14 Ağustos 2013 Çarşamba

Michel Foucault - Entelektüelin Siyasi İşlevi

Entelektüelin rolü global eylemde kitlelerin öncüsü olmak değil yerel mücadelede özel bir grubun danışmanı olmaktır. Entelektüel üretim aygıtına değil, enformasyon aygıtına bağlı olan kimsedir. Entelektüelin rolü işçinin bilincini oluşturmak değildir, çünkü bu bilinç vardır; ama rolü, bu bilincin, işçinin bu bilgisinin enformasyon sistemine girmesini, yayılmasını ve sonuç olarak olup bitenlerin bilincinde olmayan insanlara veya diğer işçilere yardım etmesini sağlamaktır.
Artık entelektüeller evrensel, örnek alınacak, herkes için adil ve doğru olanın kipinde değil, spesifik sektörlerde, kendi yaşam ya da çalışma koşullarının onları konumlandırdığı noktalarda (konut, hastane, tımarhane, laboratuvar, üniversite, aile ve cinsel ilişkiler) çalışmaya alıştılar. Kuşkusuz bu onlara yürütülen mücadeleler hakkında çok daha doğrudan ve somut bir bilinç verdi. Bu kesimi evrensel entelektüelin karşısında spesifik entelektüel şeklinde nitelendireceğim. Spesifik entelektüel figürü 2. dünya savaşından sonra şekillenmiştir. 19 ve 20. yy başlarında etkili olan evrensel entelektüel tarihsel figür olarak zenginliğin iktidarı, despotizmi, suistimali ve küstahlığına karşı adaletin evrenselliğini ve ideal bir yasanın eşitçiliğini koyan adalet adamı, hukuk adamından türemiştir. En eksiksiz ifadesini ise yazarda bulur. Spesifik entelektüelin kaynağı ise bilgin-uzmandır, ön plana çıkması atom fizikçileriyle gerçekleşmiştir. Bazı kesimlerin büyük evrensel entelektüellere duyduğu nostaljiye rağmen spesifik entelektüelden vazgeçilmemelidir. Spesifik entelektüeli devletin ya da sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği (bu doğrudur, ama aynı zamanda kendisinin işgal ettiği stratejik konumu da gösterir) ya da gene, bilimci bir ideolojinin propagandasını yaptığı  (bu her zaman doğru değildir..ikincil önemdedir) gerekçesiyle, yerel bir bilgiyle spesifik ilişkisinden diskalifiye etmek tehlikeli olacaktır. Bizimki gibi toplumlarda hakikatin ekonomi politiği beş önemli özellikle belirlenir. Hakikat, bilimsel söylem biçiminin ve bu söylemi üreten kurumların merkezinde ortaya çıkar; hakikat sürekli ekonomik ve siyasi teşvik altındadır; hakikat çeşitli biçimlerde çok geniş çaplı bir dağılımın ve tüketimin nesnesidir(...eğitim ve enformasyon aygıtlarının içinde dolaşır); hakikat bir kaç dev siyasi ve ekonomik aygıtın (üniversite,ordu,yazı,medya) yegane olmasa bile baskın denetiminde üretilip iletilir, nihayet hakikat bütün bir siyasi tartışmayı ve toplumsal çatışmayı ilgilendiren bir sorundur. Hakikat, sözcelerin üretimi, düzenlenmesi, dağılımı, dolaşımı ve işleyişi için düzenlenmiş bir prosedürler bütünü olarak anlaşılmalıdır. Hakikat, kendisini üreten ve destekleyen iktidar sistemleriyle ve kendisinin meydana getirdiği ve kendisini yayan iktidar etkileriyle döngüsel bir ilişki içindedir.Bu rejim yalnızca ideolojik ya da üstyapısal değildir, kapitalizmin oluşum ve gelişmesinin bir koşuluydu. Üstelik, belli değişiklikler olmakla birlikte sosyalist ülkelerde yürürlükte olan rejim de budur. Entelektüel için temel siyasi sorun bilimle ilintili olan ideolojik içerikleri eleştirmek ya da kendi bilim pratiğine doğru bir ideolojinin eşlik etmesini sağlamak değil yeni bir hakikat siyaseti oluşturmanın mümkün olup olmadığını bilmektir. Sorun insanların bilincini ya da kafalarında olanı değil hakikati üreten siyasi ekonomik ve kurumsal rejimi değiştirmektir. Söz konusu olan hakikati her türlü iktidar sisteminden kurtarmak değil (hakikatin kendisi zaten iktidar olduğuna göre, bir kuruntu olmaktan öteye gitmez bu), hakikatin gücünü şu anda içinde etkili olduğu toplumsal ekonomik ve kültürel hegemonya biçimlerinden kurtarmaktır.
Eğer iktidar baskıcı yönünden başka hiçbir özellik taşımasaydı, eğer HAYIR! demekten başka hiç bir şey yapmıyor olsaydı, ona gerçekten hep boyun eğileceğini düşünebilir misiniz? İktidarın etkili bir güç olarak geçerliliğini korumasını, iktidarı kabul etmememizi sağlayan etken, onun ağırlığını salt Hayır! demekle yetinen bir güç olarak göstermekle kalmayıp aslında birtakım şeyler arasında dolaşıp birtakım şeyler üretmesi, zevk yaratması, bilgi oluşturması ve bizzat söylem üretmesidir.

