30 Mayıs 2013 Perşembe

Ludovico Einaudi - In a Time Lapse (2013)

Ludovico amcamın piyanonun başına geçip adını taşıyan albüme imza atması maalesef kendi enstrümanının başta yaylılar olmak üzere orkestrasyonun altında ezilmesini engelleyemiyor. Başta Clint Mansel'in dramatik yapısına benzeyen soundtrack kıvamında hafiften sulusepken klasik besteler, aslında birbirini tamamlayan bir seyir izliyor. Albüm sanki farklı tempolara bölünmüş aynı bestenin nabız gibi bir atıp bir susmasınsan oluşuyor. Garipsenmesin, modern klasik müziğin genel bir tezahürü bu.  Daha minimal bir dokunuşa sahip olan orkestral kısımlar tezat bir biçimde daha başarılı. Özellikle 7. şarkı Brother'a doğru yıtmanan gerilimde somutlaşıyor.Yine de toptan bir bakış açısıyla sanatçının yorgun ve isteksiz bir hal yansıttığını duyumsayabiliyoruz. Hatta başkaları da daha önceki albümlerini tavsiye ediyorlar. Ona göre gardınızı alınız. Üstelik sade piyano gibi bir şey beklerken bu tarz bir çalışmanın karşımıza çıkması bir miktar hayal kırıklığı yaratmıyor değil. Şöyle de bir artısı var:
Sokak aralarında kaldırımlara dikilmiş acınası ağaçları yeşillendirmeyle bir gören ucube anlayıştan geriye görüp görebileceğiniz son heybetli ağaç bu albüm kapağındaki olabilir. Değerini bilin.

7,25-/10

29 Mayıs 2013 Çarşamba

RETRO: Sentenced - Story: A Recollection (1997)

Grubun erken dönem çalışmalarını içeren bu kapsamlı toplama albümü sayesinde bir yandan Amorphis'i hatırlatan Finlikte bir death usulüne, diğer yandan Iron Maiden melodisizmine ve sonrasında iyice ayyuka çıkaracakları damar döneminin girizgah şarkılarına uzanan çeşitliliği dinleme fırsatı buluyoruz. Biliyorsunuz zaten grubu pek severim. Klas olmuş evellallah.

9,50-/10

28 Mayıs 2013 Salı

Stratovarius - Stratovarius (2005)

Stratovarius önceki işlerini dinleyenlere sanki manevi bir aydınlatma yaşatmış da, bu albüm yerden yere vuruluyor. Neyse, bu kafayla bu cümle toparlanmaz. Hatta bu cümle doğru bir cümle mi, o bile ankaşılmaz. Kısacası grup klasik heavy metal'e yönünü çevirmiş daha iddiasız ortalama sınırlar dahilinde lakin hoş ama boş şarkılar kaydetmiş bu albümde. Power metali tanımlayan kapı gıcırtısı, karatahta tebeşir cıyırtısı seviyesine uğrayan vokali, soluk soluğa çifte pedal baterisi gibi atraksiyonlar terkedilmiş. Vokal aslında daha dinlenir tercih edilir bir hal almış. İlk bir kaç dinlemede bestelerden bile keyif alabilirsiniz. Ancak kısa sürede kendi basitliğinde kaybolmamalarının önünde hiç bir engel yok. Yine de yerlere atıp üzerinde tepinelecek bir iş değil. Allah çarpar sonra.

6,75/10

26 Mayıs 2013 Pazar

Orson Scott Card : Alvin Maker III: Çırak Alvin

Nasıl önceki kitap kızılderililer yani Amerikan yerlileri ve doğa üzerinden ilerlediyse bu sefer de kapakta ipucu verildiği gibi zenciler yani siyahi Amerikalılar ve kölelik çıkış noktası olarak seçilmiş.
Meşale kız Peggy, kendisinin de eşi olarak içinde yer aldığı Alvin 'in olası hayatını incelemekten sıkıldığı bir dönemde güneydeki Appalachia'dan kaçan siyahi bir kölenin farkına varır. Kızcağızı kurtarmak mümkün olmazken melez bebeğini annesi kendi evlatlık çocuğu gibi yetiştirmeye karar verir. Halbuki melez çocuk yine tanrı veya melek kılığına girerek bağnaz  dindarların aklını çelen Yıkıcının aklına girdiği bir çiftlik sahibinin çocuğudur. Bu çiftlik sahibi, siyah ırkı kötülükten ve gayri insanilikten kurtarmanın yolunun onları melezleştirerek asimile etmek olduğuna inanır. Bir kaç sene sonra da Alvin, Pegg'in kasabasına anlaşıldığı üzere demirci çırağı olmak üzere geliyor. Uzun yıllar boğaz tokluğuna çırak olarak çalışacağı sözleşmeyle bağlıyor kendini. Peggy ise o gelmeden hemen önce kasabasını terkediyor ve babasının eski yavuklusu yanında hanımefendilik eğitimi alıyor. Meşalelik hünerini dizginlemeyi öğrendiği bu süreçte daha sonra üniversitelerin olduğu doğu kıyısında izini kaybettiriyor. Demirci çırağı olarak çalışmaya başlayan Alvin, hünerini herkesten gizliyor, mümkün olduğunca da kullanmamaya çalışıyor. Su kuyusu açmak içen gelen gezgin bir su kuyucusunun ardından neredeyse kendi disiplinini kaybedip yıkıcıya teslim olacakken uzaktan Peggy'nin de yönlendirmesiyle yaratmayı öğrenmeye başlıyor. Arthur adını almış melez çocuğun da müthiş bir taklit ve hafıza yeteneğine sahip olduğu ortaya çıkınca kasabanın okuluna yazdırılmaya çalışıyor. Kasaba halkının itirazı sonucunda köye gelen gizemli bayan öğretmenden Alvin ile birlikte özel ders görmeye başlar. Halbuki öğretmen, tılsımlarla görünümünü farklılaştıran Peggy'den başkası değildir. Gel gör ki, artık ABD'nin bir parçası olan Appalachia kanunlarına göre köle sahipleri tüm ülkede kaçan kölelerinin peşine düşebilecektir. Arthur'un da peşine diğer kitaplardan tanıdığımız pederin kafasına girmesiyle çiftlik sahibi, iz sürücüleri takacaktır. Çocuğun kimyasını yaratıcılık hüneri ile değiştiren Alvin, Arthur'un iz sürücülerinin elinden ilelebet kaçmasını sağlar. Peggy'nin kulübesinde saklanırken çocuk, iz sürücüler Peggy'nin ailesinin işlettiği hanı basar. Peggy'nin iyi yürekli ama dediğim dedik annesi ölür. Diğer iz sürücüyü de Alvin çıplak elleriyle öldürür. Peggy annesinin ölüm acısıyla kimliğini açığa çıkarmıştır. Annesinin hayatını kurtaramaması sebebiyle Alvin'e kızmaktadır. Alvin de Arthur'u da yanına alıp, ustalık eseri canlı bir altın saban ile birlikte köyü Vigourbilmemneye yola çıkar. Demirci ustasının yıllardır demircilik hünerini kıskandığı ve sömürdüğü Alvin'in ustasına daha fazla altın çevirme isteğini reddetmesi başına bela olacağı hissini uyandırır okuyucuya. Kendi köyünde yaşadıklarından çok fazla bahsetmeyen Alvin, kendi hünerini paylaşan kardeşi Cal yüzünden de hüsrana uğrayınca insanları bir yaratıcıya dönüştürüp kristal şehri kuracağı vizyon konusunda şüpheye düşer. Ancak sempatik abisi Measure alalade bir çiftçi olmasına rağmen Alvin'e inanır, ondan ders almaya başlar.
Güneydeki çiftlik sahibi ise yatalak karısının tüm olup bitenleri bildiğini ve onun da intikam için kendisini zenci bir köle ile aldattığını duyunca ikisini iş üzerinde yakalama mizanseni ile öldürür. Planladığı gibi ceza almaz ama şerif böyle bir şeyi kasabayla paylaşmanın utancını burada taşımaması gerektiğine dair aldıkları kararı ileterek eline çiftliğin değerini peşinen öder ve tabir-i caizse kasabadan naş edilir.

