30 Ağustos 2016 Salı

Cult of Luna & Julie Christmas - Mariner (2016)

Alanında böyle sevilen bir gruba neden ben yeterli ihtimamı saygıyı hürmeti göstermiyorum diye düşündüğümde vokalin sesini duyuyor ve unuttuğumu tekrar hatırlıyorum. Üstelik şimdi iki oldular. Bu kadar abartılacak bir durum yok aslında, işin aslı şu: En çok Battle of Mice namındaki grubuyla tanınan bayan vokalimiz Juliecan da mikrofonun başına geçiyor. Yalnız sesi öyle hayat dolu ki neredeyse kuşlar cıvıldaşıyor. Cult of Luna tarzı atmosferik sludge kaydında böylesi bir vokalin uyumsuz kalacağı ortada. Hoş, bir kaç anda uyumsuzluğun uyumu baş gösterebilmekte. Ama bu kayıt sirk ucubeliğini gösterme niyetinde değil, albümde denizlere açılmış derin bir konsept işleniyor. Bu arada sahip olduğu dramatik zenginliğini dinleyiciye iletmekte daha başarılı olan Julie'nin performansı, gerilimli bir seyir izleyen üçüncü şarkıda daha öne çıkmakta, değişik formlarda izlenebilmekte. Lakin albümün en güçlü şarkısı Cygnus olsa gerek. Klasik bir biçimde grubun kusurlarını içermekle beraber son beş dakikasında yaptığı açılım saçılımla göz doldurmakta. Yine de bu albümdeki işbirliğini tanımak isteyenler için ilk şarkı A Greater Call tavsiye olunur.

7,50++/10

29 Ağustos 2016 Pazartesi

RETRÖ: Motörhead - On Parole (1979)

Grup bir kaç albüm yayınlayıp ismini duyurmaya başladığında 1976'da piyasaya sürülmesi planlanıp vazgeçilen bu ilk albümleri birden değere biner ve 1979 yılı içinde çıkartılan üçüncü albümleri olur. Dolayısıyla sounddaki değişimin izlerini görmek mümkün. Lemmy yeterince sarhoş değil, sesi bile yeni yeni paslanıyor. Ayrıca mikrofonun başına daha tiz sesli biri de geçiyor zaman zaman. Punk ritimleri var ama hakim değil albüme ve bununla ilintili olaraktan tempo bir miktar daha düşük. Kirlilik oranı az, grubun standartlarıyla kıyaslarsak hijyenik bile denebilir. Blues etkili rock'n roll'a da selam çakan hard rock diyebiliriz. Öyle demek istemem ama, neredeyse sonraki albümlerinden daha fazla keyif verdi. Über şarkılar içeriyor kayıt üstelik: Motörhead, Iron Horse, Leaving Here, On Parole gibi. Bu şarkılar arasında ufak çapta farklılıklar olması dinlemeyi daha da güzelleştiriyor.

7,75-/10

28 Ağustos 2016 Pazar

Gönül Çolak - Komi ve Kemikler

2009 Yunus Nadi Ödülüne layık görülen bu öykü kitabı için arka kapağındaki yapılan yorumların, Yusuf Atılgan benzetmesi gibi, kitabı okuduktan sonra hayli iddialı kaldığı anlaşılıyor. Kitaba da adını veren ilk hikayede bir bekar evinde perdesiz ve camları kırık mutfağında bulaşık yıkarken görülen genç bir adamı gözlemleyip öykü yazan Neriman, Neriman tarafından ismi Rıza konan ve parasız kaldığından dolayı üzerine pişmanlıkla mezar soygunculuğu yapması yakıştırılan bu genç adam ve yazar arasında hikayenin kim tarafından yazıldığına dair muallak bir karmaşa işleniyor. Karanlık Oyunu 1'de karanlık bir oda içinde anılarla, kehanetlerle iç içe geçen bir yolculuğa çıkıyoruz. Anlıyoruz ki kaza geçiren bir kadının gözleri önünden geçen film şeridi grotesk bir hale bürünmüş. Aynı hikayenin ikinci bölümünde hastane odasında uyanan kahraman, uyanıklık ve hayal içinde ayrım yapamadığı yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Sokak Çocukları Yanılmaz ile yine yazar ve baş karakter arasında bir çekişmeye tanık oluyoruz. Arka sokaklarda sabahı bekleyen kızlar ve bir tinerci genç ile kahraman arasındaki diyalog hikayeye damgasını vuruyor. Son hikaye ile yazar yaratım krizini absürt bir kurguya dönüştürüyor. İlk basılı eseri olması göz önünde bulundurulduğunda gerçekten de iddialı öyküler ortaya konmuş. Fakat yazarın kendine has özelliğini yansıtarak hikayeleri, farklı konuları ve bileşimli ilerlettiği alt bölümleri haricinde, üslup olarak renklendirebildiğini söylemek zor. Kreması eksik diğer bir deyişle.

6

RETRO: Moonspell - Sin / Pecado (1998)

Grup bu albümüyle metalik takipçilerinden pek bir tepki çekmişti zamanında. Depeche Mode mu olmaya çalışıyosun felan demişlerdi hatta. Şimdilerde ise deneysel arayışlara kimsenin itiraz ettiği yok. Umursayan da olduğunu pek zannetmiyorum ya, neyse. Grubun bu üçüncü uzunçaları  gotik metal üst başlığı altında tıkışlanabilse de elektronik ve saykedelik etkilerle sound zenginleştirilmiş. Aslına bakarsanız her bir bestenin kendi içinde ne kadar dolu olduğunu anlamak çok zor değil. Eski lineer adımlar belki bestecilikte sadece devam ediyor. İşte ilgi çekmeyen öğe de burası, şarkılar beste olarak, üsünü püsünü süsünü kaldırdığınızda yalın ve çıplak hallerine baktığınızda kendilerinden bayağı bayağı bir şey kaybediyor. Halbuki vokal ve prodüksiyonun ter akıttığı o kadar belli ki. Yine de iyi şarkılar var. Daha da ilginci herkes ayrı şarkıyı beğenebiliyor. Örneğin ben Dekadance hoşmuş yafu diyorsam birileri en kötüsü o arkadaşım, n'aptın diyebiliyor. Bu da albümün güçlü mü yoksa zayıf mı yönü, siz karar verin artık. Handmade God ve 2econd Skin de öne çıkmalarına bağlı olarak dinleyiciyi bölmüştür. Let The Children Cum To Me biraz tribün parçası olsa da çok güçlü ve dikkat çekicidir. Magdalene'de de ilgi çekici oyunlar içerir. Ben bir de intro ki ezan sesini duyunca ne bayraklar sallanmıştı, kornalardan sokaklarda konuşamaz olmuştuk, ile outroyu sevmemiştim. Albümün sesine yakıştıramamıştım pek, hala da öyle.

7,50-/10

26 Ağustos 2016 Cuma

Birhan Keskin - Fakir Kene

Birhan Keskin'in daha önce okuduğum kitabından ayrı bir yerde duruyor. Öyle anlaşılıyor ki, kitap raflarında ön sıralarda da rastladığım üzere Birhan Keskin'in bu son yapıtı belirli ve tabi ki güzel bir ilgi uyandırmış. Binlerce basılsın, binlerce satsın, binlerce anlaşılsın, binlerce duyumsansın inşallah! Metis'in sitesinde bir araya getirilen eleştiri yazıların da hakkında oldukça olumlu sözler sarfetmekte. Herkesin bahsettiği gibi, bireyden topluma yönelim bu farkı meydana getiriyor. Gezi, çevre katliamları, kadın cinayetleri, yaşlılık, hastalık,ölüm... Şairin anlatacak ne çok şeyi var bu topraklarda. Eser Kardeş Payı, Küçük Şeyler, Always on the Move ve Cümle Kapısı başlıklarına bölünmekle beraber girişte yer alan ve bu bölümlerden hiç birine ait olmayan Kargo isimli okuyucuyu selamlayan şiiri yürekte hemen bir çarpıntıya sebep oluyor. Hızlı okuyanların aksine ben ağır ağır hatim ettim şiirleri. Eski kafalı değilim lakin şahsen bazı kelimelerin, gündelik dilde kullandığımız ve kulakta hoş bir ses oluşturmayan bazı kelimelerin şiirden aldığım tadı zedelediğini düşünüyorum. Şair çeşitli nedenlerle, bu kelimeleri kullanmaktan imtina etmemiş. Yalnız bu kelimelerin, seksi, fuck, fusion gibi, kullanımının alaycı bir eleştiri, bir dilde biriken paslı sinirin yansıması olmaları bende hafifletici bir sebep etkisi uyandırıyor.

8,50

benim bu memleketten 30 yıllık uyku alacağım var doktor

...
bizim millet şiiri sevmediği gibi el ele tutuşmayı da sevmiyor

...
Biz Ross, al sana misal;
Ali öldürüldü dövülerek,
Kadın erkek hepimiz onun anasıyız.

Sağlıklı yas ne Ross?

...
Bir küfür gibi evde oturuyorum

...
Bir gün her şey karbon sevgilim
**
Ne diyeyim allahım
ben sana biraz platoniğimdir biliyorsun
Ben bu şüpheyi sırtıma yük edindim, öyle yürüdüm,
gocunmam da yükümden beni bilirsin.
Ama bunlar çok iştahlı allahım ve görüyorsun nasıl da dünyevi.
Bunlarmış senin kulların öyle diyorlar biz de kürenin üveyi.
Öyle mi?
Oysa allahım bilirsin ben en çok yeryüzünü,
ve başımı yatırınca toprağa, gökteki yıldızları da,
işte böyle bilirsin çok güzel yapmıştın bu yeryüzünü.
Bizim köydeki gibi.
Allahım bunlar tokileri seviyor, betonları, hızlı trenleri.
Oysa ne acelemiz var, ben ki bunca agnostiğim yine de biliyorum
ordaysan nasılsa geleceğiz yanına geri.

Diyor ki, yasalar getirdim, gıcır gıcır, delik deşikti eskisi
Anlıyoruz ki yasalar dümdüz ediyor ciğerimizi
Diyor ki, yasaklar getirdim ama senin iyiliğine canımın içi
Diyor ki, üç beş ağacı kesmişim, indir bindir bütün yaz boyu,
keseriz tabii bunda ne var diyor
Diyor, ben sana medeniyet getiriyorum tomar tomar.
İnsan önce bi minnet duyar.
Oysa allahım toprağa bassın ayaklarımız fena mı olur,
istiyoruz ki sokağımızda bir ağaç gölgesi.

Diyor ki,boynuzlu köprü uaptırdım gelip geçmeye
haliçin ortasına bak nası' seksi
Allahım sen bunlara akıl fikir ver diyeceğim ama
vardır senin bir bildiğin illa ki.

Allahım işte görüyorsun bunları, eyübün sabrı nedir,
rızanın fazladan şeftalisi ne?
Bilmiyor. Bilmiyor nedendir zeynebin yakarısı.
Ben ki sana bunca platoniğim ama canıma yetti artık
Valla bak biz mi düşeceğiz hep iskelelerden
Başlarına yık şunların bu metropolleri

***
Ben canımı sokakta buldum efendim!
Ben çimenlere yaslamışım ömrüü
Birbirinin önünde yamulanlar varken
Beni dize bilmez sanma
Beni dize gelmez san!
Çaresizlik ki kırk kir ile sıvanmıştır hikayemize
Bir balığın yaralı ağzıyla konuşuyor olmamız bundan

...
Yğmurdan sonra yayılan huzurun adıyla konuşuyorum:
Bak sana çimenlerin derin nefesiyle, soruyorum:
Şehrin perçemleri sizin gözlerinize niye batıyor?
Biz, üç beş adam, ömrünü çimenlere adayan
Razıyız gölgesinde uyuduğumuz ağaçtan.
Ve zerre ipimizde değilsin başkan.
..
Sen hiç esenler otogarını gördün mü ablam
Esenler otogarından İstanbul'a kavuşur mu hiç insan
..
Ben bu durduğum noktaya kolay gelmedim.
Ben canımı sokakta buldum efendim!

***
Türkiye'nin güneyinden üzücü haberler geliyor
Türkiye'nin kuzeyinden üzücü haberler geliyor
Türkiye'nin doğusundan üzücü haberler geliyor
Türkiye'nin batısından üzücü haberler geliyor
Türkiye giderek üzücü bir habere dönüyor...
..
Türkiye'nin güneyinde bir adam yere çömeliyor
Türkiye'nin kuzeyinde bir adam yere çömeliyor
Türkiye'nin doğusunda bir adam yere çömeliyor
Türkiye'nin batısında bir adam yere çömeliyor
Türkiye giderek çömelen adamlara benziyor.

**
Bana ekmeğin kabuğu
Sana steak sana fusion sana dünya mutfağı

Sana fitness sana ozon odalarında sağlık
Bana sokaklarda can havli biber gazı

Sana maldivler cote d'azur top ten holiday
Bana iş dönüşü nayrobi dolmuşu

Senin parmağına pırlanta, senin yüzüne tuscany ışığı
Alnım kömür karası benim. Alnıma kara yazı

Sana sessiz sakin deniz orman manzarası şehrin içinde
Bana ev diye dört duvar çatı diye çınlayan bu ne

Sana şimdi, sana her gün, sana saturday night fever
Bana sonra bana sonra bana sonra

Demir beton cam çelik kafes senin
İçinde kardeşim bülbül benim

Bana sivri şeyler bu dünya, etimi delsin
Seni öldürmeyen allah hiç öldürmesin

Sana sunshine sana diamond göz alan
Bana her gece tepemde göz kırpan floresan

Bana demli bir çay, uzun efkar, geniş keder
Sana smokesana malt viskiler sana rezerv

Sana dünya yetmez sana gökyüzüne merdiven
Bana ter için bu ten, bana bu can haybeden

Diyeceğim;
Tüm bedesten senin
olsa ne fayda benim

The Last Shadow Puppets - Everything You've Come to Expect (2016)

Bu ikilinin işbirliğini demek ki seviyormuşum. İlk albümde yer eden nostaljik tat buharlaşmaya başlamakla beraber yaylıların fantastik derecede müdahalesi devam ediyor. Bu özellik ritimler ile birleşince de ortaya tam dinlemelik güzel bir iş çıkıyor. Alex Turner vokaline oldukça hakim görünüyor, grup mentalitesinden ziyade olaya bir solo albüm gibi yaklaştığı belli oluyor. Şarkılar dinamik bir seyir sergilese de birçoğunun altında tatlı bir melodram hissi uyandıran düzenlemeler ile yapıları sağlamlaştırılmış. Şarkılara yön veren melodiler yeterince ayrı ve bütün halinde. Akılda kalıcılık, farklılık gibi özellikler daha fazla geliştirilebilirmiş. Albümün benim nezdimde daha fazla puan alamamasının en büyük sebebi nihayetinde karakterinden dolayı biraz da, yeterince derinlik sunamaması.

7,75+/10

25 Ağustos 2016 Perşembe

Caetano Veloso - Caetano Veloso (1968)

Tropicalia müziği de ne ola ki? Brezilya'da daha sonradan MPB olarak bilinen tür öncesindeki bir ara akım imiş. İçerdiği tropik kelimesinden ötürü aklıma daha perküsyona dayalı hareketli şeyler geliyor ki ilginç kullanımıyla yerel vurmalılar önemli bir yer tutmuyor değil. Diğer yandan beklenmedik ölçüde bir saykedelik etkisi var. Brezilya'nın popüler müzik formu Bossa Nova'nın saykedelik etkiye tepkisi gibi bir şeyler işte. Acayip egzotik bir şeyler beklememek lazım. Dolayısıyla şarkıların temposu da hem birbirinden hem de kendi içinde farklılık gösteriyor. Ayrıca sözler de bu albüm için bilmiyorum ama tür için dersek, muhalif bir duruşa meylediyormuş. Tropicalia sadece müzikle sınırla kalmayan edebiyat ve sanatta da izdüşümü olan bir alt kültür imiş. Müziği de bununla bağlantılı olarak  yerelliği farklı tekniklerle yeniden işlemeye dayanıyor. Afrika esintili bir kaç ritmik parça öne çıkmakla beraber genel olarak çok da arayıp halini hatırını soracağım bir çalışma değil. Demiştim, Latin Amerika müziğine karşı tepkim mantıksızca değişken.

6,50/10

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Cassandra Wilson - Blue Light 'til Dawn (1993)

Dinlenmesi tavsiye edilen 100 caz albümü arasında 94. sırada yer alan ve çıkış yılıyla emsallerine göre oldukça genç sayılabilecek çalışma vokal caz örneğinin ötesinde bir dinleme sunuyor. Çünkü hayatımda bu kadar eklektik bir çalışmaya pek fazla tanık olmadım. Oldukça pes tonlara ulaşabilen ve teknik becerisini, telaffuzunu sergilemekten çekinmeyen şarkıcının kaydı caz örnekleri ile başlayıp kök soul ve blues'a dek yayılan bir açılım gösteriyor. Maalesef bir seviyeden sonra belgesel bir kayıt dinliyor hissiyatına kapılıyor insan. Enstrüman zenginliği vokali desteklemekle yetinse de şarkıcının güçlü bir orkestra ile çalıştığı belli oluyor. Her ne kadar farklı yerlerde ve farklı çalgıcılarla farklı stüdyolarda kaydın gerçekleştiği, prodüksiyonun başarısına bağlı olarak hissedilmiyor dense de ben hissettim vallahi. Sadece geçişler bir miktar yumuşatılmış durumda. Amerikanın primitif ruhuna retrospektif bir bakış sağlamak için hoş bir fırsat. Otantik tekrarın yapıldığını zannetmiyorum bu arada. İlginç bir itirafta bulunayım, ben biraz rahatsız oldum bu albümü dinlerken, irkiltici bir hava sezdim.

6,50-/10

23 Ağustos 2016 Salı

Birsen Tezer - Cihan (2009)

Yafu kendime hayret ediyorum. İzinlerde ne yapıp edip hasta olmayı başarıyorum. Acaba rapor alsam iznimden düşerler mi yoksa çok mu iyi niyetliyim? Neyse, bazı albümler vardır, tek tek radyoda internette hoşlandığınız parçalar bir araya gelir ve bu birliktelikten yorgunluk doğar, uymaz yani olmaz ağa, zorlamanın gerengi yok. Bazı albümler de var ki tek tek parçalara dudak bükersiniz ama birliktelikleri bir sinerji meydana getirir. Bu kayıtta ikinciye örnek işte. Yine de haksızlık yapmayalım çok hoş şarkılar da içeriyor albüm. Zuhal Olcay tarzı bir pop ile caz düzenlemelerinin birleşimi. Şarkıcının arkasında ekibin hamaratı kendini hemen belli ediyor. Etnik dokunuşlar oldukça yerinde. Vokal caz türünde vokaller teknik becerilerini göstermek isterler. Birsen Tezer fazla risk almak istemiş. Dengeyi sağlamaya çalışarak farklı dinleyici kitlesine (kitle deyince bir kaç bin kişi işte) hitap edilmiş. Sözlere değinmeyeceğim, pek beğenmedim. İlk albümdeki şarkıların bir kısmı şarkıcıya ait olmakla beraber, Bülent Ortaçgil, Erkan Oğur, İlhan Şeşen gibi isimlerin yorumları da bulunmakta. Sanatçının tarzına dair işaretler verecektir. 2013 yılında kinci kaydı Cihan'ı da piyasaya sürmüş bulunmakta.

7,25/10

21 Ağustos 2016 Pazar

China Mieville - Kraken: Bir Canavarın Anatomisi

China Mieville modern fantastik kurguda kendine dair alan dahi açabilen önemli bir yazar. New Weird gibi bir şeyler deniyor bu alt-türe. Ve daha önce okuduğum Perdido Sokağı İstasyonu ve Scar'da bu türe belirginlik kazandıran grotesk unsurlar bir noktaya kadar ayarında işlemiş görünüyor. Yalnız bu kitap var ki beni üç konuda yıldırdı. Bir: urban fantasy, pek sevmem. Yakın geleceğin Londra'sı. İnsanlar kendince yaşıyorken arka sokaklarda yüzlerce deli tarikat, olağanüstü olaylar, birbirinden garip yaratıklar (sıkılı yumruk kafalı gangsterler mi, kam oon meeen) doğa üstü olayların peşinde dedektifler vessair... İki: karakterler, hiç birine ısınamadım, işkence ile öldürseler umurum olmaz, grotesk ötesi ötekiler (başka bir adamın sırtında yüz figürü şeklinde bir dövme olarak yeraltını yöneten bir mafya babası??). Kitabın ortalarına doğru müze ruhları, grevdeki yardımcı ruhlar felan da okumaya başladıkça artık bitsin demekten kendimi alıkoyamadım. Üçüncüsü ise kurgu, var mıydı böyle bir şey? Yazarla birlikte oradan oraya sürüklendik. Dev bir fanus içinde kraken var, mürekkep balığımsı bir şey. Ve bir gün kaybolur ki bu boyuttaki bir şeyi kaybedemezsiniz. Müze görevlisi kendini seçilmiş adam rolünde bulur. Krakenlere tanrı olduğuna inanan kiliseden bir görevli ile birlikte bu gizemi çözmeye çalışırlar. Lineer bir doğrultu da atlaya atlaya sonuca varırlar. Polis ile niye daha verimli çalışmazlar. O ilginç profesör baştan beri tekinsiz değil mi zaten? Kafamda deli sorular Olaylara farklı bir cenahtan takip eden şaşkın kız, bir yere kadar renklilik katıyor. Bir de tabi sonlara doğru iyi toparlanıyor roman. Yazarın tecrübesine veriyorum. Aslında burada yapılmak istenen şeyi anlıyorum. Bu roman Londra'ya ithaf edilmiş, dili ve kültürü ile birlikte ki çevirmenin zor anlar yaşadığını tahmin edebiliyorum. İkincisi, güldürüye düşürülmeden bir kara mizah yapılmak istenmiş. Mizah yaptığının farkına varmayan, kendini gülünç duruma düşüren ciddi adamlara benziyor. Bu roman da o adamın hikayesini anlatıyor gibi. Yemiyorum a dostlar, yemiyorum, doydum.

4/10

20 Ağustos 2016 Cumartesi

SHXCXCHCXSH - SsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSs (2016)

Tatlı renkler ve çok sevdiğim grafik dizaynıyla albüm, dinleyicisini karşılıyor. İlk dikkatimi çeken önceki albümdeki hayalperest nostaljik yönelimi terkedip ilk albümdeki endüstriyel sounda geri dönmüş olmaları. İyi yapmışlar. Bestelerdeki dağınıklık göze çarpmakla beraber dinlediğimiz bu kaydın, atmosferin altını çizen bir albüm olduğunu unutmamak lazım. Bir diğer husus kesinlikle kulaklıklarla ve bası artırarak dinlenmesi gerektiği. Büyük fark yarattığı aşikar. Bilhassa 10,11,12,13. şarkıların kendini tekrar edip hiç bir yere varmayan armonik yapısında bu farkın keyfine varmak mümkün. Biraz cömert davrandığımın farkındayım, ama bu gruba ve yaptıklarına karşı iradem bir miktar zayıf.

8,0-/10

18 Ağustos 2016 Perşembe

Fin (İlk 5 Sayı)

Fin, periyoda bağlı kalmaksızın ilk sayısı 2013 Nisan'ında olmak üzere toplamda beş sayı çıkmış olan edebi bir fanzin. Fanzin özellikle tefrika ettikleri Salinger'in hayattayken yazdığı son hikaye Hapworth 16,1924 ile akılda kalıyor. Glass ailesinin sorunlu ferdi Seymour'un bir tatil kampında daha çocukken ailesine yazdığı mektuptan ibaret olan öykü, yazarın en iyi eseri sayılmaz. Hele benim gibi çok bilmiş çocukların zırvalamalarına illet oluyorsanız beğenmeniz oldukça güç olacak. Yine de bu değişik aile hakkında sanırım Türkçe'ye başka bir yerde çevrilmemiş bir şeyler okuyabilme şansını bulmuşken kaçırmamalısınız. Müdür Semih Katipoğlu künyesi ile çıkan fanzin, modernist-post modernist bir seyir izlemekte. Şiirlerine yer verdiği isimler Ali Süha, Cihat Duman, Serhat Şık, Semih Katipoğlu, Nazik El-Melaike, İlker Filiz, Seyhan Erözçelik, Ufuk Akbal, Ramazan Parladar, Fatih Mutlu, Faruk Gadamer, Ali Taşer, Abilmuhsin Özsönmez, Albatros Büklümoğlu ve İsmayil Sakin. Kapağını Bruce Lee'nin süslediği ilk sayıda günceli kafalayan yazılar öne çıkmakta. Fatih Mutlu'nun Sultanahmet Notları ilginç bir kıyas içeren metin olarak oldukça ilgi çekici. 2. sayı ise çocukluğumuzun efsane karakteri Alf ile açılışı yapmakta. James Joyce'a ait olduğu öne sürülen mektup gerçekliğine inanamayacağınız bir pornografik teşhir. Michael Jackson 3. sayının kapak güzeli olmuş. Fatih Mutlu yazılarını artık Doğu-Batı Fragmanları başlığı altında yazıyor. Aslında yazarların bir çoğunun kaleme aldığı ürünlerin alt metninde modernizm karşında bocalayan dini kaygıları ve doğulu olmanın sıkıntılarını okumak mümkün. Sancar Dalman'ın Tut Şunu Sarılacağım öyküsü pek keyifli. 4. sayı Salinger'in öyküsüne veda etmenin şerefine kapağına Salinger'i konuk ediyor. Bu sayıdan itibaren şiirlerin daha bir hoş olduğunu söylemek mümkün. Son sayı kapağını Edi Büdü'lüyor. Şair Cihat Duman'ın ve Selim Gül'ün öyküleri sevdiğim gibi hayattan damıtılma.

Memet Dağı (Ramazan Parladar )

                            Olmayan Kiraz’a
saçların ne kara
saçların ne çok

eski memet
saçların melamet

senden yakın uzak
senden dingin dünya

düştüğün yerden
bir ölüyle kalk

sırtına inen gürz
kan sızdırmaz gömleğin
...
olmayın. artık ben bir filmde kuruyemiş tartan adam olmak istiyorum. azar azar
ekleyen, usul usul ekleyen fazlasını geri almayan, hayırlı günler dileyen para üstü
bekleyenlere yine bekleriz diyen adam (Fatih Mutlu)
...
hayat güncelleme,
sürüm 0.8, DC karabükücü (Faruk Gadamer)

arkadaşlarım
üniversitede saçlarını uzattı
ben saçlarımı döktüm
arkadaşlarım
üniversitede cigara sardı, içki içti, zina etti
ben osbirle idare ettim
arkadaşlarım
şimdi hep iş eş maaş sahibi
ben osbire devam ediyorum
kim kandırdı bizi, kim oyaladı,
önümüzde yaşanacaklara mani oldu
kim sakındı bizi, kim korudu, madalya taktı,
avuçla para serdi önümüze
kim avuttu bizi,
âşık olmadan olmaz diyenlerleydim de onlar şimdi nerde
isyan varsa,
alan vardır,
heykel vardır,
marşlar ve sloganlar vardır
isyan varsa,
gurur vardır,
mintan delikse bile
çaktırmamak vardır
isyan varsa,
ölmek için yaşadığın
bir sebep vardır
ö z e t l e ™
“yaşayın amk yaşamadan bilemezsiniz hayat kitaptan öğrenilmez”
...
sigorta, yol, yemek dahil, allah hariç (Semih Katipoğlu)

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Anciients - Heart of Oak (2013)

Sanki gruplar kendilerine başka isim bulamıyor, i'ler y'ye, s'ler z'ye dönüyor. Zttrypeör felan gibi uydurukların yanında fazlalık bir i neyse ki göze öyle batmıyor. Çift i'li Anciients bu çıkış albümüyle dikkatleri üzerine çekivermişti. Sludge'dan adım atıp onu progresif metal mecrasına sürüklemişler. Progresif işler güçlerde olduğu üzere farklı esinlenmelerin izini sürebiliyorsunuz. Mastodon etkisi  ( Albümün tartışılmaz en iyisi Giant'ın özellikle böyle bir örnek olması ayrı bir acıklı ya neyse) duyumsanmakla birlikte klonu olduklarını söylemek zor. Kendilerine ait bir ses bulma gayretindeler ve hatta bilakis gayet yol da almışlar. Farklılıkları büyük ölçüde kendilerine ait bir potada eritebilmişler. Vokaller yer yer brütal kıvamda deviniyor. Pasajlar bazen özellikle vokallerde tekdüze ritimlere takılıyor. Akustik felan hafiften ortamı renklendirmeye çalışsa da ne kadar başarılı olduğunu söylemek güç. Gitarın sesini duyduğumda hemen yelkenleri indirip puanları saçıyordum. Artık külyutmaz hoca halet-i ruhiyesindeyim. Donuk bir sound, sıkıcı tonlamalar, temposuzluk ve ilgi çekmeyen bestelerin ağırlığı çok fazla. Tabi ki kıyasım sludge stoner gruplar üzerinden. Bu türün ne derece 'ilerlemesi' gerektiğine dair şahsen şüphelerim var. Ne kadar progresif oldukları, teknik becerileri, şunlar bunlar, beni ilgilendirmiyor. Sonuçta boş bir kafa tarafından uykuya yatırılan bir karga yavrusu gibi hissediyorum. Nihayetinde iki bonuş şarkının varlığına duacıyız. Bence işte tam da orada işler ilginçleşmeye başlıyor.

5,50+/10

14 Ağustos 2016 Pazar

RETRO: Motörhead - Bomber (1979)

Genel olaraktan Overkill kadar iyi yorumlarla değerlendirilmemekle beraber bence çok da arada fark yok. Overkill gibi güçlü şarkı içermiyor, doğrudur. Ancak üç beş parça var ki gayet eğlendirici. Sound olarak da daha derlenmiş toplanmış uyumlu bir ses çıkartıyorlar. Dinlediğim versiyonlarda bir kaç şarkı da olsa konser kaydı bonus olarak iliştirilmiş. Neden grubun konserlerinin övüldüğünü anlamanız için ufak ufaktan doneler bunlar. Öyle.

7,50-/10

12 Ağustos 2016 Cuma

Giovanni Marradi - Together (1995)

Romantizmin synth ile arası pek bir suni. Hele de new age taklidi dahi yapamıyorsa işler vahim. Melodiler de hep bir yerlerden tanıdık. Bazı anlar her zamanki Giovanni amcanın dokunuşları etki gösterse de koca bir kaydı kurtaracak güçte değil. Valla albüm kapağında bana böyle bakıyorken, saçlarını kısalttığımızda eski bir dostu hatırlatıyorsun. Hey gidi günler hey.

5,75/10

Enki Bilal - Memories of Outer Space and Memories of Other Times & The Chaos Effect

Çizgi sanatının efsanevi ismi Enki Bilal, ilk dönem çalışmalarını Memories... başlığı altında basıma hazır hale getirmiş. Buna bağlı olarak kaba bir tasarımdan incelikli anlayışa kadar değişen uyumsuz çizim tarzlarına da rastlıyoruz, zekice yazılmış ironik öykülerden Cthultu miti ve korkuya uzanıpgeniş bir açılım sergileyen konulara da. Kabataslak bir ayrım yapılırsa renkli kareler, eleştirel bir tutum ve bilim kurgunun öne çıktığı ilk kısımlar oldukça etkileyici. Fantastik ve bilimkurgu öğelerden kopmamakla birlikte öykülerin yönü albümün ortalarında daha korku temasına doğru evriliyor. Sonlara doğru siyah beyaz bantların örneklerine dahi rastlamak mümkün. Değerlendireceksek eğer tümünü göz önünde bulundurmak lazım.
7,50

