybetti bu adamda
kudretli ve büyük açlık bile kudsiyetini...

a dostlar, bu adam
güneş batınca bir akşam
sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
kanlı, kesik başını...


KALBİM 

Göğsümde 15 yara var!.
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!

                                •

Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!!

Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak.
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!...

                •

Göğsümde 15 yara var!.
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
      kalbim yine çarpacak!!!

Yandı 15 yaramdam 15 alev,
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak..
Kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor,
                         ÇAR-PA-CAK!!


CEVAP

O duvar
o duvarınız,
                vız gelir bize vız!
Bizim kuvvetimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakısındandır.
O yalnız
            tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı koyanlar,
karşı koymuş demektir:
Maddede hareketin,
yürüyen cemiyetin
                        ezelî kanunlarına.
Sükun yok, hareket var
bugün yarına çıkar
yarın bugünü yıkar
                        ve durmadan akar
                                                          akar
                                                                akar.
Biz bugünün kahramanı,
yarının
                        münadisiyiz.
Biz durmadan akan,
                                  yıkıp yapan
                                                      akışın
                                                            çizgilenmiş sesiyiz.
Biz,
adımlarını tarihin akışına uyduran
                    temelleri çöken emperyalizme vuran,
                                  yarını kuran—
                                                          —larız.
O duvar,
          o duvarınız,
                            vız gelir bize vız!


KEREM GİBİ 

Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
        bağır
                bağır
                        bağırıyorum.
Koşun
         kurşun
                erit-
                    -meğe
                            çağırıyorum...

O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun ey!
                                                Kerem
                                                     gibi
                                                          yana
                                                                yana...

«Deeeert
             çok,
                 hemdert
                         yok»
Yürek-
        -lerin
kulak-
        -ları
              sağır...
Hava kurşun gibi ağır...

Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım
                   Kerem
                        gibi
                              yana
                                    yana.
Ben yanmasam
                  sen yanmasan
                             biz yanmasak,
                             nasıl
                                   çıkar
                                          karan-
                                                  -lıklar
                                                      aydın-
                                                              -lığa..

Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
        bağır
                bağır
                        bağırıyorum.
Koşun
         kurşun
                 erit-
                     -meğe
                             çağırıyorum.....


NİKBİNLİK

Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
                göre-
                      -ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
                          süre-
                                -ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
                            son vitesi,
adedi devir.
         Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
                                  ne harikûlâdedir
             160 kilometre giderken öpüşmesi...

Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
             yalnız cumaları
                      yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
                    ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
     Cevap:
            açılır kara kaplı kitap:
                                              zindan..
Kayış kapar kolumuzu
                              kırılan kemik
                                                   kan.
Hani şimdi bizim soframıza
                                 haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
                            sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
        güzel günler göreceğiz çocuklar
        güneşli günler
                            göre-
                                  -ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
                          süre-
                               -ceğiz.....



MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN 
VE HANIMELLERİ 

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
                       bahçesinde ebruliii
                                 hanımeli
                                              açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
                          hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
                         çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
                   hanımeli
                             açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
            yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
           bahçesinde ebruliiii
                     hanımeli
                               açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliiiii
                         hanımeli
                                   açan ev..



GÜNEŞİN SOFRASINDA SÖYLENEN TÜRKÜ

Dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdemizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgarları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
Önümüzde bakır taslar güneş dolu.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!
Dağlarda gölgeniz göklere vursun,
göz göze
yan yana
durun çocuklar.
Taşları birbirine vurun çocuklar.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun
doldur içelim.
Başları
göklere
atalım
serden geçelim..
Heeey, nerden geçelim?
Yalnayak
koşarak
devlerin
geçtiği
yerden geçelim.
Heeey
hop
Heeey
hep
birden geçelim.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun,
doldur içelim.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!.


TARANTA - BABU'YA 
ONUNCU MEKTUP 

NOT: 
Bu onuncu mektubun başına, 
yine gazetelerden kesilmiş 
şöyle bir telgraf haberi iliş- 
tirilmişti.

......İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan'da 
harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin 
bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor... 

Ne tuhaf şey Taranta - Babu; 
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için 
kendi topraklarımızın 
                      baharını bekliyorlar. 
Ne tuhaf şey Taranta - Babu; 
belki bu yıl Afrika'da 
yağmurların dinişi, 
renklerin, kokuların 
gökten yere bir şarkı gibi inişi 
ve güneşin altında ıslak toprağımızın 
derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi, 
bize senin 
                memelerin 
                              gibi tatlı yemişlerle beraber 
                              ölümü getirecek. 
Ne tuhaf şey Taranta - Babu! 
Kapımızdan içeri ölüm 
kolonyal şapkasına 
               bir bahar çiçeği takıp girecek... 



BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ 

Rüzgâr, 
yıldızlar 
ve su. 
Bir Afrika rüyasının uykusu 
                           düşmüş dalgalara. 
Işıltılı, kara 
bir yelken gibi ince 
direğinde geminin. 
Geçmekteyiz içinden 
bir sayısız 
bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.

Yıldızlar 
rüzgâr 
ve su. 
Başüstünde bir gemici korosu 
su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor, 
yıldızlar gibi 
          rüzgâr gibi 
                      su gibi bir türkü. 
Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok! 
İnmedi bir gün bile gözlerimize 
bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.» 
Bu türkü 
    diyor ki, 
«Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz 
ölümün önünde sigaramızı.» 
Bu türkü 
diyor ki, 
«Çizmişiz rotamızı 
dostların alkışlarıyla değil 
                      gıcırtısıyla düşmanın 
                                          dişlerinin.» 
Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..» 
Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük 
                    ışıklı geniş ve sınırsız bir limana 
dümen suyumuzda sürüklemek denizi..» 
Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar 
                                       rüzgâr 
                                              ve su...»

Başüstünde bir gemici korosu 
bir türkü söylüyor; 
yıldızlar gibi 
          rüzgâr gibi, 
                      su gibi bir türkü.. 
  

KUVAYI MİLLİYE
ALTINCI BAB'dan

Buna rağmen : 
Sene 1922 
         ve 15 vilâyet ve sancak 
                     ve 9 büyük şehir 
                     düşman elindedir. 
İnanılmaz şeyler düşmandadır ki 
                              bunların arasında : 
7 göl, 11 nehir 
ve köklerinde baltamızın yarası 
        ve yangınlarıyla bizim olan 
                      yüz kere yüz bin dönüm orman, 
bir tersane, iki silâh fabrikası, 
ve 19 körfez ve liman ki 
       belki birçoğunun 
            rıhtımı, 
                    mendireği, 
                              kırmızı, yeşil fenerleri yoktur 
ve belki sularında 
           ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı, 
fakat onlar 
        tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler. 
Sonra, 3 deniz, 
           6 kol tren hattı, 
sonra, göz alabildiğine yol : 
sılaya gittiğimiz, 
gurbette göründüğümüz 
ve neden 
          ve niçin olduğunu sormadan 
çöle, Çanakkale'ye, 
                  ölüme gittiğimiz yol 
ve sonra toprak 
ve o toprağın insanları : 
Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları, 
klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur 
                            Manisa'lı saraçlar, 
yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar 
ve kurnaz 
           ve cesur 
                 ve ağırbaşlı ve çapkın 
                               ve kütleleriyle delikanlı 
                                      İstanbul ve İzmir işçileri 
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân, 
kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın, 
ve sonra, ırgat, 
                    ortakçı, 
                              maraba, 
davarlı ve davarsız, 
yarım meşin çizmeli 
              ve ham çarıklı köylüler. 
15 vilâyet ve sancak 
        ve 9 büyük şehir 
            düşman elindedir.
.
.
.
Namussuzun biriydi Mansur, 
                           muhakkak. 
Düşmana satılmıştı, 
                          orası öyle. 
Kaç kişinin başını yedi, 
                               malûm. 
Ama ne de olsa 
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu. 
Demek istediğim, 
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp 
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit 
                                                 üzüntü çekmemek için, 
                    ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak, 
                 yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin, 
Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür, 
                                fakat namuslu. 


YEDİNCİ BAB'dan

.
Ve kadınlar, 
bizim kadınlarımız : 
korkunç ve mübarek elleri, 
              ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle 
                                        anamız, avradımız, yârimiz 
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen 
ve soframızdaki yeri 
                 öküzümüzden sonra gelen 
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız 
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki 
ve karasabana koşulan 
ve ağıllarda 
ışıltısında yere saplı bıçakların 
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan 
                                           kadınlar, 
                                                 bizim kadınlarımız 
..
.
SEKİZİNCİ BAB'dan
.
.
Dağlar aydınlanıyor. 
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. 
Gün ağardı ağaracak. 
Kokusu tütmeğe başladı : 
                      Anadolu toprağı uyanıyor. 
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp 
ve pırıltılar görüp 
ve çok uzak 
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak 
bir müthiş ve mukaddes mâcereda, 
ön safta, en ön sırada, 
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
.
.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü 
ve şu türküyü duydu : 
        «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan 
          Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan 
                                      bu memleket bizim.

          Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak 
          ve ipek bir halıya benziyen toprak, 
                                      bu cehennem, bu cennet bizim.

          Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, 
          yok edin insanın insana kulluğunu, 
                                      bu dâvet bizim...

          Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür 
          ve bir orman gibi kardeşçesine, 
          bu hasret bizim...»>

Sonra. 
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik 
ve Kayserili bir nefer 
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip 
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, 
Güneyden Kuzeye, 
Doğudan Batıya, 
Türk halkıyla beraber 
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı. 
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, 
Türk halkı bağışlasın bizi, 
onlar ki toprakta karınca, 
                                    suda balık, 
                                                    havada kuş kadar 
                                                                  çokturlar; 
korkak, 
            cesur, 
                     câhil, 
                             hakîm 
                                      ve çocukturlar 
ve kahreden 
                 yaratan ki onlardır, 
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...


PİRAYEYE MEKTUPLAR

24 Eylül 1945

En güzel deniz : 
                        henüz gidilmemiş olanıdır. 
En güzel çocuk : 
                        henüz büyümedi. 
En güzel günlerimiz : 
                        henüz yaşamadıklarımız. 
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz : 
                        henüz söylememiş olduğum sözdür... 
  
  1945 yılı Aralık ayının dördü

İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan, 
giyin, kuşan, 
benze bahar ağaçlarına... 
Hapisten 
          mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına, 
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını, 
böyle bir günde yılgın ve kederli değil, 
                                                  ne münasebet, 
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin 
          kadını... 


BİR CEZAEVİNDE, TECRİTTEKİ ADAMIN 
MEKTUPLARI

3

Bugün pazar. 
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. 
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak 
                                                  bu kadar mavi 
                                                  bu kadar geniş olduğuna şaşarak 
                                                  kımıldanmadan durdum. 
Sonra saygıyla toprağa oturdum, 
dayadım sırtımı duvara. 
Bu anda ne düşmek dalgalara, 
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. 
Toprak, güneş ve ben... 
Bahtiyarım...


RUBAİLER
İKİNCİ BÖLÜM

5
Ben, bir insan, 
ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben, 
tepeden tırnağa iman, 
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibâret ben... 



* * *
Ben 
senden önce ölmek isterim. 
Gidenin arkasından gelen 
gideni bulacak mı zannediyorsun? 
Ben zannetmiyorum bunu. 
İyisi mi, beni yaktırırsın, 
odanda ocağın üstüne korsun 
                    içinde bir kavanozun. 
Kavanoz camdan olsun, 
şeffaf, beyaz camdan olsun 
                    ki içinde beni görebilesin... 
Fedakârlığımı anlıyorsun : 
vazgeçtim toprak olmaktan, 
vazgeçtim çiçek olmaktan 
                        senin yanında kalabilmek için. 
Ve toz oluyorum 
yaşıyorum yanında senin. 
Sonra, sen de ölünce 
kavanozuma gelirsin. 
Ve orda beraber yaşarız 
külümün içinde külün, 
ta ki bir savruk gelin 
yahut vefasız bir torun 
bizi ordan atana kadar... 
Ama biz 
o zamana kadar 
o kadar 
karışacağız 
ki birbirimize, 
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz 
                                     yan yana düşecek. 
Toprağa beraber dalacağız. 
Ve bir gün yabani bir çiçek 
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse 
sapında muhakkak 
iki çiçek açacak : 
                    biri sen 
                    biri de ben. 
Ben 
daha ölümü düşünmüyorum. 
Ben daha bir çocuk doğuracağım. 
Hayat taşıyor içimden. 
Kaynıyor kanım. 
Yaşayacağım, ama çok, pek çok, 
ama sen de beraber. 
Ama ölüm de korkutmuyor beni. 
Yalnız pek sevimsiz buluyorum 
                                bizim cenaze şeklini. 
Ben ölünceye kadar da 
bu düzelir herhalde. 
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde? 
İçimden bir şey : 
                  belki diyor. 



DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU

Akrep gibisin kardeşim, 
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. 
Serçe gibisin kardeşim, 
serçenin telaşı içindesin. 
Midye gibisin kardeşim, 
midye gibi kapalı, rahat. 
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. 
Bir değil, 
           beş değil, 
                      yüz milyonlarlasın maalesef. 
Koyun gibisin kardeşim, 
gocuklu celep kaldırınca sopasını 
sürüye katılıverirsin hemen 
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. 
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, 
hani şu derya içre olup 
                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. 
Ve bu dünyada, bu zulüm 
                                    senin sayende. 
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer 
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak 
                      kabahat senin, 
                                     — demeğe de dilim varmıyor ama — 
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

YAŞAMAYA DAİR 
  
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 

AŞI
1
tarla hazırdı
koyu esmer eti anadan doğma çırılçıplak
tarla hazırdı
şişkin ıslak dudaklarını açmıştı yarı yarıya
uzun sürmedi bekleyiş
sabah aydınlığında canlı küçük kurtlar gibi yukardan saçılıp aktı tohum
hazla ürperdi toprak
içine çekti akanı
     açılıp  kapanarak
            açılıp kapanarak
sonra da mahmur
             bir kat daha güzel
                       terli kabarık
                                    gerindi
ben ölümden kuvvetliyim diyebilirdi
                                              gebeydi artık


***

İlerleyen aydınlığın içindeyim,
ellerim iştahlı, dünya güzel.

Doyamıyor gözlerim ağaçlara :
öyle ümitli onlar, öyle yeşil.

Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arasından,
hapisane revirinde penceredeyim.

Duymuyorum ilaçların kokusunu,
bir yerlerde karanfiller açmış olacak.

İşte böyle, karıcığım, işte böyle,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele ...



SEN

sen esirliğim ve hürriyetimsin, 
çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, 
sen memleketimsin. 

Sen ela gözlerinde yeşil hareler, 
sen büyük, güzel ve muzaffer 
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...



MEŞGALE

Öküzlerimin boynuzlarında ağarırken ortalık
Toprağı sürüyorum sabırlı bir kibirle.
Çıplak ayaklarımda toprak nemli ve ılık.

Pazılarımda pırıltılar
Demir dövüyorum öğleye kadar,
Kırmızıya boyanıyor karanlık.

Yapraklarında yeşilin en güzeli,
Zeytin devşiriyorum ikindi sıcağında,
Üstüm, başım, yüzüm gözüm ışık.

Her akşam mutlaka misafirim var,
Kapım bütün şarkılara 
Alabildiğine açık.

Geceleyin suya dizboyu girip
Çekiyorum denizden ağları:
Yıldızlarla balıklar karmakarışık.

Benden sorulur oldu
Dünyanın hali artık:
İnsan ve toprak, karanlık ve aydınlık.
Anladın ya işim başımdan aşkın,
Anladın ya, gülüm,
Ben sana aşık olmakla meşgulüm...



TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ 
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, 
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte 
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek 
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken 
meselâ denerken damarlarında bir serumu 
                                          ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin 
ama o bunun farkında değildir 
ayrılmak istemezsin dünyadan 
ama o senden ayrılacak 
yani sen elmayı seviyorsun diye 
elmanın da seni sevmesi şart mı? 
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık 
yahut hiç sevmeseydi 
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. 



HAPİSTE YATACAK OLANA BAZI ÖĞÜTLER

Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direyeceksin.

Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.

İçerde bir tarafınla yapyalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.

İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.

Tıraştan tıraşa yüzüne bak
unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.

Bir de ekmeği
son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.

Bir de kim bilir
sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama.

İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.

Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hattâ
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.



VASİYET 
  
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, 
ölürsem kurtuluştan önce yani, 
alıp götürün 
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu 
            ırgat Osman yatsın bir yanımda 
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp 
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın, 
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, 
tarlalar orta malı, kanallarda su, 
ne kuraklık, ne candarma korkusu.

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz, 
toprağın altında yatar upuzun, 
            çürür kara dallar gibi ölüler, 
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.

