29 Eylül 2012 Cumartesi

Mavi Sakal - Kan Kokusu (1998)

Ancak şablon seçip entry girecek kadar teknolojisini anladığım blogspotta yine bir gariplik yapıp fi tarihine ait In Flames kaydını öne çekmeyi başardım. Hatta yeni bir kayıt oldu. Kurcalamamak en iyisi diye bırakıyorum böyleceliğine. Bu hafta sahaflar fuarı da açıldı, biliyorsunuz. Yine çoğu çöp, tabi kiminin çöpü diğerinin hazinesi oluyor, yüzlerce kitabı taramaya çalışmanın yorgunluğu ardından bir kaç kitapla dönüverdim evime. Tam 14 yıl önce Kan Kokusu ile yeniden toparlanan grup genç Osman'ın fark yaratan vokali ve müzikal olarak da biraz stoner, krautrock ve epik atmosferiyle (bu değerlendirme hayli bana özgüdür, belki de yanlıştır, ama subjektivite doğruluğu vaat eder mi ki?) hayli ses getirmişti. Zira yapılan iş yurtdışı kalitesindeydi. Şimdi tekrar dinleyince, zaman içinde değerinden bir şey yitirmediğini görmek hayli keyif verici. Sahaflardan uzağa diyelim, kulak çekilir tahtaya vurulur. Neyse, o haliyle de sevmiştik.

8,50-/10

27 Eylül 2012 Perşembe

RETRO: In Flames - Lunar Strain (1994)


kaymak kadayıf, baklava, sütlü nuriye, şöbiyet, saray sarması, burma kadayıf, katmer, fıstık sarma, şekerpare, tulumba, fırın sütlaç, kazandibi, tavuk göğsü, tiramisu, keşkül, aşure, muhallebi, profiprofetipölöfetöröl, supangile, künefe.

*her ne kadar sanal aleme ilk girişim everlost nickiyle olsa da bu albümün ağamkim paşamkim parçası Clad in Shadows.

8,50+/10

The Prodigy - Music for the Jilted Generation (1994)

Eski günler, eski günler... Popüler müzik bile 90'larda başkaydı. Şimdinin saçma ve de sapan club şarkılarının yerine bir zamanlar böyle şeyler vardı. Elektronik müzik kaliteliydi yani. Hele Prodigy gibi elektronik müziği rockçı gibi icra edenler de olunca, tadından yenmez vallahi. Piyasaya girdikleri bu ilk albüm en çok Voodoo People ile bilinse de albümdeki diğer bir parça,Poison her daim en favori şarkım olmuştur grubun. I Got the Poison, I Got the Remedy, Hebele Hübele He He (bu kısmı geçiştiriyordum hep o eski zamanlarda). Bir de zamanla unutmuş olduğum bayyan nakaratlı No Good (Start the Dance) da albümün diğer bombası. Zaten dinlediğim versiyonda 3 adet remiksi yer alıyor. Kenan Doğulu'dan introsunu çaldıkları One Love ve Speedway de şık parçalar. O agresif tonların yanısıra pek çok şarkıda tribal hatta bizim buralara çok da yabancı olmayan ritimlerin kullanılmış olması gayet ilgi çekici. Merak ediyorum, şimdiki gençlik bu albümü dinlerse ne gibi bir tepki verir. Ama hiç sanmıyorum, onlar için bu bir tarihi eser. Bilmiyorlar ki bu tarihi eserin antika bir değeri var.

8,50--/10

25 Eylül 2012 Salı

Beth Gibbons & Rustin Man - Out of Season (2002)

Portishead arada albüm yapmayı unuttuğu için yan projelerine bakmak elzem hale geliyor. O muhteşem vokal Beth Gibbons, bu sefer grubuna değil Talk Talk'dan emekli basçı Paul Webb'e nam-ı diğer Rustin Man'a ödünç veriyor sesini . Sound basit tınlamasına rağmen özellikle Portishead'in senfonik kayıtlarına yaklaştığı anda bünyede coşmalar meydana geliyor. Hele ki vokalin caz ve blues'a kaydığı o iki şarkı var ki, Show ile Funny Time of Year, duygular dalga dalga kabarıyor gönül denen rıhtımda dövülmedik taş bırakmıyor. Show'daki vokal performansını ayrıca alıp okullarda ders felan öğretmeleri gerekiyor kannımca. İkili arasındaki uyum ve parçalar arasındaki değişik altyapılar da göz dolduruyor. Bu tarz sakin müzik sevenler Nick Drake referansları olduğundan bahsediyor albümde, doğrudur bilmiyorum. (Drake isimli şarkı biraz göze parmak gibi , şaşırtmaca da olabilir, kanmamak lazım) Albümün en bilindik şarkısı Mysteries'i Portishead şarkısı bile zannediyor olabilirsiniz. Biraz eskidiğini söyleyebilirim. Show ve Funny Time of Year'e ek olarak Tom Model'in de ismini zikredebilirim. Sonuçta enfes bir ses, Portishead özleyenlerin kaçırmaması gereken bir fırsat.