Bilebildiğim kadarıyla günümüze daha yakın bir dönemin ürünü olan bu çalışma aslında oldukça hacimli iki ayrı öyküyü resmetmekte. Fransa'ya yerleşen Yugoslav göçmeni Enki Bilal'in sosyalizmin katı yorumlarına karşı takındığı eleştirel tavrının izini bulmak mümkün bu eserlerde. En önemli fark olarak hikayelerin gerçekçilik üzerinden aktarılmasını vurgulayabiliriz. Tema kadar çizgiler de öyle. İlk öykü, İspanya'da faşizmin yenilgisinden yıllar sonra uluslararası bir faşist çetenin tekrar ortaya çıkması ve köylüleri katletmesiyle başlıyor. İngiltere'de durumu öğrenen eski Cumhuriyetçi kahramınımız değişik ülkelerdeki Enternasyonal tugayların eski elemanlarını toparlayıp kapanmamış defterlerin peşine zorlu yolculuğun başlatılmasına vesile olur. Yıllar acımasızdır, kimi kel kimi fodul, ideolojiden çok eski bir davaya bağlıdırlar ve belki de farklı statüleri, yaşları birbirlerine karşı olan borçlarını ödemeleri için engel değildir. İlginçtir düşman kamptakiler de hiç genç sayılmaz. Grubumuz İspanya'ya vardığında onlar İtalya'ya kaçar, orada komünist bir lideri fidye amaçlı kaçırırlar. Elemanlarımız bir kaç sabotaj yapmayı becerse de faşistleri ellerinden kaçırırlar. Kendileri de kaçak duruma düşer. Tek tek hayatlarını kaybetmeleri ile sonuçlanacak bu kedi fare oyunu değişik ülkelerde devam eder. Kanlı bir sonla düğüm çözülür.
İkinci öyküde ise çizerin görüşleri daha da gözümüze gözümüze sokulur. Demir bloğun ardındaki sosyalist ülkelerin lider konumundaki tanışlar, bir kış akşamı av partileri düzenleme amacıyla Polonya kırsalında toplanırlar. Devrimin nasıl kendi evlatlarını yediği konusunda her biri kendi anılarını dillendirir. Fakat bu av partisine sisteme sıkı sıkıya bağlı bir kaç isim de katılmaktadır. Hikaye çevirmen olarak getirilen genç bir elemanın gözüyle aktarılır. Önce kuş, sonra geyik en sonda ayı'ya doğru avlar gittikçe vahşileşirken entrika da derinleşir. Gelecekte kilit duruma gelmesi beklenen ve katı doktrinci görüşleriyle diğerlerinden ayrılan biri yanlışlıkla bu çevirmen tarafından vurulur. Aslında durduğu yer, görüş açısı, öldürülenden göstermesi beklenen itirazlar vs.. hepsi kılı kılına hesaplanmıştır ki kazanın manipülatif tezgahlanmasına sebeplerdir. Özgürlükçüler de böyle kirli tezgahlara başvurur, geçmişteki günahların kefareti olarak belki de.
Konular kulağa ilginç gelmekle beraber akıcılığı kuvvetli değil, genel gidişatta sıkıcılık derdine yenik düşebiliyor.

6

11 Ağustos 2016 Perşembe

Jorge Ben - Samba esquema novo (1963)

Bu albümden şu an keyif alamayacak kadar moralsizim. Ama bir kaç gün öncesine kadar bu kayıtla hayli eğlendiğimi hatırlar gibiyim! Latin Amerika müziği öyle bir şey ki, aynı tür içinde bile aniden uçurumlar açılıverebiliyor. Neyse ki bu albüm o amasız uçurumun üst kısmında. Pozitif, tatlı duygular uyandırıyor. İtiraf etmek gerekiyor ki Jorge'nin sesi de pek cazibeli, hafiften erotik desem mi? Albümde 12 şarkı bulunmakla beraber yarım saat bile sürmeyen uzunluğu hanesine eksi değil ilginçtir artı yazıyor. Sadece vokal değil (ki sesindeki tiz kırılmaların garipliğine kısa sürede alışacaksınız) adrese teslim düzenlemesi ve enstrümental bölümleri ile göz dolduran bir çalışma. Hiç de yarım asırlık bir kayıt gibi kulağa gelmiyor. Bak şimdi dinlerken bile moralim düzelmeye başladı.

8,25/10

10 Ağustos 2016 Çarşamba

RETRO: Moonspell - Irreligious (1996)

Beklediğimden iyi çıktı bu albüm. Wolfheart'a zamanın acımasız akışında yine de taş gibi kalmış dedimse bu albüme kaya gibi demir gibi kalmış desem az kalır. Gotik metalin temel harçlarından birisi bence. Sadece atmosfer değil abartısız bir temsiliyet görevinde, üstelik şahlanarak depara kalkan şarkılarla dolu. Folk ve black metal'den bu kadar kolay sıyrılabilip ayakta kalabilmesi, onu geçtim gotik tarzında başkumandanlardan biri olabilmesi de bir o kadar şaşırtıcı. Bununla beraber türün bazı genel klişelerine bazı anlar takıldığı da gözden kaçmamakta: keyboardun tınısı misalinde... Zamanında neredeyse 10 deyip rym de 5 yıldız vermişim. Milim kıpırdatmam vallahi.

9 Ağustos 2016 Salı

Kaan Tangöze - Gölge Etme (2015)

Ecnebilerin ozanlarını onların derecesinde beğenemememdeki (beğenememennenmmemmendnendöööööö) sebepleri söylemiştim. Tekrarlamaya gerek yok. Hakim olan sözleri ileten dil engeli, anlatılan hikayelerin farklı bir kültürden gelmesi vessair. Bizim de tabiri caizse ozanlarımız var elbet. Bana biraz naif gelse de Bülent Ortaçgil, Yaşar Kurt, Vedat Sakman, Murat Çelik gibi isimler ilk aklıma gelenler. Duman vokali Kaan Tekgöze de ilk solo albümüyle bu isimlerin arasına katılıyor. Ve ne de iyi yapıyor. Gitar ve fark yaratan lezzetli mızıka aracılığıyla ruha dokunmasını biliyor. Beslendiği kaynaklar biraz dağınık olsa da bir potada eritmekte bir noktaya kadar başarılı. Misal; Allı Turnam, Bir Kız Bana Emmi Dedi (yeni neslin dalgasına balık olma potansiyeli taşısa da), Tersname gibi yorumlar halk müziğini temsil ediyorlar. Diğer yandan kim demiş politik şarkılar kötü olur diye. Bizim kültürümüzde protest/özgün müzik diye bir akıma bile can vermiş olan politik akımın burada da özellikle gezi rüzgarıyla mükemmelen (tamam tamam mükemmele yakın) temsil edildiğine tanık oluyoruz. Öte tarafta da aşk ve yaz besteleri... Albümün en irkiltici tarafı ise Amerikan Kovboyları'nda taçlanan alaycılık ki bir kaç lafı gediğine oturtan dize dışında bu şarkıyı direkt ileri sarmadan edemedim. Kaydın güzel bir tarafı da sanatçının benim de böyle bir albümüm olsun anlayışı ile kendini sakatlamayıp melodilerde ter döktüğünü hissettirmesi. Daha iyi olabilirdi eleştirisi getirilebilir, o ayrı bir şey, ama samimiyet testine sokmak bile hakaret olur.
Peki, benim favorilerim neler? İsmini saydığım türkülerden ilk ikisi, Şanlı Millet, Taksim Meydanı ve tam içmelik Kalmak Türküsü. Tam eşlik edilecek, parçası olacağınız parçalar.

7,75/10

7 Ağustos 2016 Pazar

Uzay Yolu (3. sezon) - The Man in the High Castle (1. sezon) - Babylon 5 (1. sezon)

 Uzay yolu orijinal serinin 3. sezonu ile sonunu getiriyoruz. Artık ailemizin bir parçası haline Kirk, Spock, McCoy ve diğerlerini yüksek çözünürlüklü izlemenin keyfini yaşadık. Yalnız çoğu bölümde yer alan hemşirenin de ana kadroda adının anılmasını isterdim doğrusu. Son sezonun biraz yavan geçtiğini söyleyebilirim. Yaratıcı bir kaç hikaye dışında yine kendini tekrar eden bölümler mevcut. İkinci sezondaki esprili dil büyük oranda terkedilmiş. Baş karakterlerin gönül ilişkileri sırasıyla irdeleniyor. Ve tempo da biraz daha düşük geldi. Üç sezon kısa bir süre gibi kulağa gelse de toplamda 79 bölüm hiç de az değil. Böyle efsanevi bir diziyi izlemenin ayrıcalığını yaşayabilmenin memnuniyetini yaşamaktayım efendim. Internet denilen gavur icadına şükretmek lazım.

Yüksek Şatodaki Adam dizisi ünlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dic'in aynı adı taşıyan romanından uyarlanmış ve geçen sene ilk sezonu ile izleyicisini ve eleştirmenleri gayet memnun etmiş. Uyarlama diyorum, çünkü romanın ötesine geçmiş diyorlar. Alternatif gerçekliği ekrana taşıyan dizi de efsanevi isim Riddley Scott'un da prodüktörler arasında yer aldığını görüyoruz. Mevzu, 2. Dünya Savaşı'nı Nazilerin ve müttefiklerin kazandığı olasılığında şekilleniyor. 60'larda geçen hikayede hem o dönemin hem de bu olasılığın dokunduğu sosyal hayatın atmosferinin çok güzel çizildiği görülüyor. Abd'nin doğusunun büyük bir parçası Almanların elindeyken batı kıyıları Japonlara ayrılmış. Arada ise serbest bölge konumlandırılmış. Hitler'in sağlığı zayıflarken Japonlara daha sert bir tutum izlenmesini savunan bir kliğin komplolarını savuşturma gayreti arkadaki derin akıntıyı teşkil ediyor. Bununla birlikte ortada Abd'nin galibiyetini de içerir şekilde değişik olasılıkları işleyen film makaralarının takibi ise senaryoda tutunacağımız ipten kordon oluyor. Direnişçiler bu filmleri bulup bu filmleri çeken esrarengiz isim Yüksek Şatodaki Adam'a iletmeye çalışıyorlar. Diğer yandan hem Almanlar hem de Japonlar bu filmlerin peşinde. Filmleri çektiği ileri sürülen Yüksek Şatodaki Adam'ın bu filmleri niye tekrar toplamaya çalıştığı tıpkı kimliği gibi bir gizem. Genel kurgular bunlar olsa da karakterler ve yan hikayeler oldukça güçlü. New York'daki davasına aşırı bağımlı Nazi subayı, Japon ticaret bakanı gibi karakterler hikayeleriyle olduğu kadar oyunculukları da dikkat çekiyor. Fakat direnişin parçası olan ve büyük resimden bihaber genç isimler ise özellikle çifte ajan rolündeki olan başta olmak üzere oyunculukları biraz daha pişmeleri gerekli zannımca. Dizi ilginç konusu ve işleyişi ile her türlü izleyiciye seslenmekle beraber ağır temposu, dramatik yapısı bir çoğunu soğutacaktır. Geri kalanlar ise benim gibi ikinci sezonu iple çekecektir.

90'larda çevrilip 5 sezon boyunca gösterim şansı bulan ve ödüller dahi kazanan bu bilimkurgu dizisini gençliğimden beri biliyordum. Bizim kanallara düşmesini yıllarca hevesle bekledim. Internet tanrısına şükür ki yıllar sonra bu fırsatı yakaladım. Ve bir şey söyleyeyim gerçekten iyi bir dizi. İnsanlar uzaya çıktığında ilkin yine insanlara benzeyen saçlarını tavus kuşu gibi kabartan Centauriler'e rastlar. Çıkarcı, manipülatif ve aristokratik bir düzene sahip bu ırkın da yardımıyla atlama kapılarının teknolojisini öğrenip yıldızlar arasında seyahat konusunda gelişme katederler. Kafalarında kemik çıkıntısı yer alan ve askeri ve ruhani sınıflar olarak bölünmüş toplumları Gri konsey tarafından yönetilen Minbarilerle karşılaştıklarında büyük bir hata yaparlar. Dostça karşılama için silahları hazır hale getiren Minbari gemisinin bu geleneğini saldırı addederek gemiyi yok ederler. Ve neredeyse insanlığın sonunu getirecek Minbari savaşını başlatırlar. Tam dünya kuşatılmışken Minbariler Griler konseyinin emriyle sebepsiz yere teslim olur. İlerideki bölümlerde sebebini öğreneceğiz. Irklar arasında anlaşmazlıkları giderip barışı yüceltmek için dev bir uzay istasyonu kurulur. 250,000 nüfusa varan ve içinde elçilikler barındıran Babylon 5. Bu dizinin başarısı o dönemin görsellikteki başarısına ki bu dönemde oldukça yetersiz görünüyor, ve bölüm başına ortaya koyduğu hikayenin dışına taşarak daha büyük ve gizemli bir oyunun sergilenmesine bağlı. Galaksinin ucunda bir yerde karanlık tehlike büyüyor ama henüz genç bir ırk olan İnsanlık bunun farkında değil. 2. sezon bu tehlikenin farkına varılmasıyla daha doğrusuyavaş yavaş kokusunun alınıyor olmasıyla fırtına gibi açılıyor zaten. Diziye getirebileceğim bir kaç eleştiri özellikle ilk bölümlerde uzaylılar için genelde sempatik bir karakter inşası yapılması. Ve boyları, poslarıyla oldukça humanoid olmaları. Elbette Uzay Yolu'nda olduğu gibi görünüş olarak insansı değiller. Narnların sürüngensiliği, zırh içinde dolanan fiziksellikleri muamma kadim ırk Volonlar, Minbariler gibi. Ama insanmerkezci bir bakış açısının parçaları oldukları kesin. Bu kadar sevimli bir rol biçilen örneğin Centauri elçisinin sonradan boyundan büyük işlere kalkışması ise üzüntü kaynağı oluyor. Çok sabredemedim, ikinci sezona da daldım bile.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Haz. Tozan Alkan - Şeref Bilsel - Şairin Günah Defteri

Şiir hakkında yazılan yüzlerce tanım, şiir ve aforizma'nın derlendiği kitapta asıl ulaştığımız şey hazırlayanların amaçları olarak belirttikleri gibi şiirin ne olmadığının tanımı. Bunun ne kadar faydası olduğunu öğrenmenin ise en iyi yolu bu kitaba bir göz atmak olacak. Kitap hakkında getirebileceğim eleştiri ise pek çok alıntının birden çok kez basılması olabilir. Ben de hoşuma giden bir kaç sözü buraya alıntılayayım. Eminim sizin de beğendikleriniz sayfalar arasında bir yerde saklıdır.

