30 Ocak 2016 Cumartesi

Alice Coltrane ft. Pharoah Sanders - Journey in Satchidananda (1971)

Arp ve piyanonun başında Alice Coltrane ile saksafon ki bu çalınan tonları ayrı bir severim, ve perküsyondan sorumlu dış işleri bakanı Pharoah Sanders birlikteliği jazz'ı Hint mistisizmiyle kaynaştırarak türün sınırlarını ileri bir noktaya taşıyor. Sentez birbiri ile ilintili DNA sarmalına dek ayrılmamacasına indirgenmiş durumda. Farklı sesler ile kulağa zengin ve renkli bir sunum gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla ortaya çıkan iş ruhani bir boyutu imliyor. Hare Hare Krişna ağbim hele bir dinle, bazı sorunlar da var. Daha doğrusu yürünülen bu yol bazı öznel tercihsizlikleri uyandırıyor. Misal, altyapıda dronvari bir ezgi boyunca doyin boyin diye tekrarlanan hint çalgılarının getirdiği yorucu hissiyat gibi. İkincisi ben bu albümün modunu moodunu pek anlayamadım. İster istemez dinlendirici chill out bir hava teneffüs edeceğiniz beklentisine kapılıyorsunuz. Maneviyatın kapısı aralandı ya, belki Nirvana'yı ucundan görebiliriz değil mi? Gel gör ki uçmağa niyetli dinleyeni enstrümanların çalınma tarzı bir rahat bırakmıyor. Saksafon ve hatta hatta arp metalik sololar sergiliyor! Alis ablamızın baş yapıtı olarak değerlendirilen bu albüm benim en sevdiğim yapıtı olamıyor maalesef, bu bu gibi sebeplerden dolayı.

7,75/10

28 Ocak 2016 Perşembe

Kes - Kamlama (2015)

Ağır tonajlarda seyrederken sözlerin desteğine ihtiyaç duymayan albüm güçlerini tam anlamıyla birleştiren üç deneyimli müzisyenin işbirliğine dayanıyor. İster istemez akılda beliren sihirli sözcük Nekropsi oluyor. Kanatıcı keskinlikte ve modern seslere sahip metalik tınısıyla progresif rock'ın sert yüzünü sergiliyorlar. Elbette ezoterik bir yerlici iz bulmak da mümkün. Gürleyen bateri performansı, dinleyeni şarj eden ritimler kayda canlılık katarken bir kaç örnek dışında bkz. Oda, parçaların birbiriyle tam uyumu albümü neredeyse uzun destansı bir kurguyu dönüştürmekte. Belki de fazlasıyla.
Sonuçta ben kritik ya da değerlendirme yapmadığımı daha önce de söylemiştim. Dinlediğim albümler hakkında kendi görüşlerimi arşivlemekten başka gayem yok. Bildiğin günlük yafu. Ve bir kayıt hakkında görüşlerimi belirleyen en önemli öğe tekrar tekrar dinlemek isteyip istemediğimdir. Ben bu albümü dinledikten sonra doğrusu biraz kafamı dinlemek istiyorum. Evet, bu bir sorun sende değil bende konuşmasıydı.

6,75/10

26 Ocak 2016 Salı

RETRO: Rotting Christ - Sleep of the Angels (1999)

Kasmaktan çenemin ağrıdığı bugünlerin bitmesini maruz kaldığım sıkıntı stresten dolayı değil soğuklardan dolayı tez zamanda bitivermesini diliyorum. Daha şubatı var martı var, ara ara küresel ısınma iyi bir şey galiba diye düşünmüyor değilim. Yıllardan sonra tekrar dinlediğim bu albüm de gotikliğiyle sadık dinleyicisini düşüncelere sürüklemişti. Biraz da burada yer alan şarkılarla grubu tanıma imkanına eriştiğim için vakti zamanında bende hala ve hala ayrı bir yeri var bu kaydın. Yalnız kabul etmek gerekir ki bazı pasajlar yavanlığa bir uğruyor, selam çakıp eyvallah ediyor. Yine kabul etmek gerekir ki bazı anlarda ise kuduz köpek gibi kudurtacak ritimlere boğuyor dinleyiciyi. Ahh! Eski günler, tüylerim ürpererek orgazm olarak dinler idim buncağızı.

8,50-/10

24 Ocak 2016 Pazar

Sophie Ellis-Bextor - Wanderlust (2014)

Groovejet namındaki dans hitine sesini vermesiyle bilinen şarkıcı kendi adına pop dans türünde dört albüm yayınlayarak pop janrında hatırı sayılır bir kitleye ulaşmış durumda. Bu albüm ile şarkıcıyı tanımaya girişmek bir yönüyle hatalardan bir hata. Çünkü bonuslarda güzel örneklere, potporilere ve remikslere rastlasak da albüm danstan sofistike bir pop haline dönüşümün izlerini taşıyor. Açılış oldukça egzotik bir parça ile açılırken takibindeki parçadaki synthler barok bir acelecilikle imlenmiş durumda. Üstelik altyapıda orkestral bir senaryo takip ediliyor ve bir miktar da Lana Del Rey etkisi nakaratlar sızmış durumda. Şarkıcının sesinin oldukça kaliteli ve güçlü olduğu da gözden/kulaktan kaçmıyor. Belki bir miktar vibrasyonlar, titremeleri tadında bıraksa daha iyi olurdu. Tüm şarkıları saymaya gerenk yok, hepsi ortalamanın üzerinde. Albüm boyunca tumturaklı bir sound meydana getiriyorlar. Bonuslar arasında remiks versiyonlarına rastladığımız The Deer&the Wolf, Young Blood gibi parçalar zaten single olarak da piyasaya sürüldüğünden güvenebileceğiniz örnekler oluyor. Bonus deyü deyü durdum, doksan sonları ikibin başlarına çakan selamlarıyla remiksler ve yeniden yorumlar gayet şık. Dinlenecekse adamakıllı bu versiyon dinlenmeli.

7,50+/10

23 Ocak 2016 Cumartesi

Sacit Kutlu - Didar-ı Hürriyet: Kartpostallarla İkinci Meşrutiyet 1908-1913

Kartpostallar eşliğinde, sadece ilüstrasyonlar değil fotoğraflar da içeren kartpostallar, İkinci Meşrutiyet'i özetle anlatan ama üstünkörü geçmeyen yapıtın üç aşağı beş yukarı objektif bir bakışı da yansıtması beni bir miktar şaşırtmıştı. İletişim yaylarından çıkmamış meğerse. No panik. Gençliğinde bir süreliğine de olsa anarşizmi benimsemiş Yahya Kemal Beyatlı neden milliyetçi olduğuna dair şunları demiş vakti zamanında.
Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim ekalliyetler Rumlar, Bulgarlar… büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler de Abdülhamit’i yıkmakla meşguldüler. Yoksa Türk Milleti’nden falan haberleri yoktu. Baktım, bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdülhamit değil, başka şey…
Bunlar Türk Milleti’ni yıkmak istiyorlar. Demek Türk Milleti diye bir şey var. ‘Bu nasıl bir millettir? Mazisi nedir?’ Diye merak etmeye başladım. Zaten Ulumi Siyasiye Mektebi’nde tarih okuyordum. Türk Milleti’nin mazisini öğrenmek için tarih kitaplarını karıştırmaya başladım. İşte bende milliyet hissi ve milliyetçilik böyle doğdu.

8

21 Ocak 2016 Perşembe

V.A. - Éthiopiques 1: Golden Years of Modern Ethiopian Music (1998)

Bu musiki beni büyüledi. Dinlemekten hiç mi hiç mi hiç sıkılmıyorum. Bir yerde dur demek lazım yalnız. Niceleri sırada bekler çünki. Bu toplama albümde beş isim bulunuyor. Değişik tempolarda, genizden titrekli tiz dilleriylen şarkılarını icra ediyorlar. Kayıtların ne kadar uğraşılsa da birbirini bütünler şekilde kaliteleri standardize edilmemiş görünüyor. Böyle bir kaç aksaklık metrobüste bile bulunur. Bu isimlerinden hepsinin birbirinden bir şarkıyı fazlasıyla sevsevmiş bulundum. Muluken Melesse'nin Eté Endénesh Gèdawo'si (1.30 da bir kopuyor ki güzel oluyor, su!su!), Mahmoud Ahmed'in Aynotché Tèrabu'su, Seyfu Yohannes'in tabi ki Mèla Mèla'sı (Tezeta da fena değil de hüzünlü değil eğlenceli şarkıları seçiyoruz canım, üstelik sesi çok da güçlü olmayan Seyfu ağa'nın eksiklikleri o şarkıda daha bir göze çarpıyor), Teshome Mitiku'nun Hasabé'si ve Gétatchew Adamassu'nun hızlı Tezeta yorumu...Kapanış öyle tatlı oluyor ki, bu şarkılar yüzünden her ne kadar sevmemek için uğraşsam da başa dönüp bir kez daha dinlemekten alıkoyamıyorum kendimi. Bundan dolayı diyorum ki bir büyü, bir Afrika büyüsü var bu işte.