[Foucault okumadan önce inandığım bir söz vardı: bellum omnium contra omnes, Şimdi de aynı sözleri kendisinden okuyoruz]
Ben herkesin herkese karşı olduğunu söyleyeceğim. Mücadelenin, bir proletarya diğeri burjuvazi olmak üzere baştan verili özneleri yoktur. Ki kime karşı savaşır? Hepimiz birbirimizle savaşıyoruz. Ve her birimizin içinde, daima içimizdeki başka bir şeyle savaşan bir şeyler vardır.
[ya da]
İktidarın analizini devir, sözleşme, vazgeçme terimleriyle hatta üretim ilişkilerinin sürdürülmesine dair işlevsel terimlerle yapmak yerine her şeyden önce kavga çatışma ya da savaş terimleriyle yapmak gerekmez mi?Dolayısıyla iktidar mekanizması temelde ve özünde baskıcıdır diyen birinci hipotezin karşısında iktidarın savaş, başka araçlarla sürdürülen savaş olduğu hipotezi olacaktır. Ve bu noktada Clausewitz'in önermesine geri dönülecek ve siyasetin başka araçlarla sürdürülen savaş olduğu söylenecektir.

Günümüzde , 19.yy.dan bu yana suçlular her türlü devrimci dinamizmlerini kaybetti. Marjinal bir grup meydana getiriyorlar. Onlara bu marjinalliğin bilinci verildi. Nüfus içinde yapay, ama kullanılabilir bir azınlık oluşturuyorlar.
Marx, emeğin insanın somut özünü oluşturduğunu düşünüyordu ve yazıyordu. Bunun tipik bir Hegelci düşünce olduğunu sanıyorum. Emek insanın somut özü değildir. Eğer insan çalışıyorsa,eğer insan bedeni üretici bir güçse, bu , insan çalışmak zorunda olduğundandır. Ve insan çalışmak zorundadır, çünkü siyasi güçler tarafından kuşatılmıştır, çünkü iktidar mekanizmalarının içine alınmıştır. Çalışmayı istiyor ve seviyoruz. Karşılıklı bir ilişki diyalektik bir ilişki değildir. Çatışkı sürecinin bir yanında pozitif bir taraf ve diğer yanında negatif bir taraf olduğu anlamına gelmez. Doğada diyalektik yoktur. Tutucu veya devrimci bir felsefenin var olduğuna inanmıyorum. Devrim siyasi bir süreçtir, aynı zamanda ekonomik bir süreçtir. Ama bu felsefi bir ideoloji oluşturmaz.Bu nedenledir ki Hegel'inki gibi bir felsefe hem devrimci bir ideoloji hem de devrimci bir yöntem ve araç, ama aynı zamanda da tutucu bir şey olabildi. Nietzche örneğini ele alın. Nietzche fantastik denebilecek düşünceler ve araçlar geliştirdi. Nazi partisi tarafından yeniden ele alındı ve şimdi de çok sayıda sol düşünür tarafından kullanılmakta.
Belki felsefe hala karşı-iktidarın yanında bir rol oynayabilir, yeter ki felsefe iktidar karşısında kendi yasasını övmesin, yeter ki felsefe kendini peygamber olarak görmeye son versin, yeter ki felsefe kendini pedagoji veya hukuk olarak görmeye son versin ve iktidar etrafında olup biten mücadeleleri, iktidar ilişkileri içindeki hasımların stratejilerini, kullanılan taktikleri ve direniş odaklarını analiz etmeyi, açıklamayı, görünür kılmayı ve yaygınlaştırmayı görev olarak üstlensin, kısacası, koşul olarak felsefe iktidar sorununu iyi ve kötü terimleriyle değil varoluş terimleriyle ortaya atsın.
Cinsel ahlakın bu üç büyük ilkesinin hristiyanlığın ortaya çıkışından önce Roma dünyasında var olduğunu .. büyük bölümü Stoacı kökenli başlı başına bir ahlaka olduğunu göstermektedir. Demek ki hristiyanlık sıkça söylendiği gibi cinsellik üzerindeki bir dizi yasağın, cinselliği diskalifiye etmenin, sınırlandırmanın sorumlusu değildir. Bu cinsel ahlak tarihine hristiyanlığın getirdiği şeyin yeni teknikler olduğu kanısındayım. [bkz Pastorallik] Hristiyan toplumu, hristiyan toplumlar, bireyleri öyleyse ben selameti istemiyorum demekte özgür bırakmaz. Her bireyden selameti araması istenir. Batı aslında cinselliği dışlamaz, cinselliği getirir, cinsellikten yola çıkarak bireyselliğin oluşumunun, öznelliğin, kısacası, bizim davranış tarzımızın , kendimizin bilincine varışımızın sorun edildiği tüm bir karmaşık dispositifi düzenler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder