22 Ekim 2015 Perşembe

Angel Olsen - Burn Your Fire for No Witness (2014)

Yürürken aklımdan geçirdiklerimi ekrana aynısıyla aktaramamak ne acı. Bu yazıyı da koliler arasından taşınmak üzere olmanın huysuzluğunu taşıyan bir evin salonundan döktürüveriyorum. Bu bir mazeret değil. İtinalı yazma gayretimi en son 16-17'imde göstermiştim. Bu albüm genç şarkının henüz ikinci albümü olmasının kararsızlıklarını taşıyor. 40-50'li yılların countryimsi folkundan doksanların noise rockına yaşattığı gelgitler baş döndürüyor. Aslında folk ve rock birbirne zıt kutuplar olmasa da bir albüm içinde toplaştıkları bu örnekte henüz yeteri kadar ahenkle dans ettiklerini söylenemiyor. Ayrıca vokal olarak da depdeğişik isimleri hatırlatmaktan eksik kalmıyor. Kayıt boyunca mikrofonun başına farklı vokaller geçtiği bile zannedilebilir, o derece yani.
Bununla birlikte bestecilik ve performans konusunda öyle bir potansiyel gösteriyor ki hemen her şarkının kendi başına dikkatleri celp ettiğini eklemek mümkün. Hele bir slow var ki White Fire, son yıllarda dinlediğim en yalın ve etkileyici baladlardan biri oluyor. Şarkıları saymaya başlamışken, hoşbeşime gidenler olarak, Forgiven/Forgotten, Star, White Water da zikredilmeli. Görüldüğü gibi beğeni protfoyümde şarkıcının kaydı gibi oldukça değişkenli gösteriyor. Diğer bir husus ise kesinlikle albümün dinledikçe açılıyor, güzelleşiyor olması. Yine de bir yere bir yerlere kadar.

7,0+/10

21 Ekim 2015 Çarşamba

The Chemical Brothers - Born in the Echoes (2015)

Şu lafı söylemeyi sevmemekle beraber ki olgunluk dönemidir o, kıyısından köşesinden değinmeden geçemeyeceğim. Grup olgunluk döneminin sancılarını yaşıyor. Albümün özellikle ilk yarısı eski günlerinin patlamalı hoplamalı big beat günlerinin gölgesini taşıyor. Klip şarkısı Go ile ardındaki silsile, Under Neon Lights, EML Ritual gibi şarkılar hala kulüplere takılarak yaşlandığını inkar etmeye çalışan birini andırıyor. Bir de benzeri bir hatta parlayan Born In The Echoes var. Yine de yüksek sesle ve kulaklıkla dinlendiğinde grubun becerisi, tecrübesi bu şarkılarda kendini belli ediyor. Zaten söylemeye gerek yok, albümün de en bi güzel dakikalarıdır yaşatan insanı. Albümün en Chemical Brothers olmayan anlarını ise Wide Open ile yaşıyoruz. Beck destekli demem bir şey ifade edecek midir bilmem. Sadece alıştığımız hareketler değil bunlar diyebilirim. Sonuçta başarıyı sonuna kadar hak eden yaratıcı bir ekip oluyor kendileri. Kötü bir iş çıkarabileceklerine inanmıyorum.