23 Mayıs 2013 Perşembe

n-Closer - Colors of Julia (2000)

Endüstriyel trip hop ve hatta drum'n bass ile alt metnin doldurulduğu güzel bir elektronik albüm projesi. Bizim buralardan. İlk dinleyişte tanıdık bir sesi duymanın şaşkınlığı yaşanıyor. The Climb ve şimdilerde Pentagram'da mikrofonun başında olan Gökalp Ergen'in sesinin bu tarzda da çok iyi duygu aktarımında bulunduğunu görüyoruz. Ben Gibi ismindeki parça bu anlamda pek bir başarılı. Sonlara doğru bir ablanın telefon kaydıyla açılan Awake ile hemen ardından Dream of You da bu duygusal ürperti hallerini devam ettirebilen şarkılar oluyor. Özellikle bünyenin kum deniz güneş istediği bu günlerde yine de estirdiği rüzgarla yürek burkabilen bu albümün tarihin tozlu sayfalarında yitip gitmesine mani olalım.

8,0-/10

21 Mayıs 2013 Salı

Ancients - Star Showers on the Euphrates (2012)

Etkileyici bir kapak, etkileyici bir albüm ismi. Tür: sertleşmekten imtina etmeyen ambiyatik post rock. Sigur Ros'u hatırlatan ses rengine sahip vokal ki yıldızlı shel isminde daha bilindik bir grubun solisti oluyor kendileri, grubun önemli bir artısı. Çalışmanın eksi tarafı ise odaklanma sorunu yaşaması ve dolayısıyla çıkan ürünün dağınıklığı. Bu sebeple bir proje grubu olduğunu fazlasıyla belli ediyor. Arcturus'un sonunda vokalin yükselmesi yükselmesi ve alternatif rock bir versiyona bağlanması pek güzel.  9 dakikalık Icarus da kendi içinde ayrı bir güzelliği muhteva ediyor. Tamamiyle uzay soğukluğuyla tüyleri kıpraştıran bu çalışma albümün genel sounduna pek uymuyor. Sessiz bir ortamda yüksek sesle dinleyiniz. Son çalışma ise 24 dakika sürüyor. Ama ortasında bayağı bir süre sessizlik ve ya minimal seslik ile bölünüyor. Hala aslında bir bonus parça mı var albümün sonunda, neyin nesidir, anlam veremedim.
Daha iyisini yapabilirsiniz çocuklar..

6,75/10

19 Mayıs 2013 Pazar

Jean Baudrillard - Baştan Çıkarma Üzerine

Yazarın ileri okuması olarak değerlendirilebilecek bu kitap baştan çıkarma ve meydan okuma kavramları üzerine eğiliyor. Kadın erkek ilişkilerinden yola çıkılarak toplumsal bir tanımlamaya kadar genişletiliyor bu kavramlar. Yine sözü yazara bırakalım.
Varlığı başka bir varlığın, hakikati de başka bir hakikatin karşısına koymak işe yaramaz, işte bu noktada temelleri yıkmak bir tuzaktır, çünkü görünümlerle hafifçe oynamak yeterlidir. Oysa kadın, görünümden başka bir şey değildir. Ve görünüm olarak dişil erilin derinliğini tamamen başarısızlığa uğratmak için yeterlidir. Kadınlar aşağılayıcı saydıkları bu formülün karşısına dikilmektense, bu hakikatın baştan çıkarıcılığını kabullenseler çok daha iyi olacak, çünkü güçlerinin sırrı burada ve onlar, erilin derinliğinin karşısına dişilin derinliğini koyarak bu güçlerini yitiriyorlar.
Dişilik, erilin karşı kutbu değildir, o ayırt edici karşıtlığı ve böylelikle cinselliğin kendisini ortadan kaldırandır...cinsel bakımdan çekici olmaktan çok baştan çıkarıcıdır. Baştan çıkarma, cinselliğe göre çok daha eşsiz ve soyludur ve bu nedenle onu çok daha değerli buluruz. Dişil ne eşdeğerlik ne de değer düzeni içinde yer alır, bu yüzden de o, iktidar içinde çözünmez. Dişil yıkıcı dahi değildir, o tersinir. Buna karşılık iktidar, dişilin tersinirliği içinde çözünebilir.
Dişil, baştan çıkarmadan ibaret değildir, o aynı zamanda erilin cinselliği temsil etmesine, cinselliğin ve hazzın tekelini elinde tutmasına meydan okur.
[Yazar, geleneksel kadının da ne bastırıldığını ne de ona haz yasağı getirildiğini söylüyor.] Sevmek bir meydan okuma ve kozdur: Ötekinin de bizi sevmesi için ona meydan okumaktır, baştan çıkmak, ötekinin de baştan çıkacağı konusunda onunla bahse girmektir. Bu bakımdan sapkınlık, baştan çıkmadan ve baştan çıkma becerisine sahip olmadan baştan çıkmış gibi yapmaktır. Oysa cinselin yakın ve sıradan bir amacı vardır: Haz, yani arzunun yerine getirilmesinin doğrudan biçimi.
Günümüzde dişilin belirsizleşmesi ve muğlaklığı ironisi: Bu belirsizlik içinde onun özne olarak yükselmesi, onun nesne konumunun da yükselmesini yani genelleştirilmiş bir pornografiyi getiriyor beraberinde. Bu öylesine tuhaf bir çakışma ki, özgürleşmeyi hedef alan feminizm.. başarısızlığa uğruyor. Apaçıklık, haz ve anlamlılık üçlemesi olarak porno, haz duyan dişilin bu denli kuvvetli bir biçimde yükseltilmesinden başka bir şey değildir. Bundan böyle kadın haz duyacak ve neden haz duyduğunu bilecek. Bütün dişillik görünür hale getirilmiş olacak. Belirsizlik de son buldu, sırlar da. Kökten müstehcenlik başlıyor artık! (Oysa erkeklerin derinliği olsa da sırları yoktur,bu yüzden de iktidar ve kırılganlık erkeklere özgü niteliklerdir) Toplumda bulunan her şey dişileştirilecek, dişillik kipine uygun olarak cinselleştirilecektir, nesneler, mal varlıkları, hizmetler, her türlü ilişki. Bu anlamda porno, cinselin uzamına bir boyut ekleyerek onu gerçek anlamda daha gerçek hale getirir, bu da pornonun baştan çıkarıcı hiç bir niteliği olmamasına yol açar. Tıpkı aşırı gerçekçi tablolar gibi, bu tür tablolarda insanın yüzündeki beni bile görebilirsiniz ve bu tür alışılmadık mikroskopik ayrıntıcılıkta, olağandışı yaklaşımların insanı tedirgin eden cazibesi bile yoktur. Üretimin yarattığı evrende de baştan çıkarmanın gölgesine bile rastlanmaz. Genellikle porno iki bakımdan eleştirilir, sınıflar mücadelesini durdurmak gibi bize hiç de yabancı olmayan bir hedefe yönelerek cinselliğin kullanılması eleştirisi ve ticari amaçlarla cinselliğin, hakiki, iyi cinselliğin, yozlaştırılması eleştirisi. Bu eleştirilere göre porno ya sermayenin ve altyapının hakikatini ya da cinselliğin ve arzunun hakikatini maskeliyor. Oysa pornonun hiç bir şey gizlediği yok... hakikati falan gizlemez porno bir simülakrdan ibarettir. Yani o hakikatin etkisidir ve onun var olmadığını saklar. Oysa asıl soru şudur: Bir yerlerde iyi cinsellik ya da yalnızca cinsellik diye bir şey var mıdır? Bedenin ideal kullanım değeri olarak, özgürleştirilebilecek ve özgürleştirilmesi gereken haz potansiyeli olarak cinsellik var mıdır? Sermayenin bir soyutlaması ve acımasızlığı olarak değişim değerinin ötesinde, değerin iyi olarak kabul edilmesi gereken bir özü var mıdır? Malların ve toplumsal ilişkilerin ideal kullanım değeri olarak özgürleştirilebilecek ve özgürleştirilmesi gereken bir kullanım değeri var mıdır? Cinselin kendisi için belirmediği yerde sanki bastırılmış gibi yapıyoruz ve onu böyle kurtarabileceğimizi sanıyoruz. Ne var ki, ilkel, feodal vb. toplumlarda cinselliğin bastırılmış ve yüceltilmiş olduğundan söz etmek, yalnızca bu durumda ve ve cinsellikten ve bilinçdışından sözetmek derin bir ahmaklıktan başka bir şey olamaz.
Aslında iktidar diye bir şey yoktur: Bir iktidar yapısının kurulmasına imkan verebilecek, iktidarın ve onun kesintisiz hareketinin belli bir gerçekliğinin kurulmasına elverişli olabilecek güç ilişkisinde tek yanlılık hiç bir zaman sözkonusu olmamıştır. Kaldı ki, aklın bize dayattığı iktidar hayali böyledir. Ancak, hiç bir şey böyle gerçekleşmez ve her şey kendi ölümünü arar, iktidar bile. Ya da daha doğrusu her şey belli bir çevrim dahilinde kendi içinde değiş tokuşta bulunmak, tersinmek, kendini ortadan kaldırmak ister. (işte bu yüzden aslında ne bastırım vardır ne de bilinçdışı, çünkü bütün bunlardan önce orada tersinirlik yer alır) İktidar bir anlamda kendisine karşı bir meydan okumaya dönüştüğü zaman, yalnızca o zaman baştan çıkarıcı olabilir. İktidar, tıpkı değer (üretim) gibi tersinmez olmayı, biriktirimli ve ölümsüz olmayı tercih eder. Tıpkı iktidar gibi cinsellik de tersinmez bir ısrara, arzu ise tersinmez bir enerjiye dönüştürülmeye çalışıyor. Çünkü imgelememiz gereği yalnızca tersinmez olana anlam yükleriz.Birikim, ilerleme, büyüme, üretim. Baştan çıkarma cinsellikten de güçlüdür ve kesinlikle onu cinsellikle karıştırmamak gerekir. Meydan okumaya, vaat yarışına ve ölüme dayanan çembersel, tersinir bir süreçtir.  Bir gerçeklik olarak ölmek ve bir tuzak olarak kendini üretmektir. (Yokluk varlığı baştan çıkarır) Şunu akıldan çıkarmamak gerek: Her yerde ve her zaman üretim, baştan çıkarmanın kökünü kazıyarak, güç ilişkileriyle kurulan biricik iktisadi alanda kök salmaya çalışır, cinsellik ve cinselliğin üretilmesi her yerde baştan çıkarmanın kökünü kazıyarak, arzu ilişkileriyle kurulan biricik iktisadi alanda kök salmaya çalışır. Foucault'nun metninde (Cinselliğin Tarihi)  asıl eleştirilmesi gereken .. iktidar aldatmacasını yeniden canlandırmasıdır.
