30 Ekim 2011 Pazar

Scientist - Scientist Rids the World of the Evil Curse of the Vampires (1981)

Reggae ile dubstep arasındaki kayıp halka bulundu. 80'lerin başında dub denilen bu tür yine de dubstep'den fersah fersah uzakta. Kendini bol bol tekrar eden reggae ritimlerine dayalı bestelerde vokal ya da daha doğrusu anlamlı sözler çok az yer alıyor. Biraz kafası tüten arkadaşlara yönelik bir tür aslında. Yine de içerdiği korku/komedi imajını her ölümlünün hissedebilmesi gayet mümkün. İşte burada türü değil albümü anlatmaya başlayabilirim ki birbirlerinden ayırabilmek de mümkün değil. Misal, Blood on his Lips, aklın hayalin almayacağı gariplikte bir şarkı.

7,25/10

29 Ekim 2011 Cumartesi

RETRO: Dark Tranquillity - Live in Gothenburg (1999) Bootleg

Bu konser albümünü yeniden dinlerken işte 5'te5'lik bir albüm beklentisi içindeydim. Zamanında defalarca dinlediğim ve hatta gözümde büyüttüğüm bir çalışmaydı. Hakkatten öyleymiş. Bir kere vokal gününde sayulmaz. Ve kayıt gerçekten kötü. Hani, ben bir derekeye kadar takmam ama rahatsızlık veriyor. Sonuçta kaçak bir kayıt bu. Ne bekliyoruz ki? Parça seçimi bana göre iyi. Çünkü Projector ağırlıklı. Yani erken dönemini sevenlere de hitap etmiyor.

8,50-/10

28 Ekim 2011 Cuma

Godspeed You! Black Emperor - Yanqui U.X.O. (2002)

Albüm kapağında beklentiye soktuğu yıkıcı etkilere tezat bir şekilde kıyamet sonrası soundun müzisyenliğini aşmış görünüyorlar. Daha karışık bir ifadeyle küresel felaket sonrasında yeniden inşa dönemine girilmiştir. Umut edebilmenin umuduna kavuşmuştur insanoğlu. Omuzlarında ölen ailelerin dostların hatıraları hala taşınacak ağır bir yüktür. Ama doğan güneşe bakıp gözde acının gözyaşı bir şeylere baştan en baştan başlamanın imkanı var diyebilmenin hafifliği de yaşanmaktadır. Umut doğunca müzik bitmiştir GY!BE cephesinde.

8,0/10

26 Ekim 2011 Çarşamba

Jag Panzer - Ample Destruction (1984)

Power metale power metal denmediği vakitler köküne kadar power metal yapan gruplardan biriydi Jag Panzer. Ancak isimleri metalin şanlı tarihine, soundlarını paylaştıkları Iron Maiden, Manowar, Judas Priest'ın yancağzına bir türlü yazılamadı. Yani güzel yurdumda bu grubu bilenin pek fazla olduğunu zannetmiyorum. Belki 90'lardan sonra yeniden toparlandıkları haliyle ismini duymuş olanlar vardır. Yani öyle, sert bir sound, NWOBHM etkisi ve tabi güçlü ve değişkenlik arzedebilen bir vokal. Yalnız tiz notalara çıktığında daha bi az sevdiğimi söylemeden geçemeyeceğim.

8,0+/10

25 Ekim 2011 Salı

Pulp - His 'n' Hers (1994)

Garip bir brit-pop grubu bu. Karizmatik ve ahlamaları ohlamaları biraz aşırıya kaçsa da güya bunlar vasıtasıyla daha bi seksi Jarvis Cocker öncülüğündeki  grup 70'lerin sonuna kadar uzanan geçmişi ile türe 80'lerin new wave ve David Bowie tarzı rock havalarını taşıyarak apayrı bir vizyon çiziyor. Uzun lafın kısası Brit'in pop kısmı biraz daha ağırlıklı hatta ve hatta dans-rock tabirini kullanırsak yanlış bile olmayacak. Sözler ise kuru bir mizah anlayışıyla klasik İngiliz gençliği, nükteli trajik gözlemler, alkol, seksten ibaret aşk meşk ilişkileri vessair etrafında dönüyor. En başta gitar tonu ve keyboard şarkılara can kan katıyor. Altyapısı hayli zengin olan parçalar tarifi zor bir soundla zenginlik katıyor. Ve bunu albümün aslı ilk cd de değil bonus cd'de de başarmaya devam ediyorlar. Bu albüme  2 saate yakın süren çift CD'lik hacmiyle alışabilmek biraz yorucuydu. Aslen hatalarımdan ders çıkarmayı reddeden biri olarak yine çift albümden oluşan Symphony X, Grouper ve Blade Runner albümlerini yakın dönem dinleme listeme almamı engellemedi tabi bu zorluk. Nerde kalmıştık, evet ilk albümdeki şarkıların hemen hemen hepsi kendine has bir çekiciliğe sahip. İsim saymaya hiç gerek yok. Acrylic Afternoons, Lipgloss, Have You Seen Her Lately?, Do You Remember The First Time (i will survive , değil mi bu?), She's A Lady, Happy Endings. Evet, saydım bile. O kadar geniş bir çeşitlilik sunuyor ki bu şarkılar dinlerken Cure'dan Smiths'e, Blur'e değişik gruplar aklıma gelmiyor değil. İngiliz müziğine vakıf olsam, demek ki nice grubun ek olarak ismini sayacağım.  Daha çok EP'lerdeki parçaları içeren ikincisinde ise Frigthened, Streetlights, You're A Nightmare, Space daha bi hoşlandığım şarkılar oldu. Popüler müziğin gidebileceği son noktalardan biri. Işınla beni Scotty!  P U L P  F R A C T I O N

8,25/10

23 Ekim 2011 Pazar

Jean Baudrillard - Foucault'yu Unutmak

Okudum anlamadım. Zira Foucault'un görüşlerini aşmak, dolayısıyla temelini kabul etmek suretiyle, amacıyla yazılan bu kısa risale hap kıvamında yoğunlaştırılmış olduğu için Baudrillard'ın görüşlerini bilmek yetmiyor, Foucault, Deleuze ve hatta Lacan gibi modern düşünürlere de hakim olmak gerekiyor belirli ölçülerde. Bu yüzden sanal alemin engin bilgi kaynağı ve aynı zamanda çöplüğü ekşisözlükte yazarın düşüncelerine aşinalık kazandıktan sonra tekrardan okumaya karar verdim. Tam yarısına gelmişken yeter dedim kendime. Zaten son kısmı çok daha çaprıcı örneklerle dolu. Kısacası yazar günümüzde gerçek ya da hakikat denilen şeylerin , burada iktidar sözkonusu, anlamını yitirdiğini, simülasyon aracılığıyla hiper gerçekliğe dönüştüğünü iddia ediyor. Bu yüzden iktidar kavramı üzerine yapılan Foucault'un tespitleri geçerli hale geliyor. Etkileri sonuçları sonlanmış olayları inceleyen tarihçi gibi. Somut örnek olarak cinselliği verebiliriz. Bugün kapitalist iletişimin önemli bir aracı haline gelen cinsellik aslından kopmuş durumda. Zaten özellikle modern toplumun iletişim araçlarına getirdiği eleştirilerle primitivizmi hatırlatan yazar düşüncelerini ilkel toplumlarda cinsellik, iktidar gibi uydurulmuş kavramların olmadığını ve sosyal ilişkilerin hediye verme/alma yöntemine dayandığı gibi görüşlerle destekliyor. Bir anlamda post-modernizmden çok post-nihilizme kayan bu düşünce silsilesinin etkilerini popüler sanatta da Matrix filmi örneğinde olduğu gibi gözlemleyebiliyoruz.
Kitap çevirmenin kısa bir özeti ile açılıyor. İlk sayfalarda Foucault'un söylevindeki mükemmelliğin klasik çağı başlangıç noktası alması ile birlikte kendi içinde bir iktidar yarattığı ima ediliyor. Cinselliğin baskı altına alınması ve özgürleştirilmesi gibi iddialar, aslında toplumun cinselliğin tahakkümü altına alınmış olduğunun gizlenmesine yarayan bahanelerdir diyor Baudrillard. Gösteri kültürünün hakim olduğu günümüz toplumu görünürlüğü üretim ile oluşturur. (Ki sabitliğini kaybeden kimliklerimiz karşıdakinin istekleri doğrultusunda , döküldüğü kabın şeklini alarak tüketimle,imaj ve prestij denilen boşluğu doldurur) Ayartma ise üretimin tam tersidir, ilkel toplumlarda hala geçerli olan bu süreç bir nevi panzehir rolünü üstlenir. Cinsellik de vücudun üretim-değer ve kapital zincirindeki görünümünden ibarettir. Bu yüzden özgürleşen her güç, iktidar sarmalına eklenen yeni bir halkadır.  Foucault iktidarı sonsuza gidecek bir ilişkiler ağına benzetmekle Deleuze'nin arzu kavramına eşitler. İktidarların parçalanarak mikro-iktidar seviyesinde sahip olma çabaları, Marksizm misal, aslında iktidarda olmanın verdiği hazza kavuşma motiflidir. Foucault'da iktidar genel olarak tersine çevrilemez haliyle uyulması gereken temel bir kurala dönüşüyor.Halbuki iktidar çoktan kaybolmuştur. İktidar olanla iktidarın egemenliği altında bulunanlar arasında ayrım çizgileri de yok olmuştur. Çünkü her iki taraf da tek yönlü uygulamaya karşı direniş göstermektedir. Aslında iktidarın kumaşı  tersine çevrilebilen bir ayartma ve meydan okuma düzeninden müteşekkildir, iktidar tersine çevrilebilme özelliği (sahip olduğu için değil) varolduğu için insanları ayartır ve ayakta durur, daha doğrusu varmış gibi olur. Ayartma ise tersine çevrilebilme özelliği sayesinde iktidar gibi kavramları gerçekliğin gücüne kavuşturur. Ama iktidar da ekonomi, gelişme, üretim gibi tersine çevrilmesi olanaksızdır ve kendini biriktirmek , gerçek olmak ister. Bu yüzden de çözülüp dağılır. Yani her şey belli bir düzen içinde mübadele edilmek, tersine çevrilmek ve ortadan kaybolmak istiyor. İşte bu durum ayartmayı yaratıyor. Bununla birlikte yazar, cinselliğin ayartmayı arzu ilişkileri ile üretimin güç ilişkileri ekonomisi ile ikame etmeye çalıştığını unutmamamız gerektiği konusunda uyarıda bulunuyor.
Kitabın daha çarpıcı olan ikinci kısmı ise /aslında böyle bir ayrım yok), İsa dirildiği zaman bir zombiye benzeyecektir ve Mesih, artık kendisine gerek duyulmadığı bir anda gelecektir. Kıyamet günü değil, bir sonraki gün aforizmaları ile açılıyor. Devrim, gününden önce gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirildiği günden önceki gün bir anlama sahiptir ve devrimin yapılış amacı da devrim yapmanın bir anlamı kalmamış olduğu gerçeğini gizlemektir diye ekliyor yazar. Buradaki devrimle dönemleri kastettiğini de söyleyerek sözlerine açıklık getiriyor. Simülasyon aracılığıyla yinelenen bir şey sona ermiş yani hükümsüz kalmış oluyor. Öyleyse iktidar üstüne söylev çekmenin bir anlamı da yok.Çünkü iktidar, ortada bir iktidarın bulunmadığı gerçeğini gizlemeye daha doğrusu doruk noktası aşılmış bir politika olduğunu ve iktidarın bir simülakr şeklinde tersine çevrilme adlı, iniş olarak nitelendirilebilecek bir döneme girmiş olduğunu göstermektedir. İktidarlar devrim yoluyla el değiştirse bile hiç bir şey değişmeyecektir. Bugün bu meydan okumaya karşılık vermek istenmeyerek aslında iktidarın ölümü hazırlanmaktadır. (Arap Baharı aksini söylüyor aslında) Büyük politikacılar iktidarın,büyük bankacılar paranın,tanrıbilimciler Tanrı'nın olmadığına vakıf oldukları için güçlüdürler.Halkın iradesi gibi bir tözü temsil etme iddiasında bulundukları an egemenliklerini yitirmektedirler. Egemenlikleri kendi kendine meydan okuyabilmelerine bağlıdır yani. Aynen cinselliğin pornografi olarak yeniden yaşama döndürülmeye çalışılması gibi (daha şiddetli ve gerçekdışı bir yöntemle) iktidar da faşizm gibi bir yolla geri dönmeye çalışmıştır. Bir nevi doğal sürecidir.