8,25+/10

23 Eylül 2012 Pazar

John Scalzi - Yaşlı Adamın Savaşı

Belki de Stephen King'den beri en sürükleyici metni üretebilen yazarlardan birisi olsa gerek John Scalzi. Çok sevdiğim kahramanın alaycı dilinin yanısıra teknik detaylara bulanmamış bir bilimkurgu hikayesi (eğer az çok kuantum felsefesi ya da fiziği kulağınıza çalındıysa o bilimsel paragrafı da kolayca atlatabilirsiniz) birleştiğinde çok güzel bir iş ortaya çıkmış. Özellikle de 70 yaşındaki bir beden nasıl savaşabilir sorusuna kitaptaki karakterlerle birlikte kafa yormamız da iyi düşünülmüş bir incelik. Ayıp olmasın tatilde diye aynı gün değil ikinci günde bitirdim romanı. Sanırım military sci-fi denilen tarza uygun olarak uzayda savaş konsepti üzerinden gelişen bu eğlenceli hikaye burada durmuyor, 3 kitap ile devam ediyor. 2 si çoktan Türkçe'ye çevrilmiş durumda.
spoiler
Dünya yine bir küresel savaşı atlatmıştır, gelişmekte olan Hindistan gibi ülkeler abd tarafından yenilmiştir. Kolonileşme başlamış ve yeni kolonilere daha çok gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları gönderilmiştir. Koloni Savunma Güçleri'ne ise daha çok abd'li 70 yaşında erkek ve kadınlar geriye bütün hayatlarını ve mal varlıklarını bırakarak katılmaktadır. İşin ironik tarafı ve abdliler savaşta yendikleri halk için canlarını uzayda riske atmaktadır. Ve üstelik koloni yönetimi dünyayı uzaylılarla gerçekleştirdikleri iletişim neticesinde elde ettikleri teknolojik ilerlemeden mahrum bırakmaktadır. Girizgahı bu şekilde yapabiliriz ve hikaye John isminde karısını kaybetmiş bir gönüllü ile başlar. İnsanların KSG'ne katılmalarının en büyük sebebi hayatlarını uzatacak tıbbi prosedürlere tabi tutulacaklarını bilmeleridir. Üzerinde çok durulmadan gönüllülere bildirilen diğer bir nokta askerlik süresinin 2, savaş halinde ise 10 sene olmasıdır, ardından herhangi bir kolonide hayatlarına devam edeceklerdir. Pek hatırlatılmayan şey ise kolonilerin hep uzaylılarla savaştığıdır ve sonradan belirtileceği gibi askerlerin , %70'i ilk bir kaç senede istatistiksel olarak kara toprağa kavuşur. John diğer dünyalılarla birlikte bir uzay gemisine aktarılır, test üzerine test uygulanır. Yeni okula başlamışcasına arkadaş grubu bile kurar. Konuştukları en mühim mevzu 70'lik bedenlere ne yapılacak da savaş makinelerine dönüşeceklerdir. Şöyle ki yıllar önce ilk başvurularında alınan genlerinden yeni bir vücut yapılmıştır. DNA'lar değiştirilmiş, beyne kişisel bilgisayar yüklenmiş, vücut kaslı hale getirilmiş, gözler, kulaklar ve kan güçlendirilmiştir. Tabi vücutlarının ve organlarının  artık bir markası, sürümü, tescili vardır. Yaşlı bilinçleri bu 20'lik diri vücuda aktarılır, tabi gençliğinde şişman, çirkin, sivilceli, engelli olan herkes Adonis Afrodit gibi ortada dolanmaktadır. Sorumlu bir subayın ateş fişeği ile birlikte (kısırsınız ve ilk bir kaç senede çoğunuz ölmüş olacaksınız, öyleyse bu bir hafta vücudunuza alışın ve eğlenin konuşması) gemi bir süreliğine Sodom ve Gomorra'ya döner. Neyse acemi eğitimi için farklı gezegenlere yolalırlar. John, arkadaşlarından Alan ile birlikte aynı kamptadır. Başlarında filmlerde klişe olarak gördüğümüz sorunlu bir eğitim çavuşu vardır. Çavuşun en sevdiği reklamı yazması sayesinde bölük liderliğine getirilir. Liderlik becerilerini pekiştirir bu sayede. Tayin edildikleri gezegende ayin havasıyla savaşan Consu'larla bir muhabere yaparlar. İsteseler bu onurlu uzaylılar tüm evreni elegeçirecek güce sahiptir. Ama dinsel sebeplerle kendilerine göre ritüellere sahip bir şekilde spor müsabakası gibi savaşlara tutuşuyorlar diğer ırklarla. Hatta sonrasında hem sizden nefret ediyoruz, kirlisiniz, gelişmemişsiniz hem de sizi seviyoruz ilerlemenenizi istiyoruz gibi garip bir sebep öne sürüyorlar. Bu çatışmada John yeni bir ateşleme sistemi geliştirerek zaferde önemli bir pay sahibi olur. Bir gün barışa da hak vermeliyiz diyen bir senatör tabiki er olarak bölüğüne katılır. Whaidlerin ana gezegenindeki idari ve sanayi yerleşmeleri yok edileceği bir operasyonda Whaidlere laf anlatmaya çalışırken öldürülür. Onu disipline etmeye çalışmış olan üstü Viveros, aslında o haklı büyüyeceğim yükseleceğim general olup komuta kademesinde düşüncemi savunacağım görüşündeyken pat ertesi hafta o da ölür. John'un arkadaşları da evrenin diğer köşelerinde birer birer ölmeye başlar. Karınca gibi halklarla yapılan savaşın kıyıma dönmesi John'a artık bıkkınlık vermeye başlar. Sonrasında ise Mercan isimli gezegendeki koloninin Rraeyler tarafından istila edildiği haberi gelince (insan eti, yemek programlarında bile tarifi verilen egzotik bir yemek onlar için) uzay gemileri gezegen yörüngesine atlayış gerçekleştirir. Ancak Rraeyler koloni gemilerinin nerede somutlaşacağını bilir gibi füze yağmuruna tutup bütün filoyu yok eder. John içinde bulunduğu indirme gemisi ile gezegene iniş yapar. Fakat arkadaşı Alan ölmüştür.Kendi de ölmek üzereyken hayalet tugaydan onu kurtaranlar olur. Tekrar iyileşir ( yeni bir çene, sağ yanak ve kulak ve dil, yeni bir bacak, omurilik kaburgalar, parmak ve topuk vs..) ve ziyarete gelen diğer iki arkadaşı Jesse ile Harry'nin de aynı saldırıdan kurtulduklarını öğrenir. KSG tarafından sıkı bir sorgudan geçirilir. Fakat kafası kendini kurtaran kadın askerdedir zira askere katılmadan önce ölmüş olan karısının bedenine sahiptir. Sonra ortaya çıkar ki KSG içindeki hayalet tugay askerleri, dünyada iken başvurusunu yapmış ama 70'inden önce müteveffa olmuş insanların kopyalarından oluşuyor. Yeni bir zihine sahip oldukları için geçmişleri yok ve tam anlamıyla askerler. John yavaş yavaş bu kıza karısını anlatır, kavga dövüş inkar ve kabüllenme aşamalarından sonra yakınlaşmaya başlarlar. Jane'in yardımıyla Mercan gezegenine yapılacak yeni operasyonun beyin takımına alınır. Jane, onun güvenilir ortamda kalmasını sağlamaya çalışırken eylem timine gönüllü olur abimiz. Diğer yandan arkadaşları için tehlikesiz görevlere tayini gerçekleştirmeyi başarır. Consu'ların uzay gemilerin atlayışını önceden gösteren aygıtı Rraeylere verdiklerini öğrenirler. Detayları ayrı bir macera. Bu teknolojiyi hasarsız elegeçirmek için timle saldıracaklar, etkisiz hale getirecekler ve filo toplu halde saldırıya geçecektir. Neyse binbir olay,felan, başarırlar. yaralı Jane'i revire yetiştirir. Aygıtların planları çalınır. Rütbesi yükselir. Hayalet tugayındakiler arasında sosyal statüsü yükselir. Ve Jane ile emeklilik hayalleri kurmaya başlar.

We Came As Romans - Understanding What We've Grown to Be (2011)

Sert metal kotasından dinleme listeme giren grup metalkor yapıyor ve bu da ikinci albümleri. Trancekor denemeyecek azlıkta çeşni tadında elektronik öğeler serpiştirilmiş durumda. Deneysellikleri sayesinde zaten dinleme listeme girebildiler. Dolayısıyla daha önce dinlediğim metal ve elektonik müziğin dengeli bir şekilde altyapıyı değiştirdiği Rus Fail of Emotions gibi bir şey beklenmemeli. Ömr-ü hayatımda ik elin parmakları kadar metalkor, bir kaç tane de elektronik etkili metal dinlemiş biri olarak albümün hiç bir orjinallik içermediğini gayet net söyleyebiliyorum. Bu kadar az dinlediğim için de gayet melodik clean ve brütal vokaller henüz bıkkınlık vermiyor bana. Yalnız bu melodik öğe parçalara karakter kazandıramıyor. Yani benim için tüm albüm şu şekildeydi: vay anam vayyy (uzun hava acılığında temiz vokal) ve hemen ardından böğböğböğ. Hepsi bir hepsi aynı. Grup ilk albümüyle 85 bin, bu ikinci albümleri ile de kısa sürede 70 bin satmışlar. Plak şirketleri de Nuclear Blast. Hiç de fena olmayan satış rakamları sanırım plak şirketlerinin neden bu gruplara yatırım yaptığını ve yapmaya devam edecekerine dair ipuçları vermeye yetiyor. Sözleriyle de yeni ergenlerin problemlerine değinilmesi daha çok hangi yaş aralığına hitap ettiklerini gösteriyor. Sevmedim diyemem ama daha bi genç olsaydım hoşlaşma endeksim daha mı bir yüksek olurdu diye düşünmeden edemiyorum kendi kendime.

5,50/10

22 Eylül 2012 Cumartesi

Falconer - Falconer (2001)

Folk ile Power metal'i layıkıyla kaynaştıran grup aslında Mithotyn isimli viking/folk/black metal grubun küllerinden doğmuş. İşin komik tarafı bugüne kadar tüm grup üyelerinin kafalarına taş düşmüşcesine tür ile birlikte grubun ismini değiştirdiklerini sanmıştım. Grubun has elemanı gitarist aslında kurduğum gibi dağıtırım bu grubu demiş ve yeni elemanlarla Falconer'a ön ayak olmuş. Mithotyn de türü içinde gayet leziz eserler veriyordu. Falconer de öyle. Amma benim için bir Lakin var. Lakin grubun vokali ya sev ya terket bir tona sahip. Ben açıkcası biraz zayıf buldum. Müziğe göre biraz tiz buldum. Şarkılar da folklorik etkiden dolayı bir noktadan sonra birbirine karışmaya başlıyor. Ama elbette daha önceden bildiğim enerjik açılış parçası ya da İskandinav halk musikisinin tavan yaptığı son iki şarkı (zaten sonuncusu bir türkü yeniden yorumu) çok leziz. Birbirine benzeyen diğer parçaların ortaklaştığı yer gayet üst noktalarda.

7,75/10

20 Eylül 2012 Perşembe

The Men - Open Your Heart (2012)

Sacred Bones isimli plak şirketinin albüm kapaklarına bayılıyorum. Dergi formatını hatırlatıyorlar bana. Kimi zaman dinlediğim müziği albüm kapağından bile seçebilecek kadar densiz olduğum için önemli bir şey bana göre sunum. Buradaki örnek bu yönüyle o kadar da çarpıcı olmayabilir. Ama müziğiyle öyle. Baştan söyleyeyim, noise rock kulvarı içinde grup yeni bir şey yapmadıkları için çok eleştiri alıyor. Diğer yandan da yeniden esimiş külleri dağılmış bir akımı canlandırdıkları için de takdir teşekkür görüyorlar. Dinosaur Jr.'ın Farm'ı dışında bir örnek dinlemediğimden dolayı bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa hakkatten de albüm soundu atmosferi ile Farm'ı getiriyor aklıma ve hakkatten de cayır Ceyar muzik yapıyorlar yahu. Yemişim orjinaliteyi. Üstelik bu durum sıkıcı bir müzik yaptıkları anlamına gelmiyor. Bir yandan Cube gibi gayet proto-punk şarkı, diğer yandan proto-grunge (var mı böyle bir şey) diğer yandan da albümdeki parçaların bence kralı Open Your Heart ve de gayet durgun Candy'deki duygusallık. Elbette her şey gülük gülistanlık değil. Soundun çirkinleştiği anlar her ne kadar iyiyse indie rock'a sardıkları özellikle sözsüz parçalarda bir o kadar sıkıcı. Bazıları sıkıcı sever, o ayrı. Ben değil.

7,75-/10

19 Eylül 2012 Çarşamba

Bill Evans - Waltz for Debby (1961)

Trompet'in yerine sımsıcak bir piyanonun ve iç gıcıklayıcı bir kontrbasın başrollerini oynadığı bir caz filmi görmek ister misiniz? İşin daha da güzeli müzik aslında çatal kaşık yemek müziğinin bir kademe ilerisinde. Zaten bir kulüpte canlı kaydedilmiş ki şarkı aralarında nezih bir kalabalığın alkışları, fısır fısır mırıldanmalar dinleyiciye eşlik ediyor. Her ne kadar müzik ağır tempolu ve arkafonu olmaya yatkın olsa da bu ve bu (üstteki gibi sebeplerden) ve bundan dolayı dinlemek daha doğrusu kendini akışa bırakmak bir o kadar keyifli ki bir o kadar dinlendirici. Kısacası bu musikişinas amcalar dayılar ruhun gıdası müzik için olması gerekini ortaya koyuyorlar.

8,25/10

18 Eylül 2012 Salı

Carmen Linares - Cantaora (1988)

Böylece geleneksel flamenkodan o kadar da hazzetmediğimi anlamış bulunuyorum. Belki de bu örnek olağanın dışında konumlanıyordur, onu bilmiyorum. Sadece kulaklarım o güzel akustik gitar işçiliği ile vokal arasında uyumsuzluğu seçebiliyor, vokalin müziğe fazlasıyla baskın geldiğini, okuma tarzının fazla formal olduğunu görebiliyor. (gören kulaklarım var, evet) O aklımıza kazınan biraz da coşkuyla kendinden geçen ihtiraslı arzulu tutkulu çıkışlar çığrışlar burada pek yok. Hatta topuk tıkırtıları ve el şapırtıları bile sahte geliyor kulağa, kimi zaman tahtadan kurşun atan makineli tüfek sesi gibi ve tekdüze. Halbuki iç kapaktaki fotoğraflarda dans etmeye hazırlanan ya da ellerini çırpan kişilerin resimlerini görebiliyoruz. Demek oluyor ki prodüksiyon bir garip. Albüm kapağından da ürkmeye hiç mi hiç gerek yok. Ellerini kavuşturup şarkı söyleyen ablamızı ve resmin üst 1/3 lük kısmında ellerini kavuşturup şarkı söyleyen ablanın alt1/3 lük kısmını görüyoruz, müstehcen bir şey yok yani, dağılalım lütfen.

6,50/10

17 Eylül 2012 Pazartesi

Colin Odell & Michelle Le Blanc - Stüdyo Ghibli : Hayao Miyazaki ve Isao Takahata Filmleri

Hayranı olduğum filmlerin yayımcısı Stüdyo Ghibli hakkında bir kitap yazılmışsa bir zaman bir yerlerde onu bulup okumak en önemli görev olarak önümde fazla durmayacaktı elbette. Hayao Miyazaki (tanıtmaya gerek yok) ve Ateşböcekleri Mezarlığı'ndan daha çok bildiğimiz Isao Takahata filmlerine ağırlık verilmesi sahibi oldukları stüdyoda en fazla film çeviren yönetmen olmalarından kaynaklanıyor. Kitap stüdyo'nun kuruluşunu hazırlayan ön dönemi de aktararak güzel bir iş yapıyor. Ayrıca filmlerin ortak temaları da sıralanarak bağlantı kurmamız kolaylaştırılıyor. Keşke orta sayfada yer alan renkli fotoğrafların sayısı arttırılsaydı, hatta sayfa kenarlarına Ghibli karakterleri yerleştirilseydi, yani biraz daha canlandırılabilirdi eser. Ya da ya da röportajlar, anektodlarla zenginleştirilebilirdi. Yine de özellikle muhteşem kapağını da düşününce keyif almaktan kaçamayacağımız bir kaynak.

RETRO: Helloween - Pink Bubbles Go Ape (1991)

Her ne kadar çok da öne çıkan parça içermemesine rağmen sevmediğim parça da olmadı bu albümden. Vasatın üzerinde ve hala power metal şarkılarıyla gereğinden fazla yerilse de dinlemesi keyifli. Üstelik vokalin daha bir yerli yerinde olduğunu söylemek mümkün. Evet, yine şarkıların olumlu mesajlarla süslenmesi hatta Heavy Metal Hamster'daki gibi komik olmaya çalışan benzetmelerin kullanılması can sıkıyor. Ama misal burada kapanışı yapan Your Turn ismindeki baladı bile sevdim. Beni boşverin, ben her metal baladından hoşlanırım zaten. Yalnız albümde ciddi bir kalıcılık problemi var.

6,75/10

Patrick Rothfuss - Kralkatili Güncesi I: Rüzgarın Adı

Türkçe'ye çevrilmeden önce de okuma listemde bulunan bu fantastik kurgu eseri (ve ya üçlemenin ilk kitabı) sadece yurtdışından olumlu eleştiriler almadı, aynı zamanda reklama bağlı olarak yurtiçinde de övüle övüle bitirilemedi. Taht Oyunları'nın diziye çevrilmesine bağlı olarak kitabı çok satanlar listesinden girdiğinden midir (ki ne kadar okunuyor o ayrı bir mesel) nedir, satış açısından bu kitap da yayıncılarının ümitlerini arttırmış görünüyor. Yalnız özellikle internet sitelerinde çabuk indirime girmesi sanki istenilen rakamlara ulaşmamış düşüncesi uyandırıyor ki hiç bilmiyorum tahmin sadece. Eğer iyi sattıysa da bravo, daha üçüncü cildi yayınlanmamış ve ilk cildi 736, ikincisi 1200 civarı sayfaya ulaşan kitapları okumayı geçtim satabilmek de büyük bir pazarlama taktiği. Yalnız küçük bir sorun var: Gerçekten de o kadar iyi mi? Bir Yüzüklerin Efendisi, bir Taht Oyunları kadar çığır açabiliyor mu? Abercrombie'nin First Law'u gibi bizi soğuk duşlara atan ve gerçekten yetişkinler için bir FK eseri olma tabirini hak ediyor mu? Zor, ama gayet iyi ve keyifli bir okuma bizi bekliyor, sadece abartmamak lazım beklentileri. Ahan da spoiler a geçtim.
Kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabada hancı olarak çalışan kişi aslında hakkında yalan yanlış efsaneler türetilmiş olan kahramanımız Kvothe'nin bizzatihi kendisidir. Kendini ölmüş olarak göstermiş emekliye ayrılmış can sıkıntısıyla dolu bir girizgah kitaba. Yanında yardımcısı genç Bast vardır. (sonradan öğeniyoruz ki spoiler o da içinde iblis, peri, fey ve bilimum yaratıkların dahil olduğu Faen ırkından bir prens, sanırım Kvothe zamanında onu bağlamış büyüyle, diğer yandan da hocalık yapıyor felan) Scraeling denen taştan örümceklerin saldırısında bir köylü ağır yaralanır. Kvothe gizlice sürünün geri kalanını kasabayı kurtarmak için öldürür. Kasaba halkı ise bu yaratıkları iblis olarak görmüş ve hemen batıl inanışlar canlanmıştır. Zira efsaneler, dedikodular ve mitoloji birbirinin içine girmektedir. Bu noktada kitabın canlanacağını zannederken yavaş ama okuyucuyu esir alabilen bir tempoyla gidişat değişiyor. O alemin ünlü tarihçisi Devan'ın yolu bu hana düşer. Sonunda Kvothe'ye kendi hikayesini anlatmaya ikna eder. Bu ilk cilt, Kvothe'nin tarihçiye anlattığı hayat hikayesinin ilk gününden oluşmaktadır. İşin aslı Devan, Bast tarafından kündeye getirilmiş olup manipüle edilerek buraya gelmesi sağlanmıştır. Çünkü Bast, ustasının hancı kisvesi altında erimesine tanık olmakta ve eskisi gibi efsanevi bir savaşçının ruhunu belki geçmişini hatırlayarak tekrar benimseyebileceğini düşünmektedir. Bundan sonrası Kvothe'nin hayatı:
Kvothe, Edema Ruh bir ailede doğmuştur. Yani içinde tiyatro, müzik, sirk ve karnaval gibi öğeleri barındıran ve gayet klas bir gezici kumpanyanın yöneticileridir ebeveyni. Fakat çocuğumuz baştan beri pek bir zekidir. Müziğe aşıktır, lavta en sevdiği enstrümandır. Zamanla yolu hep kendine örnek alabileceği kişilerle çakışır. Ormanda yaşamanın inceliklerini, başka bir dili felan öğrenir. Bir müddet yaşlı bir tenekeciden de sempati denen büyü gücünü öğrenmeye başlar. Kısacası tözü aynı ya da benzer olan iki maddeyi birbirine bağlayarak birine yapılan şeyi diğerinin de hissetmesine dayanır bu. Voodoo mantığıyla düşünürseniz birini temsilen bebek yapar ve saçını felan gerçek kişiden alıp bebeği dürterseniz asıl kişiye de etkide bulunabilirseniz. Tabi daha masum düşünelim ilk başta. Neyse, Kvothe'nin babası da efsanelerde kaybolmuş Chandrialıların tarihini araştırıp destansı bir şarkı yazmakla uğraşmaktadır. Zaten  insanken lanetlenen ve sayıları bile belli olmayan ve ne maksatla olduğu bilinmeksizin insanlara kötülük yapan bu metafizik Chandrialıların gizini kitap boyunca süreceğimiz için fazla detaylandırmaya gerek yok. Kvothe kampı bir süreliğine terkettiği anda görür ki bütün kumpanya ailesi dahil öldürülmüştür. Bir grup kişi ise yüzü gölgede bir adamın emriyle çocuğu serbest bırakır ve puf kaybolur. Gitmeden önce kendi aralarındaki konuşmada yüzü gölgede Chandrialı diğerine ben sizi Amyrlerden koruyorum felan der. Kendilerini gizem içinde tutabilmek için tüm kampı öldürmekten çekinmemiştir. Kvothe yakındaki bir büyükşehire gider 12 yaşlarında. Lavtası kırılır, dilenci olur, hırsız olur, bu şehirde yaşadıkları fazla detay. Ama okumaktan pişmanlık duymayacağınız olaylar neticesinde 3 sene kadar sonra üniversitenin yolunu tutar. Sempatiyi öğreten tenekecinin üniversite için ilk sayfasına referans yazdığı kitabını rehinciye bırakır. Bir sürü kitabıyla ailesinin başına gelenleri araştırabileceği üniversitenin bulunduğu kasabaya yola çıkar bir kafileyle. Bu kafilede Denna isminde hoppa bir kızdan elektrik alır genç Kvothe. Üniversite için yaşı genç olmasına rağmen bilgisi biraz da önceki mülakatları gizlice dinlemesi sebebiyle kurnazlığı sayesinde üniversiteye girmeyi başarır. Wilem ve Simmon ile arkadaş olur hemen bir de zengin çocuu Sovoy ile de arası iyidir. Kitapların bulunduğu arşivde ise daha başta Ambrose isminde soylu çocuğuyla takışır. Her fırsatta birbirlerine laf geçirirler, rezalet çıkarırlar. Ukala Kvothe Sempati hocası Hemme'yi de rezil ederek onunla da arasını açar. Disiplin kuruluna çıktığında hocasına saygısızlık yaptığı için kırbaç yerken bilgi birikiminden dolayı Gizemiye dalında ihtisaslaşması için karar verilir. Yaralarını iyileştirirlerken revirde de çalışmaya karar verir. Diğer yandan Kvithin isimli hocanın zahiriye denen atölyesinde kimya ve metalurji alanında çalışmaya başlar. Burada ürettiği teknolojik lambalar sayesinde bir miktar para kazanabilecektir. Ancak Ambrose onu tufaya getirir ve mumla arşive girmesini sağlar. Kütüphaneden sorumlu hocası da arşivi temelli yasaklar, ne yapıyon oolum dellendin mi gibi naralarla. Gizemiyeden sorumlu Elodin'le yakınlaşmaya çalışsa da kafasından bir kaç tahta eksik garip Elodin, yanına çırak almayı düşünmemektedir. Gizemiye'de isimlendirme denen çok daha güçlü bir büyü öğretilmektedir. Kvothe mali açıdan zora girmektedir. Harç ücretini karşılayabilmek için Devi ismindeki tefeci bir kızdan borç alır. Lavta satın aldıktan sonra Eolian ismindeki handa müzisyenler için yapılan yarışmaya katılmaya karar verir. Başarılı olursa altın mızıka gibi bir şey kazanacak, karşılığında zengin hamiler bile bulabilecektir. Zaten etraftaki her handa namı alıp yürüyecek iş bulması kolaylaşacaktır. Bu arada üniversitenin tünellerinde saklanan kafası uçuk Auri ismindeki bir kızla tanışıp ona da yemek götürmeye başlayacaktır. (Felsefi açıdan Aurinin hayata dair seslendirdiği cevapları okumak büyük bir zevk) Neyse yarışmada çok başarılı olur lavtanın teli kopmasına rağmen. Yine Ambrose! Ama nakarattaki bayan vokal için handaki kalabalığa güvenmesi büyük bir riskken gayet güzel sesli biri ona yardımcı olur. Sonradan peşine düştüğünde onun bizzatihi Denna olduğunu görür. İlk bakışta onu tanımamış gibi davransa da sonradan yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıkar. Lakin bu aralar Dianne ismini kullanmaktadır. Erkekten erkeğe kendine hami arayan bir müzisyen olmuştur Dianne. Ancak aralarındaki aşk tekrar ateşlenmiştir. Ara ara onun peşine düşer, bulabildiğinde masum konuşmalarla harcarlar vakitlerini. Olmayacak bir aşktır bu ki daha kitabın sonunda bile ilan-ı aşk etmemişlerdi birbirlerine. Ambrose hakkında yazdığı aşağılayıcı şarkı dillere pelesenk olunca bir kez daha disipline sevkedilir Kvothe. Bu sefer de özür mektubu yazmakla cezalandırılır. Kvothe ise Ambrose'yi yerin dibine daha da batırırcasına bir mektup yazarak tüm şehrin duvarlarını donatır. Sonuçta Ambrose'nin baskısıyla ufak tefek biri hariç tüm hanlardan kovulur, soylu ve zengin bir hami bulma planları suya düşer. Zaten sonrasında onu öldürtmeye çalışacaktır. Suikastlarından büyü yaparak kurtulunca yine sonradan halkın diline düşecek bir sebep vermiş olur. Sonrasında üniversitede zahiriyeci kalfalığına yükselir. Zahiriyedeki bir yangın esnasında Fela ismindeki kızı , daha önce Ambrose'nin tacizlerinde olduğu gibi, alevlerden kurtarır. Al sana bir efsane daha. Kız buna hafiften tutulur. Denna yine kaybolur bunları yakınlaşmış görünce. Dur kız! Fela teşekkür niyetine yanmış olanın yerini tutsun diye yeni bir pelerin hediye ediyordu. Daha sonra kulağında Trebon denen bir kasabadaki düğünde garip bir katliam olduğu haberi çalınınca at alabilmek için tefeciye tekrar büyük miktarda borçlanarak apar topar yola çıkar. Çünkü katliam esnasında mavi ateşlerin göründüğünü duymuştur ki bu Chandrialıların alametidir. Kasabada kimse olaydan bahsetmek istemez. Ama yaralı bir kurtulan vardır. Bilin kim? Denna Dianne'nın ta kendisi. Kendisine esrarengiz bir hami bulmuştur. Onun direktifleriyle düğüne şarkı söylemeye gitmiştir. Alandan uzaktayken katliam olmuştur ve hamisi onu yanına gelip dövüp bayıltmıştır kızı  ki kasabalılar onu suçlamasın. Kvothe ile iki aşık gibi gezinip tozalırken diğer yandan da hamisini vadide ormanda arayadururlar. Yaşlı bir çobandan düğünü yapan ailenin evini höyük ya da eski bir kale kalıntısı üzerine yaptığını öğrenirler. Burada buldukları bir kalıtı tam düğünde sergileyecekken öldürülmüşlerdir. O zaman Kvothe Chandrialıların bu kalıtla bir ilgisini olduğu tahmininde bulunur. Ormanda kamp ateşi kurmuşlarken dev bir ejderusun, ejderha diye masallara konu olan bir kertenkele, saldırısını atlatırlar. Ejderus her ateş gördüğünde ateşi söndürmekte odunları ve ağaçları yemektedir ki normalde insanlardan uzak dururlar halbuki. Sonra ikili yakınlarda gizli bir uyuşturucu imalathanesi bulur. Bizim ejderus uyuşturucunun bağımlısı olmuştur ve yakınlardaki kasaba için de bir tehlike arzetmektedir. İkili ise uyuşturucuları alıp üiversiteye satarak zengin olma hayali kururken birazını yem olarak kullanarak ejderusu overdose dan öldürmeyi planlar. Lakin Denna aptallık edip uyuşturucudan tatmış ve kafası duman bir gidip bir gelmektedir. Neyseki ölümcül dozu atlatmayı başarır. Kvothe ellerindekinin çoğunu ejderusa yedirmesine rağmen tık etmez hayvanda. Kasabadaki şenlik ateşini görünce hayvan hurra oraya hücum eder. Denna bir köşede sızakalmıştır. Kvothe ise kendini sorumlu hissedip kasabaya koşuşturur. Kasaba alevler içinde, neyseki ölen yok. Çünkü Kvothe sempatiyle yıktığı su kulesi sayesinde ateşleri bir nebze hafifletir. Kilisedeki demir teker (bir nevi haç, iblisler demire hiç gelemez) sayesinde hayvanı şişler, kendi de yamulmuştur. Uyandığında olaya seyirci kasabalıyı kendisine hayran bulur. Çünkü insanların gözünde iblis avlamıştır. Ejderusun cesedi ise iblislere yapılması öngörüldüğü gibi yakılarak göülmüştür. Yani muhteşem ötesi değerli pullarıyla birlikte. Kvothe'nin üzülmeye vakti olmaz çünki Denna yine gitmiştir, bekletilmeyi sevmez hanfendi. Üniversiteye yakın Imre kentinde Denna ile tesadüfi karşılaşmaların hepsinde yanında zengin erkekler bulunur. Yine de sohbet etmekten çekinmez bizimki. Ambrose yine musallat olur ve lavtasını kırar. Kendinden geçen Kvothe gayriihtiyari rüzgarın ismini çağırarak bir patırtı meydana getirir. Ambrose'nin kolu bacağı kırılır. Ta ta hadi bakam disipline. Bu arada kendini kaybedip kendi içinde kaybolmuştur Kvothe. (katatoink durum işte yafu) Elodin gelip onu iyileştirir. Ambrose hırsızlık ve başkasının malına zarar verme, Kvothe de kasıtlı zarar verme ile suçlanır. Sonuçta Kvothe'ye kırbaç ve okuldan atılma cezası tecil edilmek şartıyla verilir. Lakin Kvothe'nin gücünü keşfetmesi sebebiyle bir kademe daha yükseltilerek deli Elodin'in sponsorluğuna teslim edilir. Bu olaylar esnasında arşive giden gizli geçidi Auri sayesinde keşfetmiştir Kvothe. Kvothe hayatını anlatırken bir askerin içine giren iblis hana gelir, bir şey ya da birisini aradığını söyler de derdini anlatamaz. Gürültü patırtı köylülerden birine rahmet. Demircinin çırağı elindeki demirle adamı öldürür. Bast pek bir şey yapamamıştır. Bu olayda Kvothe'nin büyü gücünü de kaybettiğini öğreniriz vakti zamanında. Demircinin çırağına iblisin varlığını teyit ederlerken tüm ahali askeri uyuşturucu bağımlılığından kafayı yediğine yormuştur bu harala güreleyi.
Kvothe'yi  acıların çocuğu olması sebebiyle bir yandan Robin Hobb'un Farseer'deki karakteri Fritz'e diğer yandan zıt bir şekilde hep dört ayağın üzerine düşerek ukala, bilmiş, küstah ve mimikleri dahil her şeyi hesaba katmasından kaynaklı geliştirdiği aşırı mekanik ve bazen çıkarcı tavrından dolayı Scott Baker'ın Anasurimbos'una benzetmekten kendimi alıkoyamıyorum. Diğer yandan üniversite yılları ve gençliğine odaklanıldığı için, her ne kadar bırakınız kitaplarını filmlerini bile pek çok kez denememe rağmen izleyememiş biri olarak (sabır da bir yere kadar) söylesem de aklımıza Hayri Pıtır'ın gelmemesi kaçınılmaz. Bu haliyle de en azından bu ilk kitapla yerleri sarsan, tür içinde yeni bir çığır açan bir kitap olduğunu söyleyebilmek güç. Olumsuz algılamayın hemen, ikinci cildini büyük bir hevesle okumuyor muyum ki?

16 Eylül 2012 Pazar

Rage Against the Machine - Rage Against the Machine (1992)

Sanırım rap-metal kulvarında gidebileceğim en üst nokta burası. Sadece sözlerle değil günlük hayattaki politik aktiveleriyle de sisteme vuran grup bir kere bu sebeple takdiri hakediyor. Ama parababası bir plak şirketiyle çalışmalarını karıştırmayalım en iyisi. Öyle ya da böyle sistem sızıyor hayatımıza değil mi? İçtiğiniz kolanın, sigaranın markası ne misal? Vokal ve müziği hep ilgi çekici kılan gitarist öne çıkan isimler. Ama müzikteki agresyon konusunda sanki biraz kendilerini frenlemişler gibi hissediyorum. İlk başlarda rahatsız etse da funk altyapının çok iyi işlediği kanaatindeyim. Avustralya yerlilerinin çalgılarını andırır enteresan bir enstrümanın kullanıldığı Township Rebellion geliyor aklıma, neredeyse ünlü Killing in the Name'den fazla hoşlandım, neredeyse... Tabi bu soundun biraz tarih içinde görevini yapıp sönümlendiğini düşünüyorum.

7,75/10

15 Eylül 2012 Cumartesi

Karen Armstrong - Mitlerin Kısa Tarihi

İlk başta yazar mitlerin bilimsel gerçekliğe pencere açan bir perspektife sahip olmasından dolayı gözardı edilip küçümsenmesini eleştirerek başlıyor. Gerçek olmayan tanrıların ve kahramanların hikayeleri pratik anlamda insanoğlunun örnek alacağı davranış kalıpları ve kaçınacağı ibretlik olayları sergilediğinden dolayı bilimsel bir eleştiriye tutulması da psikanalitik çözümlemeleri hariç saçma olacaktır. Çünkü logos (mantık, bilim vs.) ile mitoloji birbirini tamamlayan ayrı süreçleri temsil etmektedir. Paleolitik çağdan günümüze farklı dönemlerde mitolojinin geçirdiği evrim ise basitçe şöyle sunuluyor: İlk basit toplumlarda din ile sosyal hayatın içiçe geçtiği, insanların tanrısal deneyimin özeneleri olduğu, kutsallığın doğanın her bir parçası olarak insanlar tarafından erişilebileceği söylenir. Kayıp cennet miti ve gökyüzünün gizeminden beslenen kutsallığı ilk toplumların ortaklaştığı olgular. Avcı toplumuna özgü şamanların ritüelleri de avcıların inisiye törenleri gibi ölüm ve yeniden doğuşu simgeliyor. Mitlerin özneleri insansı ilişkileri tanımladığı sürece önem kazanıyor ve insanlardan öte duran gök tanrı gitgide silikleşiyor. Avın kutsallığı ise tezat bir biçimde sonradan Artemis örneğinde görülebileceği gibi kızgın tanrıçalarla temsil ediliyor. Tarıma geçiş de dinden uzak bir etkileşimle doğmuyor, mitlerdeki örneklerde kaynağı kutsallığa dayandırılıyor. Kıtlık, sel baskınları gibi tüm toplumu açlığa sürükleyebilecek sebeplerden ötürü cennetten kovulma hikayeleri ile örtüştüğü bile oluyor. Bu dönemle birlikte bereket tanrıçaları öne çıkıyor, törenler ise mevsimsel döngüler ile birlikte tarım ve hasat üzerine şekilleniyor. Kentlerin kurulması ve kent devletleri dönüşmesi insanları yine de kendilerini güvenli hissetmesine sebep olmuyor. Tarımın taşıdığı risklerin yanısıra diğer afetler, savaşlar ve kıyımlar işin isot biberi oluyor. Tanrıların kentlerdeki yaşamdan uzakta olmadıkları düşünülüyor. Yani sonuçta tanrılar pratikleriyle insanlaşıyor bununla birlikte yönetici sınıf tanrıların temsilcilerine dönüşüyor. Bu aşamada tanrıların insan etkinliklerinden çekilmeye başlandığı sonucunu çıkarabiliyoruz. Doğan boşluğa cevap Konfüçyus, Tao gibi isimler aracılığyla uzakdoğudan geliyor. Mutlak aşkınlık için toplu tapınma ihtiyacı elzem hale geliyor, insan etkinliğinde karma kavramı önem kazanıyor. Tanrılar mitlerdeki başrollerini insan hükümdarlara kaptırıyor. Batıda da izdüşümel olarak lokal tanrılara karşı tektanrıcılığın savaşımına tanık oluyoruz. Lakin tektanrıcılık ölen tanrı ve tanrıçaların mitlerini kendine adapte etmekten de kaçınmıyor. Dolayısıyla tek tanrıcı dinlerin (ve özellikle gizemci kollarının) de kendi mitlerini de yaratarak modern çağlara kadar mitolojiyi beslediğini söyleyebiliriz. Eski Yunan dünyasında ise logos ile mitos arasındaki fark felsefeciler sayesinde açılmaya başlıyor. Rönesans ve reformların çocuğu olarak yaşadığımız modern dünyada önce logos ağırlık kazanıyor. Bir süre din gibi olgular bilimsel ilerlemenin soyutu logos ile birbirini tamamlar şekilde düşünülse de sonrasında logos mitolojiyi yırtıp atıyor. Tanrının bilimsel kanıtlanma çabaları dahi terkediliyor (aslında bu biraz sorunlu bir saptama). Sonucunda kuttörenleri, kültü ve ahlaki yol göstericiliği olmadan mit yaşayamaz hale geldi.Tinsel anlamda ahlakı, birlikte yaşama normlarını, ölümle başetme iradesini karşılayan mitin çözülüşü modern toplum insanı üzerinde bunalıma yolaçtı. Soykırımların müsebbibi modernleşememiş mitler yerine evrensel ölçekte eksenel çağın merhamet düsturundan yola çıkan mitlerin yaratılmasını, dini kapsamından bağımsız olmamak şartıyla, tavsiye ediyor yazar. Zaten öyle ya da böyle destansı romanlar, diğer sanat ürünleri, Elvis, Prenses Diana gibi ünlülerin biyografileri ister istemez insanlara kendilerine örnek alıp hayatla başa çıkabileceği kişisel dönüşüm fırsatları sunması sebebiyle mite benzer deneyimler sunuyor.
100 sayfadan oluşan kitap ilginç bir perspektif sunuyor doğrusu.

Weezer - Weezer (1994)

Yıl 1994, punk müzik popüler formatta geri dönüyor ve anaakım müzik alemini sallıyor. Offspring Smash ile en azından benim gönlümde taht kuruyor. Kaç bin milyon kez dinledim zamanında hatırlamıyorum. Sırasıyla NOFX ve hit parçaları olmakla beraber eh diyeceğim bir Green Day vakası var. Weezer ise bu listenin en sonuna eklenebiliyor maalesef. Ki zamanında bile Buddy Holly, Holiday süper o kadar yani. Çünkü kravatları süveterleri ile asi rockçı imajı yerine kravatları süveterleri ile sünepe öğrenci imajını çizmeye ve daha önemlisi devam ettirmeyi seçtiler. Tabi bu durum müziklerine yansıyor. Şarkılar punk'dan ziyade pop/alternatif rock ve hatta ilk dinlediğimde hissettiğim pozitiviteden kaynaklı surf rock alttürlerinden besleniyor. Bu coğrafyanın bir dinleyicisi olarak aramızdaki uçurum boyutuna varan kültürel farkları tahmin edebiliyorum. Demek ki tam amerikan piyasasının ihtiyaç duyduğu anda devreye girmişler ki albümleri, sadece bu debüüü albüm de değil, beğenilen el üstünde tutulan yapıtlar olmuş. Kısacası, ben bu albüme giremedim, benimseyemedim, anlayamadım.
Only In Dreams'ın son kısımlarındaki işçilik, Say It Aint So'daki RHCPcilik ve biraz da The World Has Turned And Left Me Here diğer fena değil kısımlar.

6,75-/10

14 Eylül 2012 Cuma

Alternative 4 - The Brink (2011)

Anathema emeklisi Duncan Patterson'ın en bi yeni projesi Alternative 4 ismini taşıyorsa, kendimi ister istemez o dönemin Anathema'sı ile bu albümü karşılaştırır buluyorum. En önce bestelerin oldukça yalın olduğu dikkatimi çekiyor. Çok katmanlı, polifonik bir yapıyı araki bulasın. Tempo düşük, melodiler basit. Kreşendoya bağlandığı anlar nispeten zayıf. Bayan ve erkek vokal arasındaki dramatik örüntü de Duncan'ın önceki işlerini andırıyor. Sessizliğin de hakimiyet kurduğu albüm bu işlere benzer şekilde ambiyatik bir atmosfer sunuyor. Lakin atmosfer o kadar karanlık ve klostrofobik ki, bir iki anda Blade Runner soundtrackini hatırlatmadı değil, bir çift eli boğazınızda hissetmeniz bile mümkün. Bu yorumu pozitif veyahut tam tersine negatif algılayabilirsiniz. Ancak bir gerçek var ki, Anathema'nın Alternative 4'un çok bi çok gerisinde.

7,0/10

13 Eylül 2012 Perşembe

Yaşar Kemal - Yılanı Öldürseler

102 sayfada sonlanan bu romancık yazarın Hüyükteki Nar Ağacı'ndan sonra okuduğum ikinci kitabı. Efsanevi romanlarına daha sıra getiremedim. Bu kitapda alışageldiği üzerei Çukurova'yı ve köylüleri sosyal açıdan konu alıyor. Kitabın sonu başından belli olduğundan dolayı şimdiden bir özet geçmemde sakınca doğmayacaktır. 11 yaşlarındaki Hasan, akrabaları ve köylüleri tarafından her Allah'ın günü babasının kanı yerde kalmasın diye annesi dünyalar güzeli Esme'yi öldürmesi için dolduruşa getirilmektedir. Annesinin eski yavuklusu Abbas, hapisten çıktıktan sonra annesine tekrar musallat olmuş ve babasını öldürmüştür. Köylüler Abbas'ı öldürüp cesedini meydana sererler. Lakin babaanne, amcalar ve diğer köylüler Esme'nin de cinayette parmağı olduğunu düşünmekteler. Hiç kimse tetiği çekmeye cesaret edemez. Esme'nin güzelliği engel olmaktadır çünkü. Yapsa yapsa oğlu yapar. Git derler Esme'ye. oğlum olmadan asla der, oğlunu da komazlar ki gitsin. Birer birer sonra tüm köylü babasının hortlağını gördüklerini söyler, ruhunun huzura kavuşması için, köpeklikten, kurbağalıktan, böceklikten, yılanlıktan kurtulabilmesi için öcünün alınması gereklidir. Tüm köylü histerik bir halüsinasyonu paylaşır. Zavallı Hasan'ın da psikolojisi bozulmaya başlar, deliliğe vurur, evini yakar, diğer köylere kaçar, sonunda baskılara dayanamaz. Romanın odak noktası hikayeden ziyade hikayenin psikolojik boyutu ve tabi ki gerçek ile sürrealizmin natural bir kapsamda içiçe geçtiği teyatrallığa kayan şiirsel dili. Bu durum, hikayenin aniden sonlanarak saçma bile sayılabilecek, eveet yıllar sonra Hasan evlendi, çoluk çocuk sahibi oldu, biçeri de döveri de traktörü de eksik değilmiş gibi bir paragrafa bağlamasından belli yazarın.

RETRO: Marduk - Dark Endless (1992)