Ama bu türküleri söylemişim ben 
                     daha onlar düzülmeden, 
duymuşum yanık benzin kokusunu 
traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Benim sessiz komşulara gelince, 
şehit Ayşe'yle ırgat Osman 
çektiler büyük hasreti sağlıklarında 
belki de farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, 
- öyle gibi de görünüyor - 
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni 
ve de uyarına gelirse, 
tepemde bir de çınar olursa 
taş maş da istemez hani... 



YAPIYLA YAPICILAR

Yapıcılar türküler söylüyor
Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz zor.
Yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl
ama yapı yeri bayram yeri değil.
yapı yeri toz toprak.
Çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur
        ellerin kanar.

Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli
        her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak
ne herkes kahraman
ne dostlar vefalı her zaman.
Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı
bu iş biraz daha zor,
zor mor ama
           yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
        alt katlarında.
İlk balkonlara güneşi taşıyor kuşlar
   kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var her putrelinde
   her tuğlasında
                    her kerpicinde.
Yükseliyor, 
              yükseliyor
yükseliyor yapı kanter içinde.



KARLI KAYIN ORMANINDA 
  
Karlı kayın ormanında 
yürüyorum geceleyin. 
Efkârlıyım, efkârlıyım, 
elini ver, nerde elin?

Ayışığı renginde kar, 
keçe çizmelerim ağır. 
İçimde çalınan ıslık 
beni nereye çağırır?

Memleket mi, yıldızlar mı, 
gençliğim mi daha uzak? 
Kayınların arasında 
bir pencere, sarı, sıcak.

Ben ordan geçerken biri : 
"Amca, dese, gir içeri." 
Girip yerden selâmlasam 
hane içindekileri.

Eski takvim hesabıyle 
bu sabah başladı bahar. 
Geri geldi Memed'ime 
yolladığım oyuncaklar.

Kurulmamış zembereği 
küskün duruyor kamyonet, 
yüzdüremedi leğende 
beyaz kotrasını Memet.

Kar tertemiz, kar kabarık, 
yürüyorum yumuşacık. 
Dün gece on bir buçukta 
ölmüş Berut, tanışırdık.

Bende boz bir halısı var 
bir de kitabı, imzalı. 
Elden ele geçer kitap, 
daha yüz yıl yaşar halı.

Yedi tepeli şehrimde 
bıraktım gonca gülümü. 
Ne ölümden korkmak ayıp, 
ne de düşünmek ölümü.

En acayip gücümüzdür, 
kahramanlıktır yaşamak : 
Öleceğimizi bilip 
öleceğimizi mutlak.

Memleket mi, daha uzak, 
gençliğim mi, yıldızlar mı? 
Bayramoğlu, Bayramoğlu, 
ölümden öte köy var mı?

Geceleyin, karlı kayın 
ormanında yürüyorum. 
Karanlıkta etrafımı 
gündüz gibi görüyorum.

Şimdi şurdan saptım mıydı, 
şose, tirenyolu, ova. 
Yirmi beş kilometreden 
pırıl pırıldır Moskova... 



KIZ ÇOCUĞU

Kapıları çalan benim 
kapıları birer birer. 
Gözünüze görünemem 
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli 
oluyor bir on yıl kadar. 
Yedi yaşında bir kızım, 
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce, 
gözlerim yandı kavruldu. 
Bir avuç kül oluverdim, 
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için 
hiçbir şey istediğim yok. 
Şeker bile yiyemez ki 
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler.



BOR OTELİ

şu varna'da uyumanın yolu yok geceleri,
uyumanın yolu yok:
yıldızların bolluğundan,
yakınlığından, parlaklığından,
kumlukta hışırtısından ölü dalgaların,
sedefleriyle,
çakıllarıyla,
tuzlu yosunlarıyla hışırtısı;
denizde bir yürek gibi atan motor sesinden,
istanbul'dan çıkıp
boğaz'ı geçip
odamı dolduran anıların yüzünden
kimisinin gözü yeşil,
kimisinin bilekleri kelepçeli,
kimisinin bir mendil var elinde,
lavanta çiçeği kokuyor mendil.

şu varna'da uyumanın yolu yok, gülüm,
şu varna'da, bor oteli'nde.



MAVİ LİMAN

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın... 


CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, 
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, 
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. 
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, 
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil. 
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. 
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a. 
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. 
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u. 
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 

* * * 

Denizin üstünde ala bulut 
yüzünde gümüş gemi 
içinde sarı balık 
dibinde mavi yosun 
kıyıda bir çıplak adam 
durmuş düşünür.

