İlk başta yazar mitlerin bilimsel gerçekliğe pencere açan bir perspektife sahip olmasından dolayı gözardı edilip küçümsenmesini eleştirerek başlıyor. Gerçek olmayan tanrıların ve kahramanların hikayeleri pratik anlamda insanoğlunun örnek alacağı davranış kalıpları ve kaçınacağı ibretlik olayları sergilediğinden dolayı bilimsel bir eleştiriye tutulması da psikanalitik çözümlemeleri hariç saçma olacaktır. Çünkü logos (mantık, bilim vs.) ile mitoloji birbirini tamamlayan ayrı süreçleri temsil etmektedir. Paleolitik çağdan günümüze farklı dönemlerde mitolojinin geçirdiği evrim ise basitçe şöyle sunuluyor: İlk basit toplumlarda din ile sosyal hayatın içiçe geçtiği, insanların tanrısal deneyimin özeneleri olduğu, kutsallığın doğanın her bir parçası olarak insanlar tarafından erişilebileceği söylenir. Kayıp cennet miti ve gökyüzünün gizeminden beslenen kutsallığı ilk toplumların ortaklaştığı olgular. Avcı toplumuna özgü şamanların ritüelleri de avcıların inisiye törenleri gibi ölüm ve yeniden doğuşu simgeliyor. Mitlerin özneleri insansı ilişkileri tanımladığı sürece önem kazanıyor ve insanlardan öte duran gök tanrı gitgide silikleşiyor. Avın kutsallığı ise tezat bir biçimde sonradan Artemis örneğinde görülebileceği gibi kızgın tanrıçalarla temsil ediliyor. Tarıma geçiş de dinden uzak bir etkileşimle doğmuyor, mitlerdeki örneklerde kaynağı kutsallığa dayandırılıyor. Kıtlık, sel baskınları gibi tüm toplumu açlığa sürükleyebilecek sebeplerden ötürü cennetten kovulma hikayeleri ile örtüştüğü bile oluyor. Bu dönemle birlikte bereket tanrıçaları öne çıkıyor, törenler ise mevsimsel döngüler ile birlikte tarım ve hasat üzerine şekilleniyor. Kentlerin kurulması ve kent devletleri dönüşmesi insanları yine de kendilerini güvenli hissetmesine sebep olmuyor. Tarımın taşıdığı risklerin yanısıra diğer afetler, savaşlar ve kıyımlar işin isot biberi oluyor. Tanrıların kentlerdeki yaşamdan uzakta olmadıkları düşünülüyor. Yani sonuçta tanrılar pratikleriyle insanlaşıyor bununla birlikte yönetici sınıf tanrıların temsilcilerine dönüşüyor. Bu aşamada tanrıların insan etkinliklerinden çekilmeye başlandığı sonucunu çıkarabiliyoruz. Doğan boşluğa cevap Konfüçyus, Tao gibi isimler aracılığyla uzakdoğudan geliyor. Mutlak aşkınlık için toplu tapınma ihtiyacı elzem hale geliyor, insan etkinliğinde karma kavramı önem kazanıyor. Tanrılar mitlerdeki başrollerini insan hükümdarlara kaptırıyor. Batıda da izdüşümel olarak lokal tanrılara karşı tektanrıcılığın savaşımına tanık oluyoruz. Lakin tektanrıcılık ölen tanrı ve tanrıçaların mitlerini kendine adapte etmekten de kaçınmıyor. Dolayısıyla tek tanrıcı dinlerin (ve özellikle gizemci kollarının) de kendi mitlerini de yaratarak modern çağlara kadar mitolojiyi beslediğini söyleyebiliriz. Eski Yunan dünyasında ise logos ile mitos arasındaki fark felsefeciler sayesinde açılmaya başlıyor. Rönesans ve reformların çocuğu olarak yaşadığımız modern dünyada önce logos ağırlık kazanıyor. Bir süre din gibi olgular bilimsel ilerlemenin soyutu logos ile birbirini tamamlar şekilde düşünülse de sonrasında logos mitolojiyi yırtıp atıyor. Tanrının bilimsel kanıtlanma çabaları dahi terkediliyor (aslında bu biraz sorunlu bir saptama). Sonucunda kuttörenleri, kültü ve ahlaki yol göstericiliği olmadan mit yaşayamaz hale geldi.Tinsel anlamda ahlakı, birlikte yaşama normlarını, ölümle başetme iradesini karşılayan mitin çözülüşü modern toplum insanı üzerinde bunalıma yolaçtı. Soykırımların müsebbibi modernleşememiş mitler yerine evrensel ölçekte eksenel çağın merhamet düsturundan yola çıkan mitlerin yaratılmasını, dini kapsamından bağımsız olmamak şartıyla, tavsiye ediyor yazar. Zaten öyle ya da böyle destansı romanlar, diğer sanat ürünleri, Elvis, Prenses Diana gibi ünlülerin biyografileri ister istemez insanlara kendilerine örnek alıp hayatla başa çıkabileceği kişisel dönüşüm fırsatları sunması sebebiyle mite benzer deneyimler sunuyor.
100 sayfadan oluşan kitap ilginç bir perspektif sunuyor doğrusu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder