30 Ağustos 2013 Cuma

Feridun Düzağaç - Uykusuza Masallar (2008)

Anadolu rock müziğinin ikinci dalgasının anavatanı Adana'dan çıkıp müziğini daha evrensel sularda üretebilmek bir kere akıntının tersine kulak atması sebebiyle takdiri hak ediyor. Feridun Düzağaç'ın melankolik ve biraz da depresif (biraz mı Dipteyim, Sondayım, Depresyondayım diye bağırıyor adam yafu) tarzını biliyoruz zaten. Bu haliyle bile biraz progresif rock frijitliği hissettiğim için  sanatçının yaptıklarına bugüne kadar biraz uzak kalmıştım. Eh, haksızlık yapmışız. Klibiyle de dikkat çeken Beni Bırakma haricinde albümü dinlemedikten sonra duyma imkanı pek de bulamayacağınız o pek de güzel şarkıları es geçme ihtimali oldukça yüksek. Özellikle albümün başı tabir-i caizse bomba gibi vurucu bir etkiye sahip. Elbette sanatçının duru vokalinin katkısını da belirtelim. Bu şarkılar Çok Geç, Beni Bırakma ve Kara Kara. Diğer şarkılara ısınmak biraz vakit almakla beraber orkestrasyon işleri öne çıkan özelliğini oluşturuyor albümün. Tempo hal tavır atmosfer olarak aynı çizgiyi albüm boyunca devam ettirmesi bir zenginlik olarak addedilebilir. Ama benim kitabımda bu albümün eksi yönünü oluşturuyor.

7,0+/10

29 Ağustos 2013 Perşembe

Şiir Defteri : Şiir ve Hayat 2013 - Haz. Şeref Birsel - Cenk Gündoğdu

Foucault'nun entelektüeller üzerine seçmece yazılarını derlyen kitabını okuduğum sıralarda Edebiyatta Üç Nokta dergisi de aydınları konu edindiği bahar sayısını çıkarmıştı. Özelikle sol gelenekten gelen sanatçıların üst perdeden aydın enteletüel münevver gibi kavramlar üzerinde yazdıklarından ziyade derginin en önemli katkısı piyasada da satılan bu şiir seçkisini hediye olarak vermesiydi. Dergiyi çıkaranlara hemen yeri gelmişken bir eleştiri: mizanpajınız liseli gençlerin dergisi gibi, 1990lı yıllarda okuyan liselilerin ama.
Şiir Defteri 2013 diğer antolojilerde olduğu üzere oldukça kısıtlayıcı bulduğum dergilerden sadece dergilerden öne çıkan şiirleri derliyor. En önemli artısı ise genelde şiir üzerine ve onu tamamlayıcı makalelerle geçen seneye atılan bütünleyici bir bakışa da yer vermesi. Şeref Birsel ve Cenk Gündoğdu giriş mahiyetindeki yazılarında özellikle kimi antolojilerin yayımını durduracak raddeye yükselen eleştirilere cevap veriyor. 70 milyonun doğuştan şair olduğu bir ülkede emeğini ve terini veren şairlerin kendilerini bulvar gazetelerin sayfalarındaki örneklerden ayırmak istemelerini anlamamak mümkün değil. Aynı zamanda inkar edilemeyecek boyutlardaki şair egosunu da anlayabilmek... Zaten en büyük şairin kim olduğunu bilmiyoruz, çünkü o, bence Kafka misali, şiirlerini hemen yazdıktan sonra ya da ölmeden önce yırtıp yakan, imha eden, edemese de vasiyet eden kişidir. İsim yapmak için yapılacak şey değil bu. Parayı geçtik de ün ve çıkar ilişkilerine savrulmak cidden üzücü. İşin garibi ufacık bir çevrede böyle dolaplar dönüyormuş, dönüyor da ayyuka çıkıyormuş artık. Aynı yazıda şiir üzerine çok genel bir değerlendirme politik ahvalin özetlenmesiyle birlikte sonlandırılıyor. Ardından sanatın da muhafazakarlaşması üzerine çeşitli şairlere sorulan bir anket çalışmasına verilen cevaplar yayımlanıyor. Şairlerden beğendikleri çalışmaları da örneklendirilmesi isteniyor. Dergilerde yayımlanan şiirlerin ve dergilerin değerlendirildiği Mehmet Can Doğan makalesi, 2012'de yayımlanan şairlerin ilk kitapları hakkında Ali Ayçil dosyası, Poetik kitapların listelendiği Cihan Oğuz makalesi ve internetteki fanzinlerdeki şiir dünyası hakkında Özcan Erdoğan yazısı ile kitabı sonlandırıyoruz. Tabi ki arada seçilmiş şiirler yer alıyor. Edanın ritmin unutulduğu bireysel iç sıkıntıların ilişkisiz imgeler denizinde boğulduğu politikanın lirizmden romantizmden uzak bir vulgarlıkta işlendiği modern şiiri sevmediğimden dolayı bir kalemde çoğu şiiri maalesef geçebiliyorum. Bu sayede örneklendireceğim şiirlerin sayısı azalıyor. Ama öncelikle sözkonusu dergide kapak konusunu temsilen yayımlanan Rıfat Ilgaz'ın şiirine yer verelim ki farkın farkına daha bir varalım.

Aydın mısın?

Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun

Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol

Tam çağı ise başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol

agos'a gidelim
Leyla Şahin

Agos’a gidelim. Bir güvercin bekliyor bizi, gök-
yüzünün kendi var onda kanadının tuzu var.
Agos’a gidelim. Çiçeklerin buğusu var orada
henüz açmamış dalların, rüzgarlanmamış yaprakların sesi var.
Agos’a gidelim. Ayrılığın hicranını yaşamış bir adam
külün kilidini açmış bir adam
çocuklara adres soran adres bulan bir adam
uzanmış yatıyor güneşin avlusuna.
‘ nar mürekkebiyle yazıyorum bu sözcükleri:
” kimse yok mu
burada?” ‘
Agos’a gidelim. Bir çarşı sessizliği var orada,
ve her kalabalıkta bir hain kurt dişler canımızı.
Agos’a gidelim. Kimseden bir şey beklemeyen bir adam
göğün kilidini açmış bir adam
herkesten ne kadar çok alacaklı şimdi
‘nar mürekkebiyle yazıyorum bu şiiri:
atımı bağladım kar ağacına’



şehirde enkaz var
Salih Mercanoğlu

gözlerimizin içine basa basa geçiyor arabalar, yaralı kuşlar, mutlu böcekler
ağzından şiir akıyor gecenin, gökdelene oturmuş, oturmuş da bir ürkü tutturmuş,
kayacak yıldızların kuyruğuna tenekeler bağlıyor, sonra ağlıyor çocuk gibi ağlıyor
zaman geçiyor, hızla geçiyor, ağlayarak geçiyor, biliyor artık sandviç arası bu hayat
bir lokma hava, iki karış su, üç dirhem ağaç, kafamızın parmaklarımıza tahammülü yok!
vakti de yok ki kaşısın, kafatasımızı ters çevirip oturtuyoruz otobanlara, ırk dileniyoruz
geçenler türk atıyorlar, arada bir rus ah bu günlerde çok moda bir de çin, zaman geçiyor
yüksek gerilim hatlarına çocukluğumuzu geçirip kurutuyoruz ve yetişkinlerle başlıyor şehir
işte böyle başlıyor üniversite, kendini öldüren akademi, işte böyle bilimin küflü dikiş iğnesi.

anne yok,egzoz borularından doğuyor çocuklar, elleri ahize metal iskeletlerle konuşuyor
mrb diyor, nsl walla iii senden nbr, işt nolsun aynı hadi kçtm ben kib yrn. grş, by by cnm
baba sevmiyor, hiiiç sevmiyor, ah! değişen hayat hiç mi hiç ara vermiyor ki sevsin
ne yapsın, baba kafası işte hala zweig'da , bir biyografiden koşuyor ötekine, en son balzac
ve tekleyen kalbini onun gibi soylu sanıyor, kendi yaşamına uygun bir kalbin peşinde
oysa babaya da gerek yok, alkol, kaldırımlar, otel odaları, parklar dururken bir babadan mı?
babalar sevmez kızım, kendilerine ait olmayan bir dizeyi geçirip boynuna asarlar
ama usul usul da yüzdürürler şiirlerini, üzmeden kimseyi, belli etmeden sözün bittiği yerde
yani o müthiş denizde, belki çocuklar döner diye bu enkazdan, suya serper onca kelimeyi.

kır kapattı kepengini, şehre sürdü bedbahtını, ağasını, karınca duasını, yoksulunu, pezevengini
merhametini esirgemedi allah, şadırvanlardan hâlâ akıyordu su, çünkü türbelerde hâlâ bir telaş
ve şehirler kendinden büyük şehirlere biat ediyordu, iyiyle kötü, çokla az, yalanla gerçek gibi
sadece çocuklar biliyordu, şehrin bir oyundan doğduğunu, oyunun kokusu:sümbülteber
demek ki geceleri, elsiz ayaksız kaldırımlarda kokuyordu, ay tozu altında hayaletler ve cinler
ve evler birbirine sarılıyor, parklar havlıyor köpeklerine, köprüler suya iniyordu demek ki gece
yalnız kaldığında şiirler topluyor, onları yan yana, onları üst üste, onları balık istifi sabaha
ve sabah şiir kokuyordu, asılmış insan yüzleri, katledilmiş arzular, burçlar, yıldızlar ve nazar
kalabalık kokuyordu, demek ki kendi nefesiyle besleniyordu canavar, demek ki şehirde enkaz var!



melankoli 2012
Osman Konuk

halksız şehirler değil kris, şehirsiz halklar
çok halklar, çok şehirsizler, çok moral bozucu
son günlerde çok kelimesini çok kullanıyorum

her yıl yeni modelleri çıkıyor melankolinin
içimden bir ses gelmiyor, hayır bazen geliyor
içimden bir ses, sesin dışarıdan geldiğini söylüyor
-iki saray odası alana bir saray odası bedava
o montu almam iyi oldu, çok iyi oldu, çok evet
kırışıklıkların geçer, beni seviyorsundur, ama böyle çok ölürüz

nihanka kızılderili bir kızın adı değil, çok değil
radikaller duygusal açıdan sağcı oluyorlar nerden aklıma geldiyse
aşk, sivilce, direniş, kitaplar ve çay ocağı işletmesi:
-yanlış
hormonlar, atkılar, kitap kokusu parfümü ve sütlü neskafe:
-doğru
böyle muhalif şeyler yazıyorum ve bana ödeme yapıyorlar

çok değerli insanlar binalara doluyorlar, çok değerli
her şeyden kolay etkileniyorum, belgeseller çok acıklı
çarpıcı bir şey yazmak istiyorum, aklıma bir şey gelmiyor
ne zaman aklıma bir şey gelmese, içimden bir ses:
start tabancasıyla intihar eden adamı düşün

son günlerde çok kelimesini çok kullanıyorum
ışıklar açılmıştı, mikrofonlar, herkes çok şık
kahramanca evlerinden çıkıyorlar, vampirlerden korkmadan
kırmızı kravatlar takarak ve birbirlerine katılarak
çok değerliler, çok konuşuyorlar, az ölüyorlar
iki ayak, kırk ayakkabı; az ayak, çok ayakkabı
tek madonna kırık kürk, çok manto tek yalnızlık

çok saray, hiç prenses, prensessiz kadınlar ve kuralları
zayıf kadın sahneye çıkmadan opera bitmez
-şişman kadın işten kovuldu-
son günlerde çok kelimesini çok kullanıyorum
hadi ben kalktım, saçınız güzel olmuş, çok evet

kendi yeniden başlatmamı başlattım, bir şeye benzemedi
çok cehennem, üç saray, yedikule ve can yayınları berbat ciltler
bir hemşirenin adının cecile olması çok acıklı,
başka bir arzunuz var mı dememeli garsonlar
böyle şeylerden çok etkileniyorum, belgeseller çok acıklı
hizmet sektörü, çok hizmetçi, az patron, çok zamirsiz
zamirsizlik kimsesizliktir, şahıslar çok zamir az
katil her zaman uşak, yazarlar çok kötü kalpli

mutfak kapısını açık unutmuşum, kumrular içeri girmiş
ıslak ekmek koymayı unutunca balkona.



kapsül
Ayşe Nâlân
hür bir ağacım, rüzgarın yaladığı

bacada kükürt, bacada cıva
üstü kırmızı bulut

ne bilsin kuş, gitmiş yapmış yuvasın
biz hepimiz her gün azalan saçlarımızdan
yıkıyoruz yağmuru, tarıyoruz
asit kokuyoruz ve sevgili köpeğim
çok mutluyuz göğüs kafesimizde
boşalırken kalplerimizin pilleri

dün sabah kırlara koştum
hepsi bir boy otlarla ulaşamadım hızına
geç solsunlar her gül dibine bir şırınga
kopyaladık işte kendimizi Dali, Doli kim varsa
ah göktaşım içimin çekirdeği
sen hâlâ sabun yapılabileceğine inanmadığından
insanın, seviyordun beni kesik kesik.

orda mısın -buradayım küçüğüm
-ışıldaklı yalancı -hiç yoktum
göğsüme gümüş bir kafes taktırıyorum
baktıkça kimse unutmayacak kendini
seversin diye düşündüm Hiroşima'ya iki bilet
ben de öyle bir kadınım sevgilim -serpintili
radyoaktif ve zamanın eksilttiği bir organ gibi
boşaltacağım kendimi...

ne güzel kazıyorlar toprağı tarih sökücüler
bir göçten yeni dönmüş kuş sürüsü
iki şahane pilot, iki gökdelen
üç elma, üç prenses bolca cadı süpürgesi
dört grev sözcüler, işçiler, makineler
bizi bulduklarında hâlâ kaygılı olacağız

kapsülüm tek kişiliktir!
onu okuyacak bir android'dir.

saydam bir ev yaptırıyorum kendime
müthiş bir malikane uykusuzuz hepimiz
gecelere kum taşıyıp cam eritiyoruz
sevişirken herkes bizi izleyecek
yut canım hapını serotonin diple
ellerin böyle titreyince insana benziyorsun

bacada kükürt, bacada cıva
üstü kırmızı bulut



außer mir
Hakan Şarkdemir

I.
Bir Alman'dı Katalanları önüne katan
Bir Alman'dı laf dinlemez kumandan
Bir Alman'dı İstanbul'a çağrılan
Ceneviz'i boğazlayan, Rumları soyan
7 yaşından beri korsancılık oynayan
Bir Alman'dı , kırmızı, çiçek
Bir Alman'dı, hırsız ve mürtet
Bir haçlıydı, bir tapınak şövalyesi
O beyaz bir tiran
Don Kişot'un dedesi
Soyluydu belki de sülalesi
Arması Sforzalar kadar çiğ
Bir Alman'dı 
Filadelfiya'yı alan Germiyan'dan
Onun canını alan da bir Alan
Bir Alman'dı bir Alman
Anem alli a fer carn!
Les feres tenen fam!

II.
Volkswagen'da çalışırdı babam
Bir Alman'dı o, Alman'dan sayılmayan
Dans etmeyi bilmeyen,
Bodur ve
İtaatkar bacaklarıyla bir Alman
Her şey bir somunu sıkmak kadar kolaydı ona
Mesele değildi uzaklarda olmak
Mesela bir somun ekmek kadardı hürriyet
Ve somuttu somun somuttu ekmek
Güzel olan şeyler gibi
Hakikat somuttu
Unuttuğu ya da söylemeye zorlandığı kelimeler
Tutunduğu bazı değerler
Ve gözünde tüten memleket
Onun için somuttu
Somutluk mutluluktu
Vardiyadan her çıkışta
Soluğu Alexanderplatz'da almadığı günlerde babam
Rogacki'den alırdı mutlaka peynirini
Köşedeki şarküteri açılmadan önce
Somonu Norveç'ten gelirdi
Sosu mutlaka Napoliten

III.
Güzeldi en azından
Lamarr kadar
Korlinsky'di fırçasının tüyleri
Dürer'in tavşanı gibi 
Öyle Uysal , ürkek samur
Dişi mi dişi
kızılca sapı gürgen
Ne küt
Ne homur homur
İdi dans edişi
Tütün çiğner gibi
Ne de bakışları buğulu
Bir balerin gibi eğilirdi
Güzel diyebilirdik ona elbette
Bu yanık amber, bu altın okre
Gelip yerleşmese de
O terli kakülüne
Yoktu bir benzeri
Bir Alman'dı ama yine de
Hiçbir Alman güzel değildir
Onun kadar güzel değildir hiçbirisi

IV.
Dünya,
Bir zindandır muhakkak
Her kendini bilene;
Her kendine kapanmış,
Her kendiyle yaralı
Kendine hayran adam,
Katlanamaz dünyada
Kendiyle kalmaya da,
Yoksun kalmaya da kendinden...
Hele de bir Alman'sa
Ve vazgeçmişse sonsuza dek
Bir başkası olmaktan
...
Zira "insan
katlanabilir bir şey değil"
diye düşünebilir bir Alman.
Bir Alman bile katlanabilir bir şeydir halbuki
"Bilgelerdir ancak, bilgeleşen" diyen iflah olmaz bir Alman,
Bir Alman bile,
Şereflenebilir bilmekle
...
Sonsuzlukla dolu bir an

V.
Sevseydim
Bir Alman gibi Sevseydim
Bir Alman'ı sevseydim
Dar gelirdi dünyalar
Gök kubbeler yıkılırdı başıma...
Farketmezdi bir şairle
Kara Orman'da yahut Dalyan'larda gezinmek
Ne Macar Dansları ne la Campanella
Alamazdı beni benden
Gönlün acısı taşımazdı Büyülü Dağ
Ne Charlotte'un gözleri
Ne de ona küçük ismiyle seslenmek
O en hızlı, fırtınalı günlerde
Bir Alman gibi ipi hırsla göğüslemek
Ve bir Alman gibi ölmek
İstemezdim
Bir Alman gibi sevseydim
Bir Alman'ı sevseydim
Sevebilseydim



gereklilik kipi
Soner Demirbaş

bahçeyi büyütmek istiyorsan
tohum gibi kadar küçülmen gerek

ormanı büyütmek istiyorsan
ağaç gibi kadar sabretmen gerek

gökyüzünü büyütmek istiyorsan
kuşlar gibi kadar çoğalman gerek

dünyayı büyütmek istiyorsan
düşler gibi kadar paylaşman gerek

kitabı büyütmek istiyorsan
yaprak gibi kadar okunman gerek

şiiri büyütmek istiyorsan
kelime gibi kadar arınman gerek

tohumu büyütmek istiyorsan
bahçe gibi kadar derlenmen gerek



kuzum
Gonca Özmen

Said devrim diyor. Benim saçlarım topuz.
Said'le ikimizin ağzı aralık. Sesler alıp sesler veriyoruz.
Sümeyra'ya inanıyoruz. Benim saçlarım topuz.

Yanına kıvrılana git demiyor hiç Said. Kuzum diyor.
Yanıma kıvrılana git demiyorum hiç ben.
Jar Evin. Jar Evin.

Yunacak su bulsam su bulsam ben yunacak
Saçlarım böyle topuz. Böyle fersiz. Böyle derli toplu.

Biri kurban olayım deyince korkuyorum ben.
Ben korktukça gövdemin çanları bir başka çalıyor.
Ben korktukça tekeler çiftleşiyor bağır çağır.

Kuzum diyorlar bana-kuzum diyorum onlara.

Said katliam diyor. Benim saçlarım topuz.
Said'le ikimizin ağzı karanlık. ölümler alıp ölümler veriyoruz.
Süleyman'a inanıyoruz. Benim saçlarım topuz.

Kanacak yar bulsam yar bulsam ben kanacak
Saçlarım böyle topuz. Böyle dilsiz. Böyle fer fecir.


Bir kaç da mini mini alıntı. Bu vesileyle bu sene de yine ölüme takıntılı olduğumu anlamış bulunuyoruz.

hayat tek bir mevsimse eğer illaki sonbahardır (başka, A.Hicri İzgören)

nar tanesinden dökülen söze hiç kanmadım (bahçem, Mehmet Sadık Kırımlı)

söylediklerinde inan
ağlamadım hiç...
dondum kaldım sadece  (kanser bey'in sevda güncesi, Mehmet Müfit)

ben unutma sanatını
kendi üzerimde denedim
kimse yoktu, suyu öptüm
yalnızlığım acıdı (şubat, Tuğrul Tanyol)

her erkek ve her kadın bir aşkı ve bir devrimi başlatan ve bitiren (adı hayat ve ben, Enis Akın)

gidip yeryüzündeki cinayetleri üstüme alacağım dedim
ne kadar insan öldürürsem hayvanlar o kadar güzel (taşrada bir aile faciası, Küçük İskender)

müminler kardeştir
işte bu yüzden öldürürler birbirlerini
...
yaşamak varlığın kanıtı değildir (trapezin elleri, Bülent Parlak)

Biraz daha çürük elma ye de kustur kendini
duble bardakla içtiğin o son sevinci de , e mi (korkulacak bir şey var, Mustafa Köneçoğlu)

Dünya bir cücenin misketiymiş eskiden  (gülü gülden silince, Nilay Özer)

Gerçi hiç gizemli değilim, nasıl farkına varacaksınız ki benim.
Sokak lambalarına kendimi asmak gibi bir huyum yok.
Yani modern bir biçimde hiç intihar etmedim. ( dikkat köstebek çıkabilir!, Ali Özgür Özkarcı)

25 Ağustos 2013 Pazar

Dark Tranquillity - Construct (2013)

Hayal kırıklığı yaşattığı demek büyük bir haksızlık olur. Sadece ilk duyduğunda illaki bünyede kaynaklanan heyecanı ki pek çok grup da bunu bile yaşayamıyorsunuz, devam ettiremeyiş,  genel olarak Fiction ile We Are the Void'deki ağır, hüzne kayan atmosferi devam ettirirken çarpıcı parça yazımındaki aksaklıkların sürmesi, albümü özümseyebilmek için harcanması gereken zaman gibi etkenler... TDK sözlüğündeki tanımın birebir aynısı değil ama bir nevi hayal kırıklığı gibi oldu buyaw bu spesifik örnekte. Aslında lezziz The Silence in Between gibi hareketli bir örnekle grup orta dönemine de göz kırpıyor son albümünde. Ancak gotik efekt ve clean ki gerçekten beğeniyorum, vokal destekli Uniformity'de güzel bir fırsatın iyi değerlendirilemediğini görüyoruz. Ha keza balad ağırlıklı aşmış bir parçaya da rastlayamıyoruz çalışmada. What Only You Know, State of Trust ile gelmeyin, kovalarım. Diğer yandan albümü temsil eden şarkıyı giriş şarkısı For Broken Words olarak seçmekte bir mahzur yok. Solosu ve rifiyle harcanan parçalardan biri de bonus olarak albümde kendine yer bulabilen Immemorial. Ayrıca artık geleneksel hal aldığı kadarıyla, örneğimizi de verelim None Becoming, grubun bir önceki başarılı işlerini tekrar ettiğini ve bu tekrar durumunun maalesef dinleyiciden aynı tepkileri toplayamayacağını belirtelim. Son döneme ağırlık verilen bir saati aşkın konser kaydı açıkcası albümün kendisinden daha keyifli ve hiperaktif bir deneyim sunuyor. Bu bonus CD'yi katmazsak eğer değerlendirmem şudur efendim.

7,50/10

24 Ağustos 2013 Cumartesi

RETRO: Sonata Arctica - Reckoning Night (2004)

Sonata Arctica'ya bağlandığım hızın aynısıyla grubu arkama bile bakmadan terkettim bu albümü dinledikten sonra. Kötü bir albüm elbette değil. Sadece örneğin Kamelot'da olduğu gibi bu grupların profesyonelleşme süreçlerinden pek hazzetmiyorum. Herkes sevse bile. Şarkıların değişkenliği ve samimi amatör hava homojen bir prodüksiyon uğruna feda ediliyor gibi geliyor bana. Bu tarz ince vokal ve müziğin ağırlıkta olduğu gruplar kendilerine has özellik geliştirdikleri ölçüde benim nezdimde ayakta kalabiliyorlar. O kadar önemli biriyim ki hep ben ben ben... Yine örnek vermek gerekirse Stratovarius çizi-haylayf olsa bile eğlenceli keyboard melodileri ve neo-klasik soloları ile öne çıkabiliyor. Dinletiyor yani kendini, sonrasında üzülseniz de, kötü bir alışkanlık gibi. Bu albümde ise dört nala koşturduğu ölçüde bateri ve müziğin akışına desteğini esirgemeyen keyboard'un etkisi reddedilemez. Ama vokalin susmak bilmemesi, soloların yetersizliği ve yine bence müziğe çok da bir şey katmayan progresif nanemolla ki yine vokal pasajlarında ağırlığı mevcut, olumlu etkiyi nötralize ediyor. Bu süreç Reckoning Night ile mi başladı yoksa Silence ile arasına giren Winterheart's Guild de mi bilemiyorum ki o da dinleme listemde. Göreceğiz. Aint Your Fairy Tale ve Dont Say A Word hızlı tempolu güzel şarkılar.

6,75-/10

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Long Distance Calling - The Flood Inside (2013)

Grup, biz dinleyenlere kulak vermiş olacak ki şarkılarında vokal ağırlığını arttırmış, arttırmakla kalmamış kalıcı bir vokalisti bünyesine katmış durumda. Maalesef Katatonia vokali Jonas Renkse ile yaptıkları enfes çalışma zihnimizde çın çın da çın çın yankılanmasını sürdürüyorken, yeni vokalin dinleyen nezdinde pek de şansı açık görünmüyor. Halbuki hiç de kötü değil, bırakınız geçiniz grupla uyumu göze çarpıyor. Inside the Flood bu cihette göz dolduruyor. Yani müziğe katkısı gayet belirgin bu arkadaşın.Vokal demişken, ilk başta hatta şu ana kadar bayan olduğunu zannettiğim Petter Carlsen destekli Welcome Change de grubun alamet-i farikası olmaya başlayan duygusallığı yansıtmada başat bir rol oynamada oldukça başarılı. Hala vokalli şarkılar, sözsüzlere istinaden daha güçlü bir bakıma. Bu yeni yönelimle grup sertçe icra edilen post-rock türünü porogresif sulara taşıyarak önemli bir adım atıyor. Yalnız, ancak, amma ve de lakin besteleri her zaman olmasa da pek çok yerde dinleyeni şaşırtmayacak bir güzergah izliyor, evet şimdi ritim kendini tekrar edecek, rif böyle böyle gidecek, diye tahminde bulunabiliyorsunuz. Bir de post-rock'da klişeleşmiş ama her daim gözel kopma anının coşkusu da azalınca yansıtılan enerji  bir miktar düşük bir kalıyor, gibim mi ne?

7,75/10

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Necib Mahfuz - Ara Sokak

Nobel ödüllü Mısırlı yazar, en ünlü romanında Kahire'nin çıkmaz bir sokağında yaşayan fakiri zenginiyle Kahire insanının 2. dünya savaşı sularında yaşanan modernizm karşısında sırtını yasladığı gelenekselliğin temellerinin sallanması neticesinde nasıl ahlaki değerlerin erozyona uğradığını işleyerek oldukça gerçekçi bir perspektif sunuyor. Midak Sokağı ismiyle de sonradan dilimize çevrilen romanın kurgusu fakir ama gözü yükseklerde olan genç Hamide'nin etrafında şekilleniyor. Ona aşık olan ve doğunun mütevazi miskinliğinden aşkı için sıyrılan berber Abbas'ın trajik sonunu ve bu sonun hayat devam ediyor tarzı bir normalleşme içinde nasıl yitip gittiği ile sonlanıyor kitap. Berberin en yakın arkadaşı irice tatlıcı Kamil Amca ile Hatice'ye huy olarak benzeyen , İngiliz ordusunda çalışırken kazandığını har vurup harman savunduktan sonra reddettiği babasının evine tıpış tıpış dönen diğer arkadaşı Hüseyin Kirşa, genç çocuklara düşkün uyuşturucu esrar alemleriyle ünlü kahveci babası Kirşa, Hamide'nin üvey annesi çöpçatan Hamide, yıllar sonra eş peşine düşen ev sahipleri Afife hanım, kir pas içindeki odasında fakir fukaranın elini kolunu istekleri üzerine kırarak dilenciye dönüştüren mizantropik Zaita ve mezar kazıcılığı yaparak birlikte ölülerin yapma dişlerini çaldıkları Dr. Bushi, Zaita'ya odalarını kiralamış cevval Hüsniye ve ondan sebepli sebebsiz dayak yiyen kocası fırıncı Cüda, dünyada darbe üstüne darbe yiyip efillilere bulaşan, gaipten ve çoğu kezde ingilizce konuşan memur eskisi Şeyh Derviş, Hamide'ye göz koyduğu esnada kalp krizi geçirip ölüm korkusuyla insanlardan nefret edici seviyeye varan bir kuruntuya kapılan zengin tüccar Selim Elvan, çocuklarını kaybettikten sonra muhteremlik noktasında adamın dibi bir noktaya kavuşan herkesin saygı hürmet gösterdiği Rıdvan Hüseyni gibi zengin karakterler bir safhada kurguya ayak bağı olan bir karakter cümbüşü yaratıyor gibi görünse de Bizimkiler dizisinin trajedik ve drama ağırlıklı versiyonu tadında bir lezzet bırakıyor okucunun dimağında. Yani bu kadar kişi, bu kadar kısa öykü ana hikayenin sıradanlığa düşmesini engelleyen çapa görevi görüyor. Ana hikaye tahmin edeceğiniz gibi genç Hamide'nin Abbas ile olan sözünü bozup tanıştığı bir adam vasıtasıyla kötü yolu seçmesi, orada durmayıp Abbas'ı manipüle etme girişimi neticesinde onun İngiliz askerleri tarafından linç edilerek öldürülmesine sebep olması. Evet şimdi düşündüm de hemen şıp diye tahmin edemeyebilirdiniz.

18 Ağustos 2013 Pazar

RETRO: AC/DC - The Very Best (2001) Bootleg

Grubu havai müziği ve çığırtkan vokali sebebiyle bugüne kadar pek sevemedim. Zaten pek de entelektüel bir müzik yapma gayreti içinde değiller. Yıllardır yaptıkları parti müziği ile rock ve de rollleriyle insanları eğlendiriyorlar, bu sayede seviliyorlar zati. Keyif bozucu, parti yıkıcı, ciddi, kronik kabız olduğunu yansıtır gibi gergin bir surata sahip biri olarak elbette favori grubum olması beklenemez. Yine de ortada takdire şayan durumlar var. Misal, grup erken dönem ağırlıklı olsa bile her periyotta marşımsı hitleri yazmayı başarıyor. Hard As Rock'ın (ve ya Thunderstruck) nasıl ekranları sallayıp savurduğunu hatırlıyorum, 90'ların ortalarıydı. Bir de sallan yuvarlan türünde bestecilikleri o kadar yetkin ki ölüye bile dans ettirebilme kudretine sahipler. Bir Let There Be Rock ile Rocker'ı arka arkaya dinleyin bakalım. Dirty Deeds Done, TNT, The Jack, istihzanın baş yapıtlarından Big Balls gibi şarkıları dinledikça rahmetli Bon Scott vokalini tercih etmede herkes mutabık kalıyor sanırım. Uzun lafın kısası tanımayan, seven, sevmeyen herkesin kanını kaynatacak , nokta atışı yapan bir derleme bu.

7,75--/10

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Michel Foucault - Entelektüelin Siyasi İşlevi

Entelektüelin rolü global eylemde kitlelerin öncüsü olmak değil yerel mücadelede özel bir grubun danışmanı olmaktır. Entelektüel üretim aygıtına değil, enformasyon aygıtına bağlı olan kimsedir. Entelektüelin rolü işçinin bilincini oluşturmak değildir, çünkü bu bilinç vardır; ama rolü, bu bilincin, işçinin bu bilgisinin enformasyon sistemine girmesini, yayılmasını ve sonuç olarak olup bitenlerin bilincinde olmayan insanlara veya diğer işçilere yardım etmesini sağlamaktır.
Artık entelektüeller evrensel, örnek alınacak, herkes için adil ve doğru olanın kipinde değil, spesifik sektörlerde, kendi yaşam ya da çalışma koşullarının onları konumlandırdığı noktalarda (konut, hastane, tımarhane, laboratuvar, üniversite, aile ve cinsel ilişkiler) çalışmaya alıştılar. Kuşkusuz bu onlara yürütülen mücadeleler hakkında çok daha doğrudan ve somut bir bilinç verdi. Bu kesimi evrensel entelektüelin karşısında spesifik entelektüel şeklinde nitelendireceğim. Spesifik entelektüel figürü 2. dünya savaşından sonra şekillenmiştir. 19 ve 20. yy başlarında etkili olan evrensel entelektüel tarihsel figür olarak zenginliğin iktidarı, despotizmi, suistimali ve küstahlığına karşı adaletin evrenselliğini ve ideal bir yasanın eşitçiliğini koyan adalet adamı, hukuk adamından türemiştir. En eksiksiz ifadesini ise yazarda bulur. Spesifik entelektüelin kaynağı ise bilgin-uzmandır, ön plana çıkması atom fizikçileriyle gerçekleşmiştir. Bazı kesimlerin büyük evrensel entelektüellere duyduğu nostaljiye rağmen spesifik entelektüelden vazgeçilmemelidir. Spesifik entelektüeli devletin ya da sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği (bu doğrudur, ama aynı zamanda kendisinin işgal ettiği stratejik konumu da gösterir) ya da gene, bilimci bir ideolojinin propagandasını yaptığı  (bu her zaman doğru değildir..ikincil önemdedir) gerekçesiyle, yerel bir bilgiyle spesifik ilişkisinden diskalifiye etmek tehlikeli olacaktır. Bizimki gibi toplumlarda hakikatin ekonomi politiği beş önemli özellikle belirlenir. Hakikat, bilimsel söylem biçiminin ve bu söylemi üreten kurumların merkezinde ortaya çıkar; hakikat sürekli ekonomik ve siyasi teşvik altındadır; hakikat çeşitli biçimlerde çok geniş çaplı bir dağılımın ve tüketimin nesnesidir(...eğitim ve enformasyon aygıtlarının içinde dolaşır); hakikat bir kaç dev siyasi ve ekonomik aygıtın (üniversite,ordu,yazı,medya) yegane olmasa bile baskın denetiminde üretilip iletilir, nihayet hakikat bütün bir siyasi tartışmayı ve toplumsal çatışmayı ilgilendiren bir sorundur. Hakikat, sözcelerin üretimi, düzenlenmesi, dağılımı, dolaşımı ve işleyişi için düzenlenmiş bir prosedürler bütünü olarak anlaşılmalıdır. Hakikat, kendisini üreten ve destekleyen iktidar sistemleriyle ve kendisinin meydana getirdiği ve kendisini yayan iktidar etkileriyle döngüsel bir ilişki içindedir.Bu rejim yalnızca ideolojik ya da üstyapısal değildir, kapitalizmin oluşum ve gelişmesinin bir koşuluydu. Üstelik, belli değişiklikler olmakla birlikte sosyalist ülkelerde yürürlükte olan rejim de budur. Entelektüel için temel siyasi sorun bilimle ilintili olan ideolojik içerikleri eleştirmek ya da kendi bilim pratiğine doğru bir ideolojinin eşlik etmesini sağlamak değil yeni bir hakikat siyaseti oluşturmanın mümkün olup olmadığını bilmektir. Sorun insanların bilincini ya da kafalarında olanı değil hakikati üreten siyasi ekonomik ve kurumsal rejimi değiştirmektir. Söz konusu olan hakikati her türlü iktidar sisteminden kurtarmak değil (hakikatin kendisi zaten iktidar olduğuna göre, bir kuruntu olmaktan öteye gitmez bu), hakikatin gücünü şu anda içinde etkili olduğu toplumsal ekonomik ve kültürel hegemonya biçimlerinden kurtarmaktır.
Eğer iktidar baskıcı yönünden başka hiçbir özellik taşımasaydı, eğer HAYIR! demekten başka hiç bir şey yapmıyor olsaydı, ona gerçekten hep boyun eğileceğini düşünebilir misiniz? İktidarın etkili bir güç olarak geçerliliğini korumasını, iktidarı kabul etmememizi sağlayan etken, onun ağırlığını salt Hayır! demekle yetinen bir güç olarak göstermekle kalmayıp aslında birtakım şeyler arasında dolaşıp birtakım şeyler üretmesi, zevk yaratması, bilgi oluşturması ve bizzat söylem üretmesidir.

[Foucault okumadan önce inandığım bir söz vardı: bellum omnium contra omnes, Şimdi de aynı sözleri kendisinden okuyoruz]
Ben herkesin herkese karşı olduğunu söyleyeceğim. Mücadelenin, bir proletarya diğeri burjuvazi olmak üzere baştan verili özneleri yoktur. Ki kime karşı savaşır? Hepimiz birbirimizle savaşıyoruz. Ve her birimizin içinde, daima içimizdeki başka bir şeyle savaşan bir şeyler vardır.
[ya da]
İktidarın analizini devir, sözleşme, vazgeçme terimleriyle hatta üretim ilişkilerinin sürdürülmesine dair işlevsel terimlerle yapmak yerine her şeyden önce kavga çatışma ya da savaş terimleriyle yapmak gerekmez mi?Dolayısıyla iktidar mekanizması temelde ve özünde baskıcıdır diyen birinci hipotezin karşısında iktidarın savaş, başka araçlarla sürdürülen savaş olduğu hipotezi olacaktır. Ve bu noktada Clausewitz'in önermesine geri dönülecek ve siyasetin başka araçlarla sürdürülen savaş olduğu söylenecektir.

Günümüzde , 19.yy.dan bu yana suçlular her türlü devrimci dinamizmlerini kaybetti. Marjinal bir grup meydana getiriyorlar. Onlara bu marjinalliğin bilinci verildi. Nüfus içinde yapay, ama kullanılabilir bir azınlık oluşturuyorlar.
Marx, emeğin insanın somut özünü oluşturduğunu düşünüyordu ve yazıyordu. Bunun tipik bir Hegelci düşünce olduğunu sanıyorum. Emek insanın somut özü değildir. Eğer insan çalışıyorsa,eğer insan bedeni üretici bir güçse, bu , insan çalışmak zorunda olduğundandır. Ve insan çalışmak zorundadır, çünkü siyasi güçler tarafından kuşatılmıştır, çünkü iktidar mekanizmalarının içine alınmıştır. Çalışmayı istiyor ve seviyoruz. Karşılıklı bir ilişki diyalektik bir ilişki değildir. Çatışkı sürecinin bir yanında pozitif bir taraf ve diğer yanında negatif bir taraf olduğu anlamına gelmez. Doğada diyalektik yoktur. Tutucu veya devrimci bir felsefenin var olduğuna inanmıyorum. Devrim siyasi bir süreçtir, aynı zamanda ekonomik bir süreçtir. Ama bu felsefi bir ideoloji oluşturmaz.Bu nedenledir ki Hegel'inki gibi bir felsefe hem devrimci bir ideoloji hem de devrimci bir yöntem ve araç, ama aynı zamanda da tutucu bir şey olabildi. Nietzche örneğini ele alın. Nietzche fantastik denebilecek düşünceler ve araçlar geliştirdi. Nazi partisi tarafından yeniden ele alındı ve şimdi de çok sayıda sol düşünür tarafından kullanılmakta.
Belki felsefe hala karşı-iktidarın yanında bir rol oynayabilir, yeter ki felsefe iktidar karşısında kendi yasasını övmesin, yeter ki felsefe kendini peygamber olarak görmeye son versin, yeter ki felsefe kendini pedagoji veya hukuk olarak görmeye son versin ve iktidar etrafında olup biten mücadeleleri, iktidar ilişkileri içindeki hasımların stratejilerini, kullanılan taktikleri ve direniş odaklarını analiz etmeyi, açıklamayı, görünür kılmayı ve yaygınlaştırmayı görev olarak üstlensin, kısacası, koşul olarak felsefe iktidar sorununu iyi ve kötü terimleriyle değil varoluş terimleriyle ortaya atsın.
Cinsel ahlakın bu üç büyük ilkesinin hristiyanlığın ortaya çıkışından önce Roma dünyasında var olduğunu .. büyük bölümü Stoacı kökenli başlı başına bir ahlaka olduğunu göstermektedir. Demek ki hristiyanlık sıkça söylendiği gibi cinsellik üzerindeki bir dizi yasağın, cinselliği diskalifiye etmenin, sınırlandırmanın sorumlusu değildir. Bu cinsel ahlak tarihine hristiyanlığın getirdiği şeyin yeni teknikler olduğu kanısındayım. [bkz Pastorallik] Hristiyan toplumu, hristiyan toplumlar, bireyleri öyleyse ben selameti istemiyorum demekte özgür bırakmaz. Her bireyden selameti araması istenir. Batı aslında cinselliği dışlamaz, cinselliği getirir, cinsellikten yola çıkarak bireyselliğin oluşumunun, öznelliğin, kısacası, bizim davranış tarzımızın , kendimizin bilincine varışımızın sorun edildiği tüm bir karmaşık dispositifi düzenler.