Baştan çıkarma, söylemin anlamını elinden alan ve onu kendi hakikatinden uzaklaştıran şeydir. Yoruma dayanan her tür söylem, söylemlerin en baştan çıkarıcı olanıdır. Freud da baştan çıkarmayı ortadan kaldırarak onun yerine son derece işlemsel bir yorumlama mekaniği, cinselliği son derece yüksek bir bastırım mekaniği koymuştur. Lacan ile birlikte baştan çıkarmanın , gösterenler oyunu olarak sanrılı bir biçimde psikanalize akın ettiğini  görmek de en küçük bir rahatlama duygusu vermedi. Lacan'cı baştan çıkarma sahtekarlıktan ibaretti, ancak kendince, Freud'a ait olan ilk sahtekarlığı düzeltti, onardı ve onun kefaretini ödedi, zira Freud, bilim bile olmayan bir bilim yararına biçimin/baştan çıkarmanın dosyasını rafa kaldırmıştı. Psikanalizin baştan çıkarıcı bir biçimini genelleştiren Lacan söylemi ise, ..kullandığı yönteme psikanaliz bulaşmıştı, yani bu yöntem daima Yasa'nın (simgeselin) boyunduruğunda işliyordu-sahte baştan çıkarma... Arzuya ve cinselliğe ilişkin hastalıkları tedavi ettiğini sanan psikanaliz ise, aslında baştan çıkarma hastalıklarıyla ilgilenmektedir. (ancak bunları, baştan çıkarmanın dışında bir yerlere koymak ve cinsellik ikilemine kapatmak için epeyce çaba göstermiştir) En vahim eksiklik hazda değil, cazibede, hayati ya da cinsel doyumda değil coşkuda, Yasa'da değil kuralda (oyunun kuralı) yaşanır. İnsan, yalnızca sahte hakikat düşüncesiyle yaşayabilir. Çünkü aslında hakikat yoktur.
Baştan çıkarma sır ortamında kurulur, işaretlerin kendi aralarında suç ortaklığı yapmalarını sağlayacak biçimde anlamın yavaşça ya da birdenbire tükendiği ortamda oluşur, fiziksel bir varlıktan ya da belli bir arzunun niteliğinden çok burada kendini icat eder.
Genellikle ritüellik, toplumsallıktan çok daha üstün bir biçimdir. Toplumsallık, insanların kendi aralarındaki düzen ve değiş tokuş ilişkileri için icat ettikleri çok daha yeni ve baştan çıkarıcılığı zayf bir biçimdir. Ritüellik.. canlıların ve ölülerin yanısıra hayvanları da içine alır, hatta doğayı bile dışlamaz....Ritüellik ise, yasa değil kural ve sonsuz sayıdaki örnekseme oyunu uyarınca , çevrimsel bir düzenleme ve evrensel bir değiş tokuş biçimini devam ettirmeyi başarır. Anlamı yormak, anlamı kullanmak, .. anlamı bitkin düşürmek-ritüel büyü ve büyülü sözler gücünü buradan alır.
Her şey varlığını, kendisine yöneltilen ve cevap vermesi istenen bir meydan okumaya borçludur. Tanrılar da içinde olmak üzere dünyanın sahip olduğu güçleri tekrar tekrar ortaya çıkarmanın yolu meydan okumaktır, onları defetmenin, baştan çıkarmanın,elde etmenin,oyunu ve oyunun kuralını yeniden ortaya çıkarmanın yolu da meydan okumaktır. İman, Tanrının var olmasına karşı bir meydan okumadır, var olması ve karşılığında ölmesi için Tanrıya meydan okumaktır. Tanrı, imanla baştan çıkarılır ve imana karşılık vermeme hakkına sahip değildir, çünkü baştan çıkarma tıpkı meydan okuma gibi tersinir olan bir biçimdir. Lütuflarıyla karşılık verir, lütuflar, imanın meydan okuyuşuna yüz misliyle karşılık veren Tanrının yarattığı bir tersinme sürecidir. Bunların tümü, ritüele bağlı alışverişlerde olduğu gibi bir tür zorunluluklar sistemi oluşturur. İman, Tanrı'yı bir koza dönüştürür.  Bütün sofu söylemler karşısında cinsel nesneyi yeniden göklere çıkarmak gerekir, çünkü o görünümleri yapmacıklı bir hale getirerek dünyanın ve cinselliğin nahif düzeni içinde meydan okumaya dair bir şeyler bulur, çünkü o ve yalnızca o, kölesi olduğuna inanmak istediği üretimin kurulu düzeninden kurtulup baştan çıkarmanın düzenine girer. Cinsel nesne kendi gerçekdışılığı, işaretlerin fuhşuyla gerçekdışı bir meydan okumaya kalkışması sonucunda cinselliğin ötesine geçer ve baştan çıkarma düzeyine ulaşır. Bir kez daha tören halini alır.
Hepimiz Yasa'nın kurduğu düzen içinde bir arada yaşıyoruz. Yasa'yı ortadan kaldırma fantazması da bu düzenin bir parçasıdır. Yasanın ötesinde hayal edebildiğimiz tek şey onu ihlal etmek ya da yasakları kaldırmaktır. Çünkü Yasanin ve yasağın şeması, ihlalin ve özgürleşmenin ters şemasını yönetir. Oysa yasanın karşıtı yasanın var olmaması değil, Kural'dır. Oyun, oyunun yarattığı dünya bizim karşımıza, kurala karşı duyulan tutkuyu, kuralın yarattığı sarhoşluğu, arzunun değil de törenin verdiği gücü çıkarır. Oyuna başlamak, zorunluluklardan kurulu (yasanın karşıtı nasıl özgürlük değilse, nedenselliğin karşıtı da belirsizlik değil, zorunluluktur)  ritüel bir sisteme dahil olmaktır ve oyunun yoğunluğu tören biçiminde gerçekleşmesinden kaynaklanır, herhangi bir özgürlük etkisi yaratmasından değil. Oyunun tek ama evrensel olmayan ilkesi şudur: Oyunda kuralın tercih edilmesi sizi yasadan kurtarır. Hiç bir psikolojik ya da metafizik temeli olmayan kuralın inanca ilişkin bir temeli de yoktur...Tek yapılacak şey kurala uymaktır. Belli bir kural çerçevesinde davranırken, Yasa'dan kurtuluruz. Seçimin, özgürlüğün, sorumluluğun, anlamın baskısından kurtuluruz. Bir bakıma insanlar tören sırasında , Yasa karşısında olduklarından çok daha eşittirler. Belirsizlik, bağsızlık, yıldızlar ya da rizomlar halinde çoğalmak [Deleuze ?] anlamsızlık dünyasında anlamın etkilerini genelleştirmekten, anlamın saf biçimini, yani ereksiz ve içeriksiz ereklilik biçimini genelleştirmekten başka bir işe yaramaz. Yalnızca ritüel, anlamı ortadan kaldırabilir.
[Bugün ne oyuna içkin Kural-Ritüellik, ne de aşkın Yasa-Toplumsallık eşliğini yaşıyoruz. Normun ve modellerin cool içkinliği ortamındayız] Modeller çağında işaretin kutupsallığının yerini sinyallerin dijitalliği aldı. İçinde yaşadığımız dünya coşku ve baştan çıkarma dünyası olmaktan çıktı, cazibe çağı başladı artık. [ Bilgisayarda oynanan satranç oyunu ya da televizyonda yayımlanan futbol maçını izlerken hakikatın fazlalaştırılması sonucu dahil olduğumuz sistem oyun değil oyuncul olarak adlandırılıyor] Oyuncul, soğuk baştan çıkarmaya meydan verir.
Bizler birbirimizle konuştuğumuzu iddia ediyoruz, aslında ağı ve ağla olan bağlantımızı denetlemekten başka bir şey yapmıyoruz. Ağın öbür ucunda da kimse yok zaten, sırf kendini tanıtmak için kullanılan sinyaller almaşık olarak gidip geliyor ama ortada ne verici var ne de alıcı.
Klonlama beden simülasyonunun en üst evresidir, kendini baştan çıkarmanın en uç biçimi: Öteki'nden geçmeden, Aynı Olan'dan Aynı Olan'a geçmek. X bireyinin klonlanması sonucunda yaratılan bireyler, tıpkı kanserde olduğu gibi aynı hücrenin çoğaltılmasından ibaret değil midir? Kitleler de bir klon düzeneği oluştururlar ve bu düzenek ötekilerden geçmelerden aynılar arasında işler. Aslında kitleler, bütün sistemlerde bulunan terminallerin toplamıdır. Dışarıdan gelen buyruklara kapalı olan kitleler çekip çevrilmeye ve (kendini) baştan çıkarmaya hazır entegre devreler oluşturur. İktidarın oluşturduğu varsayımsal ve var olmayan bir kutup ile kitlelerin oluşturduğu yansız ve anlaşılmaz kutup arasında neler olup bitiyor? Cevap: baştan çıkarma, her şey baştan çıkarma sayesinde yürüyor. Arzunun görüntüsü, ..tarihsel bakımdan, nesne konumundan özne konumuna geçişi onaylıyor. Ne var ki bu geçiş de, kölelik halinin daha incelikli yöntemlerle sürdürülmesinden ve içselleştirilmesinden başka bir işe yaramıyor. Öznelerin ve kitlelerin, kendi arzularının etkisiyle, kendi köleliklerini yönetecekleri günün ilk ışıklarını görüyoruz!
Baştan çıkarma artık bir tutku olarak yaşanmıyor, yalnızca talep ediliyor, değişim değeri gibi işliyor.

Ötekinin kendisinden hoşlanmasını isteyen insan zaten onun cazibesine kapılmıştır.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Mgla - With Hearts Toward None (2012)

Sis manasına gelen isimleriyle ki hemen hemen her ülkede benzeri bir grup adlandırma örneğini bulmak mümkün, Polonyalı black metal grubunun bu ikinci albümleri geçen sene tür içinde ses getiren bir çalışma olmuştu. Aslında 90'ların black metal türevlerinden çok da farklı olmayan bir tarz icra ediyorlar. Şimdi tek tek türün özelliklerini saymayalım. Öyle ambiyatik introlar felan beklemeyin hiç. Lakin büyük bir Fakat içeriyor soundları. Basit rifler sayesinde gruuvi melodileri müziklerine enjekte ediyorlar. En yalın haliyle albümün 8. şarkısı With Hearts Toward None IX örneğinde bunu görmek mümkün. Bu haliyle thrash ve heavy metal kökleri sergileme imkanı buluyorlar. Bu arada şarkıların isimlerini sadece latin rakamları farklılaştırmakta. Tür içinde çok büyük bir kopuş olmamakla birlikte gayet başarılı bir icraya tanık oluyoruz. Bu cihette eleştiri getirmek de zorlaşıyor. Yine de bed sesli klasik vokalin ki ortodoks black metale göre uygunluğu reddedilemez, gruuvi tarza göre biraz tekdüze kaldığını söyleyebiliriz.

7,50/10

17 Mayıs 2013 Cuma

RETRO: Gamma Ray - Silent Miracles (1996) EP

Grubun tabiri caizse yeniyetme metalci tavrı andıran tarzda power metal icrasını bu kısa albümle bıraktıklarını görüyoruz. Tempo biraz daha ağırlaşıyor. Bestelerin epik özelliği daha bir vurgulanıyor. Çılgınca pataküte bateriyi bir süreliğine unutabiliriz. Yani Miracle, Farewell, The Silence ve A While in a Dreamland gayet güzelcene dördü bulmuş aheste aheste keyifle okeye dönüyor.

8,0/10

16 Mayıs 2013 Perşembe

Shed Seven - The Singles Collection (2008) Best Of

Britpop denine ilk akla gelmeyen ancak tam anlamıyla türü özetleyen, altını kırmızı kalemle çizen bir grup Shed Seven. Özellikle türün parladığı günlerde radyolarda endam gösteren On Standby ve Cry for Help gibi hala göz dolduran çalışmalarla tanınırlığa ulaşmıştı. Tamam, tamam ben de bu şarkıları tekrar dinleyinceye kadar böyle bir grubun varlığını çoktan unutmuştum. Hata grubun ismini o zamanlar biliyormuydum yoksa şu an tarihimi baştan mı yazıyorum emin değilim. Lakin bir dinleyin, vallahi memnun kalacaksınız. Oasis ekolüne yakınsayan tarzda über melodik bestelerin hissiyatlı kaymak gibi boğazdan kayan bir vokalle seslendirildiği bir derleme bu. Oldukça da geniş haaa. Grubun hepi topu 4 stüdyo kaydı var. Bu derleme ise çift CD'den müteşekkil. Her ne kadar övgülerimizi üstte ismi geçen parçalara ek olarak Chasing Rainbows, The Heroes gibi şarkılarda somutlaştırsak da bir yerlerde durmak zorundayız. İkinci CD'nin ilk 2-3 parçasında misal. Singlelarının B yüzlerindeki ya da alternatif demo kayıtları gibi parçaları içeren bu CD bir sönük bir sönük anlatamam. Mecburen ortalama alıp puanı veriyor ve çekip gidiyorum. Ama derlemenin ilk CD sinden dolayı döneminin ötesine geçemeyen ve hakettiği değeri görmemiş, (çok sofistike bir şey beklemeyin yalnız, ismi üstünde britpop,örnek için  bkz. lirikler) gruba şefkat göstermenizi reca edeceğim efenim.

7,50+/10

14 Mayıs 2013 Salı

Radiohead - The Bends (1995)

Kafamın yerinde olmadığı dolayısıyla dinlediğim müziklerin de olumsuz anlamda bu halet-i ruhiyemden payını aldıkları günlerin parçasıyım. Vakit ayıramamamın tersine sıkıcı bir işe dönüşmeye başladı. O yüzden en azından bu aralar dinlediğim albümleri bir çırpıda sırtlarına yüklediğim haksızlıklarla ir kaç satırda geçeyim. Zira 10 kez dinlenmiş bir albüm ancak rengini belli eder. Azı hak yemektir. Neyse Radiohead'in alternatif rock yaptıkları dönemin eseri olmasına rağmen sevilen sayılan takdir gören bu albümü dinlemek için OK Computer'i baz almak elbette bu haksızlığın bir parçası. Ama elinde değil insanın. Onun yanında bu o kadar kaba saba, kırgınlıklarla ve gençlik karamsarlığıyla dolu ki. Bazı anlarda grubun ruhu ile sound arasında doku uyuşmazlığının bile farkına varıyorsunuz. Yine de dönemin Brit-pop gibi bazı etkileri alt-metinde duyabilmek gibi hoşluklara rastlayabiliyoruz. Tıpkı Black Star ya da Sulk gibi pek de bilmediğiniz şarkıların beklentisizce bir keyif sunması gibi. Yine de şükredelim albümün belkemiğini oluşturacak bir Street Spirit ve High and Dry gibi şarkılar mevcut. Ayrıca sound olarak OK Computer ile benzerlikleri farkları kıyaslamak da zevkli. Kimbilir, nasıl ilk dinlediğimde o, the,  albüm için çıkarılan tantanayı idrak edememişsem, belki de The Bends'e de bir kaç sene sonra geri dönmenin faydasını görürüm. Ya da bu süreçte televizyonda zapping yaparken rastladığım pop kliplerinden başka kulağına müzik sokmayan biri haline dönüşürüm.

7,50+/10

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Brandon Sanderson - Elantris

Son yılların ünü pırıl pırıl parıldayan  fantastik kurgu yazarlarından Branden Sanderson'ın bu ilk romanı, yaratıcı yazarlığın ve satırları detaylı tasvirlere ayırmamakla birlikte imgeleri doğal akışı içinde hayal etmemizi sağlayan tutumluluğun ve dolayısıyla akıcı hikayeciliğin güzel bir örneğini sunuyor. Din, politika ve entrikaların konu edilmesiyle bir nevi Mistborn serisinin girizgahı gibi düşünebilir hatta. Ancak yazarlığının ilk yayımlanan kitabı olmasına bağlı olarak problematik yanları da sergilediğini söylemek mümkün. En çok metnin aniden ve hiç de tatmin etmeden sonlanışı bu zayıflığı gösteriyor. Yaratıcılık demişken Arelon ülkesinde herhangi bir ayrım gütmeden insanları dönüştürerek tenleri parıldayan ve havaya çizilen rünler sayesinde yapılan büyüyle donatan ölümsüz Elantris ırkına çeviren bir olayın anlatılarak başlatılmasını kastediyorum. Kendi şehirlerinde bir nevi tanrı muamelesi görerek yaşayan bu ırkın kaderi 10 sene önce değişmiş ve sadece büyü güçlerini yitirmemişler aynı zamanda zombie misali çirkin yaratıklara dönüşmüşler. Bununla birlikte Elantris halkını yaratan dönüşüm olgusu devam etmiş fakat bu sefer dönüşenler lanetlenmiş Elantris ırkına benzedikleri için karantina altında tutulan Elantris şehrine zorunlu sürgüne gönderilirler. Ani bir fiziki çürüme altında eriyen şehirdeki insanlar yemeğe ihtiyaç duymamalarına rağmen sürekli açlık çeken ve bir kıymık parçasının acısını dahi ilelebet hissederek sonunda acılardan zihinlerini kaybeden, çoğu zaman yerde hareketsiz yatan bir güruha evrilmiştir. Şehir ise acımasız üç çetenin kontrolü altındadır. Aleron halkı ise efendi olarak gördükleri bu insanlar düşer düşmez ayaklanmış, çoğunu yakarak öldürmüş geri kalanları bir zamanların gümüş gibi parlamış şehirlerinde hapsetmişlerdir. Yerine komşu şehirde tüccar sınıfı iktidarı geçerek yeni krallığı inşa etmiştir.Yeni feodal sınıf da zenginliklerine göre oluşturulmuştur. Kralın oğlu Raoden, Arelon'un bu yönetimine karşı muhalefeti örgütlemeyi çalışırken ve komşu ada ülkesi Teo'nun prensesi ile politik bir manevra gereği evlenmeden hemen önce dönüşümü yaşar. Ailesi öldüğünü duyurarak Elantris'e gönderir oğullarını. Gelgör ki idealist prens Elantris'de kazandığı arkadaşlıkların da yardımıyla birlikte çeteciliğin önüne geçerek insanlarına umut aşılamaya başlar. Böylece kentte yeniden üretim başlayacak çürümüş yapılar ayağa kaldırılacaktır. Diğer yandan aşina olduğu aon denen rünleri çalışarak Elantris'i yaratan büyünün neden bu toprakları terkettiğini araştırmaya koyulur. Diğer yandan her ne kadar Raoden'i öldüğünü zannetse de bu durumun evlilik anlaşmasını geçersiz hale getirmediğini bilerek kendi ülkesinin de çıkarlarını düşünerek hareket eden prenses  Sarene kısa sürede kralın  tam bir hödük olduğunu farkına varır ve Raoden'in soylu destekçilerinin en azından bir kısmını tekrardan örgütlemeyi başarır. Bu süreçte bu ülkede soylu ve amatör aşçı olarak hayatını devam ettiren esrarengiz amcası ve onun ailesinden destek alır. Bu mücadelenin diğer hedefi de doğudaki Derethi denen askeri dinin teokrasisi altında yaşayan yayılmacı bilmemne ülkesinin elçi olarak oldukça tehlikeli Hrathen'i göndermesidir. Bu kişi güneydeki bir ülkede cumhuriyet aristokrasisini yokederek ülkeyi Derethi yayılmacılığına açarak binlerce ölümle sonuçlanmış kanlı bir devrimi örgütleyen kişidir. Peygamber olarak gördükleri liderlerinden aldığı talimat ise Arelon'un üç ay içinde din değiştirmesi yoksa askeri yollarla ülkenin yokedileceğidir. Güneyde yaptıklarını kendi vicdanına sığdıramayan Hrathen bir süre sonra kontrolünü kaybettiiği fanatik yardımcısı Dilaf'ın yardımıyla bir yandan halka propaganda yoluyla, ama daha çok soyluları etkileyerek kralın yerinden edilmesi hedefiyle zaman kaybetmeden entrikalara başlar. Sarene ile zıtlaşmaları bir tür medeni düşmanlık seviyesindedir. Hatta alt-metinde gördüğümüz gibi Hrathen'in Sarene'ye bakış açısı takdirden platonik bir aşka dönüşmüştür. Kralı devirmeyi düşünürken Hrathen'in politikaları sayesinde tam tersine onu ayakta tutmaya çabalayan Sarene, yanlışlıkla kayınbabasının insan kurban eden gizemlere bulaştığını ifşa edince ülke kralsız kalır. Hrathen'in destekçilerinin başa geçmesini engellemek için kendi destekçisi zengin bir yaşlı soyluyla tam evlenerek iktidarı alacakken Sarene de Elantris'e dönüşür. Aslında geçici bir görüntü değişikliğine sebep olan bir zehire maruz kalmıştır. Elantris'e atıldığında orayı örgütleyen ve kendi kimliğini Ruh ismiyle gizleyen Raoden'in grubuna ki aralarında daha önce bir yardım kermesi faaliyeti sayesinde güvensiz temellerde bir tanışıklıları mevcuttu, katılarak bu insanları daha iyi anlar. Hrathen, şehrin kapısında kendi tanrısına dualar edip zehrin etkisi geçen Sarene'yi iyileştirmiş gibi yapınca nüfuzunu daha da pekiştirir. Kendi destekçisi de zaten kral olmuştur bu arada. İlüzyon büyüsü ki büyünün engellenmesinin bir yönüyle sebebini çözmüştür Raoden, ile kentten kaçan Raoden'in de dahil olduğu muhaliflerin toplantısı, yeni kral tarafından ihanet sonucu basılır. Sarene'ye yardımcı olan o yaşlı soylu öldürülür. Bir isyan başlar ve bu sefer de yeni kral ölür. Bu esnada Dilaf'ın aslında hiyerarşik olarak Hrathen'den daha üstün olduğu ortaya çıkar. Çeşitli büyüler ve işkencelerle Derethi gençlerini savaş makinelerine dönüştüren bir manastırın başrahibi olarak şehir içinde gizlediği ordusuyla katliam başlatılır. Meğerse peygamberleri Hrathen'i sırf Aleron'un aklı karışsın diye oraya göndermiş ve baştan beri niyeti kendine muhalif kalan son iki ülkedeki her vatandaşı katletmekmiş. Hiç bir şeyden haberi olmayan Hrathen kendini sorgulamaya başlar artık. Hayatta kalan tüm halk, Elantris'e gönderilir. Geriye kalan Elantris ırkından olanlar bir küme olarak ateşe verilmek üzere üstüste yığılır. Tam yanıyorlarken Raoden büyünün neden cortladığının sebebini bulur. Bu rünler ülkenin genel coğrafyasından beslenmektedir. Bir deprem sonucu değişen coğrafi şekle göre rünlere bir çizik atmak gerekmektedir. Ama bu yetmez. Elantris ile komşu şehir arasında toprağa sopayla çizik atması da gerekmektedir. Elantri halkına bağlıdır simgesi olarak felan. Sonuçta Elantrisliler yine ışık insanı olarak ateşten doğar. Raoden istilacıları kovar. Yalnız Dilaf Sarene ile Hratheni de bir grup askerle alıp Teo ülkesinin kralının din değiştirme törenine gider. Aslında amacı tüm filosunu yokedip sonrasında ülkesinde rahat rahat katliam başlatmaktır. Neyse Hrathen, bunlara yardım eder. Raoden kendini adaya ışınlar. Dilafla savaşır. Ama Elantrisden uzaklaştıkça gücü azalmıştır. Bir bakar ki diğer Elantrislerde arkasınan gelerek Teo istilasını durdurur. Ama yine de Dilaf'ın saldırısını savuşturamaz. Yine Hrathen ölmeden önce gelir artistik harketlerle Dilafı kara toprağa gönderir. Kendi de onunla birlikte. Sonrası mutlu son işte.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Rotting Christ - Kata Ton Daimona Eaytoy (2013)

Bir önceki albümde yarattığı acabaları bir kalemde silmeyi başarıyor grup. Dönüşleri gayet de muhteşemsi. Yunan folklorüne ekleme olarak Mayalara, Perslere, Rus ve Romenlere kadar uzanan zengin bir çeşitleme grubun müziğine can katmış görünüyor. Her zamankinden daha dinamik, dinlemesi zevkli, her zamanki gibi karanlık ve sertler. Tarzlarından bir şey kaybetmeden ufak ufak da olsa nasıl değişilebileceğinin güzel bir örneğini çiziyorlar. Açılış Parçası In Yumen-Xibalba, Gılgames ya da ezan klişesine rağmen Ahura Mazda-Azra Mainiu etkileyici parçalar. Sıkılmadan defalarca dinlemek mümkün. Her ne kadar düzenlemeler gözdoldurmakla beraber bir Rotting Christ klasiği olarak vokal bölümlerin hep aynı formüle sırtını dayaması ve kendini tekrar etmesi ufak tatlı bir sorun. Acaba senenin en iyisini şimdiden bulduk mu? Hadi bakalım...

