31 Aralık 2013 Salı

Franz Liszt - 12 Etudes d'exécution transcendante (Claudio Arrau, 1977)

Ne yordu bu albüm be, resmen enerji ve konsantrasyon vampiri. Klasik müziğin romantizm dönemindeki bir besteci olarak bilinen Liszt'in piyanoda çalınan bu besteleri, akıldaki yumuşak naif aşk sevgü dolu melodilere ev sahipliği yapan bir romantizm tanımını birebir canlandırmıyor sanki. Bunda piyanist Claudio Arrau'nun da canlı, atik hatta ve hatta hafiften saldırgan tekniğinin de etkisi vardır herhalde. Bir de notalar da daha sert tınlıyor gibi. Açıkçası bilemiyorum, bu bestelerin aslı böyle midir yoksa  bir yoruma mı tabi tutulmuşlardır. Lakin dinlemenin yorgunluğuna sebep bu anlattıklarımın hiç biri değil. Dinledikçe, vakit ve emek sarfettikçe buradaki eserlerin bir arkafon müziğinden ibaret olmayan, olamayacak kaliteye sahip olduklarının farkına varıyoruz. Tabi bir süre sonra. Maksimum keyfi alabilmek için ise her besteyi dikkatle dinlemeniz, eşlik etmeniz gerekli. Zor zanaat yani.
Bir de bu akşam 2014'e giriyoruz vallahi. 2014! Bir Blade Runner atmosferi, o kadar mı uzağımızda kaldı?

7,50/10

29 Aralık 2013 Pazar

Patricia A. McKillip - The Riddle Master's Game Trilogy

Bir önceki kitabı The Forgotten Beast of Eld ile fantastik kurguda ismini duyuran yazarın 70'lerin ikinci yarısına sığdırdığı üç kitaplık serinin birleştirilmiş halini okuma fırsatı bulabulabildim. Çok sevenler ve dudak bükenler olarak sınıflandırabileceğimiz serinin okuyucuları gibi ben de kendi şahsımda ikiye bölündüm. Yani artıları var, eksileri var, çabası var, çuvallaması var. Konuya geçmeden önce tarzı biraz özetleyeyim: İlk kitabın yarısına kadar yazım tekniği bize LeGuin'i hatırlatıyor. Psikolojik çözümlemeler ya da tasvirlere gömülmeden, kesik kesik ve detayları okuyucunun hayalgücüne bırakan, edilgen okumaya karşı bir teknik olarak tanımlayabiliriz bu yöntemi. Ancak bakıyor ki beceremiyor, doğru bir seçimle yönelimini değiştiriyor. Gönülsüz kahramanın bakış açısından onu seven bayan kadrosunun maceralarına odaklandığı ikinci kitap değiştirdiği yazım tarzı sebebiyle daha canlandırıcı bir okuma sunuyor. Üçüncü kitap da ise zoraki yine kahramanımız Morgon'a dönüyoruz.
Yazar kurgusunu büyük ölçüde gizem üzerine kuruyor. Amaçlanan iki sır var roman boyunca çözülmeye çalışılan. High One (hayvan şakası yapmayacağım) denilen o toprakların yönetimini sihirli bir şekilde krallara bölüştüren, onları gözeten ruhani varlık ile o topraklara ve bir noktadan sonra Star-bearer ünvanıyla mesihvari bir konuma ulaşan Hed Prensi Morgon'a karşı saldırıya geçen ve denizden geldikleri bilinen esrarengiz şekil değiştiren halk. Mükemmel demeyelim de layıkıyla metnin sonuna kadar bu sırları dengeli bir şekilde çözüme kavuşturma mücadelesi güdülüyor. Aklıma Robin Hobb geliyor. Ancak okuyucunun kafasını karıştıran bir gizem daha yaratıyor yazar ister istemez. Mantıksız dayanaksız sihir sistemini sanki bütün karakterler biliyor da bizim aklımız almıyor. O devirde unutulmaya başlayan sihirbazlar var. Bilmece var ki aslında tüm mistifikasyona rağmen ardındaki hisseyi bulma amaçlı analitik bir çözümleme tekniğinden öteye mana ifade etmiyor. Shout denen bir şey var. Şekil değiştirenlerin gücü var. Bir de High One'ın bahşettiği kralların, prenslerin kendi ülkelerindeki taşı toprağı yaşayan insanı (hatta An diyarında ölüleri) hissettikleri, hükmettikleri, şekil değiştirebilme imkanı tanınan (An kralı karga oluyor, Har isimli kral kurt oluyor lama misali bir hayvana dönüşüyor, Isig kralı ağaç halini alabiliyor) sihirli bir bağ var. Bu krallar öldürülmedikleri sürece binyıllarca yaşayabiliyor. Ama nedense veliahtları hep genç. Haritadaki belli yöreler belli özellikleri ile anılıyor. Isig ormanları ve ağaca dönüşen kralıyla tanınsa da aslında madenci ülkesi, Herun bir bataklık diyarı, Hed tarım, hayvancılık ve birayla geçinen sakin bir ada ülkesi, vs... Kısmen Belgariad yani.
İngilizceme çok güvenen birisi değilim. Grameri boşverip metinden anlam çıkarma gibi bir huyum var okumalarda. Bir noktada romanda geriye dönüp tekrar okumaya sevk eden kapalı diyaloglar ya da kimin kime ne söylediğini ilk bakışta kavrayamama gibi bir sorun bulunmakta. İnternette gördüğüm kadarıyla başkaları da bundan şikayet edince sorunun benden kaynaklanmadığına kanaat getirmiş bulunmaktayım. İlk kitapta vazgeçip sonrasında geliştirdiği anlatım tekniğinde, kelimeleri imgeye dönüştüren şiirsel bir yönü benimsemesi de bunda bir etken aslında.
Konuya geçelim. Hed Prensi Morgon, anası babası bir deniz kazasında ölünce ülkeyi yönetmeye başlar. Yaşı gençtir anladığımız kadarıyla. Caithnard şehrinde bilmece ilminde tahsil görmüş bu genç An'ın ölü kralından vakti zamanında An ülkesinin tacını kazanmıştır. O kadar umursamaz ki bunu yatağının altında tozlanmaya bırakmıştır. An kralı ise tacı ele geçirene kızı Raederle'yi başgöz edeceğine söz vermiştir. High One'ın resmi arpçısı Deth bir gün çıka gelir ve Morgon'u bulur. Hed'i erkek kardeşiyle kızkardeşi Tristan'a bırakıp terkeder, An sarayına yola çıkar. Zaten Raederle'yi çocukluğundan bilmektedir ama acaba böyle güzel bir hatun her şeyi bırakıp köylülerin arasına gelecek midir kuşkusunu kalbinde taşır. Geçmiş zamanda Yrth ismindeki bir büyücü üç yıldızlı bir arp ve kılıç bırakmıştır. Alnında saçlarının kapandığı yerde üç yıldız işareti taşıyan Hed' arp sunulur. Neyse, Deth ile Morgon'un bindiği gemi esrarengiz bir şekilde batar. Konuşma yetisini kaybettiği bir büyüyle bağlanmış şekilde ve ağır yaralı halde Ymris kralının münzevi kardeşi tarafından bulunur, iyileştirilir. Yolda onu tanıyanların bulunabileceği kente yolculuğa giderken bir tüccar grubu tarafından saldırıya uğrarlar. Neticede Ymris kralı ve tebaası tarafından bulunurlar. Kral tayfası birbirini çok tutar ve kayıp Hed prensini yaralayanın Ymris kralının kardeşi olduğu sanılır. Aslında bu kardeş, abisinin evlendiği kızın aslında öldürüldüğü ve yerine bir şekil değiştirenin geçtiğine inanmaktadır. Abisini inandıramadığı için münzevi bir hayatı seçmiş, gizemi aydınlatmaya çalışmaktadır. Morgon sarayda kalırken bu kadınla ve diğer bir şekil değiştirenle karşı karşıya gelir. Sonuçta haklı çıkarlar, milleti de inandırmayı başarırlar. High One'ın ikamet ettiği Erlenstar dağına gitmesi salık verilir. İnatçı bir şekilde kaderine dirense de Morgon ile Deth yola koyulur. Amazon benzeri bir yönetici kadrosu tarafından yönetilen Herun'a varırlar. Kraliçe (Morgol)  Deth'in yavuklusudur. Veliahtı Lyra ise Morgonu korumak gibi bir obsesyona kapılmıştır. Morgol bilmeceler kolejinin baş ustası Ohm'un kendi büyücüler okulunu yakıp yıkan ve diğer büyücülerin ortadan kaybolmasına sebep olan büyük usta Ghisteslwchlohm (ben şöyle okuyorum, Jistelmisteloyoyoy) olabileceğini iletir. Burada da kalırken şekil değiştirmiş bir arpçinin saldırısına uğrar. Pasifist, şiddet karşıtı Morgon da dönüşmeye başlamıştır artık. Bu değişime karşı her şeyi bırakıp evine dönmeye de çalışır. Dönüş yolunda yıldız taşıyıcı hakkında Osterland kralının bir bilmecesi olduğunu duyunca oraya yönelir. Vesta kılığındaki kral Har'ın yardımıyla tipiyi aşar, ondan bu bilmeceyi sorup kaybolmuş olan büyücü Suth'un oğlunun da yardımıyla şekil değiştirmeyi öğrenir ve Suth'u aramaya vesta sürülerinin gezdiği kuzeye gider. Bir sürüde bulur da. Fakat orada Ohm ile Jistlemistel arasındaki bağlantıyı onaylatabilir Suth'dan sadece. Ki hemen ölür büyücü. Ardından yolu Erlenstar öncesindeki son durak Isig ülkesine düşer. Oranın kralı Danan'dan da soğuğa en dayanıklı hal olan ağaç olmayı öğrenir. Isig dağının derinliklerindeki gizemli bir türbede kılıcı da teslim alır. Bu türbe earth-master, toprak efendilerinin çocuklarının türbesidir. Taştan çocuklar kılıcı teslim ettiklerinde ondan High One'ı öldürüp onları serbest bırakacak bir kehanetten sözederler. Bu noktada söylemeyi geçtiğim bir şeyi eklemeliyim. Bu topraklar  toprak efendileri denen bir halkın gelişmiş kentlerinin yıkıntıları ile doludur. İz bırakmadan kaybolan bu topluluğun kentlerinin de nasıl yıkıldığı bilinmemektedir. Kılıcı teslim aldığında yine şekil değiştirenlerin saldırısına uğrar. Yaralanır kurtulur. Aslında sonradan söz edeceği gibi bu şekil değiştirenler neredeyse kendilerini öldürtüyordur. Amaçları doğrudan Morgon'u öldürmek değil onu güdülemek gibidir. Deth de onun oraya gideceğini tahmin edip Isig da onunla buluşur. Baştan sona gizemli ve tekinsiz bir karakter çizen Deth ile birlikte sonunda Erlenstar'a varırlar. High One'ın tahtında Ohm oturur ve ben oyum der. İlk kitap sonlanır.
Aradan zaman geçer, Morgon kayıptır. Ülkesini yönetme hakkını belirleyen sihirli bağ kardeşine geçince herkes öldüğünü düşünür. Ymris'deki iç savaşın görünenden öte şekil değiştirenlerle ilgili olduğunu düşünen An kralı oğullarını ülkesine toplar, karga olup uçar gider. Raedele ise her nedense Morgon'a bağlanmıştır. Gizlice o da onu bulmaya Erlenstar'a yola çıkar. Yanına annesinin maiyetinden kaçan Lyra ve sonradan da Tristan da katılır. Bu arada sihir anlamında yavaş yavaş Raederle'de güçlenmeye başlar. Ortaya çıkar ki kraliyet genlerine geçmişte bir şekil değiştirenin kanı karışmıştır. Büyü gücü oradan gelmektedir. Korktuğu için kendisiyle savaş halindedir. Bu arada Ohm'un büyücüler üzerindeki etkisi de kırılmıştır. Hayatta kalanlar tekrar yaşama döner. Hedefleri toplanma noktası eski büyücü kenti Lungold'dur. Deth'in ihaneti sonrasında Ohm'a tutsak düşmüştür Morgon. Aylarca zihinsel işkenceye Deth'in ezgileri eşlik etmiştir. Bu süreçte Ohm'un güçlerini kendinde toplayıp bu zinciri kırmayı başarmıştır. Ve şimdi de Deth'in peşinde onu kovalamaya başlar diyar diyar. Geçtiği yerlerde ihaneti anlatır. İnsanlar High One'ın Ohm olmadığına inanır daha çok. Gerçekten de boş bulduğu koltuğa oturmuştur. İnsanlar umut bağladıkları Yıldız taşıyıcısının intikam uğruna ölüm makinesine dönüşmesinden korkmaktadır. Raederle Morgon ile konuşabilmeyi başarmıştır. Kendi ülkesine dönüşünde An'ın ölüleriyle anlaşma yapar ve Morgon'u ülkelerinden geçerken korumalarını ister. Talimatı açık olmadığı için Deth'i korur ölü kral ve soylular. Hepsi An sarayında toplanır. Morgon da çıka gelir. Deth'i öldürmemeye karar verdiği an dönüm noktasıdır. Serbest bırakılır. Artık herkesin buluşacağı nokta Lungold kentidir. Morgon ve Raederle uzun yolculuklarında bir kez daha Deth tarafından tuzağa düşürülür. Ohm ile yüzleştikleri an şekil değiştirenlerin de saldırısına uğrarlar. Kargaşadan yararlanıp teleportation (ne diyeyim a dostlar) büyüsüyle kaçmayı başarırlar. Hemen öncesinde ise emirlerine karşı gelen Deth'in Ohm tarafından öldürüldüğüne tanık olurlar. Öncesinde tüm An'ın ölü soylularını Hed'i korumaya gönderir Morgon. Lungold'a vardıklarında büyücülerin Morgon'a yardım için toplandığını görürler. Ohm büyücü okulunu yıldız taşıyıcısı ile ilgili efsane ve kehanetler tarihte kaybolsun diye yok etmiştir. Yine de kimsenin şekil değiştirenler ile kehanet arasındaki ilişki konusunda bütünleyici bir fikri yoktur. Sonunda şehir Ohm ve ondan ayrı şekil değiştiren ordu tarafından istilaya uğrar. Herkes Morgon'un bulunduğu odada karşılaştığı an arp ile bütün silahları kırar. Yrth'ın yönlendirmesiyle de oradan büyüyle kaçmayı başarır. Sonrasında kuş olur balık olur ama yine de Lungold'a dönemez. Arkasındaki şekil değiştirenler tarafından Erlenstar'a yönlendirilir. Sonunda her yol o dağa çıkar. İçeride Ohm ile kendini yalnız bulur. O da hapistir. Bekliyoruz der High One'ın gelmesini. Aslında şekil değiştirenler onu gerçek High One'ın yüzünü göstermesi için kullanıyordur. Ama High One toprağın olduğu kadar rüzgarın da efendisidir. Dağ fırtınayla yerle bir olur. Morgon kaçar, deli divane olur. Sonuna Raederle onu bir ıssızda bulur. Isig'a dönerler. Bütün kralların toprakla bağlantısı olan sihirlerini onlardan öğrenmeye başlar. Bu arada Deth'in ölmediğini aslında onun Yrth olduğunu keşfeder. Yolculukta Yrth ona yardım ederken bu gizemi de çözmek Morgon'a kalmıştır. Bu arada bütün diyar, Hed köylüleri bile kalabalık şekil değiştiren ordusunun karşısına Ymris'e yardım için hareketlenmiştir. Herun'da Morgola karşı Yrth Deth olduğuna dair sırrı saklayamaz hale gelir ve oradan kaybolur. Morgon da ona sorular sormak için peşine düşer. Kimsenin tepesine ulaşamadığı rüzgar kulesinde, High One'ın gizlendiğini düşündüğü yerde karşısında Yrth ya da Deth denen adamı bulur. Kimliğini açıklar. Onca eziyet aslında Morgon'un güçlenmesi içindir. Çünkü High One'ın varisi Morgon'dur. Aşırı güçlenen toprak efendileri medeniyeti  bu yıkıcı güce karşı çıkan diğer fraksiyonla çarpıştıkları bir iç savaş neticesinde yıkılmıştır. Güce tapınanlar, kendi fraksiyonunda tek kalarak onların gücünü de kendinde somutlaştıran, aynı zamanda rüzgara da hükmeden High One ismindeki toprak efendisi tarafından denize sürülmüştür. Sınırsız güç karşısında engel gördükleri High One karşısında güçlenip dikilen eski halkından gizlenerek bu karşılaşmayı ertelemeyi başarmıştır. Varisini getirecek kehanetin gerçekleşmesini beklemiştir. Ordular kulenin dibinde savaşmaya başlamıştır. Ohm'u gücü için tutsak eden toprak efendilerinin lideri kulede peydah olur. Kılıcı tutan Ohm, High One'ı öldürmeyi başarır. Morgon ise rüzgarı çağırıp kuleyi yıkmayı başarır. Nihayetinde güçlerini kullanıp toprak efendilerini yener, öldürmeye kıyamaz, hepsini Erlenstar dağına hapseder. Morgon diyarın High One'ı olurken, Raederle ise artık denizlerde yaşamayı sevdiğini belirtir. Yılda bir kaç kez biraraya gelme sözü verirler birbirlerine.

28 Aralık 2013 Cumartesi

RETRO: Dismal Euphony - Autumn Leaves - The Rebellion of Tides (1997)

Grup ikinci uzunçalarıyla bir miktar daha demlenip soundlarını somutlaştırıyor, derinleştiriyor. Ayrıyetten orada durmuyorlar ve korku tüneline doğru adım atarak müzikal bir seçim yapıyorlar. Özellikle bu seçimin en damıtılmış halini In Remembrance of a Shroud'da dinleyebiliyoruz. O dönem bi aralar moda olduğu gibi bir şarkıda da elektronik-endüstriyel denemeye girişiyorlar. Açıkça söylemek gerekirse bu deneme sounddaki albüm kapağına da yansıyan genel değişim kadar bir farkındalık yaratmıyor. En ilginç parça ise bitime saklanan bonus parça olsa gerek. Piyano, akustik ve gerginlik yaratan dronesu ambiyatik efektler.

7.0+/10

26 Aralık 2013 Perşembe

RETRO: Metallica - Some Kind of Monster (2004) EP

Grubun lanetli döneminin başat şarkısı Some Kind Of Monster hem uzun hem de kısa versiyonu ile şerefine verilen bu EP'yi şereflendiriyor. Kim ne derse desin, hangi amaçla yapılmış olursa olsun, ben nü metalin  o dönemde hakkından geldiklerini düşünüyorum. Sorun türün dengesizliğinde yatıyor. Neyse, St. Anger'ın tanıtım albümü güya ama geri kalan şarkılar grubun bilindik eski şarkılarının konser kayıtları. Tepkileri mi yumuşatmaya çalışmışlar yoksa para da para mı demişler, niyetokuyucum bu akşam çalışmıyor. Peki, o şarkılar hangileri?  The Four Horseman, Damage Inc, Leper Messiah, Motorbreath, Ride the Lightning ve Hit the Lights. Güzel performanslar. Ancak kan durmuyor kuduruyor Motorbreath dinlerken. Punk çekiyor demek ki canı bu aralar.

7,75/10

25 Aralık 2013 Çarşamba

Disclosure - Settle (2013)

UK Garage, deep house gibi etiketlenmeleri görünce içimde yer eden beklentinin tersine aydınlık eğlenceli pop karakterli bir albüm bu. Yeni bir Burial mı ne beklemişim. Zaten dans müziğinde tür karmaşası almış başını gitmiş, anlamanın mümkünatı yok bir noktadan sonra. Kısacası olan şu: Özellikle vokallerde 90'lara göndermede bulunan, misal Introsu ile birlikte bi ara zenci gırtlaklı vokal ağbimizden kentaçtis gibi bir nağme duyduğumu zannettiğim When A Fire StartsTo Burn, altyapısı görece modern, elektronik ile pop arasında bir dans albümü bu. Bu pop vurgusunu zaten grup elemanları da yapıyormuş ki bu da ne yaptıklarını bilen aklı başında adamlar olduğunu gösteriyor. Bu cihetle albümün ilk dört şarkıda fırtına gibi estiğini söyleyebiliriz. Hele White Noise'da çatılar felan uçuyor, evler yalavuz Missisippi'de oy anam oy. Sonrasında ise bazı ataklar bulunmakla beraber aynı çekiciliği şarkılarda bulmak daha doğrusu ilk yarıda oluşmuş çekiciliği devam ettiren anlara tanık olmak zorlaşıyor. Besteler kendi içlerinde kendi kendilerini tekrar eden süreçlere dönüşüyor çünkü. Birbirlerine benzer hale dönüşüyorlar. Bir de tabi bir çuval dolusu incir temasına uygun bir şarkı var tam ortasında albümün: Second Chance, yarım adet bile şansı haketmiyor ve enerjiyi yerlerde süründürüyor. Uzun versiyonu dinlerseniz kapanışı yine 90'lara saygı mahiyetinde bir remiksle kapama imkanına sahip olacaksınız.

7.0/10

22 Aralık 2013 Pazar

Şebnem Ferah - Od (2013)

Şebnem Ferah'ın gotik yönelimden vazgeçmesi tam isabet olmuş. Kısmen diyelim. Benim Adım Orman'ı dinlememiştim zaten. (Bu arada 2. albümü, Artık Kısa Cümleler Kuruyorum'u da dinlemediğimi yeni fark ediyorum) Belki de sadece klip şarkısından ve eleştirilerden etkilenip bir albümü dinlememek, içindeki şahsa özel, ikinci plana atılmış şarkıları kaçırmaya sebebiyet vermesinden ötürü gayet kötü bir seçim oluyor, bilemedim şimdi. Neyse ilk albümlerin havasına dönmüş. Ki biliyorum çok homojen bir sounda sahip değildi, bir Kadın örneğin. Ama şarkıların bir ölçüde çeşitlendirilmesi, farklılaştırılması bile son dönemdeki ayrılığı işaret ediyor. Bin Yıldır, Walt Disney çizgi filmlerindeki deniz kızlarının uğultusuna andıran efektiyle otantik bir balad iken, Yarım alışageldiğimiz şikayet tonlarında senfonik yapısıyla dikkat çekiyor. İlişkileri savaş metaforuyla anlatıyor yine, Girdap'da savunma pozisyonunda iken Savaş Boyası ile cepheye yollanıyor dinleyen. Metalik ritimler açılış parçası Kalbim Mezar'da da fazlasıyla yer tutuyor. Açılış parçası Birileri Var da fena değil ki albüme kulak vermeme sebep oldu. Aslında diskografi içinde bir uzlaşıyı temsil ediyor. Ama albümü özetleyen parça aynı zamanda albüme ismini de veriyor. Utangaç ise bluesy altyapısı, kekeme adım adım vokaliyle Şebnem Ferah'da sevdiğimiz vokal hareketlerinin ve  performansının cisimleşmiş halini oluşturuyor. Ki bu vokal oyunları ilk albümlerindeki, bir ölçüde ergenlik coşkusuyla takip ettiğim sözlere de artık çok önem atfetmediğimden dolayı Şebnem Ferah'ı hala dinliyor olmamdaki yegane sebep. Şimdi böyle söyleyince de yaşanmışlıklara dayalı emek ürünü sözleri küçümser gibi oldum. Lakin bu, özellikle nakaratlarda sözlerin zayıf ve hatta garip (yine utangaç örneğini vereceğim) kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Son yıllarda yapılan güzel işlerden biri olarak öne çıksa da albümde bir türlü yeterli vuruculuğun yakalanmadığına da şahit oluyoruz. Bazı şarkıları dinlerken sürünüyor sürünüyoruz ama o öldürücü darbe bir türlü gelmiyor.

8,50-/10

21 Aralık 2013 Cumartesi

Ahmet Arif - Hasretinden Prangalar Eskittim

Eşitlik ve adalet arayanların dillerine türkü olmuş şiirlerin yazarı Ahmet Arif, defalarca baskı yapan Hasretinden Prangalar Eskittim adındaki artık mecrasında efsaneleşmiş yapıtının yanısıra ölümünden sonra yayımlanmamış şiirlerinin toplandığı Yurdum Benim Şahdamarım ismindeki kitabın da yazarlığını yapmıştı. Metis'den çıkan 40. yıl özel basımı sadece bu iki kitabın toplamı değil, Cemal Süreya gibi isimlerden şair ile ilgili makale ve röportajlara da yer vermesiyle öne çıkıyor. Bu makale ve röportajlar dahil hepi topu 180 sayfada şairin edebi hayatının derlenebilmesi, şairin titiz çalışmasının örneği olarak tanımlanıyor. Yalnız her şey o kadar net mi? Gelenekten beslenen, hapishanelerde pişmiş, egemenlere karşı öfkeli, yurduna karşı sevdalı bu şiirler, hırçın ve kendi içine dönük, meldoramatik ruh hali arasında gidip gelen edaya sahip bu şiirler, kulağa gelenden çok daha naif soluklanan bu şiirler, yaşamında taşraya hatta varoşa dokunmadan büyüyen yeni nesillerce zor duyumsanabilecek bir boyut sergiliyor, bence. Yanılıyorum belki, sadece kendi düşüncelerimi haklılandırıyor bile olabilirim. İçindeki vurucu dizelerin varlığını reddetmeye de elbette yanaşmayacağım, her aklıselim gibi. Fakat burada anlatılan kavga, sevda, hayat benim ait olmadığım bir rüyadan akıyor gibi. Telaşın, grinin hakim olduğu, karın bile yere düşmeden eriyip kirini yığdığı bir kentte yaşıyorum ben. O çıplak dağlar, aşiretler, o kadar yabancı ki anlatılan hikaye bana. Belki de, belki de yıllardır biriktirdiğim beklentinin artık sıradanlaşmış ,o kaçınılmaz son tepkisidir bende doğan, bilemiyorum.


        Terketmedi sevdan beni,
   Aç kaldım, susuz kaldım,
   Hayın, karanlıktı gece,
   Can garip, can suskun,
   Can paramparça...
   Ve ellerim, kelepçede,
   Tütünsüz uykusuz kaldım,
   Terketmedi sevdan beni...   


   Haberin var mı taş duvar?
   Demir kapı, kör pencere,
   Yastığım, ranzam, zincirim,
   Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
   Zulamdaki mahzun resim,
   Haberin var mi?
   Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
   Karanfil kokuyor cıgaram
   Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...     

   Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
   Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
   Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık...        
   Ve zehir - zıkkım cıgaram.
   Gene bir cehennem var yastığımda,
   Gel artık...

   Akşam erken iner mahpushaneye.
   Ejderha olsan kar etmez.
   Ne kavgada ustalığın,
   Ne de çatal yürek civan oluşun.
   Kar etmez, inceden içine dolan,
   Alıp götüren hasrete.

   Akşam erken iner mahpushaneye.
   İner, yedi kol demiri,
   Yedi kapıya.
   Birden, ağlamaklı olur bahçe.
   Karşıda, duvar dibinde,
   Üç dal gece sefası,
   Üç kök hercai menekşe...


   Dağlarının, dağlarının ardı
   Nasıl anlatsam...
   Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
   Çırılçıplak,
   Vay kurban...
   "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda."
   Yiğitlik, sen cehennem olsan bile
   Fedayı kabul etmektir,
   Cennet yapabilmek için seni,
   Yoksul ve namuslu halka.
   Bu'dur ol hikayet,
   Ol kara sevda.

   Öyle yıkma kendini,
   Öyle mahzun, öyle garip...
   Nerede olursan ol,
   İçerde, dışarda, derste, sırada,
   Yürü üstüne - üstüne,
   Tükür yüzüne celladın,
   Fırsatçının, fesatçının, hayının...
   Dayan kitap ile
   Dayan iş ile.
   Tırnak ile, diş ile,
   Umut ile, sevda ile, düş ile
   Dayan rüsva etme beni.

   Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
   Namuslu, genç ellerinle.
   Kızlarım,
   Oğullarım var gelecekte,
   Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
   Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
   Gözlerinden,
   Gözlerinden öperim,
   Bir umudum sende,
   Anlıyor musun ?


   Ard- arda kaç zemheri,
   Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
   Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...           
   Bir ben uyumadım,
   Kaç leylim bahar,
   Hasretinden prangalar eskittim.
   Saçlarına kan gülleri takayım,
   Bir o yana 
   Bir bu yana...



   Bunlar,
   Engerekler ve çıyanlardır,
   Bunlar,
   Aşımıza, ekmeğimize
   Göz koyanlardır,
   Tanı bunları,
   Tanı da büyü...


   Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı, 
   Böyle arkasında bir soğuk namlu 
   Bulunmayaydı, 
   Sığınabilirdi yuceltilere... 
   Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,      
   Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı, 
   Yanan cıgaranın külünü, 
   Güneşlerde çatal kıvılcımlanan 
   Engereğin dilini, 
   İlk atımda uçuran 
   Usta elleri... 


   Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki... 

   Vurun ulan, 
   Vurun, 
   Ben kolay ölmem. 

18 Aralık 2013 Çarşamba

Deafheaven - Sunbather (2013)

Hayatta Allah-ü Teala'dan en çok istediğim üç yok yok dördüncü şey böyle çığırabilme yeteneğine sahip olmak. Sadece vokal değil, tremololar ve o gürültü duvarı ile grubun kendine has black metal çizgisini devam ettirdiklerini görüyoruz. Fakat altyapı sanki, eski albümlerini bir kez daha dinleyip akademik kıyasa girmek gibi boş işlerle uğraşmıyor karpe bebişim karpe diyem felsefesini takip ediyorum, bir misli daha alternatif rock sularında temelini sağlamlaştırmış gibi. Şu an oldukça orijinal ve gideri yüksek bu shoegaze atakları hala süper işliyor. İşlemesine de ufak ufak aklıma kırıntılar serpişmiyor değil. Sakın Alcest gibi hülyalara dalmasınlar. Neyse daha çoook uzağındalar, şükür. Gürültülü müziğe alışkın musikiseverler için uzun ve hipnotik şarkılar, içinde sanatsal pırıltılar içeren sürpriz şarkılar içeren bu albüm şık ve sade kapağı ile de takdir teşekkürnameleri topluyor.
Şimdi de dört gözle kaset bekliyoruz. Seks sahneleri içeren +18lik bol ekşınlılar tercih sebebidir. Bastır cemiyyet ruhu!

8,25/10

17 Aralık 2013 Salı

My Bloody Valentine - Isn't Anything (1988)

Birbirlerinin ipliklerini pazara çıkaran iki düzenbazın kavgasını izlemek kadar keyifli bir şey yok şu dünyada. Yani her şeye rağmen hayat güzel be yaw. Bu güzelliği car car My Bloody Valentine gürültüsünden bile seçebiliyorsunuz. Tabi tarzları bu. Noise popmuş yok şuugeyzmiş. Bildiğin cazur cazur rock. Söyleyiş tarzı ki biri bayan biri genç erkek çifte vokal müziği icra ediyor, aslında tezat bir şekilde oldukça melodikler. Şarkıların da altyapısı oldukça naif. Cupid bu anlamda çok hoş bir şarkı. Sertleştikçe de , üstyapı baskısını arttırdıkça, (When You Awake) You're Still in a Dream daha bir güzel duruyor. İşin aslı , hani tezatlık dedik ya, sarhoş kafa dinlemek ayrı bir tat verecek gibi hissediyorum. Yaşamın büyük çoğunluğunu kapsayan sağlam kafada ise pek yanından geçeceğim bir albüm değil. Grubun bir sonraki albümü Loveless ise olağanüstü bir fevkaladelikte her bir müzikseverin en iyi albümler listesinde başı çekiyor. Ayrıca yeniden toparlandıktan sonra bu sene çıkardıkları albümle de iyi sükse yaptılar.

6.75-/10

15 Aralık 2013 Pazar

Slavoj Žižek - Ahir Zamanlarda Yaşarken

Konuştuğu gibi dağınık bir şekilde yazan Jijek, Marx ya da Freud sözkonusu olunca teoride kendini biraz kaybetse de bu zaafını renkli anlatım tekniği ve dobralığı ile kolayca dengeliyor. Ve çift tuğla kalınlığındaki bu kitap su gibi akıp gidiyor. Ortodokslar tarafından liberal olarak suçlanmayı takmazcasına polemiklerini kendisine yakın görüşler savunan Badiou örneğin ya da daha sağ ve liberal isimler ile gerçekleştiriyor kitabın sayfalarında. Dolayısıyla göğsünü gere gere komünizmin gerekliliğinden, Komünizm Fikri'nden dem vuruyor, hem de gayet iradi özelliğin altını çizerek. (Buralarda Mao'nun deyişlerini alıntılamak şart oluyor) Tabi sadece Lenin'i değil Marx'ı da yeniden düşünen bir ideoloji söz konusu olan. Farklılıklar üzerine düşen diyalog neyse ki orada kalmıyor ve nihayetinde ahir zamanların son süper star filozofu görüşlerini de öğretme fırsatını sunuyor. Hegelci materyalizm ve Lacancı terimlerin yoğunluğu sebebiyle Marksist Hegelist Lacanist (MHL) gibi bir tanımlama yapmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Negri de Marksist Spinozist Foucaultist oluyor bu durumda MSF.
Ölümcül bir hastalık karşısında insanın geçirdiği psikolojik safhalardan esinlenerek kitabını İnkar: Liberal Ütopya, Öfke:Teolojik-Siyasinin Güncelliği, Pazarlık:Siyasal İktisadın Eleştirisinin Dönüşü, Depresyon: Nöronal Travma ya da Proleter Cogito'nun Yükselişi ve Kabul:Yeniden Kazanılan Dava altbaşlıkları altında derliyor. Bu kitabın bağlaçlarla bağlı bir özetini çıkarmaktan ziyade yine en sevdiğim yolu izlemeyi tercih edeceğim. Altını çizdiğim, dikkatimi çeken, bununla kalmayıp tezini anlamayı sağlayacak kilit paragrafları olduğu gibi almak (Kısa bir not: kendi görüşlerimi aktarmaktan kaçınacağım için sadece bir düşüncemi, en göze çarpan gözlemi belirtip geçeceğim; eklektik bir pragmatizme fazlasıyla kaydığından dolayı kendi içinde çelişkiye yaklaştığı konuların mevcudiyeti -hem çoğunluğa uzun vadede güvenilmeli deyip Gaulle örneğinde çoğunluğun düşüncelerini iradi bir şekilde ezmenin haklılığını belirtmesi, ilk aklıma gelen örnek, STKların yaptıklarını küçümsemeyelim ama yaptıkları kapitalizmi güçlendiren ve kitlelerin vicdanını rahatlatan şeyler demesi de ikincisi, aslında apaçık çelişki değiller , ancak siyah-beyaz, 1li 0lı düşünce geleneğimizi sarsan veriler olduğu için içimizi daraltıyor bu tarz bildiriler):
Yasanın düzenleme gücü esasen dolaysız yasaklarında, eylemlerimizin izin verilenler ve yasaklananlar olarak ikiye ayrılmasında değil, tam da yasaklamaların ihlalinin düzenlenişinde yatar. Yasa temel yasakların çiğnendiğini sessizce kabul eder (ve hatta bizi alttan alta bu yasakları çiğnemeyi çağırır) ve kendimizi suçlu hisseder hissetmez yasağı düzenlenmiş bir şekilde ihlal ederek ihlali yasayla nasıl uzlaştırabileceğimizi söyler.
Küreselleşmenin yerel gelenekleri tehdit ettiği, farklılıkları düzleştirdiği fikrine de .. karşı çıkmak gerekir. Küreselleşme gelenekleri bazen tehdit eder, fakat çoğu zaman da onları canlı tutar, canlı değilse bile canlandırır ve hatta zamanında başka koşullarda ortaya çıkmış olanlarını farklı koşullara uyarlar.
Modern müsamahakar, seküler, bencil vs toplumda mücadele ettikleri yozlaşma en başından beri vardı zaten. Bunu Zen Budizmiyle karşılaştırabiliriz. Zen'in Batılı Yeni Çağ imgesinde bir rahatlama tekniğine indirgendiğini ve bunun hakiki Japon Zen'ine ihanet olduğunu düşünenler, Batılılaştırılmış Zen'de olmasından üzüntü duydukları özelliklerin hakiki Japon Zen'inde zaten var olduğunu unutuyorlar. İkinci Dünya Savaşından hemen sonra Japon Zen Budistleri işletmeciler için Zen kursları düzenlemeye başlamıştı. Zaten bu Budistlerin çoğu savaş sırasında da Japon militarizmine arka çıkmıştı.
Gerçek bir eylem, belirli bir duruma yapılan stratejik bir müdahaleden ibaret değildir. o durum kendi koşullarıyla sınırlanmıştır zira. Gerçek bir eylem, geri dönüşlü olarak kendi koşullarını yaratır.
Geleneksel olarak liberalizmin her temel biçimi ister istemez bir diğerinin karşıtı olarak belirir. Liberal çokkültürcü hoşgörü savunucuları genel olarak iktisadi liberalizme karşı çıkar ve korunmasız olanları sınır tanımayan piyasa güçlerinden korumaya çalışır, serbest piyasa taraftarı liberaller ise genel olarak muhafazakar aile değerleri vb ni savunur. Dolayısıyla karşımızda ikili bir paradoks durmaktadır...Bugünse her iki veçhenin birleşebileceği yeni bir çağa giriyor gibiyiz. Örneğin Bill Gates gibi kişiler kendilerini hem radikal piyasacı hem de çokkültürcü insancıllar gibi gösteriyor...Liberal vizyonun merkezinde anti-ideolojik ve anti-ütopik bir tavır vardır. Kendisini kötünün iyisi siyaseti olarak görür liberalizm ve amacı da mümkün olabilecek en az kötü toplumu oluşturmak ve böylelikle daha büyük bir kötülüğün önüne geçmektir.
Çokkültürcülüğün hegemonik olduğunu söylerken, toplumsal ilişkilerin hakim biçiminin gerçekliğini tasvir ettiğini değil, bir ideoloji olarak hegemonik olduğunu kastediyorum sadece-çokkültürcülüğü bu kadar hararetle eleştirmem de bundandır. Ahmed 'çokkültürcülük çeşitli ırkçılık, şiddet, eşitsizlik biçimlerini gizleyen bir fantazidir' diyor; buna ekleyebileceğim tek şey var: Bu aslında her hegemonik ideoloji için geçerlidir....medeni ırkçılığın gerçekliği ancak ırkçılık karşıtı çokkültürcülük yanılsaması sayesinde işlerlik kazanabilir...hoşgörü terimi manidardır:İnsan  onaylamadığı, ama ortadan kaldıramadığı bir şeyi hoş görür...Ahmed'in liberal hoşgörünün temelinde tekkültürlülüğün yani 'bizim gibi olun, Britanyalı olun!' buyruğunun yattığı varsayımına ise katılmıyorum. Tam aksine söz konusu olanın bir tür kültürel apartheid olduğunu iddia ediyorum: Başkaları bize çok yaklaşmamalı, kendi hayat tarzımızı korumalıyız.
Ya hakiki çokkültürcülük ya da evrensel talepten toptan vazgeçmek. Her iki çözüm de yanlıştır, bunun tek sebebi birbirinden hiç de farklı olmamaları, bilakis nihayetinde uyuşmalarıdır. Hakiki çokkültürcülük, her kültürün kendi kimliğini savunmasını sağlayan tarafsız bir evrensel hukuki çerçeve ütopyası olurdu. Yapılması gereken şey, alanın tümünü değiştirmek, bütünüyle farklı bir Evrensel'i yani belirli cemaatler arasında vuku bulmaktan ziyade, her cemaati içeriden bölen ve böylelikle cemaatler arasındaki kültür-ötesi bağın ortak bir mücadele için kullanılmasını mümkün kılan antagonistik mücadeleyi devreye sokmaktır.
(Hollandalı gayler ve Müslüman göçmenler arsasındaki) gerilim çokkültürcü bir hoşgörü ve anlayışla değil, her iki cemaati de çaprazlamasına keserek bölen ama her iki safta bir kenara atılmışları birleştiren bir evrensellik adına verilen ortak bir mücadele sayesinde çözülebilir.
Steve Weinberg'in şu iddiasına kulak vermemiz daha iyi olacak: Din olmasa, iyi insanlar iyi şeyler yapar ve kötü insanlar da kötü şeyler, ama iyi insanlara kötü şeyleri ancak din yaptırabilir.
Hepinizi seviyorum şeklindeki tümel önerme, ancak 'nefret ettiğim en az bir kişi var'sa fiili varlık düzeyine ulaşır.İnsanlığa duyulan tümel aşkın her zaman (reel) istisnaya  yani insanlığın düşmanlarına karşı vahşi bir nefret duyulmasına yol açmış olması bu tezi fazlasıyla doğrulamaktadır...Aşk tümel bir kayıtsızlıktan doğarken, nefret tümel aşktan doğar.
Gerçek'in imkansızlığı, simgeseleştirilmesinde yaşanan başarızlığa göndermede bulunur. Gerçek, simgeselleştirmelerin etrafında dalgalanıp durduğu sanal sert çekirdektir: sözkonusu simgeselleştirmeler daima ve tanım itibariyle geçici ve istikrarsızdır; tek kesinlik, bunların varsaydığı/ortaya koyduğu Gerçeğin boşluğunun kesinliğidir.
..öbür yanağını çevirme jesti, teslimiyetçi bir direnmeme maskesinin ardında, gayet cüretkar bir biçimde ötekini bana dengi gibi, dengi olarak savunma ve saldırıyla karşılık verme hakkı olan dengi biri gibi davranmaya zorlar.
Antisemitizm bizzatihi ideoloji, hatta tüm ideolojilerin anasıdır...Lacan'ın 1+1+a şeklindeki formülünü en iyi örnekleyen sınıf mücadelesidir: iki sınıf, artı Yahudi fazlası, yani objet a, antagonist ikilinin tamamlayıcı unsuru. Bu tamamlayıcı unsurun ikili bir işlevi vardır: Sınıf antagonizmasının fetişist inkarıdır: fakat tam da böyle olduğu için, bu antagonizmayı temsil ederek sınıf barışına devamlı mani olur. Bir başka deyişle elimizde sadece iki sınıf (yani ilavesiz bir 1+1) olsa, o zaman saf sınıf antagonizması değil, tam tersine, sınıf barışı elde ederdik: birbirini tamamlayıp uyumlu bir bütün oluşturan iki sınıf. İşin paradoksal tarafı sınıf mücadelesinin saflığını belirsizleştiren ya da yerinden eden unsurun, bu mücadelenin itici gücü işlevi görmesidir. Toplumsal hayatta asla sadece iki karşıt sınıfın olmadığını söyleyerek Marksizmi eleştirenler, meselenin özünü idrak edemiyor: tam da asla sadece iki karşıt sınıf olmadığı için sınıf mücadelesi vardır....Örneğin bugün, hakiki antagonizma liberal çokkültürcülük ile fundemantalizm arasında değil, onların birbirine karşıt oldukları alanın kendisi ile dışlanmış Üçüncü (radikal özgürleşmeci siyaset) arasındadır.