13 Ağustos 2013 Salı

John Duarte - Guitar Music ( by Antigoni Goni 2001)

Virtüözlüğüne bir şey diyemeyeceğim Goni'nin. Usta bir abimiz olduğu belli. Yavaş yavaş ben de bu klasik müzik performanslarının kalitesinden bir şeyler anlamaya başlıyorum bu arada. Bir yemek esnasında piyanoyla cebelleşen arkadaşı görünce ve kulaklarımı kapatmak, orayı çığlık ata ata terketmek istediğimde bunun farkına vardım. Neyseki bu arkadaşın akustik gitarla arası iyiydi, sesi de hiç fena değildi, gecemiz faciayla sonuçlanmadı. Performansa iyi dedik de 20.yy ın başlarında modernite zamanlarında doğan besteci John Duarte pek melodiyi sevmiyor olsa gerek. Var olan az melodi de garip ağzı burnu yamuk bir çarpıklık sergiliyor. Klasik gitarın naif olacağı elbette beklenen bir şey. Ama keşke yanında huzurlu anlar da getirseydi.O da değil. Bilemiyorum, diğer yandan oldukça övülen bir çalışma. Miloş tribünlere oynamakla eleştirilince klasik gitar çalışmalarının o noktadan öte hoş bir dile pelesenk haline varamayacağı anlaşılmış oluyor. Dolayısıyla bu çalışmanın yaşattığı akılda kalma zorluğu ve beklenenden daha fazla gösterilen frijit duruş olsa olsa elitist, seçkin bir zümrenin hoşuna gitse gerrek.

6,50/10

11 Ağustos 2013 Pazar

Refused - The Shape of Punk to Come (1998)

Bayramın kısa süresini bozcaada-gökçeada-çanakkale turu ile değerlendirdim. Çok kısa özet: işi market piyasası rekabetçiliğine dönüştüren ucuz tur anlayışının getirdiği sıkıntı bazı özel sebeplerle birleşince aradığım keyfi yakalayamadım. Zaten böyle olacağını biliyordum, zaten zoraki gittim. Neyse ki kısıtlı süreyle de olsa girdiğim güzel deniz yanıma kar kaldı. Denize girip amele yanığı olabilen ender insanlardan biri olarak ta ta karşınızdayım. Biliyorsunuz hava sıcak ve saldırgan gürültülü notaları pek tercih etmiyorum. Ama dinliyorum, o ayrı. O yüzden hardcore punk'a ,yani pop punk'ın zıt kardeşi olan akıma, yepyeni bir soluk ve yaratıcılık getiren sevilen sayılan hürmet gösterilen bir albüm de olsa dinlediğim, gayet öznel bir çerçeveyle yaklaşmaktan imtina etmiyorum. Kışın dinlesem, sinirli atarlı olduğum bir dönemde dinlesem apayrı bir lezzet alabilirdim. Ancak gel gör ki mevsim yaz , aylardan ağustos, for gods sake! Çıstırı çıstırı gidiyor şu aralar! İsveç yapımı bu mitralyöz çalışma türün kodumu oturtur soundunu alıyor, muhteşem bir müzisyenlik ile birleştiriyor. Sosyal içerik ve gerçek punk tavrı halihazırda devam ettiriliyor. Farklı farklı türlerden fikirler devşiriyor. Misal baslarda jazz esintileri, bir ara parçadaki tekno ritimleri, konuşma alıntıları, türün klasiklerine göndermeler, Tannhauser/Derive ismindeki kemanla açılan gayet progresif ve ayrık bir çalışma, aşk değil meşk baladı olan akustik kapanış parçası, her ne kadar bu sentez dinlemeyi zorlaştırsa da zihne kolay yerleşen agresif melodiler. İşte bunlar da grubun müziğini belirleyen belli başlı unsurlar. Senfonilerde de sevmediğim yorucu ve odaklanma engelleyici gürültü-sessizlik dinamizmine burada da rastlıyoruz. Sonuçta türün kitabını baştan yazarız ulannn manifestosu dinleyiciler arasında karşılık buluyor.

7,0/10

7 Ağustos 2013 Çarşamba

RETRO: Lux Occulta - Forever Alone Immortal (1996)

Çok sevdiğim Polonyalı bir black metal grubudur Lux Occulta. Her güzel şey gibi müzikal hayatları kısa sürmüş, bir çizgi değişiminden sonra dağılmışlardı. Şimdi yıllar yıllar sonra ilk dinlememdeki aynı başdöndürücü heyecanı tattığımı söyleyemem. Ancak yine de iyiler, yine de aradan onca sene geçti, çok da benzerini dinlemedim. Bu kadar övgü sözcükleri yeter. Yaptıkları müzik atmosferik ve hafif senfonik diye tanımlanabilse de gotik etki bu iki sıfatı da kapsıyor. Gotik demişken bayan vokallerin curcuna ettiği abartı bir müzik değil yapılan. Naturel, sis, toprak, dağ kokan bir rüzgar taşıyor soundları. Hafiften ritüel ve okült lezzet bulmak da mümkün. Tahmin edersiniz ki bu neticeyi yaratmada uzun şarkı sürelerinin de bir etkisi oluyor. Bu haliyle erken dönem Lake of Tears ya da Cemetery of Scream gibi lirik ve romantik gruplar aklıma geliyor. Grup temiz vokal kullanmazken black metalin acı çığırışları müziğe doom havası katıyor. Kapanış parçası Bitter Taste of Victoy en somut örneği teşkil ediyor. Piyano, flüt ve keman dozajında kullanılırken keyboarddan sağlanan etkinlik ve verimlilik grubun en önemli kozu haline geliyor. Yani seviyoruz kendilerini.

8,25/10

6 Ağustos 2013 Salı

Blur - The Great Escape (1995)

Brit toplumunun hiciv ustaları yine kendi ülkesinde çok sevilen bir albüme imza atmış görünüyor. Charmless Man ya da Country House gibi albümden çıkan singleların popüler manada ses getirdiği aşikar. Zaten single bazında eğlenceli ve etkili parça yazmada üstlerine yok. Ama ki adanın dışında bir Oasis olamamalarından hareketle tüm dünyanın da benim gibi düşündüğünü düşünüyorum, bu kendi içine kapanıklık albümü sıkıcı hale getiriyor. Halbuki helecanlı helecanlı hikaye anlatan Damon Albarn sesini ortama uygun hale getiriyor, vurguları, volümü dozbedoz ayarlıyor. Halbuki şarkılar üzerinde birbirine benzemesin diye bir alamet-i farika kuşu kondurulmuş, kiminde çöl ve deve lafları geçerken gitar bir oryantal melodi tutturuyor, bir şarkıda tropikana unsurları çok belirgin. Ya Mr. Robinsons Quango'nun garipliğine ne demeli? Yine de belli başlı bir kaç parçanın dışında akılda yer edici ve ya daha doğrusu hatırlamaya değen bir albüm olmuyor. Açıkcası Blur ile aram gelgitli sanırım. Ha konsere gelseler giderdim yani, o ayrı. Grubun parisyen sirk havasını sevdiğini de biliyoruz. Burada da bu havayı teneffüs eden Ernold Same öne çıkan hoş bir parça oluyor. Geçen albümde olduğu gibi sonlanışı Yuko and Hiro ismindeki ortalamanın üstünü tutturabilen hoş bir parçanın hemen arkasında akerdeyon-karnaval şamatasıyla yapıyoruz.

6,50+/10

4 Ağustos 2013 Pazar

Atoms for Peace - Amok (2013)

Thom Yorke kendi solo projesini nedense başka bir isim altında devam ettiriyor. Mümkün olduğunca takip etmeye çalıştığım bu garip sanatçının son çalışması artık açık açık glitch diye adlandırılınca bir acaba demiştim. Bip bip gcik gcuk sinir bozucu elektronik sesleri simgeliyor bu terim biliyorsunuz. Fakat dinleyince gönül rahatlığıyla farkına varıyoruz ki Thom Yorke vokalini neredeyse enstrümanvari bir kullanıma sokarak sözlerin işaret ettiğinin tersine rahatlatıcı bir ambiyansa mahkum ediyor insanı. En azından ben nice saatlerimi bu albümü dinlerken uyuyarak geçirdim. Huzurlu olmasa da ona yakındı hissettiklerim. Halbuki şarkıların sözleri öyle değil. Hatta ince detay bakarsanız vokalin sözleri betimlemek uğruna falçettodan falçettoya söyleme tarzında ufak değişikliklere gittiğini göreceksiniz. İşte bunu modern şarkıcılar pek yapmıyor. Yapsa da olayın agresyon yönüne abartı bir ağırlık veriyorlar. Burada ise poetika notalara dökülüyor. Tabi ki bu şiirselliğin kalitesi hakkında laf söylemek bana düşmez. Düşer, düşer, muhteşem değil bi kere. Yine de öyle bir şeyler var. Başkaları albümü o kadar tutmasa da başlangıç şarkısı  Before Your Very Eyes ile umutkar olmamak için bir sebep bulamıyorum. Default, Dropped ile Judge Jury and Executioner da beni doğruluyor. Basbayağı totoloji. Üstelik bas ritimleri de bu albüme çok yakışıyor. Daha fazla kullanması dileğiyle.

Not: bir şarkıda Björk birinde de Smashing Pumpkins hatırıma geldi vallahi.

7,50-/10

While my heart keeps returning
I am lost, I am weightless
With my arms by my side
I am hope, I can break this
I am rust, I am waiting
I am here, I am weightless
I am rust, rust

Sabahattin İsmail - Kıbrıs Türk Basınında İz Bırakanlar

KKTC Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1988 yılında yayımlanan bu kitaba Tüyap fuarından başka bir yerde rastlamak mucize olurdu herhalde. İkinci cildinin büyük ihtimalle hiç çıkmamış olmasından dolayı gazete bazında yapılan araştırma hep eksik kalacak görünüyor. Çünkü bulunabildiği sayıların kısıtında özetlenen haber ve makaleler sayesinde geçmiş zaman günceline ve mücadelelerine tanık olduğumuz çalışma Kıbrıs Türk tarihine iz bırakmış her yayını kapsamına alamamış durumda. Kitapta yer alan Ses, Vakit, Ateş, Kurun, Türk Sözü, Sabah, Memleket, Milliyet, Vatan, Köylü, Akın ve Savaş gazeteleri ikinci dünya savaşının hemen öncesinden 1970'lere varan bir zaman dilimini kapsıyor. Gazete nüshaları ve makalelerin siyah beyaz fotoğraflarına da yer veren kitabın kapağı kartondan sayfaları samandan olsa da dolu dolu içeriği ile okuyanı tatmin ediyor. Politik olarak ise bir miktar geleneksel siyasetin çeperinde kaldığı söylenebilir.

2 Ağustos 2013 Cuma

Ahmet Kaya - Şarkılarım Dağlara (1994)

Böyle bir ses gelmedi, gelmiyor vallahi. Sadece ses renginden değil albümün bütününde farklılaşan tekniği ve üslubundan da bahsediyorum. Yok böyle bir ses şimdi buralarda. Ya da daha da derinlere inmek gerek. Kum Gibi, Ağladıkça, Saza Niye Gelmedin gibi çok bilindik ve sevildik şarkıların bu albümde toplanması dinlemek için seçmemde en büyük etkendi. Doğru bir seçim yapmışım ki bu albüm aynı zamanda sanatçının en çok satan albümü imiş. Elbette çok satan iyi demek değildir. Daha iyisi bu örnekte nasıl olur, onu da bilemem. Çünkü Gururla Bakıyorum Dünyaya gibi damardan ajitasyon bir parça ile de en azından ilk kez tanışma fırsatını da bu albüm vesilesiyle bulabiliyorum. Eh böyle bir şarkıyı sokaklarda duyacak halimiz yok. Ama o özel zamanda o özel yerde bangır bangır dev parti otobüsü hoparloründen olmadı mefistodan dinleyebilsek ne güzel olurdu değil mi? Aynı hiddet derecesinde olmasa bile benzer bir politik iklimi taşıyan Özgür Çağrı da öne çıkan parçalar arasında yerini alıyor. Ancak popüler düzenlemelerin etkisini (Yeter) ve hiç de gizlisi saklısı olmayan arabesk sızıntıyı biraz garipsediğimi söylemeliyim. Ve Saza Niye Gelmedin'deki düğün salonu orgu ritmini yeni fark ediyorum, herhalde şarkının havasına hava katmak için yapılan kasıtlı bir atraksiyon diye düşünmek istiyorum. İlkokul öğretmenimin adı da Ahmet Kaya'ydı :)

8,75/10