9,0/10

7 Mayıs 2013 Salı

Andy Stott - Luxury Problems (2012)

Geçen sene oldukça ses getiren bu albüm karanlığı taşımakla yetinmiyor (iyi bir şey), benim için rahatsızlık ile keyif arasındaki o ince  sınır çizgisini de geçiyor (bu kötü bir şey). Tıpkı Burial'ın yaptığı gibi bayan vokalin bu tür müzikte yarattığı etkinin farkına vararak bolca kullanmaktan geri durmuyor. Özellikle uzaktan hoş gelen davul sesi tokluğundaki baslarıyla bünyede gerekligereksiz bir helecana sebebiyet veren başlangıç şarkısı Numb ile birlikte albümün başlangıcı karanlık melodileri ritüelmişçesine dinleyiciye aktarmasıyla dikkat çekiyor. Klas bir girizgah, ne diyeyim?Fakat sonrasında endüstriyel hışırtılıkta ambiyans etkisinin ağır basmasıyla işte bir müzik uğruna Ya Rab! bu kadar da gerilmeye ne gerenk var itirazları şekilleniyor. Netekim, arızaların soundtracki bu. Ağır musiki. Bu bile bir övgüyü hakediyor yani.

7,0+/10

5 Mayıs 2013 Pazar

Bilimsel Sosyalizm ve Devrimci Yenilenme (Broşür)/ Antonio Negri - Yeni Özgürlük ve Özne Biçimleri Konferansı

Sahaflar fuarında marjinal hobileri olanlar için (benimkisi de sektoloji) ilginç şeyler bulmak olası. Onlardan biri de 90'ların başında TKP-B isimli örgütten kopan ve lideri tarafından dağıtılan DKP isimli örgütten mücadeleye devam kararı veren geri kalan üyelerince tartışma metni olarak yayımlanan bu metni örnek gösterebiliriz. Anadolucu bir tavırla ve Kürt hareketine yakınsayan yenilikçi ve otantik bir devrimci hat oluşturmayı hedefleyen bu topluluğun kısa süre sonra koptukları ana akıma geri döndüğü biliniyor.
Geçen hafta sadece bir uğrarım diye düşündüğüm Bakırköy belediyesi sponsorluğundaki  Yeni Özgürlük ve Özne Biçimleri Konferansına tam tekmil katılan biri olarak bir sertifika felan bekliyorum. Ayrıca Foucoult hakkında kitap da yayınlamış bulunan Judith Revel de öz sunumu ile dikkat çekti. Bizim buraların özgünlüğünü ise Ahmet Soysal hocanın sunumunda bulduk. İlk gün konuşma gerçekleştirenler arasında Marco Assennato isminde daha taze bir genç akademisyen de bulunmaktaydı. Evet, Negrici değilim. Lakin iki günün gayet doyurucu olduğunu söylemek mümkün. Peki şimdi ben neyim? İnsan nedir? soruları ile anlam kayması yaşayan dedeyi unutmuyoruz tabi. Bir de otonom çevresi kitapları ile birlikte neden konferansda yoktu?
Bu vesile ile de MonoKL ekibine teşekkürü bir borç biliyor, orada durmuyor ve teşekkürümüzü ediyoruz.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Tchaikovsky / Beethoven - 1812: Festival Overture, Op. 49, Capriccio italien , Wellington's Victory (1958)

Çaykovski'nin, 1812 ismindeki savaş konulu eserin kaydı, yine benzer tempolu kendi eseri Cappricio Italien ile Vitoria Savaşını işleyen Beethoveen bestesi Wellington's Victory ile bütünlük kazanacağı düşünülerek zenginleştirilmiş. Oldukça eski olan bu kayıt, klasik müzik dünyasında özellikle canlı kaydedilmiş top ve musket denilen çatapat sesli tüfek atışları sebebiyle ün kazanmış, almış namını yürümüş. Bir de elbette çan seslerini unutmamak lazım. Üstelik bu kayıt süreci Fantasia isimli ünlü Walt Disney yapımı canlandırmaya da sesiyle katkıda bulunmuş Deems Taylor tarafından anlatılmakta. Tabi, müzikal olarak bir etkisi bulunmasa bile temiz İngilizce ile defalarca atılan top ve tüfek atışları hakkında anlatılanları, havalanan yaprak hışırtılarının sese etkisi gibi ilginç detaylarla birlikte, en azından bir kere dinlemek büyük bir zevk. Üstatların belirttiği gibi kayıt bu parçaların en muhteşem performansını içermese bile, Antal Dorati'nin şefliğini unutmamak lazım, eski ve analog soundu az kafa karıştırdığı için daha çok seviyorum. Üstelik belirtmiş olduğum top tüfek çan seslerinin, canlı üflemeli çalgıların ve Wellingtons Victory'deki trampetli başlangıcın etkisi albümü özel kılıyor. İlginç bir detay da şu ki bu besteler kesinlikle savaşın kan ve gözyaşı dolu karanlık yüzünü değil şan şöhret ve zafer duygusunu yansıtan aydınlık, demeye dilim varmıyor ama sound gerçekten hafif bir hali betimliyor, tarafını yansıtıyor. İllaki 1812'nin türe yabancı olanların bile bir yerlerden kulağına çalınmış olduğu o hızlı tempolu melodisi sayesinde kendinizi süvari birliğinin önünde, zafer geçidinde bir kahramanmışcasına duygularla dolup taşmış hissetmemeniz elinizde olmayacak. Zaten sonundaki 21 pare top atışı da sizin hürmetinize değil mi canım.

8,50/10

3 Mayıs 2013 Cuma

RETRO: Sentenced - Frozen (1998)

Sentenced hayatımın gruplarından biri ve her ne sebeple olursa olsun pek sevilmese de bu albüm grubun en sevdiğim eserlerinden biri. Elbette eleştirilecek şeyler var. For The Love I Bear gibi bir şarkıda neden geğirtin tutar arkadaş. Allah müstağkınızı versin! İnanıyor musunuz bir dönem ekstrem albümlere geğertmeli yellenmeli şarkı koymak modaydı. Neyin kafasıysa artık. Her neyse, son vakitler bu albüm ile birlikte Rotting Christ'ın yeni albümünü çecir çevir dinliyorum. Bu açıdan memnunum. İç ve dış politikaya baktığımda ise hiiiç değilim. Ama küfür etmek iyidir. Hele buldum mu hakedeni, şöyle üsturuplu bir giydiriecen, tadından yenmez.

9,50+/10

1 Mayıs 2013 Çarşamba

RETRO: Gamma Ray - Alive '95 (1996)

Land of Free ağırlıklı konser albümü Ride The Sky ve Future World gibi Helloween süprizleri de içeriyor. Konser havasını aksettirmekde beni tatmin ettiğini söyleyebilmem zor olsa da yine bir Gamma Ray vakasıyla karşı karşıyayız. Seven sever, sevmeyen n'apmaz.

7,75-/10