7,50+/10

18 Ekim 2015 Pazar

Mervyn Peake - Gormenghast I: Titus Groan

O kadar çok kendimi tekrarlamaya başladım ki sevmediğim insanlara benzedim. Zaten kendimi pek sevdiğimi söyleyemeceğim de bu artık psikolog psikiyatristlerin konusu. Sorun şu ki vaktim yok. İstanbul'un en batısından, Beylikdüzü değil canım, orası İstanbul değil; en doğusuna, Pendik-Tuzla değil canım, orası İstanbul değil; taşınma derdini içeren bir ev alma durumu bir yandan ailemin kiraya taşınması diğer yandan, delirten sektörüne kafa attığım iş yoğunluğum bambaşka bir yandan.. Hızlıca özet geçeyim. Gormenghast 40-50'lerde yazılmış gotik bir üçleme. Bir şato ve onların himayesindeki fakir köy arka mekan. Gotik tanımı bir bakıma basite kaçma aslında. Kafka'yı hatırlatmak da başlı başına yanıltıcı. Charles Dickens da hakeza öyle.Dili kitabı klasik romanlar arasına katacak kalitede, tasvirlerdeki edebiyat yapma kaygısı biraz fazla göze batıyor, tek eleştirim bu. Fakat olay örgüsü, yan hikayeler, karakter tahlili daha doğrusu inşası tek kelimeyle mükemmel. Uşak Flay adamım, bir sürü badire atlatıp hayatta kalmayı başarıyor. Yazarı bu yüzden sevdim. Oportünist azmettirici genç Steerpike'ın gebermesini boşa bekledim. Yazarı bu yüzden sevmedim. Rahat rahat buraya spoiler yazıyorum çünkü kitabın başında Antony Burgess'in yazdığı önsöz de bayağı bayağı hikayeyi patlatıyor. Böyle şeyleri en sona atsak ne güzel olur değil mi editör arkadaşlar. Detay yani spoilerın hası ise şu şekilde. Notum ise bi sekiz eder bu yafu hatta sekiz buçuk.
Bir şato var, karanlık, ıssız bucaksız felan. Melankolik Lord Sepulcrave tarafından yönetiliyor. Bütün lordların yaptıkları tarih içinde kanunlaşmış ve Sourdost ismindeki doksanlarında bir ihtiyar görevli tarafından sıkı sıkıya takip ediliyor. Bu adamın peşinde lord, her gün saatlerini saçma ve de sapan ayinlere vessair harcıyor. Karısı ise iri yarı Gertrude bi garip hatun. Kuşların ve kedilerin dilini biliyor, gün boyu yatıyor. Etrafında ya kuş sürüsü var ya da bembeyaz bir kedi ordusu. Kızları Fuchsia ise pek bi hayalperest, yeniyetme çağlarında ailesinin şefkatini özlüyor ve yaşlı cep boyutundaki dadısı Nannie Slagg ile vakit geçirdiği de oluyor. Lord'un kapısında yatan Flay ise ömrünü şatoya ve Groan sülalesine adamış. Kısa sürede tombalak ahçıbaşı Swelter ile kanlı bıçaklı oluyorlar. Kitabın sonlarındaki uzun düelloda olduğu gibi satırlı kılıçlı mı desem acaba. Lord'un ikiz geri zekalı yine kırklarında felan vardır her halde kızkardeşleri bulunuyor: Cora ve Clarice. Şatonun doktoru matrak ve geveze Prunesquallor, hanımefendi pozlarındaki eline erkek değmemişliğin gerilimini taşıyan kızkardeşi ile yaşıyor. Gözü yükseklerde olan genç Steerpike'ın psiko Swelter'in elinden kaçıp şato içinde dolanmaya başladığı vakitler lordun sonunda genç bir oğlunun dünyaya geldiği vakitleredenk düşer. Çocuğun ismi Titus olur. Steerpike zekasıyla önce doktorun yamağı olur, şatoyu ve sülaleyi çözdükçe ikizlerin salaklıklarından faydalanıp onların kütüphanede bir yangın çıkarmalarına ikna edilmesini içeren bir planı yürütür. O sırada bir toplantı için orada bulunan şato ahalisini kütüphaneden kurtarıp kahraman olma ve yükselme peşindedir. Hakikaten de öyle olur ama geleneklerin efendisi Sourdost hayatını kaybeder. Titus'a sütannelik için köyden çağırılan yeni dul Keda kendi kaderini izlemek için bir süre sonra şatoyu terkeder. Bu hazin kaderi ona aşık iki gencin düelloda birbirlerini öldürmesi gibi şeyler içerir. Onlardan birinden hamile kalıp sonradan doğurduğu kız bebeği ise kitabın sonlarında Titus'un lord olma törenindeki geleneği yok edeceğinin işaretini gösteren kehanet dolu anların parçası olacaktır. Titus niye mi lord oluyor? Çünkü babası öldü. Kitaplarına fazlasıyla bağımlı adam bu acıya katlanamayıp delirir bir baykuşadama dönüşür ve bir kulede Swelter'in ölüsüyle kendini kuşlara yem eder. Swelter'i kim öldürdü? Flay adamım. Lordun karısı Flay'ı değerli kedilerinden birini canlı canlı Steerpike'ın suratına attığını görünce şatodan kovar. Flay Sterpike'ın dalaverelerini anlamıştır. Ki doktor da lordun karısı da Steerpike'dan şüphelenir. Ama Flay yine de gizli gizli şatoya girer. Biliyordur ki uzun süredir birbirlerini aşağıladıkları Swelter ile olan düşmanlığı artık suikast raddesine varmıştır. Swelter'ın o kocca bünyesiyle sessiz yürüme egzersizleri yaptığını, durmadan satırını bileylediğini defalarca görmüştür. Ölen Sourdost'un görevini üstlenen aksi topal Barquentine'ın yardımcılığına yükselen Steerpike gözüne lordun kızına da kestirmiştir. Bakalım devamında ne olacak?

Yılmaz Aysan - Afişe Çıkmak : 1963-1980 Solun Görsel Serüveni

Ufak bir tespitim var, bazı sol hareketlerin çalışmalarına yeterince yer verilmemiş, belli ki verilememiş. Zincir kıran proleter imgesinin hikayesinin anlatıldığı gibi Maocu yayınların başlıklarındaki klişeleşmiş kitle resminin de bir öyküsü olsa gerek. Ha keza Kürt hareketlerindeki eksiklik de dikkat çekiyor. Bir diğer husus da çizilen resimlerdeki grafiklerdeki bıyıklı erkek hakimiyeti. Kadın derneğinin logosuna bile sızmış yafu. En doğal hakkk olarak görüyor herhalde.
Diğer bir deyişle kendisini politik hareketlerle kısıtlanayıp öğrenci hareketinden , sendikalara, tiyatrodan kitap kapaklarına, şenliklerden albüm kapaklarına, teknik bilgilerden röportajlara dönemin grafik sanatı olarak ne varsa derleyip toparlayan bir çalışma. İletişim'in otuzuncu yılı şerefine fuardan gayet uygun bir fiyata satın almıştım. Zaman zaman sayfalarını karıştırıp durduğum bu ansiklopedik eserin okunup bitirilme vakti çoktan geçmişti. Artık okuduklarıa da not veriyorum demiştim: dokuz buçuktan on.

17 Ekim 2015 Cumartesi

RETRO: Burzum - Det som engang var (1993)

Ne yazacağımı bilemiyorum, yıllanmış şarap ibaresi belki aşırıya kaçabilir ama zamana yenik düşmekten de fersah fersah deniz mili deniz mili uzakta, sadece diskografide değil tür içinde de mühim bir çalışma. Bu kaydı duymayıp black metal dinlediğini iddia etmek pek abes kaçar. Tak tak kilit taşlar temele yerleştirilmiş. Ortadaki ambiyans parça da zamanlaması ile albüme katılmış fevkaladenin fevki bir harç görevi görüyor. Sonları biraz sallantılı olmakla beraber klasik mi klasik bir yapıt işte. Ancak bu kadar yazabildim.

8,75/10

15 Ekim 2015 Perşembe

RETRO: Dio - Lock Up the Wolves (1990)

Hard rock etkisinin iyice kendini hissettirdiği bu çalışma ile Dio'nun o şaşaalı günleri sona ermeye başlasa da bence çok şükür, öyle derin bir kopuş yok ortada. Özellikle başlarda karşılaştığınız farklı hava ki kadrodaki değişikliklerin emaresi belki de, kısa sürede dağılıyor. Lock Up Wolves, Between Two Hearts, Evil on Queen Street gibi şarkılarla mest olabilme imkanını buulabilme ihtimalini seviyorsunuz. Önceki albümlere kıyasla melodilerden daha sert bir düşüş yaşayan söz kalitesi gerçeğini de göz ardı edemiyoruz.

7,25/10

14 Ekim 2015 Çarşamba

Von Thronstahl - Bellum, Sacrum Bellum!? (2003)

Martial industrial türüne yaratıcı müdahalelerde bulunan grup yine de merkezden çok uzaklaşamıyor. Düzenlemeler ya da elektro gitarın duhulü ya da rockımsı ritimler, geleneksel sounda eklemleniyor, sesi zenginleştiriyor ama pek de işin doğrusu değişiklik taratmıyor. Endüstriyel efektler, kesik kesik ve ritmik alıntılar, Nazi parti mitingi atmosferi, SS nutukları, coşkun kitle çığırışı, Avrupa romantizmi, yoz senfoniler... Açıkçası bu türün grupları nereye kadar takip edilmeli, şüphe içindeyim. Yalnız bahsedilmesi gereken güzel bir nokta var. We Walked In Line ya da Warheads of Humanity'deki post punk/gotik etkisi; işte yüzlerini bu yöne çevirirlerse dinlemesi gayet keyifli şeyler çıkacak gibi. Anlaşıldığı gibi ilk kez tanışacakları her halükarda tatmin edecektir vesselam.

7,0/10

10 Ekim 2015 Cumartesi

Sigh - Graveward (2015)

Daha kötü ne olabilir ki diye düşünmeyi bıraktığımız günlerden geçiyoruz. Biliyoruz ki iyi günlere gitmiyoruz uzun süredir. Allah ya da inandığınız insandan büyük ne güç varsa yardımcımız olsun. Dolayısıyla insanın hiç bir şey yapmak gelmiyor içinden. Tam da istedikleri gibi kendi içime küçülmek, her şeyden elimi eteğimi çekmek istiyorum

yenilmek susmak yenilmek susmak
saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
saat derseniz


Dinleyeni şaşkınlık denizinde boğan Sigh'ın son albümü belki de ilk temasa istinaden üzerimde yarattığı şok etkisi sebebiyle bir önceki albüm In Somniphobia'nın gerisinde kalıyor. Bir kere o karnavalvari atmosfere girmeniz dördüncü şarkı The Forlorn'a kadar gecikebiliyor. Bunun sebeplerinden birisi de alternatif metal kulvarındaki amatör grupları hatırlatırcasına tizleyen clean vokal. Neyse ki tüm şarkı bu tonda söylenmiyor. Ama ben şimdi de önceki albümde bu vokalin olup olmadığını merak ediyorum. Yeni bir şeyse lütfen ağbiler ablalar durun, yapmayın günahtır. Özellikle trash ritimlerine başvurdukları anlar Out of The Grave ya da senfonik karmaşanın en az yaşandığı kapanış parçası Dwellers in a Dream gibi şarkılar aracılığıyla dinleyeni pek bir güzel ihya edebiliyor. Metalin sınırlarında yalpaladıkları A Messenger From Tomorrow için de hakeza şapkanın ucuna tiptipetip tıklanarak bir reverans gösterilmeli. Kaydın kapağının pek güzel özetlediği gibi tema mezarlık, ölümü kabullenememe, ölüm korkusu ekseninde ölüm olarak işlenmiş. Böylelikle öncü-metal dinleme serüvenine büyük bir noktalı virgül koyuyorum.

8,0-/10

7 Ekim 2015 Çarşamba

Jean Sibelius - Violinkonzert; Finlandia; Tapiola (1988)

Off kafam çok karışık başka başka mesellerden dolayı. Dolayısıyla kafamı verip de şu son dinlememi layığıyla gerçekleştiremedim. Karajan'ın ruhu, Berlin Filarmoni Orkestrası beni hep affetsin. Artık alışageldiği gibi sözlerimize klasik müzik dinlemenin bir çaba gerektirdiği ama bu çabanın da meyve getireceğini belirterek devam edelim. 1800 sonları ile 1900 ortaları arasında yaşamış olan bestekar Sibelius efendi, memleketi Finlandiya esintili kompozisyonları ile biliniyor. Buradaki üç eserin temposu değişse bile kayıt, böyle ışıl ışıl huzurlu pastoral bir iklim yerine  doğanın çetin koşullarını aksettiren bir gerilim atmosferine boğuyor dinleyiciyi. Özellikle bazı anlar saçlarınız fırçadiken oluyor, gömlek yakanız adem elmanızı zorluyor. Doğa soğuk yüzünü gösteriyor. Ki Karajan'ın tarzı diğer bir ifadeyle bestecininkiyle şıpşıpadık uyuyor. Bu bestelerin ortak noktaları olan yaylı çalgıların hakimiyeti bu havanın iskeletini meydana getiriyor. Bir diğer güçlü husus da yavaş bestelerde dahi disipliner icranın derin etkisi sayesinde dinleyicinin konsantrasyonunun bozulmaması. Tabi benim gibi kafanız çok meşgul değilse.

7,75/10

4 Ekim 2015 Pazar

Rapoon - Dark Zero (2015)

Rapoon ismiyle müzik yapan Robin Storey aslında oldukça tecrübeli bir müzisyen. Hem bu mahlasıyla hem de eskiden mensubu olduğu zoviet france grubuyla yıllardır endüstriyel ve tribal ambiyans türlerinde faaliyet göstermiş gösteriyor. Ama solo albümlerinde maalesef hemen her sene albüm çıkararak kendi yaratıcılıklarını körelten müzisyenlerin amansız tuzağına düşmüş görünüyor. 2014 senesinde benim belirlediğim kadarıyla 2'si kollabrasyonlu 7 albüm yapmak, ne diyeyim bilmem ki bayağı bayağı iddialı değil mi? Best of'ları derlemeleri, singleları hariç tuttum yafu. Bunun neticesinde 70 dakikanın üzerinde süren albüme ancak 3. şarkının bir kısmından sonra 20-25 dakika sonra layığıyla başlayabiliyoruz. O aşamaya kadar hiç bir ilgi çekici dakika sunmuyor bize. Jenerik endüstriyel hımhım da hımhımlarr. İşte o noktadan sonra albüm enteresan yüzünü gösteriyor. Aklıma gelen Blade Runner, Gravity, 2001:Space Odyssey, Burial, Fallout esintileri belki de fazlasıyla hatıra makinesini çalıştırıyor. Sonrasında ise sanatçı biraz da dengeyi tutturup ambiyansa yöneliyor. Böyle bir albümün konuşma kaydı içerdiğine de şaşmamak lazım ki yüksek nutuk kibriyle bu samplelar da ek bir yaratıcılık sunmuyor. Netice itibariyle çok çok çok daha iyi olabilecek bir yapıtken biraz fazlaca başkalarını anıştırması ki burada karşımıza çıkan engüzelbişey, biraz da spesyalitesinin sıradanlığı ortalığa ekşi bir koku yayılmasına sebep oluyor.

6,75/10

1 Ekim 2015 Perşembe

Erkin Koray - Singlelar 2

Kıskanırım / İlahi Morluk (1971)

Sevmedim hem de hiç sevemedim. Beatles görmüşçesine çığıran genç kızlara ithafen İlahi Morluk, eski ve özelliksiz bir rock'n roll şarkısı aslında. Böyle efektlere hiç gerek yok, Canlandırma değil gerçekse daha da vahim. Kıskanırım sayesinde ise kendimizi bir Bağcılar düğününde felan buluyoruz. En iyisi bu bahsi uzatmadan kapatalım reca ederim lütfen.


Hor Görme Garibi / Züleyha (1972)

Erkin Koray'a oldukça ilginç bir grup eşlik ediyor: Ter. Cazır cazır fuzzy gitar tonu ile alevler içinde bir performans sergiliyorlar. Her ne kadar vokal ile grup aslı Orhan Gencebay'a ait olan o ünlü Hor Görme Garibi yorumunda ayrı tellerde çalsalarda ortaya çıkan iş harikulade. (bu kelimeyi yazabilmek için sözlüğe baktim vallahi) Vokalin ekosu ve arkadaki kuduruk hard rock uyumsuz bir çekim oluşturuyor, mıknatısın zıt kutupları gibi. Züleyha ise bir kat daha mükemmel bir yorum. Her şeye bi kulp bulurum, buna bulamadım. Kulpsuz bu yafu.


Gönül Salıncağı / Hayat Bir Teselli (1976)

Araya bir kaç sene boşluk bırakıyoruz. Kemanlarla birlikte klasik musiki ayarında başlıyor Gönül Salıncağı. Kısa sürede Erkin Koray'ın çatallı sebebiyle yine melodi popüler bir ezgiye dönüşüyor. Hayat Bir Teselliile birlikte oryantal dramanın dibine vuruyor meyhane köşelerine çekiliyoruz.

5,0/10 , 9,50/10, 7,50/10