Miloš Karadaglić - Mediterráneo (2011)

Klasik müziği akustik gitar ile birleştirmek deyince yüreciğiniz hopluyor değil mi? Sakinleşin biraz, zira sonuç hiç de beklentileri karşılayamıyor. Anladığım kadarıyla zaten gitara yönelik bestelere imza atan İspanyol ve ismi üstünde Akdenizli bestekarlara daha çok yer verilen albüm çalması hiç de kolay olmayan parçalar içeriyor. Bu noktada bir itirazım yok, genç sanatçının ellerinden dökülen nağmelerin teknik becerisini eleştiremiyoruz dahi. Bir kaç yerde hiç müzik yapmaktan anlamama rağmen, evet burada yazdıklarım kritik değil başta söylemiştim, yaw bunu nasıl çalıyor bu adam diye hayretlere büründüğüm oldu. Ama işin bir de Akdeniz dedik, klasik gitar dedik, romantizm boyutu var. İşte orada biraz eksik kalıyor. Bunun sebebi de  biraz renkli, ki misal orkestrasyon desteği aldığı Spanish Romance'da olduğu gibi, düzenlemelerin eksikliğinden, biraz albümün derleme olmasından kaynaklı bütünlük sorunundan kaynaklanıyor. Bir de tabi klasik müzik olmasından kaynaklı entellektüellik meselesi. Şunları yazdığım sırada son dinlememde aldığım keyfi bir kez daha arttıran bir yöntem keşfettim aslında. Volümü arttırmak o da. Bayağı bayağı yükseltmekten bahsediyorum ki normalde müziği kısık dinlerim ben. Bununla birlikte uygun kombinasyonun yakalandığı, duyguların zıpladığı parçalar da yok değil. Albeniz'in İspanyol Suitinden 5. parça, anonim Spanish Romance, Carlo Domeniconi'nin Koyunbaba suiti (Türkiye'de bir süre kaldığı Koyunbaba ismindeki bir pansiyonda yazdığı iddia ediliyor), Theodorakis'in Epitaphios isimli çalışmasından 4. parça ve Granados'un İspanyol Dansları'ndan 5 nolu parça gibi.

7,0+/10

22 Ekim 2011 Cumartesi

Suzanne Vega - Nine Objects of Desire (1996)

Özünü kaybetmeden her albümde kendini farklılaştırabilen Vega, bu albümle de ilk dönemin ozan tarzı folkçuluğunu 90'ların ritmik ve ekletik popülizmi ile birleştirerek gayet keyifli bir dinleti sunuyor. İçine girmesi biraz zaman alsa da örneğin, Caramel'deki caz etkileri ya da My Favoruite'deki damakta tat bırakan yaylı düzenlemeler gibi arayışlar albüme ayrı bir değer katıyor. Bir bakmışsınız, düzenli dinlediğiniz bir kayıt haline dönüşüvermiş.  Vokal tarzı ve türün genel eksiklikleri ile dengelediğimizde de şu sonuç çıkıyor:

7,25/10

21 Ekim 2011 Cuma

RETRO: Samael - Worship Him (1991)

Grubun black metal dönemini ilk kez dinlediğimde pek bir şey anlamamıştım, bana hiçliği ifade etmişti. Aradan yıllar yıllar , köprünün altından bir sürü metal albümü geçti. Burada ilginç bir cevher yattığının yeni yeni farkına varıyorum. Bir kere 1991, daha black metal soundunun oturmadığı bir dönem. Bunun etkileri bu debüüüü albüme de yansımış. Baskın bir death ve doom metal ağırlığı hissediliyor. Tam olmamış oturmamış etkiler rifler ve sound ha başardı ha başaracak hissiyle birlikte bir tamamlanmamışlık duygusu yaratıyor parçalarda. Bu olumsuz durum aslında olumluluğa da dönüşüyor. Albümü dinlemekten sıkılmıyorsunuz ve düz lineer ve basit parçaların içinde  ufak ufak keşifde bulunmak sizi mutlu kılabiliyor. Müzikal tatmini yaşamamakla birlikte diye ekleyelim. Bir yönüyle dönemin gruuvi popülizmi de yansımış albüme. Bu yine de albümdeki  atmosferin çürümüş kokusunu dağıtmaya yetmiyor. İlginç, değişik bir albüm. Ancak daha usta ve keskin kulaklara hitap ediyor.
Favorim: Knowledge of the Ancient Kingdom.


7,50/10

19 Ekim 2011 Çarşamba

Beirut - The Rip Tide (2011)

Avrupa'yı dolaşan yersiz yurtsuz çingene modundaki genç yurduna geri dönmüş, atmosfer olarak Arizona-New Mexico tarzı amerikaya özgü bir soundun ki yaylı düzenlemeler, akereon, piyano, akustik gitar, trampet gibi çalınan bateri (belki de trampettir) gibi alışkın olduğumuz enstrümanlardan vazgemeksizin oluşturulmuş, baskın olduğu tabir-i caizse yavaş yavaş olgunlaşmanın emarelerinin görüldüğü ki çocuk çok genç amcası, yılları var daha, bu albümü kaydetmiş. Dinleyenler ikiye ayrılmış: Benim dahil olduğum bir kesim ne güzel Balkanlar felan hüzünle eğleniyorduk, sesin de güzel, yanlışın neresinden dönersen kardır diyenler. Bir de püsküllü mısır şapkalı indiler var ki sözleri genelde böyle yumuşak yumuşak ne de güzel indie pop yapıyorsun, canımsın , şekerimsin minvalinde değişiyor. Dediğim gibi Zach kardeşin ilk dönem işlerini daha etkileyici bulmakla beraber vokalin ses rengi eserlerini hala dinlemek için iyi bir neden sunuyor. Artık öyle öne çıkan bir parça olduğunu da söyleyemem, sıcak atmosferle idare ediyoruz.
Çok dağınık bir yazı oldu. Bugün öğrendiğimiz acı haberin etkisiyle moralsiz ve keyifsizliğime bağlıyorum. Artık düşüncelerim tümüyle değişti. Sonuçta hak mak arayan yok, böyle de aranmaz, her türlü gayrimeşru ilişkileriyle dört bir yana yayılmış cinai bir şebeke var. Başta yakınları olmak üzere herkesin başı sağolsun.

7,25/10

18 Ekim 2011 Salı

Mr.Big - Big, Bigger, Biggest! The Best of Mr. Big (1996)

Nedense konser başlangıcının 9 gibi geç bir saatte olacağını kendime inandırmışım. Belki de bu saat davetliler için geçerli olan giriş saatidir. Hiç bilmiyorum ama Hail, Anathema ve Mr.Big gruplarının hepsinin 3 saat içinde performans vereceklerine dair bir düşünceye kapılmışım. Aslında hiç düşünmemişim demem lazım. 9'a yetişebildim mi? Hayır 10'da ordaydım. Anathema'yı dinlemek isterdim doğrusu yağmur altında. Neyse, o saatte Mr. Big yeni yeni sahne almıştı. Herkes eğlendi. Öyle bahsedildiği gibi çok büyük bir kalabalık yoktu, alanın yarısı belki. Bi bana farketmedi milletin eğlenmesi. Çünkü bu albümde de değerlendirdiğim gibi Mr. Big öyle takip edeyim, böyle fanı olayım bir grup değil benim için. Evet Paul Gilbert süper gitarist, evet Eric Martin gerçekten hoş bir vokalist ki sesi konserde biraz daha genizden çıkıyordu, İstanbul havası tabi çarptı adamı. (Bir de bu adamın yüzü niye balmumundan botokslu gibi. Severiz yaradılanı, yaradandan ötürü, ayrım yok bizde de irkinç gibi görünmüyor mu suratı ? Allah günah yazmasın). Lakin bu şarkılar daha doğrusu bu tarz hard rock komik geliyor. Rezillik içeren küçümser bir komiklik değil, ciddiye alınamayacak şekilde boş eğlencelik bir komiklik hissediyorum. Bu derlemede To Be With You ve Wild Wild World gibi dile pelesenk baladlar ile Take Cover ve Daddy, Brother... gibi keskin soundlu parçalar daha öne çıkıyor. Konser performaslarının ise bu kayıda göre daha yaratıcı, eğlenceli, enerjik olduğunu söyleyebilirim. Hatta ortalarda çaldıkları bluesy parça da pek bi keyifli idi. Sonlarda da Smoke On Waters çalıp hadi bize eyvallah dediler. Seveni takip edeni için iyi bir konserdi doğrusu. Aklıma gelmişken, konserdeki ses kalitesi imrenilecek düzeydeydi. Yok açık havaymış, yok lodos poyraz esiyormuş, diye atılan bahaneler geçersiz olmuştur sanırım.

7,25/10

16 Ekim 2011 Pazar

Pharaoh - Be Gone (2008)

Yes yes yes. Soundu ile enstrümanların tonu ile, temposu ile, vokal ile, atmosferi ile gönlümü kazanan bir power metal albümü. Öyle görünüyor ki grup hiç Helloween, Gamma Ray felan duymamış. US Power dediklerinden, hafif trash'a sırnaşan, sert biraz buğulu ama kurabiye canavarı kıvamına ulaşmayan bir vokal içeren, sıkı ritimlere sahip bir tarz. Hatta biraz bana Iced Earth'ü anımsattı. Ki normalde o rubu pek sevmemiştim. Kim bilir? Şimdi dinlersem aramızdaki elektriğin yoğunlaştğını hissedebilirim belki. Neyse, hiç mi eksiği yok? Büyük bir tane, bestecilikleri konusunda gidecek fersah fersah yol var maalesef. Açıkcası bizim metal camiasının damak tadına uygun olduğunu düşünüyorum şahsen.

9,0-/10

15 Ekim 2011 Cumartesi

RETRO: Dark Tranquillity - Projector (1999)

Depeche Mode mu, fazla mı gotik? Eeh, geçiniz. Bence grubun en yaratıcı, en progresif, küçük süprizlerle dolu albümü. Yani en iyi albümü. Hatta biraz torpil geçip RYM de full yıldızları yapıştırdım bile. Zamanla  soundun biraz eskidiğini kabul edebilirim. Bu da biraz nostaljik bir olumluluk katıyor, tabi ilk çıktığı dönemler dinlediyseniz bu boost faktöründen faydalanabilirsiniz. Bu yüzden her şarkının bir kıymeti ehemmiyeti var. Dober Mann, There In, Undo Control, Free Card ilk aklıma gelenler. Birazcık sönük kalan parçalar da ilgiyi alakayı hep yüksekde tutacak dönüşler, gruuvi rifler içermesiyle farklılaşıyor.
Mr.Big-Anathema konserine davetiye kazanmışım. Hayatımda hemen hemen hiç bir şey kazanmayan biri olarak kapıya gidene kadar inanmayacağım. İşin aslı Mr. Big'i şu aralar dinlediğim best of derlemesine istinaden bilindik iki-üç parçası dışında çok da tutmadım. Gitmeyecektim normalde. Ama konser formatını sevdim. Duygusal Anathema ardından romantık Mr. Big.

9,50/10

14 Ekim 2011 Cuma

V.A. - Smooth Jazz Cafe (1999)

Bu seriden çıkan dokuzuncu albümü sevmiştim. Çünkü adının tersine tam amlamıyla caz değildi. İçinde yine böyle yumuşak yumuşak soul/r bi de b olsun soft rock olsun değişik eserler içeriyordu. 99 yılındaki serinin bu ilk albümü ise  tamamiyle caz üzerinden başlangıcı yapıyor. Tabi vokal ağırlıklı smooth jazz. Dinlendirici, egzotik ya da chill-out gibi şeyler hissetmek isterdim. Ancak daha formal kalıplara sıkışmış, daha klasik eserler olduğunu söylemek mümkün buradaki parçaların. Bir tanesi bile içimde bir şey kıpırdatamadı maalesef.

5,25/10

13 Ekim 2011 Perşembe

Mirkelam - Unutulmaz (2001)

Bir önceki albümde iyice irdelediği alaturkayı geride bırakarak o dönem popüler olan dans kulvarına kafadiz girdiği bu albüm ilginç bir çeşitlilik sunuyor. Altyapıları Modjo'dan esinlenme şarkıları şahsen sevmemezlik edemiyorum. Millet Kokoreç ile dalgasını sörf yaparken ben işin doğrusu gizliden gizliye bir aşk besliyordum bu şarkıya. Hele benim ismini bugüne kadar Terle diye bildiğim Tesadüf de bu soft elektronik tarza yakınlığı ile demekki bir 10 senedir aklımdan çıkmamış. Elbette klibi ile dikkat çeken Unutulmaz slowunu da es geçmemek lazım. Kıvır önceki albümünü hatırlatan yine eğlencelik bir tat. Tek tek şarkıların ismini yazmaya gerek yok. Görece zayıf parçalar içermekle birlikte albüm en azından bana irkiltici itici bir an yaşatmadı. Sevgi Tanecikleri'nde kılpayı bu durumu teğet geçtik, hamdolsun atlattık. Yerel ile globalın güzel bir dengede buluşturulduğu hakkı esgeçilmiş hakir hor görülmüş lafın tam anlamıyla kaliteli bir pop çalışması.

7,0/10

12 Ekim 2011 Çarşamba

Sacramentum - Far Away From the Sun (1996)

Melodik black dediysek de klavyeler, bayyan vokaller, şen şakrak bir müzik beklemek yanlış olacaktır. Hani melodik death var ya, İsveç usulü ama Gotenburg değil, işte buradaki örneği de öyle düşünebiliriz. Melodi riflerde ne bileyin bazı vokal pasajlarında yatıyor, yoksa gürültüsüyle en blastından beatiyle black metal bu. Bu albüm de tür içinde isim yapmış, oybirliği ile türün en iiyleri arasında seçilerek prens tacını giymiş bir eser. Ve takdir ediyorum, rifler gözalıcı, besteler sımsıkı, bateri hafiften terelelli. Ama şu black metal konusunda beğenilerimi standardize hale getiremiyorum bir türlü. Mantıken beğeneceklerimden pek hazzetmediğim de oluyor tam tersi de. Türün klasik albümleri hakkında bazen o tantanayı idrak edemediğim de oluyor, misal Emperor. Yine de hiç bir zaman  o güzelim soundu da dinlememezlik edemiyorum. Albüme dönersek, vokalin fosurdanak kaydı yani eloğlu deyişiyle reverbli, ekolu kaydı bir albümü atmosferik hale dönüştürmeye yetmiyor maalesef diyebilirim. Kendi beğenilerime özellikle ekstrem metalde ters düşen bir durum bu. Albümün başıyla sonuyla en iyi parçası ise Blood Shall Be Spilled, nakaratında in the name of satan gibi bir ibare içeren bir black metal parçası nasıl kötü olabilir ki? Satanik biri olduğumdan değil böyle klişe gaza getirici kötüyüm ben hah ha ha diye bağıran kalıba sahip nakaratlı kötü bir parçaya denk gelmedim, tecrübeyle tasdik.

7,0+/10

11 Ekim 2011 Salı

Fail Emotions - Transfornation (2010)

Apaçi metal bu yafu? Elektronik kısımlar bildiin tektonik müzik. Dans edilebilir ve gülünebilir kıvamdaki kısımlarda her nedense vokaller bu autotune denilen zerzevatın ardına saklanmış. Metalik daha doğrusu metalkorik kısımlarda ise gitar daha bir elle tutulur hale geliyor, sertleşiyor müzik ve vokal brütalleşiyor. Yani her bir şeye isim vermeye meraklı ecnebiler bu türe transcore diyorlar. Hep melodeath ve elektronik müziğin kaynaşmasını merak etmiştim. Ama melodik metalcore ile tektoniği başgöz etmeyi uygun görmüşler. İlk dinlediğinizde ağzınızdan kaçıracağınız bu ne lan! nidalarını yutkunabilirseniz gerçekten ilginç bir çalışma ile karşı karşıya olduğunuzu itiraf edeceksiniz. Hatta ve hatta biraz daha dinlerseniz istemdışı bir şekilde kıpırdadığınızı ve eğlendiğinizi farkedebilirsiniz. Ne de olsa hepimizin içinde gizli kalmış bir apaçi saklı.

7,25+/10

9 Ekim 2011 Pazar

Dishammer - Under the Sign of the D-Beat Mark (2010) EP

Punk, hardcore, thrash, rock n roll, black metal. Yani crust punk diyorlarmış. Normalde bu kadar çiğ ve hiperaktif  bir albüme kayıtsız kalmamam gerekirdi. Lafın devamı nerede sonlanacak, tahmin etmek zor değil. Beklediğim gibi üzerimde bir etki yaratmadı.

6,50/10

V.A. - Opera's Greatest Moments - Favourite Arias and Choruses (2005)

Klasik müziğin dinlemesi en zor formlarından biri opera. Çift albümden oluşan bu derleme de bilindik arya ve koroları içeriyor. Seçim konusunda diyeceğim pek bir şey yok. Düğün marşından Carmen'e oradan buraya geniş bir skala sunuyor çalışma. Yalnız ne bileyim İngiltere yıldızını arıyor'daki Suzan teyze ya da Pavarotti, Domingo ve ismi her neyseden oluşan 3 Tenor gibi titrek vokal ağırlıklı duygusal aryaları dinlediğimizdeki aynı hissiyatı yakalayamıyoruz. Bir kere opera kayıtlarından alınan dolayısıyla ağdalı orkestrasyona sahip şarkılar, bir de değişik kayıtların biraraya getirilmesinden kaynaklı uyumsuzluk hissedilebiliyor. Kısacası her derlemenin başına gelebilecek şeyle karşı karşıyayız. Kılpayı 6.