İsrail Devletinin şiddeti dışındaki şiddetin kınanması, esas sorun olan devlet şiddetini örter: yasadışı yerleşimlerin kınanması yasal olan yerleşimlerin yasadışılığını örter. İsrail'deki dürüstlüğü pek methedilen yüksek mahkemenin ikiyüzlülüğü işte bu noktada açığa çıkar: Arada bir mülklerinden edilmiş Filistinliler lehine hüküm vererek, onların evlerinden tahliye edilmelerinin yasadışı olduğunu beyan etmek suretiyle geriye kalan vakaların büyük çoğunluğunun yasallığını teminat altına almaktadır.İsrail ile Batı Şeria'nın içinde bulunduğu gerçekliğe bakıldığında ortada tek bir devletin olduğu (yani tüm toprakların tek egemen güç olan İsrail Devleti tarafından fiilen kontrol altında tutulduğu) görülecektir. Bu devlet iç sınırlarla bölünmüştür, o yüzden yapılması gereken şey mevcut apartheidi kaldırıp onu seküler bir demokratik devlete dönüştürmektir.
Avrupa'nın iktidar olmasına yönelik heves bir anakronizmden ibarettir aslında. Varlığı bizzatihi iktidar siyasetinin reddine dayanan postmodern Avrupa'nın idealleriyle uyuşmayan atacı bir itkidir bu. Avrupa'nın yeni Kantçı düzeni ancak eski Hobbesçu düzenin kuralları çerçevesinde uygulanan Amerikan iktidarı şemsiyesi altında gelişebilirdi. Amerikan iktidarı, Avrupalıların iktiadrın artık önemli olmadığına inanmasını mümkün kıldı.Avrupalıların çoğu şu büyük paradoksu idrak etmiyor: Tarih-sonrası geçişleri, ABDnin aynı geçişi yapmamasına dayanıyordu. Avrupa'nın kendi cennetini muhafaza etmeye ve bu cennetin ahlaki bilinç kuralını henüz kabul etmemiş bir güç tarafından - gerek manevi gerekse de fiziksel olarak- istila edilmesini önlemeye yönelik bir iradesi veya gücü olmadığı için, Amerika'nın dünyada ala iktidar siyasetine inananları caydırmak ya da mağlup etmek için askeri gücünü kullanmaya gönüllü olmasına dayanıyordu.
Avrupa uluslararası ilişkilerde postmodern iken, tek tek Avrupa devletleri kendi içlerinde ABDden çok daha modern kalıyor, ABD ise uluslararası ilişkilerde bir modern ulusdevlet olarak hareket ederken ülkeiçi toplumsal iktisadi ve kültürel düzenlenişinde çok daha postmodern ( çokkültürcülük ve zayıflayan ulusal birlik hissi, hedonoizm ideolojisi vb) ... Yani ya Amerikan tarzı medeniyeti ya da yükselen Çin'in otoriterkapitalist biçimini tercih edebileceğimiz bir dünyada yaşamak ister miyiz? Eğer cevabınız hayırsa geriye kalan tek alternatif Avrupa'dır...Evet, Hitler iktidara (tam anlamıyla olmasa da) demokratik yollarla gelmiştir, yine de uzun vadede tüm dalgalanmalara ve kafa karışıklıklarına rağmen çoğunluğa güvenmek gerekir. Demokrasiyi canlı tutan şey bu iddiadır.
Badiou iktisadı salt 'durum'un (verili dünyanın yahut şeylerin ahvalinin) parçası olarak görüp bir kenara atmasının temelinde onu yurttaş-burjuva ikiliğine hapseden Rousseaucu-Jakoben yönelimi yatar..Komünizm Fikri'ni siyasi-eşitlikçi bir tasarıya indirgemek zorunda kalır.
Varlık'ın düzeninde , ötesinde farklı bir Olay düzeninin başladığı bir sınıra varamayız. Bu nedenle, kendimizi Devlet'in yozlaşmış düzeninden bütünüyle çıkarmanın bir yolu yoktur (buna lüzum da yoktur): Yapmamız gereken tek şey ona bir kırılma daha ilave etmek, içine Olay'a olan sadakatimizi kazımaktır. Böylece Devlet'in içinde kalır, fakat Devlet'i devletçi olmayan bir şekilde işler hale getiririz...Demek ki sınıf mücadelesi toplumsal gerçeklikteki belirli faillerin arasında süren bir çatışmaya indirgenemez. (Ayrıntılı bir toplumsal çözümlemeyle tasvir edilebilen) failler arasında farklılık değil, bu failleri meydana getiren antagonizma, yani bir 'mücadele'dir. Nitekim Marksist nesnelcilik iki kez kırılmalıdır: gerek meta biçimin öznel-nesnel a priorisine, gerekse de sınıf mücadelesinin nesnel ötesi antagonizmasına binaen. Asıl görev bu iki boyutu bir arada düşünmektir: toplumsal bütünlüğün işleyiş tarzı olarak meta biçiminin aşkın mantığı ve özneleşme noktası olarak, toplumsal gerçekliği boydan boya kesen antagonizma olarak sınıf mücadelesi.
Kapitalizmle birlikte kişisel özgürlük ve eşitliğe kavuşuruz. Açık bir toplumsal tahakküme lüzum yoktur, zira tahakküm üretim sürecinin yapısında örtük olarak zaten bulunur...işçilere kapitalistlere sattıkları metanın tam değeri ödenmiyor değildir. Sömürünün nedeni bir meta olarak emek gücünün, kendi ederinden daha fazla değer üretmek gibi paradoksal bir nitelik taşımasıdır.
Microsoft'un kazanmasının sebebi en iyi yazılıma sahip olması değil, kendisini kendi alanında standart olarak benimsetmeyi başarmış olmasıdır. Bir ürünün kendisini kendi alanında standart olarak benimsetebilmesi için pek çok işin yapılması gerekir ki bu işler de sözkonusu ürünün bünyevi niteliklerinden ziyade pazarlaması ve dağıtımıyla alakalıdır.
Tinsel töz olarak Tin, bir töz, kendisini ancak içindeki öznelerin aralıksız faaliyeti sayesinde var eden bir Kendinde-Şey'dir. Örneğin bir ulus ancak mensupları kendilerini bu ulusun mensupları sayıp bu doğrultuda hareket ettikleri sürece vardır; bu faaliyet dışında, kesinlikle hiç bir içeriği, hiç bir tözel tutarlılığı yoktur...Tin'in kendi kendine yabancılaşmasından önce hiç bir benliğin olmamasıdır. Yabancılaşma sürecinin kendisi, Tin'in yabancılaştığı ve ardından geri döndüğü benliği yaratır/üretir. Tin'in kendine yabancılaşması ile Tin'in Ötekisi'ne (doğaya) yabancılaşması aynıdır. Çünkü Tin kendisini, doğal Ötekiliğine dalmışlığından kendine dönmesi sayesinde oluşturur. Bir başka deyişle, Tin'in kendine dönüşü tam da döndüğü boyutu yaratır...Özne kendisini bir gösterge zinciri içine eklemlemeye çalışır, bu eklemleme çabası başarısız olur ve bu başarısızlık sayesinde özne gün yüzüne çıkar. özne kendi göstergesel temsilinde yaşadığı başarısızlıktır...Devrimci eylemin faili, bir şeyi yaparken ne yaptığını bilen o Lukascçı töz-özne olmaktan çıkar.
Altın musluk hayalleri kuranlar, çoğunlukla, yoksul insanlardır: zenginlerse evdeki her eşyanın basit bir işlevi olsun ister.
Bazen şeyin kendisi, kendi maskesi işlevi görebilir-toplumsal antagonizmaları örtbas etmenin en etkili yolu, onları açıkca sergilemekten geçer.
Karşımızda gerçek eşitliğe duyulan bir özlem değil, düzgün bir görünüm özlemi vardır.
..İki karşıt cevaptan bahsedilebilir. Deleuze ile Guattari'ninki Marksist bir cevaptır: Kapitalizm çokluğun üretkenliğini serbest bırakan bir yersiz yurtsuzlaştırma gücü olsa bile bu üretkenlik yeni bir yeniden yersiz yurtsuzlaştırmanın, tüm süreci çitleyen kapitalist kar çerçevesinin sınırları içinde kalır., ancak komünizmde çokluğun göçebe üretkenliği tam anlamıyla serbest kılınabilir. 68 sonrası kapitalizmin yeni zihniyetini savunanların cevabı ise tam tersidir: Onlara göre, toplumsal hayatı düzenleyen tek fail olarak Parti-devlet'in bütünleştirici-temsilci mantığına takılıp kalmış Marksizmin kendisidir; bugün, göçebe moleküler üretkenliğin tek etkili gücü kapitalizmdir. İşin paradoksal yanı, ikinci cevapta daha fazla hakikat olduğunu kabul etmemiz gerekir. Deleuze ile Guattari kapitalist çerçeveyi tam anlamıyla salıverilmiş üretkenliğin önündeki bir engel olarak tasavvur etmekte haklı olsalar da, Marx'ın düştüğü hataya düşüp engelin şeyin pozitif bir koşulu olduğunu ve o engeli ortadan kaldırmakla engellenen üretkenliği de paradoksal bir şekilde kaybettiğimizi görmüyorlar.
Özgürleşmeci siyasetin modernliğin evrenselci/seküler tasarısına sadık kalması son derece önemlidir.
Modernleşmenin evrenselliği ile tikel yaşam dünyalarının normalleştirilmiş biraradalığı postmodernliği tanımlayan özelliklerden biri değil midir? Pek çok gözlemcinin belirttiği gibi Postmodernlik modernliğin aşılmış değil gerçekleşmiş halidir. Post modern evrende, modern-öncesi artıklar tamamen sekülerleşmiş bir modernleşmeye doğru ilerleme sürecinde aşılacak engeller olmaktan çıkmış ve hiç bir soruna mahal vermeden çokkültürlü küresel evrene dahil edilecek şeylere dönüşmüştür-tüm gelenekler hayattadır, ama dolayımlanmış, doğallıktan çıkmış bir biçimde, yani sahici yaşama şekilleri olarak değil, özgürce tercih edilmiş yaşam tarzları olarak. Postmodernliğin marifeti burada yatar: Hintli programcı geleneksel ritüellerini icra edebilir ve bu pratikler yoluyla sahici yaşam dünyasıyla temasta kaldığına inanabilir, ama bu ritüellerin kendisi çoktan dolayımlanıp küresel kapitalizme dahil edilmiş ve küresel kapitalizmin pürüzsüz işleyişini mümkün hale getirmiştir... Peki ya varolmayan , yani evrenselliklerin daima çoktan katettiği, kapıp içine kattığı şey aslında kendi tikel kimliğimizse? bugünün küresel uygarlığında, zannettiğimizden daha evrenselsek ve asıl tikel kimliğimiz kırılgan bir ideolojik fantaziden ibaretse?..Küresel kapitalizmin tikel yaşamdünyalarını aşındırıp yok ettiği yolundaki genelgeçer şikayetekarşı şu cevabı vermek gerekir: Bu gibi yaşamdünyaları daima bir tür tahakküm ve baskıya dayanır, öyle ya da böyle gizli antagonizmaları hasıraltı eder, burada belirmekte olan her tür özgürleşmeci evrenselli kendi tikel dünyalarında doğru düzgün yerleri olmayanların evrenselliğidir.
Sağ'ın gitgide daha açık bir şekilde kabalaştığı günümüzde, basit edep adap kurallarına yeniden can vermek belki de Sol'a düşen bir görev. ...İktidardakiler kendileriyle devamlı dalga geçmekte ve iktidar da tıkır tıkır işlemeye devam etmektedir. Yapılması gereken şey yeni bir etik töze değil, medeniliğe can vermektir.
ABDnin 2003te Irak'ı işgal etmesine karşı yapılan büyük protestolar, iktidar ile savaş karşıtı protestocular arasındaki ortakyaşar hatta asalakça denebilecek tuhaf ilişkinin bir örneğiydi. Paradoksal sonuç, her iki tarafın da tatmin olmasıydı. Protestocular güzel ruhlarını kurtarmış, hükümetin Irak politikasıyla uyuşmadıklarını göstermiş, iktidardakilerse bunu sakince kabul etmiş hatta bundan nemalanmıştı: Protestolar çoktan karar verilmiş Irak işgalini önlemek namına hiç bir şey yapamadığı gibi paradoksal bir şekilde işgalin bir başka açıdan meşrulaştırılmasına bile sebep olmuştu. George Bush Londra ziyaretine karşı yapılan kitlesel eylemelre verdiği tepkiyle bu meşrulaştırmayu en iyi iekilde dile getirmişti: Bakın, işte biz bunun için savaşıyoruz, burada insanlar ne yapıyorsa, yani hükümetlerinin politikalarına nasıl karşı gelebiliyorsa, aynısı Irak'ta da mümkün olsun diye! ... Öyle görünüyor ki elimizdeki tek alternatif bundan birkaç sene önce Fransa'nın banliyölerinde patlak veren türden şiddetli isyanlar, yani 68 sonrasında oluşan Solcu terörist örgütlerden birinin adıyla söylersek l'action directe (doğrudan eylem) [çevirmen dipnot koymamış ama 70-80lerde Fransa'da faal RAF'a öykünen biraz daha otonom çizgiye yakın ve daha zayıf terör örgütünün ismiyle alaka kuruyor Jijek]. İhtiyacımız lan şey adlı adınca eylemin kendisi, yani büyük Öteki'nin ( hegemonik toplumsal bağın) altını oyup koordinatlarını yeniden düzenleyebilecek simgesel bir müdahale.
..yani küresel ısınma sayesinde artık Grönland'da daha çok sebze yetiştirilmesinin ekolojik farkındalıktaki artışla ilişkilendirilmesine dayanır. Bu gibi, fenomenler Şok Doktrini adlı kitabında , küresel kapitalizmin eski toplumsal kısıtlamaları bertaraf edip ileride açılacak beyaz sayfaya kendi gündemini dayatmak üzere felaketlerden nemalandığını anlatan Naomi Klein'in haklı olduğunu gösteren bir başka örnek değil de nedir? Belki de ilerideki ekolojik krizler, kapitalizmin altını oymak şöyle dursun, onu en çok canlandıran şeyler olma işlevini görecektir...Evrensel antagonizma (hayat için gerekli koşulların tehdit altındaki parametreleri) ile tikel antagonizma (kapitalizmin çıkmazı) arasındaki ilişkide, esas mücadelenin tikel mücadele olduğunu kabul etmek zorundayız. Evrensel sorun (yani insan türünün hayatta kalma sorunu) ancak önce tikel çıkmaz, yani kapitalist üretim tarzı ortadan kaldırılırsa çözülebilir.
Esas mesele elimizde doğru dürüst bir tercih yapmamızı sağlayacak türden bilgiler olmadan tercihte bulunmaya zorlanmamızdır -daha doğrusu, bizi hareket edemez duruma düşşüren şey henüz yeterince bilgi sahibi olmamamız değil, bilakis fazlasıyla bilgi sahibi oluşumuz; ama tutarlı bir bütün oluşturmayan bu bilgi yığınıyla ne yapacağımızı bilemez oluşumuz, bu bilgileri Ana Gösteren'e nasıl tabi kılabileceğimizi bilmememizdir.
Kitlesel performanslar özleri itibariyle faşist değildir, ahtta Sol ya da Sağ tarafından sahiplenilmeyi bekleyen tarafsız pratikler de değildir. Nazizm bunları asıl kökeninden, işçi hareketinden çalmıştır...Toplumsal bünyeyle toptan bütünleşme halini; iyi kalpli liberallerin hepsini tüm o 'totaliter' yoğunluğuyla afallatacak, ritüeli andıran ortak bir toplumsal performans içinde olma pratiğini utanıp sıkılmadan olumlamalıyız...Eleştirel bireyselliğin çözülerek disiplin içindeki kollektife akması Dionysosçu tekbiçimliliğe yol açmaz; bilakis zemini temizler ve sahici kendine özgülüklerin oluşmasına olanak sağlar...Ayin değişimin önündeki bir engel olmak şöyle dursun, anlamın yeni şekillerde icat edilmesini gerektiren gösterge ise anlam-sızı var ettiği sürece köklü değişim olanağını diri tutar. Disiplin yoluyla güç, cemaat yoluyla güç, eylem yoluyla güç, gurur yoluyla güç şiarını hiç vicdanı sızlamadan benimseyen ama eşitlikçi özgürleşme mücadelesine bağlı kalmaya da devam eden öznenin kişilik yapısından bahsediyorum.
Otoriter kişiliki bizzatihi açık liberal kişiliğin bastırılmış ters yüzü olarak görsek?
Mesele insanların ne istediklerini bilmemesi değil, sinik teslimiyetçiliğin onları bilgilerine göre davranmaktan alıkoyması ve sonuçta insanların düşünceleri ile hareketleri (ya da verdikleri oylar) arasındaki tuhaf bir boşluğun oluşmasıydı...Kendinden menkul bşr palyaço olan Berlusconi'nin halkın yüzde altmışının fazlasından rağbet gördüğü İtalyada yeniden bir tür şiddete başvurulması gerektiği açıktır.
..Jefferson'ın 'arada bir küçük bir isyanın olması iyidir' şeklindeki sözü meşhurdur:'Devletin sıhhat ve afiyette olması için gerekli olan bir ilaçtır. Allah korusun, yirmi senede bir böyle bir isyandan mahrum kalmayalım. Özgürlük ağacı ara sıra yurtseverlerin ve tiranların kanlarıyla canlanmak zorundadır. Onun doğal gübresi budur' İşte Fransız devriminin gerçek bir devrim olmasının sebebi budur, sürecin sonuna kadar gidip 'terörist' potansiyelini tam olarak açığa çıkarmamasıdır.
Elimizde üç yöntemden hangisini seçeceğiz? 1. Hiçbir şey yapmayarak Bartleby siyaseti mi güdeceğiz? 2. Radikal, şiddetli bir eyleme, bütünsel bir devrimci kalkışmaya mı hazırlık yapacağız? 3. Yoksa yerel pragmatik müdahalelerde mi bulunacağız?..Neden bir tercihte bulunmak zorunda olalım ki? Leninist somut durumun somut analizi sayesinde hangi durumda nasıl hareket edilmesi gerektiği belirlenebilir. Bazen, tikel sorunlar karşısında pragmatik önlemler almak uygun düşer, bazen radikal bir krizde olduğu gibi, toplumun tikel sorunlarının çözülmesinin tek yolu toplumun temel yapısının dönüşümünden geçer, bazen değiştikçe aynı kalan bir durumda, müesses nizamın yeniden üretimine katkıda bulunmaktansa hiç bir şey yapmamak yeğdir.
Tebaa gerek fiziksel zorlama (yada tehdidi) ve ideolojik libidinal bir yatırımları olduğu için itaat gösterir. İktidarın nihai neden, objet a'dır. arzunun nesne-nedeni, iktidarın kendi egemenliği altında tuttuklarına rüşvet vermesini sağlayan artı keyifdir.
Bugün krizler üretim sürecinin merkezinde değil, ekonomik hayatın iki kutbunda, ekoloji ve saf finansal spekülasyon, gerçekleşiyor. Dolayısıyla, sağduyuya dayalı şu basit çözümden kaçınmak hayati bir önem taşıyor. 'Spekülatörlerden kurtulup bu alana çeküdüzen verirsek, gerçek üretim devam eder' Ama kapitalizmden öğrendiğimiz şey, bu gerçekdışı spekülasyonların buradaki gerçeğin ta kendisi olduğudur; spekğlasyonları ortadan kaldırırsak, üretimin gerçekliği zarar görür.
Doğa ile insan endüstrisinin birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmesinin sonucu olarak, insan üretimi zaten yeryüzündeki doğal yeniden üretimim bir parçası haline gelmiştir; insan üretiminin aniden kesintiye uğraması, hiç beklenmedik aksaklıklar yaratabilir.
Lenin devletin ekonomik temel içindeki rolünü gözden kaçırmış, bunu kilit bir etken olarak ele almamıştır. Bu nedenle güçlü ve ceberrut devletin büyümesini önlemek şöyle dursun, devletin dizginsiz gücüne olanak tanımıştır: Devletin gücünü kimin dizginleyeceği sorusunu gğndeme getirmenin tek yolu, devletin gerek kendi haricindeki toplumsal sınıfları gerekse de kendisini temsil ettiğini kabul etmekten geçer...Leninizm tamamen Stalinist bir kavramdır..Lenin'in esas büyüklüğü ile Stalinist bir mit olan Leninizm aynı şey değildir...Anlaşılan o ki Lenin'in Stalin'e karşı son mücadelesi hakiki bir trajedinin tüm özelliklerini taşımaktadır: iyi adamın ktü adamla savaştığı bir melodram değil, kahramanın kendi eylemlerinin sonuçlarıyla savaşmakta olduğunu ve geçmişteki yanlış kararlarının kaçınılmaz gelişmelerini durdurmak için artık çok geç olduğunu fark ettiği bir trajedidir.
Yardım vakıflarının ve STKların emperyalist önyargılarını ne kadar elştirirsek eleştirelim, bu küresel farkındalık evrensel insancıllığın olumlu bir sonucudur.
Çağdaş kapitalizm hızlı ve geniş ölçekli müdahalelerin gerekli olduğu durumlar yaratıyor ama parlamenter-demokratik kurumsal çerçeve bu tür müdahalelere kolay kolay olanak tanımıyor. Ani finansal krizler, ekolojik felaketler, ekonomiyi kapsamlı bir şekilde yeniden yönlendirmek, bütün bunlar sonu gelmez demokratik müzakerelerin inceliklerini atlamak suretiyle , uygun karşı tedbirler alarak hızla karşılık vermeye dönük, tan yetkisi olan bir yapıyı gerektirir...Yasanın ötesinde durup bu tür çözümleri kabul ettirebilen Çin modelinin tek işlevi Komünist Partinin kontrolü elinde tutmasını sağlamak değildir, bu model günümüz kapitalizmin temel bir ihtiyacını giderir...Eğer bugünün en dinamik kapitalistleri Çin'de iktidarda olan Komünistlerse, bu durum kapitalizmin küresel zaferinin nihai göstergesi değil midir?
Badio bugün başlıca düşmanımızın kapitalizm, imparatorluk, sömürü vb değil de demokrasi olduğunu söylemekte hakldıır. Kapitalist ilişkilerin köklü bir şekilde dönüştürülmesine mani olan şey tam da bu demokrasi yanılsamasıdır.
Ezilenler için şiddet her zaman meşrudur ( çünkü ezilenlerin konumu maruz bırakıldıkları şiddetin sonucudur) ama asla gerekli değildir (düşmana karşı şiddete başvurup başvurmama kararı daima bir strateji meselesi olacaktır)
Bu sistemin istikrarı, ister ekonomik isterse de siyasi mahiyette olsun, karmaşık ayartma oyunlarına dayanır.
Müslüman kalabalıkların yoğun tutkusu sahici bir inancın yokluğuna delalet eder.Köktendincilerin ta içlerinde de hakiki bir inanç yoktur, şiddetli feveranları bunun bir kanıtıdır. Köktendincilerin sorunu onların bizden aşağı olduğunu düşünmemiz değil, onların kendilerini gizliden gizliye daha aşağı görmeleridir.
Belki de Yeni'ye ,en azından bizim hayal ettiğimiz gibi, dolaysız bir geçiş yoktur ve canavarlar bu geçiş zorlandığında ister istemez ortaya çıkıyordur.