Şiir üzüm güneşidir. Elmanın kurdu. Böğürtlenin tozudur şiir.
Ülkü Tamer

Şairler vardır ki hayatlarını ölümler kurtarır
François Mauriac

Bin acı birikirse ancak bir şiir doğurur
Ahmet Erhan

Sabah bir şiirimi sınıyordum. Bir virgülü kaldırdım. Öğleden sonra derhal yerine koyma gereği hissettim.
Oscar Wilde

Çünkü ölmek her yerde zordur.
Her şiir bunu anlatır
Enis Akın

Doğruyu söyle ama eğri olarak söyle
Emily Dickinson

Şiir yazmak geyik avcılığına benzer
Gülten Akın

Çeviri şiir bir halının ters yüzüdür
Cengiz Aytmatov

Şiirle düzyazı arasındaki farklılık, yürümekle dans etmek arasındaki farka benzer
Paul Valery

Demek şiir yazıyorsun. Demek, o kadar az sevildin
Cemal Melemşe

Bir heykeltıraş için heykelini beyaz veya kırmızı mermerden yapılması ne ise, şair için de şiirin konusu ancak o kadar önemlidir. Şiirin konusu asıl şiirle hiçbir suretle ilgili değildir.
Dezsö Kosztolanyi

Şiir, Tanrı'nın dalgınlığıdır
Metin Kaygalak

İnsanlar her şiirin ardında 'asıl anlam' dedikleri şeyi aramayı severler. Aynanın ardında olması gereken gövdeyi elleyebilmek için elleriyle aynanın ardını yoklayan maymunlar gibi.
Stefan George

Şairim ben; ama şiiri
Kendisi olarak umursamam bile.
Gece ırmağının taşıdığı yıldız
Çirkinleşir göğe tırmanmak isterse.
Attila Jozsef

8

4 Ağustos 2016 Perşembe

The White Stripes - The White Stripes (1999)

90'ların sonu 2000'lerin başı rock dahil popüler müzikten oldukça uzaklaşmıştım. O yüzden White Stripes'ın hatta Coldplay'in Travis'in ortalığı yaktığı yıkıp geçtiği günlerin alazı bile bana vurmamıştı. Bu grupla ilgili anlatacak hikayem anlatacak hikayem olmamasıdır herhalde. Bana Placebo'yu, Garbage'ı, Offspring'i ne bileyim Oasis'i, Skunk Anansie'yi felan sorun. O dönemlerde kaldım hala. Zaten söylemişimdir, müzik anıların parazitidir diye. Yine de yine de bu ilk albümüyle kardeşler, cazır cazır ızgarada servis yapıyorlar, o kesin. Primitif çiğ bir sound, punk tavrı ve işte karşınızda bluesy garajjj rock. Adrese teslim kısa şarkılar. Parçaları ardı ardına dinlemek enerji fazlalığına sebep olabiliyor, altından kalkması güç. Tek tek ara öğünlerde tüketilmesi tavsiye olunur. Nadiren diğer insanlarla hemfikir olurum, öne çıkan parçaları sayarken de bu anlardan birini yaşıyorum: The Big Three Killed My Baby, Sugar Never Tasted So Good, Wasting My Time, When I Hear My Name, süper One More Cup of Coffee yorumu (ne ses arkadaş), Little People, St. James Infirmary Blues . Albümdeki şarkıların hepsini saymıyorum, bir o kadar dahası var. Sound olarak tek oturuşta dinlemeyi zorlaştıracak ağırlıkta olması, bazı şarkıların nispeten diğerlerinin yanında sönük kalması gibi eften püften sebeplerim var.

7,50-/10

2 Ağustos 2016 Salı

Atlantean Kodex - The White Goddess (A Grammar of Poetic Myth) (2013)

Eurocentric konseptin işlendiği albümde grup, yavaşcana işlediği doom heavy metal ezgilerini dünyaya yaymaya devam ediyor. Dalgalandırdıkları bayrakta tek bir kelime yazıyor. EPİK. ya da EPİKOĞLUEPİK. Böyle cüretkar bir atılımın arkasında yeterince sağlam durabildiklerini düşünmüyorum. Güzel bir vokal ve bir kaç yerde pırtlayıp öne çıkan rifler ve gitar sololar dışında fark yarattıkları sadece bir özellikleri var ki ironik olarak Bathory'nin orta dönemlerini muhteşem bir şekilde taklit ettikleri Enthroned in Clouds and Fire şarkısı oluyor. Yürümeleri gereken yol bu. Ve ne acıdır ki bu yolun sonu taklit ve tekrarcılığa çıkıyor. Kuzum, kuzucuklarım, modern çağlardan alınma audio kayıt samplelarının ne gereği var, Avrupa düşerken diye ağlamanın propagandasını yapmak dışında. Evet, biraz sert yaklaştım amma ve de lakin ve de fakkat kötü bir kayıt değil, beklenti yüksek, ne yapayım? Anlaşıldığı üzere dinlediklerinde atmosfere önem verenlerin pişman olmayacağı bir çalışma olarak öne çıkmakta.

7,25+/10

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Nails - Abandon All Life (2013)

Sert bir şeyler dinlemek istiyordum. Şöyle sinirimi kinimi boşaltayım kap kacak kapı pencere kırayım. 10 yıl borçluyum aga, en iyisi evimde hiç bir şeye dokunmayayım. Şöyle Samandıra'ya kadar koşayım felan. Fakat 17-18 dakika boyunca beynime aparkat darbeleri ile giriştikten sonra bir yatağa bağlayıp bütün nefret ettiğim politikacılar, din adamları tarafından toplu tecavüze uğramayı beklemiyordum. Böyle fantazileriniz varsa buyurunuz, bu albümden sonra ben çiçek çocuklarının kaydettikleri hippi saykedelik işleri dinlemeye başlayacağım. Teletabiğs de olabilir. Diğer bir deyişle tecavüzün bile tercihen iyisi kötüsü olabilir.

5,25/10