6,0-/10

7 Ekim 2011 Cuma

Suzanne Vega - 99.9 F° (1992)

Her albümünde ufak tefek değişiklikler yapan Suzanne Vega, bu albümüyle kendi açısından çığır açmış görünüyor. Sadece artık bıkkınlık vermeye başlamış olan sıkkın vokal tekniğini geliştirmemiş, tempo ve duygu bakımından da farklı ve zamanının birazcık, üç-beş yıl, ilerisinde parçalar kaydetmiş. Bakınız, Blood Makes Noise ve Fat Man&Dancing Girl. Hık demiş Volta dönemindeki Björk'ün burnundan düşmüş. Bakınız When Heroes Go Down, bir kaç yıl sonra piyasayı kasıp kavuracak amerikan yerlisi pop-rock gruplarının soundunun tıpatıp aynısı. Ne yapıyor ediyor çarpık bir eğlenceyi dramayla buluşturmayı da başarıyor Vega. Samimi sözleri ve okyanus dalgalarının sürüklemesi gibi bir etki bırakması ile In Liverpool'da eski tarzını başarıyla yansıtıyor. Büyük ihtimalle profesyonel ve  ne yaptığını bilen farklı bir prodüktörle çalışmanın eseri bunlar.

7,50/10

6 Ekim 2011 Perşembe

Fugees - The Score (1996)

İçlerinde en etkileyici sese sahip olan ve tabi ki en şirineleri Lauryn Hill'in değil de diğerlerinin müziğe devam etmeleri şaşırtıcı. Hatta Wyclef Jean Haiti başkanlığına aday bile olmuştu hatırladığım kadarıyla. İşte bu ekip 90'ları kasıp kavuran bir albüm kaydettiler. Kök olarak reggae ve biraz da soul üzerine gangster soslu hip hop gibi bir şey. Her ne kadar Killing Me Softly gibi ön vitrinlik şarkıları ki aslında cover, bize böyle kırılgan şairane bir eser izlenimi verse de özellikle sözlerde somutlanan bir sertlik mevcut. Bu da doğaldır ki göçmen çocuklar bunlar. Lauryn hariç ama o da sonradan abd piyasasında yarattığı ufak tefek skandallarla pek tekin bir karakter çizmiyor. Hristiyanlığa takılmış ablası, kült kabilinden. Neyse, bu kadar dedikodu yeter. Radyoların playlistlerinde vakti zamanında sıkça yer alan,  kral Fu-Gee-La, Ready or Not, Killing Me Softly, No Woman No Cry (yorumu) gibi şarkıların dışında popüler ve benim gibi pek de rap ile arası iyi olmayan kişilere alternatif sesler sunamıyor albüm, belki How Many Mics hariç. Hele ara konuşmalar can sıkıyor. Ancak işin erbabı hip ve de hopçuların ise müzikal arşivlerinde büyük bir yer tuttuğuna eminim bu albümün.

8,0-/10

3 Ekim 2011 Pazartesi

Antimatter - Saviour (2002)

Anathema'yı alın Portishead ile çarpın: Ta taa Antimatter karşınızda. Anathema'nın hayranı olduğum orta dönemine imzasını atan isimlerden Duncan Patterson yanına Mick Moss isminde çok da tanınmamış bir müzisyeni alıp ortak proce halinde oluşturmuşlar Antimatter'ı. Şarkıları da ayrı ayrı yazıp albüme ekledikleri için hafif de olsa farklılıklar hissedilebiliyor. Sonra yeter gayri demiş Duncan, bu senin spesiyal projen olarak devam etsin Mick kardeş , ben Ion grubunu kuracağım yetmeyecek ismiyle hayli iddialı Alternative 4 projesine gireceğim. Bu ise ilk albümleri, ortaklık devam ediyor. Atmosferik rock, progresif rock, trip hop, ambiyans ve elektronik dubstep gibi tanımları bu albüme yakıştırırsak hiç yakışıksız kaçmayacak. Ortalık çorba değil, ama hafif oturmamışlık sezmek mümkün. Besteler yine karındeşen Jack modunda, bir kaç parça hariç bayyan vokal ağırlıklı. İşte özellikle elektronik kısımlarda (trip hop da alttürevidir sonuçta) aklımıza Portishead geldiği için kıyaslama yapmaktan kaçamamak grubumuzun işine yaramıyor. The Last Laugh ve Over Your Shoulder'da devreye giren erkek vokal bayan vokalden doğan sığlığı kapatarak albümün en iyi parçaları oluyor. Aptest suyu çaya eklenen dem gibi yani. Daha da ilginci bayan vokalin geriye çekildiği  karanlık bir ambiyansın hakimiyeti altındaki Going Nowhere ve God is Coming de tüy kıpraştıran kontenjanından hayatımıza dahil oluyor. Aslında suç o kadar da bayan vokalde değil. Bu tarz vokalin dramatikliğine fazla güvenilerek yazılan diğer besteler ilk dinlendiğinde ulaştığı randımanı dediğim gibi bayan vokale sırtını yaslama rahatlığı altında kolaycı ve basit bir sığ anlayışla kısa sürede tüketiyor.

8,75/10

2 Ekim 2011 Pazar

Suzanne Collins - Açlık Oyunları 1

Çocuk kitabı olduğunu zannettiğim için görmezden geldiğim üçlemenin bu ilk kitabının özetini okuyunca, Kuzey Amerika'nın apokaliptik geleceğinde Capitol adlı başkent ve onun etrafında dizili 12 mıntıkanın coğrafyasında geçen hikaye Capitol'un diğer mıntıkaları bir savaşta hezimete uğratmasınının ardından bu mıntıkaların fakirliğe mahkum edilmeleri ve ceza olarak her sene her mıntıkadan 2 şer çocuğun sadece 1 galibi olacak ölümcül oyunlara seçilerek gönderilmesini işliyor, bu romanın içerdiği acımasız konu ve vahşet sahnelerinin katiyyen çocuklara yönelik olamayacağına hüküm getirmiştim. Yanılmışım, biraz. Her ne kadar sert bir hikayeyi takip etmesine rağmen kolay dili ve muhtemel romans sahneleri ile en azından genç yetişkenlere hitap ettiğini söyleyebiliriz. Ölümüne süren ve naklen yayınlanan bu yarışma teması günümüzün popüler Survivor yarışması, Arnols Şıvartzeneger'in 80'ler bilimkurgu filmi The Running Man ve Sineklerin tanrısı isimli romanın birleşimi gibi. Çünkü yarışmaya katılan çocukların yaşı 12 ile 18 arasında değişiyor. Sonuç olarak işin politik yanı zayıf kalmakla birlikte kolay okunan ve sürükleyiciliği hikayenin sonunu getirebilmek için okuyucuyu diken üstünde tutacak başarılı bir kitap. Devamına bakacağız inşallah.

spoiler

Madenciliğin başat sektör olduğu 12. mıntıkada 16 yaşlarında Catniss kızkardeşi Prim ve kafası biraz dağınık annesi ile birlikte yaşamaktadır. Babası maden kazasında ölmüştür. Bu ölümün ardından anası da bunalıma sürüklenince evi geçindirme derdi ona düşmüştür. Kaçak avcı olarak mıntıka dışına sürekli çıkıp geyik, tavşan, kuş avlar, kök ve bitki toplar. Bu seferlerin birinde yağız delikanlı Gale ile tanışır, birlikte ortak olarak av partilerinde maksimum verimi sağlarlar. Tabi bunlar hikayenin konusundan önce olan şeyler. Evlerinde bir de Prim'in baktığı keçi var. Avladıklarını karaborsada değiş tokuş yapar ya da satarlar. Gün gelir ve açlık oyunları denen yarışma için çekiliş günü gelir. Gale ve Catniss başkaları yerine de isimlerini yazdırırlar. Böylece maddi yardım felan alırlar. Ama kaderin cilvesine bakın ki çekilişte Prim'in ismi çıkar. Catniss gönüllü olur, TV'lerde insanlar hayran olur bu fedakarlığa felan. Erkeklerden ise fırıncının oğlu Peeta'nın ismi okunur. Catniss, açlıktan ölmek üzereyken anasından dayak yeme uğruna ona ekmek verdiği için çocuğu geçmişte tanımaktadır. Onun dışında bir tanışıklığı yoktur. Ama içinde ona karşı duyduğu minnet ve borçluluk duygusu rakibi olması sebebiyle darman duman olur. 12. mıntıkanın onlarca yılda çıkardığı tek galip onların antrenörü olarak Capitol'a tren yolculuğuna katılır. Bir de 12. mıntıkadan sorumlu Capitollu Effie vardır yanlarında. Capitol halkı için büyük bir şenlik havasında geçen oyunlar öncesinde tıka basa yemek yerler çocuklar, stratejilerini çalışırlar. Özellikle moda uzmanı Cinna'nın da yardımıyla rakip değil de ortak havasında imaj çizilir. Hünerlerini organizatörlere gösteriyorlar felan. Bu arada ikili arasında garip bir zıtlık oluşuyor. Çünkü aslında ormanı gölü ile doğal bir ortam olan arenada ölümüne kapışacaklar. Yarışmadan önce katıldıkları son TV programında ise kendilerini allayıp pullayıp sponsor kazanmaya uğraşırlarken, ki sponsorları Kim 500 Milyar İster'deki telefon hakkı gibi düşünebilirsiniz, sponsorunuz varsa su lazım dersiniz yarışma içinde paraşütle atılır, Peeta yıllardır Catniss'i karşılıksız sevdiğini açıklar. Seyirci ve sponsorlar tav olur, iki aşık belki de arenada karşı karşıya gelecekler dadadadann. Catniss'in kafası karışmakla birlikte pragmatik şekilde o da aşık rolünü oynamaya karar verir. Halbuki Peeta samimidir. Sonunda Arena'da savaş başlar. Günler sürer tabi. Ayrıcalıklı mıntıkaların çocukları ittifak kurarlar. Kan, vahşet felan. Peeta da onların arasına katılır. Amacı aslında Catniss'i kurtarmaktır ama Catniss ters anlar. Catniss kızkardeşi olarak gördüğü ufak bir kızla ortak olur. Acıklı bir ölüm olunca ağlar felan, bu kızın fakir mıntıkası ekmek yollar toplaşıp, buralar gerçekten etkileyiciydi. Ama kitapta bu ölümün ve mücadelenin bir kaç zayıf argüman dışında kanıksanması biraz rahatsız edici. Neyseki isyan dalgası serinin ikinci cildini vuruyor. Neyse, Peeta ise Catniss'i kurtarırken kendi ekipindekiler tarafından ağır yaralanır ve kendini bir dereyatağında kamufle eder saatlerce. O sırada anons yapılır eğer sona aynı mıntıkadan 2 kişi kalırsa 2 si de galip ilan edilecektir. Catniss Peeta'yı bulur, organizasyonun diğer ölen yarışmacıların beynini ve kişiliklerini devasa kurtlara aktarıp onların üzerine salmaları gibi hain planlarını atlattıktan sonra ikisi sağ kalır. Ta ta ta, yeni bir anons ile önceki duyuru iptal edilir. Catniss ile Peeta risk alarak aynı anda zehirli bir meyvayı ağızlarına atarlar. 3'e kadar sayıp yutucaklar ve yarışmayı anlamsız hale getirecekken ikisi de galip ilan edilir. Peeta ağır yaralıdır zaten hastane yeni TV programları felan. Organizatörler özellikle Catniss'e kıl olduğu için, Catniss'e bu son aksiyonu gözü kara aşık olduğundan dolayı yaptığına dair role bürünmesi yöünde tüyo verilir. Zira Capitol, Catniss'in hem ailesini hem de mıntıkasını cezalandırabilir. Sonunda her şeyi atlatıp trenle kendi şehirlerinin yolunu tutarlar. Peeta Catniss'in aşık rolü oynadığını öğrenince yıkılır. Catniss'in ise beyni karman ve de çormandır, kalbi Peeta ile Gale arasında kalmıştır

RETRO: Dark Tranquillity - The Mind's I (1997)

Benim için işlerin daha bi güzelleşmeye başladığı bu DT albümündeki şarkılar ilk bir kaç dinlemede birbirinden ayırtedilemez gibi görülse de bu bir sanrı, biraz daha dinleyince özellikle tatlı gitar soloları ya da rifleriyle her şarkının ayrı bir karakteri olduğuna tanık olacaksınız. Bayan vokal destekli Insanity s Crescendo bu albümün belki de en bilindik siması. Ancak esere adını veren outro esgeçilmemeli. Her seferinde üsse yaklaşan bir uzay gemisi kaptanı gibi hissediyorum kendimi. Daha önceleri grubun bestelerinde klasik bir örgü takip etmemesine sinir oluyordum. Şimdi ise melodilerin misal kolay ve popülist bir nakarata dönüşüyorken aniden başka bir yere dönmesi, tahmin edilememesi çok daha hoşuma giden faktörler. Sonraki albümünde göreceğimiz gibi deneysel bir maceraya atılmalarını da her zaman desteklemiştim zaten. İşte bu yüzden bu grup kalıcı, diğer pek çoğunun tersine.

8,50/10

1 Ekim 2011 Cumartesi

Frank Herbert - DUNE Çöl Gezegeni (I)

Sonrasında pek çok devamı ve önceli gelecek olan seriyi yaratan bu kitabın ilk yayın tarihi taaa 1965. Ağdalı terimleri ile okuması zor olsa bile bu kadar kapsamlı bir evreni oluşturabilmek için bu gerekli bir unsur. Yalnız "farklı" olanı birebir ortadoğu kültürü üzerinden inşa etmek şart mıydı?, tartışılır. Sonuçta bugün etki gücü zayıflasa da tarihte bir çok okuyucuya ulaşmış ve pek çok sanat eserine ilham kaynağı olmuş bu romanı okumak pişman olunacak bir tecrübe sunmuyor.
spoiler
Evren yetkileri güçlü ailelerden müteşekkil bir meclis tarafından kısıtlansa da oldukça güçlü bir imparatorluk tarafından yönetiliyor. Uzay taşımacılığında tekel olan Lonca, mantık açısından en üst insanı yaratabilmek için soylular arasında sosyal ilişkileri etkileyecek güçte agnostik bir dinselliğe dönüşen Bene Gesserit rahibeleri bu meclis ve imparatorun yanında diğer önemli aktörler. Konu ise bahar isimli ömür uzatıcı bir madenin yegane çıkartılabildiği dev kum solucanlarının istila ettiği insanların vücutlarındaki ter ve dışkının suyunu emerek yeniden kullanıma sokmaya yarayan elbise giydikleri kurak Dune isimli gezegende geçiyor.
Atreides evi sonradan Muaddib ismiyle mesihe dönüşecek Paul adlı genç, babası Lord Leto, anası Bene Geserit Jessica'dan oluşuyor. Can düşmanları ise Harkonnen evi. Atreideslerin evinde çeşitli yardımcılar var, doktor, silah ustası vs.. İmparator Harkonnen Baronu ile meclisteki büyük evleri huylandırmamak için gizlice anlaşıp Dune'unun hakimiyetini Atreideslere verirler. Diğerleri bunu büyük bir fırsat olarak görürken imparatorluk askerleri Harkonnen üniforması altında gezegene saldırırlar. Evlerindeki doktor, karısı Harkonnenler tarafından kaçırıldığı için Atrideslere ihanet etmiştir. Paul ve Jessica gezegenin yerlisi Fremenlerin lideri konumunda Kynes'in yardımıyla kaçmayı ve Harrokenlerden nefret eden yerli halka uyum sağlamayı başarırlar. Aslında yaşamları Fremenlerin mesih efsanesine de uymaktadır. Jessica bir tür başrahibe kimliğine bürünür. Nihayetinde Lonca kaptanlarının bahar'a bağımlı olduğunun ve gezegendeki baharın yok edilebilmesinin yöntemlerinin keşfiyle Lonca düşman taraftan ekarde edilir. Gezegene gelen Harkonnen ve imparatorluk ailesi yenilgiye uğratılır. Müteveffa Leto'nun doğumunu göremediği kızı ise anne karnındayken annesinin geçtiği kutsal teste yanlışlıkla tanık olduğu için büyüdüğünde  ürkütücü bir garipliğe bürünmüştür. Neyse ne, Paul bir Fremen kızı ile olan birlikteliğine rağmen imparatoru sürgüne gönderir ve imparatorun kızıyla formalite gereği evlenerek tahtın sahibi olur. Arkasında da süper savaşçı konumunda cihada hazır bir Fremen ordusu bulunmaktadır.

Dire Straits - Brothers in Arms (1985)

İşin aslı grubun bu kadar çok şarkısını daha önceden dinlediğimin farkında değildim ve bir kaç istisna dışında, Sultans of Swing ve Tunnel of Love gibi, bu şarkıların çoğunun bu kayıtta olması şanslı bir tesadüf. New age vari girişi ile devamında bizi farklı beklentilere soksa da yine de  çalışmadan kısa yoldan köşe dönme hayalindeki gençliği hedef noktasına koyduğu liriği ile harülade bir dinletiye dönüşen Money for Nothing, bu kadar etkileyici olduğunu sonradan farkına vardığım Brothers in Arms baladı, çok tekrara düşse de albüme güzel bir başlangıç olan So Far Away, sonracıma Walk of Life ve saksafon zenginliği ile sözlerinde olduğu gibi abd gecelerini tıpatıp yansıtabilen Your Latest Trick misali şarkılardan sözediyorum. Her ne kadar besteler çok bir karmaşık progresif özelliğe sahip olmamakla birlikte  gitar ve düzenlemelere kulak kabartırsanız altta yatan cevheri hissedebilirsiniz. Farklı tempolu şarkılar ile blues ve country'ye uzanan değişik türlere göz kırpması ile spektrumu geniş tutmanın neticesinde klasik rock türünün en bi kasik eserlerinden biri yaratılmış olunuyor böylece. Ha, elbette albümdeki şarkıların bir kaçı ortalamayı bayağı aşağıya çekiyor, yapacak bir şey yok.

And we have just one world
But we live in different ones

8,0/10