eppur si muove

11 Aralık 2013 Çarşamba

The Knife - Shaking the Habitual (2013)

Yılın en iddialı sanat yapıtlarından biri olan bu çalışma deneyselliğini rahatça ortaya koymaya izin veren çift cdlik formatıyla dinleyiciye gayet ciddi bir meydan okuma gayesi güdüyor. Başta albüme ismini veren deyimin Foucault'dan ödünç alındığını söylemem ne kadar ciddi bir duruşla karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor sanırım. Brrr, içim ürperdi. Müzikal tavıra da yansımakla beraber sözlerde vücut bulan tutum politika, cinsiyet sorunsalı, feminizm, yoksulluk gibi öğelerden besleniyor. Elektronik albüm mü demiştiniz? O kadar basit değilmiş demek ki. Müzik ise eleştirmenler tarafından grubun en olmuş albümü diye tanımlansa da kafa karıştıracak kadar dağınık bir çerçeve çiziyor. İşte bu noktada sevdiğimiz bir kaç şarkı üzerinden örnekleyelim: Wrap Your Arms Around Me, Björk vokal performansını hatırlatan, davul başta olmak üzere zil ve trompet ya da onların synth kayıtlarıyla destansı bir lezzeti melodiyle birleştiren bir şarkı. Fakat hemen öncesindeki Without You My Life Would Be Boring ile oryantal gibi kendimizi kıvırır durumda buluyoruz. Full of Fire ile birlikte karanlık çarpık bir kulüp şarkısına benziyorlar. liberals giving me a nerve itch diyebilecek yetkinlikte (ve haklılıkta) bir kulüp şarkısı biliyorsanuz beri gelin yafu. İlk çalışmayı hiç beklenmedik bir tarzda uzunca bir ambiyans parçası ile bitiriyoruz. 19 dakika ağır süresi tempoyu bıçak gibi kesiyor. Pek hoşlanmadığım bir an. İkinci CD ise ilkine göre denemelere daha açık. Hatta klasik normda şarkılara yakın Raging Lung ya da vokal desteği aldıkları Stay out Here bile bundan azade değil; altyapı çeşitliliği ile, karmaşası demiyorum yalnız, grup deneyselliği gürültülü, birbirinin üzerine düşen ya da polifonik ritimler üzerine inşa etmiyor neyseki, seyirlik bir yolculuk sunuyorlar. Bu çalışma da ilkinde olduğu gibi tümüyle deneyselliğe teslim olmuş bir parça içeriyor. Neyseki daha kısa, 10 dakika kadarcık. Foklara çığlık attıran, dinleyeni zangır zangır titreten ve kafada zonklama yaratabilme gücüne sahip bu parça ilk bir kaç dakika farklılığıyla ilgi uyandırsa da bir noktadan sonra hadi eyvallah sen yoluna ben yoluma dedirtiyor. Yani sanat adına dinlemesi zorlaştırılmakla beraber özellikle başlangıcında güçlü dans ritimleriyle dengenin bir anlamda kurulduğu, notaya dökülen fikirlerin renkliliği ile farkındalık yaratan, hatta klişenin anasını söyleyelim, bir yanıyla düşündüren, şimdi de söz babasında, aynı zamanda eğlendirebilen, sahiplenilmesi güç atlanması güç bir albüm.

7.75/10

10 Aralık 2013 Salı

Sonata Arctica - Unia (2007)

Hayranlarını Kızıldeniz gibi ikiye bölen bu uzuuun albümle bir Sonata Arctica dinletimizin sonuna geliyoruz. Alışageldik geleneksel power metal soundunu modern bir maya ile boşuna tutturma çabası olarak eleştirilebiliyor. Ama o kadar uzun boylu değil. Çünkü İtalyan soslu çıtkırıldım neoklasik tarza gereğinden fazla eğilim gösterme gibi bir tehlike böyle keskin dönüşle halledilebilirdi ancak. Ayrıca grubun bu albüm çıkıncaya kadarki progresif yaklaşımlarının da doğru bir kerterize sahip olduğu hiç iddia edilemez. Bu çalışma da böyle bir deneme işte. Aslında geçmişlerinden o kadar uzak değiller. Nu metal felan yapıyor da değiller. Böyle bir aşıya ihtiyaçları vardı bence. Yoksa tempo açısından agresif ve balad arasına uzanan geniş bir çeşitlilik sergiliyor albüm. Fakat stüdyoda biraz fazlasıyla oynanmış, eklemeler yapılmış gibi. Bu da bir miktar, az miktar samimiyet sorgusuna sebebiyet verse de kime ne? Böyle eklentiler şunlar bunlar illaki bazı etkilenimleri de dinleyene hatırlatacaktır.  Misal The Vice ve takip eden şarkıda Blind Guardian'ın progresif tarzına bir yüksünme durumu var sankim. Ya da içinde akustik gitarın arz-ı endam yapıp kısa bir anda Yunan havası bürüyen garip parça The Harvest'ın modern (nü metal demeye utanıyorum tam da bu anda) grupları hatırlatması.. 80'ler heavy metali bonus parça Out in The Field... En bir nihayetinde dinlemek için özellikle aranıp durmayacağım ama hala bilmemkaç sefer dinlememe rağmen hiç sıkılkanlık belirtisi göstermediğim bir garip albüm bu.

7,25/10

8 Aralık 2013 Pazar

Mark Morgan - Fallout (1997)

İlk oynadığım ve sonrasında küççük adamlı RPG diye adlandırdığım türüyle aşık olduğum (Black Isle stüdyoları, ne işler çıkardı be!) PC oyunu Fallout'un müziklerini de arayıp durmuştum. Kasvetli, karanlık, tekinsiz, yalnız bi ambiyans musikisi. Arada o anki sahneye uygun şekilde ritim hızlanır ziller şıkırdar. Zaten yüreğiniz sıkım sıkım sıkılmışken o noktada çatlayıverir. Ancak şöyle bir şey var, ben oyunu 2.si ile ilk kez tanıdım. Onun müziklerini bulamayınca da ilkiyle idare etmeye karar verdim. Oyunu da oynadım sonraları ama aklım hep ikincisinde. Tabi bu kadar yüceltmeyelim, durmadan kendi arkadaşlarını vurduğunuz ya da yanlışlıkla öldürdüğünüz siviller dolayısıyla kasabalardan kovalandığınız aksiliklerle doluydu oyun. Şimdi soundtracki dinlerken bir bakayım dedim, belki ikincisinin albümünü de bulurum internette. Şans benden yana. Sadece ikincisini değil her iki oyun müziğinin yeniden mikslenip Vault adıyla resmi kanallarla download edilmeye imkan verildiğini buldum. Sağol Mark Morgan, çok yaşa!
Normalde dinlediğim şeylerde her bir zaman bir ezgi bir melodi aradığım için atmosfere dayalı ambiyans gibi türlerin beğenisi bende hep atlaması güç bir sınır çizgisine takılmııştır. Özel olarak aramam yani. Bir bilgisayar oyunu ile bağlantısı olduğu için uyandırdığı nostalji değeri üzerinden fazla önemseyebileceğim beklentisini , aradan geçen yılların erozyona uğratıcı etkisi sebebiyle bertaraf edebildiğimi söyleyebilirim. Çevirisi, gayet objektif dinliyorum şu an.  Kıyamet sonrası atmosferi layığıyla bizlere sunan bir albüm. Ürkünçlük ve bünyede yarattığı ürpertici tedirginlik hissi de gerçek. Yalnız bazı anlar bu gerçekliğin her zaman somut bir alanda yansımasını bulduğunu söylemek güçleşiyor. Çevirisi, gerçek de o kadar değil hani. Diğer bir deyişle bir proje albümü olduğu fazlasıyla aşikar. İnsanın içinden doğan hislerden ziyade dış koşulların bireyler üzerindeki etkisi iletiliyor. Bu anlamda da bu etki görece bir etkinliğe sahip. Bir kompozisyon yazmaya başlamadan önce sözlerimi burada bitiriyor, kendimi yanaklarımdan öpüyorum.

7,50-/10

7 Aralık 2013 Cumartesi

RETRO: Dismal Euphony - Soria Moria Slott (1996)

Bir yetmez albüm kapağında iki hatun olmalı düsturuyla ve absürtlüğüyle geleneklere sıkı sıkı bağlı grubumuz ilk resmi çıkışını bu albüm vasıtasıyla gerçekleştiriyor. Kısaca yaptıkları şeyin özetini önceki entrydeki gibi özetlersek şöyle birşeyler oluyor: Senfonik melodik gotik romantik folklorik black metal. Müzisyenlik ve akıllarındaki fikrin icraya dökülmesi konusunda elbette demodan beri yol almış görünüyorlar. Albüme bir de Ekho isminde aşılması, bayrak dikilmesi zor bir zirve eklemişler. Gerilimi biriktere biriktere ablamızın güzel çığlığına bağlanması ve ondan sonra da hemen sonlanmayıp dinleyeni toparlayacak bir süre daha devam etmesi gibi farklı bir seyir izliyor şarkı. On üzerinden on yani. Özellikle intro ve outrodaki kısa synth işini de sevmiş bulunmaktayım. Bugünlerde yok böyle şeyler vallahi.

7,50-/10

5 Aralık 2013 Perşembe

Holograms - Holograms (2012)

Off ne haftaydı be! Neyse geçti gitti. Nerede kalmıştık? Evet, bazı genç grupların gayet iyi iş çıkardığından bahsediyorduk. Holograms da son dönem öyle böyle ismini duyarabilenlerden biri. Her türün revivalı, yeniden canlandırması oluyor da post-punk'ın niye olmasın, değil mi? Garage rock'dan ne eksiği var? 80'lerde diğer türlerle etkileşime geçerek, new wave misali, ara bir akımı oluşturduğu için bu geriye dönüş biraz garip kaçabiliyor. Öncelikle ayaklarını sabitleyip dikilecekleri bir zemin bulmaları şart. Özellikle vokal başta olmak üzere çoğu parçanın kısa ve düz olması, hal ve tavır gibi sebepler henüz yeni punkı geride bırakmış izlenimi veriyor. Ama biraz sabrettikçe grubun aslında dans ritimleri üzerinde şarkılarını ilerlettiklerini görüyoruz. Ne kadar karanlık ve haysiyetli ve kuul görünmeye çalışsalar da bu ritimlerin kıvraklığı dinleyene en azından bana pozitif enerji veriyor. Ne olmak istiyorlarsa tersi yani. Belki de görünmek istediklerinin tersi gibi ses vermek istiyorlardır, işte o durumda tam da olmak istediklerini oluyorlar. Kısacası ciddiye almayın, keyfinize bakın. Benim tatlularım: A Tower ve Apostate.

7,50-/10

28 Kasım 2013 Perşembe

RETRO: Dismal Euphony - Spellbound (1995) EP

95 yılında çıkardıkları demo ses getirmiş olacak ki aynı şarkılarla ki 3, sadece 3 adet oluyor, bir sonraki sene cdli, kapaklı şukela bir legal baskısı gerçekleşiyor. Bu tarz gruplar albüm kapağına romantizmden kırılan bağyan resmi koymaktan da hoşlanıyor. Bir kitabı da kapağından değerlendirmemek lazım sonuçta. Bugünlerde hiç yapılmayan ve kendini özleten bir sounda emek veriyor grup. Gotik metalin sık sık sıkıcı bir noktaya düşürdüğü güzel/çirkin vokalini çok daha dinamik bir eksende ve ilgi çekici motiflerle işletiyorlar. Bayan vokal daha şirin daha bir melek, brütal vokaller ise melodinin bir parçası olabilmekte. Yükseliyor, alçalıyor. Vokaller müzik içinde nefes alıyor. Bu yönüyle bir miktar teyatral havayı da duyumsamak mümkün. Senfonik melodik gotik romantik folklorik black metal yani :) Atmosfer ise fantastik kurguyu hatırlatan farklı dünyalara doğru açılmış bir pencere hissiyatı etrafında şekillenmekte. Sadece melodiler, vokal değil rüzgar, hışırtılar, gürlemeler felan da buna katkıda bulunuyor. Ayrıca sert olacağım diye bir kasma derdi de yok. Bu sayede müzik gayet rahat dinleniyor. Bas çok rahat duyuluyor. Yeri geldiğinde bir gitar, yeri geldiğinde synth soloları nöbeti devralıyor. Dengeli tanımı anlam kazanıyor sonuçta. Negatif yönleri hiç mi yok. Melodilerin henüz olgunlaşmamış olması ve amatör icra ilk öne çıkan unusrlar. Sonuçta ilk albümün güzel bir habercisi oluyor.

7,0/10

27 Kasım 2013 Çarşamba

Onur Akın - Ey Hayat (2000)

Müzik tarihi ve türler üzerine yapılan tartışmalardan hoşlanıyorum. Tabi bizde pek kaale alınmayan şeyler bunlar. Yani ecnebi olsak tam da urban folk gibi bir tanımı hak edecek bu türe ne deniliyor? Bir ayağı doğrudan diğer ayağı geçici bir ara akıma dönüşmüş bulunan özgün müzik üzerinden dolaylı halk müziği üzerinde yükseliyor müzik de şiirsel anlatımlarda vücut bulan gelenekselden farklı daha doğrusu farklılaşmış duyarlılıklar ya da türe yabancı flüt, saksafon, elektro gitar gibi enstrümanların şarkılara dahil edilmesi ya da orkestra tarafından icra edilmesi suretiyle müziğin bir ekip işine de dönüştürülmesine ne demeli? Araştırıyorum internette, bu albüm Onur Akın'ın diskografisinde nerede durur, ne kadar beğenilmiştir, bir eleştiri yazısı bulamıyorum. Türün yabancısı olduğum için en azından kıracağım potlar az olsun dedim, nafile bir çaba demek ki. O yüzden kısa keseceğim. Sesi billur su gibi dinleyeni kendine aşık edecek kalitede sanatçının. O yüzden her zaman benim için ayrı bir yeri olmuştur. Üniversite zamanlarında verdiği konsere de katılmıştım fi zamanında. Ah eski günler, ya da yaşadığın memlekette üniversiteye gitmenin monoton anıları! Ey Hayat her zaman sevdiğim bir parça olmuştur. Şimdi o kadar müzikle haşır neşir olduktan sonra nakaratın bir miktar abartıldığını düşünüyorum, o ayrı. Ahım Kalacak yürek titreten bir parça. Ayrıca Sarar Seni de ismi geçirilmesi gereken güzel bir melodiye sahip bir türkü.  Kendi içinde dinamizmi ve çeşitliliği sağlamış görünüyor albüm. Her halde iyi addedilen bir yapıtıdır diye düşünmekteyim. Eğilmek, bu türe doğru eğilmek lazım.

7.75-/10

24 Kasım 2013 Pazar

Didem Madak - Ah'lar Ağacı

Bir şairin hayatını, yaşadığı o kısa günlere sığdırmış kadın şairin, üç kitabı her nedense birleştirilip tek ciltte toplanmaz. Hepimiz biliyoruz ya sebebini neyse. Ah'lar Ağacı ise tam ortanca kardeş oluyor. Kadın duyarlılığının tavan yaptığı şiirleri şairin, nostaljik anılarla birlikte hayata dair biriktirdiği sızılarını terapi ve tedavi etmek istercesine bir yalınlıkta kaleme aldığına tanık oluyoruz. Rastgele anımsamalar ve hikaye anlatımı genelde çok da sevmediğim sözcük çağrışımları ile zenginleştiriliyor. Şiirin kendi içindeki dağınıklığı ise aforizmal kalıpta tekrar dizeleriyle önlenmeye çalışılıyor. Kişisel olarak da şiirde çok da ısınamadığım hususların (kendine odaklılık, absürd çağrışımlar*, monolog anlatım..) önünde samimi, dobra ve daha önemlisi gerçek bir karakter olarak şair durduğunda, bu hususlar da şiirin tesirini artıran öğeler olup çıkıyor. İşte bu yüzden geçmişini olduğunca açık ortaya sermemek için dumanlı imgelerin arkasına sığınmayı seçmeyi reddeden kadın şairleri okumak bir yandan da başkalarının hayatını dikizliyormuş hissi vermekle birlikte ortaklıkların farkına vardıkça, en azından izlenimlerde ortaklaştıkça, okuyanın kalbine kendine özel kuşlar konduruyor.
Hoşlandığım bir kaç dizeyi aşağıda alıntılıyorum. Tüm şiirlerini internette bulmak mümkün şairin. Ama gidin kitapları alın, sigara parası yafu.
.
.
Tanrı'nın arkasına saklansam.
O kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
.
.
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
.
.
Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta
.
.
Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim
.
.
Ya siz 
nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?
.
.
İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç 
Annem sevindiydi hatırlarım. 
Ah demişti. 
Ah! 
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona. 
Annem çok sevinmelerin kadınıydı. 
Bazen sevinince annem gibi, 
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına. 
Annem çok sevinmelerin kadınıydı, 
Sıcak yemeklerin. 
Başına diktikleri o taş, 
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa. 
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.
.
.
Vasiyetimdir: 
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...
.
.
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı. 
Aşk diyorsunuz ya 
Ben istemenin allahını bilirim bayım 
.
.

Kimi gün öylesine yalnızdım 
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım. 
Annem 
Ki beyaz bir kadındır 
Ölüsünü şiirle yıkadım. 
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım 
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım. 
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca 
Acının ortasında acısız olmayı, 
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım. 
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım. 
Aşk diyorsunuz ya, 
İşte orda durun bayım 
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım 
Kendimin ucunda 
Öyle ıslak, 
Öyle kötü kokan, 
Yırtık ve perişan. 

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım 
Aşkı aşk bilir yalnız!
.
.

Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan. 
Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım 
Yıldızlı bir gecenin.
.
.
Ben sizin ruhunuza çiçek aşısı yapayım 
Da çiçekler açsın ruhunuz.  



*Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte

Ve etimoloji Eti'lerden kalma,
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam

23 Kasım 2013 Cumartesi

Enigma - MCMXC a.D. (1990)

Seksapelliği yüksek olmakla tanımlanan ilginç bir albüm bu. Dini geçmişi temsilen Latin ilahiler ve dans müziği Sade'nin hayatını konu alan bir projede somutlanıyor. New Age emsalleri arasından orjinalliği ile döneminde hayli öne çıkan bu albümün cinsel çağrışımları dinsel göndermelerden bağımsız nasıl değerlendirilip yatak odası fon müziği uygulaması yerine konduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Yine de hani, tüylere horon çektirten bir atmosferi dinlemenin keyfi bir noktaya kadar reddedilemiyor. Ancak bu safhada erkek vokalin ses renginin bir miktar itici olduğunu kabul etmek lazım. Günümüze göre dans müziğinin ritimlerinin de naif ve yumuşak kaçtığını söylemek mümkün ki bu da albümü biraz yavaş tempolu chill out tarzına yaklaştırıyor. Daha fazla gregoryan, daha fazla bayyan vokal!

7,50/10

21 Kasım 2013 Perşembe

RETRO: Judas Priest - The Best of Judas Priest (1978)

Cidden şöyle adamakıllı bir heavy metal albümü dinlemeyi özlemişim. Grubun 70'lerdeki ilk üç albümünü derleyen toplayan çalışma, grubun eski plak firması tarafından değişik baskılarıyla pişirilip pişirilip önümüze getiriliyor. Grup elemanları hiç memnun olmasa gerek. Olaya tepkisel bakmayıp müziğe eğilirsek gayet keyifli şarkıların albüme seçildiğini görmekteyiz. Yalnız adedi az, sadece 8. Sonraki baskılarda grup elemanları ile kuruluş aşamalarına dair hoşsohbetler eklenmiş. Yani anlayacağınız, dibine kadar sömürüye maruz kalmışlar. Elbette  grubun henüz tam anlamıyla Judaslaşma sürecini tamamlayamadıkları, kozalarından çıkamadıkları erken bir dönemi temsil etmesi sebebiyle de albüm genel diskografi açısından yetersiz bulunabilir. Ancak The Ripper'ın dumanı üstünde solosunu dinleyince böyle fani şeyler üzerine kafa yormanın gereksizliğini kolayca farkedeceksiniz.

8,25+/10

20 Kasım 2013 Çarşamba

Albinoni: Adagio / Pachelbel: Canon / Bach: Air / Vivaldi: La notte / Mozart: Serenata notturna / Gluck: Dance of the Blessed Spirits (Karajan,1984)

Albüm kapağındaki parti havası insanı ister istemez yanıltıyor. İşin içinde Alman disipliniyle yoğrulmuş Karajan olunca bu beklenmedik bir şey değil. Çünkü eserleri orjinallerine olabildiğince sadık ve muntazam bir detayda işleyen dünyaca ünlü şefin kayıtlarında ben de biraz duygu kısmının ihmal edildiğini düşünenlerdenim. Ve bunu klasik müzikten anlamayan biri olarak bile rahatçana söyleyebiliyorum. Albinoni, Pachelbel, Bach, Gluck ve Mozart gibi belli bir dönemin bestecilerinin eserlerinin toplandığı bu derlemeyi dinlerken çekeyim dizime kadar taytı, takayım beyaz perukayı, pudralayım suratımı, atayım finkimi vals salonunun ortasında gibi düşüncelere kapılmamak lazım. Şefimizin tempoyu artırayım tribünlere oynayayım halka hitap edeyim gibi bir kaygısı namevcut. Tabi ki bir tercih meselesinden bahsediyorum. Yoksa ağırlıkla keman ve flüt ağırlıklı bu parçaların bitişik nizamda ses olup vücut bulmasına tanık olmak da oldukça keyifli. Bu arada alışılageldiği üzere orkestra Berlin filarmoni.

7,50/10

17 Kasım 2013 Pazar

Balthazar - Rats (2012)

Bir sürü büyük grup takip ediliyor alternatif sahnelerden, inide rock olsun alternatif rock olsun. Arada bazı sesler güme gidiyor gibime geliyor. Türün sadık takipçisi olmadığım için belki şu an komik duruma düşüyorum, bilemiyorum, ama göğsümü gere gere kendime özel bir grup bulduğumu ilan edebilirim. Türk gençliğine armağanım olsun. Halbuki grup yani bir rock orkestrası, gitarı davuluyla... Lakin yaptıkları müziğin rock sertliğine sahip olduğunu söylemek güç. Trompet, keman, piyano gibi değişik enstrümanları müziklerine adapte ediyorlar. Bu çalgıları birarada çalıp gürültüye getirmek yerine parçalara göre bölüştürüyorlar. Sound olarak adadan gelen brit rüzgarını anakaranın yerel melodileri ile (grup Belçika'lı) harmanlayıp biraz da nostalji sosu ile süsledikleri ile tarif edilebilir. Albümün başlangıcında daha sakin ve sofistike Arctic Monkeys havasıyla britiş tarzı hakimken sonraları daha folk/indie pop rock kulvarına dönerek harika işler çıkarıyorlar. Vokal Alex Turner'ı fazlasıyla hatırlatıyor, yavaş, dili dolanan ve arada çatallaşan sesi dinlemek gayet güzel. Genel olarak müziklerini henüz oturtamadıkları fazlasıyla göze çarpıyor. Akla fazlasıyla başka sanatçıları getirmekle beraber albümün orta ve sonlara doğru kısımlarında kendilerini bulduklarını düşünüyorum. Başta Do Not Claim Them Anymore olmak üzere Any Suggestion ve Later gibi şarkılar öne çıkıyor. Bestecilikleri basit olmasına rağmen melodi yazmak yine güçlü yanlarından birini oluşturuyor. Sırf şirin bir albüm kapağının dürtüsüne dayanamayıp dinlenen bir albüme göre süper bir iş!

7,75/10