Bulut mu olsam, 
gemi mi yoksa, 
balık mı olsam, 
yosun mu yoksa?.. 
Ne o, ne o, ne o. 
Deniz olunmalı, oğlum, 
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla. 



* * *

Seviyorum seni ekmegi tuza banıp yer gibi 
geceleyin ateşler içinde uyanarak 
              ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi, 
ağır posta paketini,  neyin nesi belirsiz, 
              telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi, 
seviyorum seni denizi uçakla ilk defa geçer gibi. 
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık 
              içimde kımıldanan bir şeyler gibi, 
seviyorum seni "Yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.



***

Her günüm mis gibi dünya kokan bir kavun dilimi 
Senin sayende. 
Bütün yemişler elime güneştenmişim gibi uzanıyor 
Senin sayende. 
Senin sayende yalnız umutlardan alıyorum balımı. 
Yüreğimin çalışı senin sayende. 

En yalnız akşamlarım bile duvarında gülen bir Anadolu kilimi 
Senin sayende. 
Şehrime ulaşmadan bitirirken yolumu 
Bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende 
Senin sayende, içeri sokmuyorum 
En yumuşak urbalarını giyip 
Büyük rahatlığa çağıran türküleriyle kapımı çalan ölümü. 



OTOBİYOGRAFİ 
  
1902'de doğdum 
doğduğum şehre dönmedim bir daha 
geriye dönmeyi sevmem 
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim 
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği 
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu 
ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir 
                                               ben ayrılıkların 
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını 
                                               ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de 
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler 
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini 
                                                            verdiler de 
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu 
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de 
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni 
                                            sökmedi 
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün 
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım 
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile 
aldattım kadınlarımı 
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım 
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim 
yalan söyledim başkasını üzmemek için 
              ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile 
çoğunluk binemiyor 
operaya gittim 
            çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın 
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri 
            camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye 
            ama kahve falıma baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır 
            Türkiye'mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha 
yakalanmam da şart değil 
başbakan filân olacağım yok 
meraklısı da değilim bu işin 
bir de harbe girmedim 
sığınaklara da inmedim gece yarıları 
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında 
ama sevdalandım altmışıma yakın 
sözün kısası yoldaşlar 
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da 
                                           insanca yaşadım diyebilirim 
ve daha ne kadar yaşarım 
                             başımdan neler geçer daha 
                                                                kim bilir. 


  ***

taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında. 
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.
yok oldu bir sabah!
yok oldu çizmesi meydanlardan,
gölgesi ağaçlarımızın üstünden,
çorbamızdan bıyığı,
odalarımızdan gözleri,
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın


VATAN HAİNİ 
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. 
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." 
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, 
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali 
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. 
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt 
           hainiyim, ben vatan hainiyim. 
Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
                            ben vatan hainiyim. 
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. 



MEMED'E SON MEKTUBUMDUR'dan

Ölmekten, oğlum korkmuyorum, 
ama ne de olsa 
iş arasında bazen 
irkilip ansızın, 

yahut yalnızlığında uyku öncesinin 
günleri saymak biraz zor. 

Dünyada doymak olmuyor, Medet, 
doymak olmuyor... 

Dünyada kiracı gibi değil, 
yazlığa gelmiş gibi de değil, 
yaşa dünyada babanın eviymiş gibi... 
Tohuma, toprağa, denize inan. 
İnsana hepsinden önce. 


AYŞENİN MEKTUPLARI'ndan


Çalıştığın yerde seninle yan yana çalışmak istiyorum,
dövüştüğün yerde yine yan yana dövüşmek,
(ekonomik istiklal için
ve ev işleri esirliğinden filan kurtulmak için değil)
burnunun dibinden ayrılmamak için.



ROMANYA'YA DAİR LİRİK RÖPORTAJ'dan
..
Yaşamak güzel şey.
Hep beraber yaşıyorsak güzeli
Romanya yaraştı kadınıma
Kirpikleri bir kat daha mavileşti
Saçlarında Romanya'nın gökyüzü ile dönecek eve
Saman sarısı saçlarında firuze tarak
ve yayla çiçeklerinin güneşli aklığı telinde
dudaklarında Karadeniz'in tuzu.