Hoş geldim yarıda kesmek zorunda kaldığım tatilden. Birilerinin ahı dokundu ve tahmin edebiliyorum failleri. Günlerini görecekler hrrr. Marduk, ilk albümüyle karşımızda. Hala death metalin etkisi bariz hissediliyor. Fuck Me Jesus'daki şarkıları içermesinden belli zaten. Dinledikçe farkettiğiniz o tatlu ve eğlencelü (evet, bilerek bu kelimeleri sarfediyorum) riflerin albüme katkısı büyük. Yine bu sayede yıllar yıllar önceki dinleyişimden daha fazla keyif aldığımı söyleyebilirim. Albüm sıkı bir intro ile açılıyor ve sıkı bir outro ile sonlanıyor. Aslında bu parçalar  Still Fucking Dead ile Holy Inquisition'dan ayrı düşünülemez. Arada Departure from the Mortals (demodan hatırlayınız), The Funeral Seemed .. gibi cevherlere rastlamak mümkün. Asıl albümü değerli kılan şey ise leş death ve okkült black metal atmosferinin çok somut bir şekilde dinleyiciye aktarılabilmesi. Teknik detaylara karakter harcamaktan nefret ediyorum ama prodüksiyonda Dan Swanö'nün imzası var demek yeterli. Yine de kişisel beğeniler devreye girince her şey pörfekt demek zor.
Olimpos'dan Fethiye'ye geçme planlarım mide çökültüsü, burun sızıntısı ve plaj nezlesi gibi sebeplerle hayata geçirilemedi. Erkenden yuvacığıma dönmek zorunda kaldım. 4 gece yine de öyle böyle 5 güne eşittir. Geçen seneden kafamda kalmış olan Musa Dağına tırmanma/yürüyüşü gerçekleştirdim sonunda. Bir kaç kmlik doğa yürüyüşlerinin ardından yaklaşık 15 km. yokuş yukarı çıkış ve iniş azcık canımı acıttı. Çıkarken harcanan eforu ve inerken kaymaktan kaynaklı riski karşılaştırıp hangisi daha zordu diye karar veremiyorum doğrusu.  Güneşlenmeyi hala sevmiyorum, üstteki mevzu trekking hayatımı nasıl sonlandırdıysa güneşlenme faaliyetini de bundan sonra bu vesileyle durduruyorum. Beyaz süt beyazı, en güzeli, en nadidesi. Bir sürü kitap okuyabilmek de yanıma kar kaldı,  kâr yafu.

7,0+/10

7 Eylül 2012 Cuma

Dragonblood (Istin, Michel) / Cowboys (G.Phillips, B.Hurtt)

Dragonblood, çizimleri ile Avrupa ekolünü tastamına başarıyla temsil ediyor. (Fransız-Belçika tarzına İspanya da eklendi bir süredir) Hikaye ise fantastik boyutları biraz daha abartı Karayip Korsanlarından etkilenmişe benziyor. Ben her ne kadar bu korsanlık mevzusunu klişeleri sebebiyle pek sevmesem de müthiş sürükleyici ve renkli çizimleri ile zevkle ilk dört kitabı okudum. Maalesef hikaye ilk dörtte sonlanmıyor. Ayrıca karakter gelişimi gibi çizgi romanlarda pek rastlanmayan öğelere bile rastlayabiliyorsunuz romanda. Konu kısaca şu, Korsan baba Fransız askerlerden kaçarken diğer yandan da tayfalarına elflerin dünyasında gizli büyüleyici bir hazineyi vaat etmektedir. Yolu göstermesi için hatta bir elf kızını tutsak eder. Arkasına ise Fransız bir baron takılmıştır. Aslında kara büyüyle müştekil bu adam, korsan babanın anasının yanarak ölmesine sebep olmuştur. Büyülerle ömrünü uzatmışken daha da fazlası için ihtiyaç duyduğu tılsım korsan baba tarafından, daha bir veletken o tabi, çalınmıştır. Babamız ise tayfasını aslında bir nevi kandırmıştır. Çünkü asıl amacı intikamdır ve bu maceralı yolculuğun amacı güce kudrete kavuşmaktır. Evet ana hikaye bile beklediğim kadar klişe değil. Bir de alt-hikayelere bakın hele..
Cowboys ise yaklaşık 200 sayfalık ebatı ile yetişkinlere yönelik bir macera sunuyor. Dil İngilizcemin yetmeyeceği argo ve küfürlerle bezeli. Çünkü hikaye arka sokakları konu alıyor. Açıkca söylemek gerekirse pek tutmadım bu gerçekçi konuyu. Çizimler de hikaye gibi gerçekçi bir noktada duruyor.
Konu en basitiyle FBI ve polisin birbirinden habersiz bir suç şebekesine girmesini ve en sonundaki kanlı karşılaşmada bu iki kolluk kuvvetini temsil eden iki adamın karşı karşıya gelmesi etrafında ilerliyor ve sonlanıyor. Mahallesindeki çetelere karşı lokal çalışma içine giren imam, karapara ve kaçakılık işlerine bulaşmış rap prodüktörü ve arkadaki büyük adam İtalyan kökenli mafya babası. Hepsinin ilişkide olduğu düşünülürken tufaya geliyor. En komiği de çok basit bir rastlantıyla foyaların ortaya çıkıp toplantının kanlı bir çatışmaya dönüşmesi.

6 Eylül 2012 Perşembe

The Ancient Languages of Asia Minor (ed.Roger D.Woodward)

Antik tarihe, özellkle de bu coğrafyanın tarihine meraklıyım ya, bu kitabı okumaya başlayayım dedim. Kısa sürede okumaktan ziyade bir gözatmaya dönüştü. İsmi üzerinde eski ve çoğu yokolmuş dilleri, alfabesi, dilbilgisi ve kelime hazinesi dahil olabildiğince, zira  bazı dillere ait kayıtların eksikliğini gözönünde bulundurarak, detaylı inceleyen makaleler derlenmiş durumda. Dolayısıyla işin içine filoloji, morfoloji, fonoloji, gibi birbiriyle yakın ilişkide olan disiplinler girince en basitiyle bunlar bana amma da yabancı deyip sayfalara gözgezdirmekten başka bir şey elimden gelmiyor ne yazık ki. İnceleme konusu diller ise şunlar: Hititçe, Luvi Dili, Pala dili, Likyaca, Lidyaca, Karia dili, Frigce, Hurrice, Urartuca, Eski Ermenice ve Gürcüce. Hayli kapsamlı, değil mi?

2 Eylül 2012 Pazar

Anton Bruckner - Symphony No. 5 (Celibidache, 1997)

Dinlediğim müziği çeşitlendirmeden önce ne Bruckner isimli bir klasik müzik bestecisi duymuştum ne de duyma imkanım vardı. Özellikle senfonileri sayesinde en iyiler arasında ismi geçiyor bu Avusturyalı şahsiyetin. Yalnız klasik müzikseverlerin arasında bile isminin bilinirliğinden şüpheliyim. Neyse ne, 5 nolu senfoniyi seçtim dinlemek için, 2 CD den oluşuyor. Senfoniyi oluşturan bölümlerin (movement a dilimizde ne denir, hala bilemiyorum) dolayısıyla hayli uzun, upuzuuuun, yarım saate varıyor yafu, olduğunu söylemeyi gereksiz buluyorum. Ama söyledim işte.
Celibidache isminde bir şefin kaydı bu. Çok fazla eseri yok diye biliyorum. Kayıt sound kalitesi olarak çok canlı, sessizlik ve kreşendo arasında dinamiği hayli zengin yansıtıyor. Ama senfonilerde gıcık olduğum çok sessiz ve gümbür gürültü arasındaki zıtlığa dayalı farkın uçurumu burada da sergileniyor. Bir ama daha, kreşendoda gümbürdeyen melodilerin çok hoş ve gaza getirici olduğunu dillendirmek mümkün. Duyguları coşturan ve kolayca eşlik ettirten cinsde, kardeşimin deyişiyle, savaşa mı gidiyoruz yahu? İkinci CD nin ilk çalışmasındaki melodi bu yönüyle parıldıyor. Senfonilerde pek sevmediğim diğer bir husus geliyor aklıma bu anda: Uzun parçalardaki işe yarar gaz kısımlara ulaşmak için araya giren sessiz ve mırıl mırıl bölümleri dinleme zorunluluğu. Halbuki sinemacılar akıllı, klasik besteleri bölüp parçalayarak filmlerine uygun ve tüketimi kolay hazır bir hale getiriveriyorlar besteleri. Hop, bize bu hapı yutmak kalıyor.

8,25/10