8,50-/10

18 Ocak 2016 Pazartesi

Green Carnation - Light of Day, Day of Darkness (2001)

Grubun baş yapıtı addedilen bu albümün arkasında trajik bir hikaye yatıyor. 1 saatlik tek şarkıdan oluşan kayıt büyük oranda gitaristleri tarafından hayatını kaybeden çocuğu ile hemen arkasından, aynı gün diye hatırımda kalmış ama şimdi doğrulatamadım, doğan diğer çocuğu arasındaki gelgitli ruh halinden esinlenerek yazılmış. Dolayısıyla ciğerden gelen bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Uzun süresine ve farklı tarzları, enstrümanları denemesine rağmen dinlemesi kolay, albüm kapağındaki melodramı yansıtan bir çalışma olmuş. Tarz demişken özellikle gotik, caz, altyapıda 70'ler selam çakılan türler oluyor. Kusur kadı kızında da var. Ortalardaki keltik caz çığrışları fazla kaçmış. Albümde ağırlığı hissedilen ve bolca tekrar edilen bir kaç melodinin ağırlığı fazlasıyla hissediliyor ve tekrarı bolca oluyor. Riffleri de düşününce çok da karmaşık bir sounda sahip olmadığını tüm eklektizmine rağmen yalın kalabildiğini ekleyebiliriz. Sadece bir yerde vokalin brütal notaları titrettiğini duydum. Bir miktar fazlası göz çıkarmazdı. Bir tık o drama daha arabesk işlenebilirdi. Mendiller ıslanabilirdi. Ama n'apıcan, İskandinav arkadaşlardan soğukkanlılığı devreye giriyor ister istemez herhalde.

8,50+/10

17 Ocak 2016 Pazar

Edip Cansever - Sonrası Kalır II: Bütün Şiirleri

1976 yılının fırtınalı günlerinde basılan Ben Ruhi Bey Nasılım, Ruhi isminde yarattığı karakter üzerinden ilerleyen ve  yüz sayfaya varan uzunluğunda bir anlatı şiir aslında. Çiçekçi, meyhane garsonu, meyhane işletmecisi, kürk tamircisi, kendi Ruhi beylerini anlatırken anılarına gömülü Ruhi Bey de etrafından soyutlanmış bir şekilde umarsızca kendi hikayesindeki eksiklikleri tamamlıyor. Yabancılaşmanın etten kemikten somut hali olarak Ruhi Bey şu sözleri yansıtıyor: Bir biçim değildim sanki, bir nesne, bir şey değildim
Camus'nun roman kahramanlarını hatırlatıyor Ruhi Bey ile Çağrılmayan Yakup'da isminden bile emin olamayan Yakup. Kitapta ayrıca şairin başvurmaktan kaçınmadığı aliterasyon yani ses yinelemesi örneklerinin en iyilerine rastlayabiliyoruz.
..

Bütünüyle bir semte benziyor Ruhi Bey
Binlerce, on binlerce kedinin hep birden kımıldadığı
Kedilerden örülmüş bir semte
Ve soğuk bir tuvalde yerini bulamamış renkler gibi
Soğuk ve ayakta tutan çelişkileri
Bir görünümden bir başka görünüme kolayca sıçranan
Her şeyin, ama herşeyin çok dıştan farkedildiği
Eh belki de bir satır fazlalığı ya da bir satır eksikliği
Belki de genç bir şairden ödünç alınan.
...
bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği
..
Azıcık gülümsedim
Ve dünya bana gülümsedi
...
Bin dokuz yüz kırk üçde biri öldü
Boynu değil, bir karanfilin sapıydı, yana düştü
Düşünce öldü
Bir ölülük sindi ellerime
Bir ölülük bana sindi
Ona sergimde her zaman bir yer ayırırım
Kimseler bilmez
Ben işte gizli gizli onu sularım
Karanlık bir karanfilliği
Yoklukta bir karanfilliği
O gün bugündür bütün çiçekler
Karanfildir benim için.
...
Nedense bulutlanır gözleri arada
O zaman kimseyi görmez
Uzaklara bakar yalnızca
Benimle konuşurken, gazetesini okurken
Ruhi Bey uzaklara bakar
Sanırsınız ki işte çok uzaklarda bir Ruhi Bey daha var
Bana öyle gelir ki durmadan geri çağırır onu
Ama durmadan
...
Bana elini uzattı, ellerimiz birbirine değdi
Sıcaktı, inceydi, kıskanırım anlatmaya bu eli
...
Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini.
...
Ölüler ki bir gün gömülür
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür
İnsan
         yaşıyorken
                              özgürdür.

Kısa bir Not:
Konakta Son Güne Ve...

Ve yıllarca sonra kadının ölüsünü
Bir bulantı cenazesi gibi kaldırdılar içimden.

O gece konağın bütün lambalarını yaktım
Elimde bir içki şişesiyle ben
Sanki bir insan şehrayini vardı da, ben
Gecesiz bir sarışındım
Gecesiz bir sarışındım ve işte
Bütün kapıları açtım kapadım
Kırdım parçaladım elime ne geçtiyse
Biblolar mı olur, yağlıboya tablolar mı, kristal takımlar mı
Elime ne geçtiyse
Açtım pencereleri dışarı attım.

Durmadan atıyordum, eşyalar bitmiyordu ki hiç
Eşyalar bitmedikçe öfkeyle içiyordum
Ve kinle
İniltiler duyuyordum aşağıdan yukarıdan
Ve bağrışmalar
Ve çığlıklar duyuyordum bir de
Tanıdığım artık ve bildiğim iyice
Acayip hayvan seslerine benzeyen
- Konak ki bir şimşekti de, elle düzeltilmişti sanki bir yağmur öncesinde -
Uşaklar evlatlıklar birbirine giriyordu
Birbirlerinden çıkıyordular
Aralarına karıştım
Boşaldım boşaldım boşaldım
Ve bilirdim, biliyordum, süresiz bir sarışındım
Başkalarını da çağırdım daha sonra
Ve karşıladım.

Oramla karşıladım, en çok oramla
Kapıda karşıladım, düşümde karşıladım
Bir sürü adamlar geldi,o bir sürü adamla bir sürü kadınlar
Nerde kim varsa işte bir bir geliyordular
Mutsuzlar, umutsuzlar, uyumsuzlar
Ellerinde paketlerle geliyordular - neler yoktu ki -
İçkiler, çiçekler, pastalar
Küçük küçük paketler, büyük büyük kutular.

(Ah, ne de çok şeyleri vardır da, nasıl
Hep böyle yerinde harcar bu kentsoylular.)

Giysiler giysiler gene giysiler
Fiyonklar, boncuklar, payetler
Değerli - değersiz, sahici - yalancı
Türlü türlü iğneler, yüzükler ve kolyeler
Önce hep nasılsınızlar, lütfenler, oturmaz mısınızlar
Denenmiş iç geçirmeler, gizliden bakışmalar
Ve yaldızlı cümleler
Bu pazar ne yaptınız? Hangi pavyonda? Sahi mi?
İğreti kahkahalar, ucuzundan gülmeler
Bacak bacak üstüne atmalar, yerlere uzanmalar
Sigaralar içkiler
Sonra gene içkiler, hiç bitmeyen içkiler
Ve dudaklar ve gözler, ince uzun boyunlar
Memeler, kalçalar, kıçlar, falluslar
Ve yavaştan seviciler, ibneler
Poz kesen jigololar.

(Nasıl da vaktini bilirler her şeyin
Ve vaktinde girişirler herşeye bu kent soylular.)

Sabaha karşı duruldu her şey
Gidenler, gelenler, yeniden gidip gelenler
Duruldu konak
Denizanaları gibi açıldı kapandı
Sızanlar mı dersiniz, uyuyup kalanlar mı
- Elle düzeltilmiş bir yağmur sonrası mı acaba -
Bir ara yağma edildiydi bütün kamçılar
Ne kalmışsa kırıp dökmediğim
Fırlatıp atmadığım
Yağma edildiydi gümüş şamdanlar
Saatler, konsollar, sehpalar
Perdeler, avizeler, halılar.

(Bilmezsiniz siz, bilemezsiniz
Görseniz nasıl ince
Nasıl da kibardırlar bu kentsoylular.)

Kanadı kanadı kanadı o gece bütün konak
Görkemli bir Kadın kaburgasını andıran konak
Bahçede acı acı bağıran tavuskuşları.

(Kim ne derse desin iyi bilirler kovulmayı da
Azıcık sırıtırlar, azıcık da şakaya filan alırlar
Ve usuldan ve bozmadan hiç durumlarını
Çıkarlar kırıtaraktan dışarı
Yalanla avunurlar, yalanla korunurlar
Bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular.)

Yaktım konağı da o gece
Bir daha, bir daha yaktım
Yüzlerce, yüzbinlerce yaktım hiç usanmadan
Aklımda bunlar kaldı sadece.

Soluksuz sessiz
Gölgesiz devinimsiz
Bir Ruhi Bey olarak Ruhi Beysiz
Kentin içine kadar sokuldum.

Ağzımın içi zehir gibiydi
Tuttum bir sigara yaktım
Kravatımı düzelttim
Ayakkabılarımı sildim
Ve sordum:
- Ben Ruhi Bey nasılım
- Sahi siz nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim iyiyim.

Cenaze Kaldırıcısı Âdem

                              Bir ölü nedir ki bir ölüm nedir
                              Acıyla kirlenmektir, acıya sevinmektir.

Siz bilirsiniz, isterseniz biraz gecikiriz
Gelmesine geliriz, birazcık gecikiriz
Ne kadar gecikirsek o kadar iyiyiz
Ben o kadar iyiyim.

Bir zamanlar hamaldım, çelenk taşırdım
En güzel çiçekleri ben sırtımda taşırdım
Caddelerden geçerdim, büyük vitrinlerin önünden
Serlerden bahçelerden güne damlardım
Renklere karışırdım, kentin ışıklarına
İçinden soyulan bir portakal gibi
Kendi içdenizlerimi öper okşardım
Süslenmiş gibi olurdum
Kokular içinde kalırdım.

Sonra bir gün çağırdılar
Sonra bir gün beni gene çağırdılar
Artık hep çağırdılar, dört kişi olduk
Dört kişi gerekliydi, dört kişi olduk
Ölüleri gördük, ölüler koltuktaydılar
Ölüleri gördük ölüler yatakta
Ölüler giyinik, ölüler çıplak
İşte biz dört kişi buna alıştık
Bizi alıştırdılar.

Omuzlarım kesik kesiktir, nasırlıdır
Her zaman bir ölü vardır omuzlarımda
O kadar ölü vardır ki her yanımda benim
- Ölüler içindeyim! ölüler içindeyim! -
Örneğin bir bardak su içsem bir ölü kayar şuramdan
Su içmeyen bir balık gibi kayar
Ölülere takılmış bir uçurtma gibiyim
Biraz öyleyim.

Ve otel müşterileri, onlar
En inandırıcı ölülerimdir benim
Her biri biri ölümü her gün yeniden yaşar
Camlara yapıştırılmış yüzler gibi
- Unutmak utanmaktır, siz bilirsiniz -
Hüzünsüz, anlatımsız, soğuk
Akşamüstü rengindedirler ve yorgundurlar.

Siz daha iyi bilirsiniz, hıristiyanları soyarlar
Ölüleri çıplaktır onların
Ne yalan söyleyeyim görünce huylanırım
Yeni ölmüş genç kızlar yeni doğmuş çocuklara benzerler
Görünce huylanırım
Bunu karıma da anlatırım, su dökünürüm
Adım mı, Ademdir, iyi adamımdır.

Karıma anlatırım ya, size de anlatırım
Bir gün bir ölü kaldırdık, Aşkenazlar'dan
Heni şu Leh Yahudilerinden işte
Gözleri o kadar mavi olan, mavi bir suda yüzer gibi gövdesi
Saçları tütün renginde
Her neyse, uzatmayalım, bir de baktık ki ölünün arka cebinde
Dolarlar, marklar, sterlinler
Önce paylaşmayı düşündük, yalan söylemeyeyim
Götürüp geri verdik az sonra
Götürüp geri verdik, yüz lira aldık
Hepsi hepsi yüz lira
Bir gün bir ölüye asılı iki torba
Torbalar kalçalara inmiş, askılar omuzlarda
İçleri altın dolu
Ölüyse bir kocakarı, Ermeni
Çoluk çocuğu
Elbette geri verdik altınları da.

Ve genç bir kız ölüsünden ametist bir kolye çıkardım
Doğrusu sakladım onu gizlice
Karımdan bile sakladım, karımdan
Niye mi sakladım, uğurdur diye.

Bir karım, iki çocuğum, dört kişiyiz
Kimseler bizimle konuşmaz
Mahallede kahveye çıkmam, anlarsınız
Giderek alıştım içkiye de
Demin de söyledim ya, iyi adamımdır
Benden kötülük gelmez
İnanır mısınız, bir gün gene bir ölüyü kaldıracağız
Tam kaldıracağız, birden farkına vardım
Adam düpedüz yaşıyor
Oysa raporlar filan tamam
Buzluğa girdi mi o anda işi bitik
Başında mirasçılar yas giysileri içinde
Dedim ya, birden farkına vardım
Evet, o gün bugündür yaşıyor
Cihangir'de oturur, zengindir
Bir iki kez evine de uğradım
Beni pek sevmez.

Ne de olsa herkes biraz ölüdür
Otel müşterileri en önde gelir
Kendileri soyar kendilerini kendileri giydirir
Büyük kentlerin büyük tabutlarıdır oteller
Nedense işte onlar gökyüzüne gömülür.

Bu sabah on birde bitirdim işimi
Gidip uyuyacağım
Belki de
Ya karımla ya da
Bir başka ölüyle yatacağım.

Sevda ile Sevgi ismini taşıyan eseri ise okuyucuyu yormayan belki de okuması en rahat eseri şairin. Ruh hali de bir şekilde şehirden kasabaya doğru bir yolculuğun izlerini taşıyor. Kitabın isminden anlaşılacağı gibi ana tema sevgi üzerine yoğunlaşıyor. Sonuçta şairlerin kendi hayatlarını da eserlerine yansıttığı düşünüldüğünde, buradaki farklı ruh halinin sebebi üzerine merak duygusu doğmuyor değil.

Çünkü sevdikçe beni sen kendini tanıdın.
...
İçimizde birbiriyle konuşan yaprak bolluğu
Yalnızlık bir başına kalmıştır.
...
Ben unuttum hangi kış unutulduydu
...
Uşak düşünedursun, Rize’den çay getiren bir kamyon
Zigana dağlarını yanladı fiyakayla
Zigana dağlarının uzak gölgesi
Aktı bir su gibi kursağına
Ve şoför Sahil bir otobüsü daha solladı
Yaktı bir cıgara daha
Meğer ki öksürüğü İstanbul’dan duyula
Ufacık bir gecekondudan
Bir kadın tarafından, adı Zeynep de olabilir Nazlı da
Ama ne bilsin ki kadın
Bafra dolaylarından geçerken uçacağını
Kızılırmağa Salihin
Evladım, daha yirmi iki yaşında
Uyur şimdi bütün uykularını
Kamyonda uyur gibi
Gözleri açık uyur Kızılırmağın suyunda.
...
Vallahi bir kadın yüzünden değil
Böyle mahzun duruyorsam biraz
Yüzüm dünyanın ilk şairinin yüzü gibi
Ve hiç öfkelenmeden söylüyorum
Arayan sularda arasın beni
Sularda arasın bundan boyle
Yorgun bir eriyik gibi sularin engin kalbinde
Bir eriyik ya da bir ceset gibi
Ölümümü değil, ölümlülüğümü sadece
Ki anlatır size o zaman
Kimsesiz bir limanda boğan beni
O yaman sessizlik de.

Peki, ayak izlerim de yok mu sularda
Kızgın topraklarda uzayıp kısalan gölgem
Bir saburluk gibi sessizsem
Bir gelin böceği gibi sessizsem.
Ve eğimliysem üstümdeki gökle oranlı
Yemin ederim 'bir aşk kırgını' değilim
Yeni diller, yeni anlamlar öğrenmeye çıktm ben
Tam üç yıldır beklediğim kadini
İnanın bir daha görmek istemem.

Sabah mı denir buna, tutuşmuş geceden kalma korlarla
Çevrelenir gözlerinin kenarı
Kanı altına dönüştüren ilk ışınlarla
..Doğayım ben.



Hiçbir Pul Hiçbir Zarfa Yakışmıyor

Hiçbir pul hiçbir zarfa yakışmıyor
Hiçbir zarf üç beş satıra
Ne zaman yanyanayız işte o zaman 
Doyamıyoruz tenlerimizin bitmez tükenmez sorgusuna 

Bırakmak bırakılmak demeyelim
Durmadan yer değiştiriyor anlamlar da 
Ben ki bir boşluk kadar büyümüşüm bu yüzden
Sanki kış aylarında bir uçurumda.

Anlarım sedir ağacının dilinden
Ve usta bir aslan terbiyecisinin ruhundan da 
Hiç anlamaz olur muyum öpüşünü de kalbimi
O öpen sensen bir de dalgaları çekiştiren bir kız 
çocuğuyla.

Hepsini biliyorum, hepsi aklımda
Hepsi de hiç kımıldamayan bir duman gibi havada.

Bitti O Sevda

Bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların
Su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti
İtti kıyıyı adına deniz dediğimiz şey
Unuttuk ikimiz de her türlü yetinmezliği
Kaybetti kumarda gözlerim
Kaybetti kumarda gözleri.

Bir koru rüzgârlandı göğüs boşluğumuzda sanki
Uzaklaştı ağaçlar birbirlerinden
Yakınlaştı ağaçlar birbirlerine
Yani her soluk alıp verişimizde bizim
Bir mekik gibi kalbin
Bir mekik gibi kalbim
İşleyip durdu bu yitikliği yeniden.

Ne kaldı
Farkında mısın bilmem
Gündüzler..
Gündüzler biraz azaldı.

Şairin 80 yılında basılan yapıtı ise Şairin Seyir Defteri adını taşır. Daha Başlangıç'ta bir önceki eserdeki atmosferin değişeceğinin işaretini alırız.

Doğanın bana verdiği bu ödülden
Çıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan.

Diğer yandan eserde yer alan şiirlerin belli bir bütünlüğü sağladığı, birbirlerini diğer eserlerinde olduğu gibi tamamladıkları pek de söylenemez. Takip eden yapıtında olduğu gibi lirizm ağır basar.
...
Parlar ki şimdi arasıra geceleri 
Diplerde, derinlerde, yalnızlığımda 
Ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk 
O nedensiz mutluluk, olsa da olur olmasa da.
...
İnsan: mavinin içindeki düşünce!

Neler Almalıyım Yanıma'dan

Şiir için: yılgı, sessizlik, yavaşlatılmış uyum
Acı için: bir kandil, bir tütün kasesi, bir iskemle kırık- çocuklar kapı önlerinde otursunlar, oynasınlar yada-
Düş için: kendini denizde sanan o bunak kaptan- gerekli çok-
Şarkı için: kalmadı üstümde tek dize- ama- o dizelerin sesi var, ilk ağızdan çıktıkları günkü gibi, pespembe renkleriyle-
Zaman için: yer değiştiren gölge- yeterli-
Mevsimler için: portakal, boğürtlen, ayçiçeği
Aşk için: unutkanlık ya da
Dikkatle kullanılan ve değiştirilebilen bir kaç anı
Öfke için: Marks, Lenin, vb.
Okumak için: Dostoyevski, Marquez, Sait Faik
- başkaca kim olabilir düşünmeli-
Şiirse, elbet
Akdeniz şairleri.
...
Görüyorsun değil mi
Ne kadar inceldi kent
Nerdeyse şuracıktan
Ansızın bir kent daha görünecek.
...
İnsansız anı yoktur. Var mıdır?



İçerikler
II.

Konuşuyoruz desem konuşmuyoruz da
Ayrı ayrı şeyler düşünüyoruz üstelik
Birbirimize bakarak
Ne seviyoruz ne de sevmiyoruz birbirimizi
Ne varız ne de yoğuz gerçekte
İki lamba gibiyiz, iki ayrı yerinden
Aydınlatan odayı

Değilsek de yakın birbirimize
Uzak da sayılmayız büsbütün
Gökyüzünde iki uçurtma başıboş
Yanyanayızdır sadece

Her çiçek bir çoğulluktur gününe göre
Yalnızlık bir çoğulluktur
Sanırım bir giz de yok bu beraberlikte.

VI.

Yüzüne bir haç çizdi, külden ve kireçten bir haç
Acıdan, menekşeden
Oturdu çeşmenin taşına, su içti
Susmamı söyledi yakınarak -ilk o görmüştü anlaşılan-
Bak dedi -usulca- deniz dalgaların üstünde
Göğün eğrisindeyse bir alev çanı
Görüyor musun?
Gördüm, bir gidip bir geliyordu yüzünde
Acıdan menekşeye
Kireçten küle.

Dokunsam, duysam, yaratsam, diyordum ben de
Ve sunsam ona, denizin
Sunuşu gibi kendini dalgalara.

Ona, yalnızca ona
Beni bir deniz kabuğundan daha ayrıntılı yapana.

Ayrı bir kitap olarak yayınlanmayıp Yeniden ismindeki toplama kitabına bölüm olarak eklenen Eylülün Sesiyle, isminin işaret ettiği o uğursuz ayın izlerini taşıyor. Ayrıca Tomris Uyar'a yazdığı şiirlerinden en etkileyici olana da  ev sahipliği yapıyor. Sosyal mücadelelerin en şiddetli günlerinde dahi ağırlığını gösteren içe kapanış süreci, bir kaç tepkisel şiir dışında derinleşmeye devam ediyor. Zaten bu tavır Ben Ruhi Bey Nasılım kitabında olduğu gibi tamamını dramatik bir konsepte ayıracağı Bezik Oynayan Kadınlar'a evrilmiştir.

Kış birazdan bitecek, kışa geç kalma
...
Bildiğim bir şey varsa
Mavzerle denenmek ister dağlar
Hüzünle değil





Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir
                                                      Tomris Uyar'a

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet'nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Yok bir yanıtın "nereye" diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler'den Hisar'a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.


Bezik Oynayan Kadınlar ismindeki konsept kitabı, Cemile hanımın var olmayan Manastırlı Hilmi Bey'e mektuplarıyla açılıyor. Acılar da acılaşıyor gittikçe /Sanki/Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi diye yazıyor mektubunda, sık sık oğlu Cemal aklına geliyor .Çocukların en yaşlısı Cemal'in İç Konuşmaları takip ediyor ardından. Yeni bir renk buldum bugün, suyun akış rengi demek için Cemile dönse de yerini Seniha'nın günlüğüne bırakıyor. Kendini kendine sunan Seniha! 'Evlere' sığamayan Seniha da yazıyor: Not: ben bugün biraz/ Yaşamı kımıldattım. Son sözü alan Ester Ki bazı sözlerin anlamı/ O sizlerin söylenişindedir derken, Bulmanın dili aramaktır derken kaderleri birbirine dolanmış bu dört karakter arasında o kapandan kurtulmaya en yakını, olası sağduyunun sesi olarak dikkatleri çekiyor. Karakterlerin kendi aralarında diyalog içermese bile dramatik anlatı olarak değerlendirilebilecek bu şiirlerden alıntı yapmak da haksızlık olacak. Yine de kitaptaki ender umutlu hali barındıran güzel bir anı resim olarak paylaşıveriyorum


Büyük biraderin yılında çıkan kitabın adı ise İlkyaz Şikayetçileri olur. Rutinin getirdiği iç sıkıntısı ve gölgesini gösterip sahicileşmeye başlayan ölüm sayfalarda daha sık görülür.

Sular insanlar gibi geçiyor aklımdan
Mavi aklımdan
Sordular-anımsıyorum-
Bir gün
Neyle örtülürmüş ki su
Suyla demiştim -elbette suyla-
Ya yaşam
Bir başka yaşamla, bir başka, bir başka, bir başka
Oysa bütün yaşamlar bitti
İlkyazlar ve bütün başlangıçlar
Sular
İnsanlar gibi duruyor aklımda.
...

Hiçbir ses yakalayamaz beni
Dağlarda küskün, küçük
Bir ot parçasının yankısından başka

Armalar

8.

Tanrının düşüyüz, dedi, o yaşlı adam
Bizi unutunca ölüyüz
Basbayağı bir ölü
Bilmem ki bu sözleri ben
Hangi sözle buluşturdumdu o zaman.

10.

Üç büyük gemi rıhtımda
Üçü de beyaz, bembeyaz
Yönünü bilmeyen kuşlar gibi ben
Anılarla donatacağım
Bu tanımadığım kenti, ayak basar basmaz.

15.

Gördüğün herhangi bir şey
Görülecek bir başka şeyi gösterir olsa olsa
...

Sık sık uğradığı otel odalarına ithafen yazdığı Oteller Kitabında insanlar otel isimleriyle eşleştirilir. Bir müzikal girişinde olduğu gibi okuyucu karşılanır, oda oda mekan mekan bir geziye davet edilir. Kitabın baş rolünü Bayan Sara, alkol nesnesi ile paylaşır. Uzun şiirde düzyazı örneklerine de başvurulur. Denenen farklı yöntemler içeriğin kısıtlanarak kendi içine kapanmasını engeller. Benzer bir durum emprovize bir piyano melodisi etrafında inşa olunan Phoenix Oteli'ndeki diyaloglar vasıtasıyla da yaşanır.


Nedir ki,dedim, bir büyük aşk bir çoğul aşktan başka
Onu ben yaratmadım mı
Öyleyse ben kullanıyordum.
...
Bir kiraz ağacında iki tek kiraz
Dua sözleri söyler gibi bir ağzın ucunda kımıldadılar

Sera Oteli
III.

Kıştı, bilmem ki hangi kıştı
Her yerdeki bir kumaşçıdan
Kumaşlar, kumaşlar satın alınırdı.Eski Yunandan çıkıp gelmiş bir terziydin de. Ellerin çarçabuk bir devinimle, parmaklarınsa yaylı bir çalgıyı en ustalıklı çalabilen unutulmuş bir bilimle, hep birden ne yaparlardı söyle? Yunan heykellerinin giysileri gibi sayısız giysiyi bir anda biçip dikerler miydi? Ve buluştururlar mıydı iğneyi saf mermerle? Bilmez miyim hiç, yalınlık bir dil edinmişti sende. Öyleyken… Evet öyleyken? Gerekli  miydi çok, gözleri kapalı, kolları kırık, anlamı çoktan yitmiş heykeller gibi bir şeyler sevindirmek aramızda?

Oteller kitabı şairin hayattayken yayınladığı son eseridir. Gül Dönüyor Avucumda şairin ölümünden sonraki derlemeye bölüm olarak eklenmiştir. Son döneminde henüz yayınlanmamış şiirleriyle dergilerde yer almış şiirleri bir araya getirilir.

Ve gelindi mezarlığın kapısına
Güllerin, güllerden çelenklerin kuzgunkılıçlarının kapısına
Buz kokulu otların, buz kokulu mezar taşının kapısına
Gelindi
Önce o girdi
Dalgalardan burnunu kaldıran bir tekne gibi
Yükseldi yükseldi
Bakakaldı sonsuzluğa bir süre
Daha sonra indi indi
Yalayıp geçti dalgaların üstünü
O
Kimseye görünmek istemeden
Ama hiç istemeden
Bıraktı kendini büyüyen göz çukurlarına
Ve birden
Konuşmaya başladı sonsuzluğun dilini.

Edip Cansever'in Sonrası Kalır ismini taşıyan bu iki ciltlik derlemeye son olarak Öncesi De Kalır adıyla dergilerde yer alan ilk döneme ait şiirler de eklenmiş durumda.

...
İçtiğin içki seni görür uykusunda
Uyanınca anlatılmayı seversin.

Kolaylık

Bir fıçı bulmak işten bile değil
Üstüne çıkmak işten bile değil
Bir yıldıza bakmak işten bile değil.

CANLILAR

CANLI DEYİNCE BİTKİ HAYVAN İNSAN
BİTKİ DEYİNCE ARPA YULAF SOĞAN
HAYVAN DEYİNCE AT İNEK ÖKÜZ
SU KUŞU TARLA KUŞU SAKSAĞAN
BİR DE MARAŞ KÖYLÜĞÜNDE İKİ KİŞİ
ÖKKEŞ'İN OĞLU DURDU
YUSUF'UN OĞLU HASAN

Bilimler

                            (Bir romandan esinlenilmiş)
Gökyüzünde Tanrılar var
                            (Mitolojiden)
Yeryüzünde krallar var
                            (Dünya tarihinden)
Daha aşağıda tüccarlar
                            (Bir banka müdürlüğünden)
Daha daha aşağıda memurlar
                           (Tutumbilimden)
Kediler köpekler hayvanlar
                           (Biyolojiden)
Sonra hiçbir şey
                           (Fizikötesinden)
Sonra gene hiçbir şey
                           (İki kere fizikötesinden)
Derken
Köylüler, işçiler, ırgatlar
                           (Toplumbilimden)

Yok Bir Şey'den

Evet, bazan da bir şey olur, bir örümcek yere sallanır
Bir büyük hayvan suya eğilir korkularıyla
Bir silah patladı sonra -diyelim patladı- yere yıkılır hayva.
Kuşatır ormanı, kuşatır onları, kuşatır her şeyi biraz
O kadar kuşatır ki,eh! sonunda hiç bir şey olmaz.
Sonra hiç bir şey olmaz, sonra hiç bir şey olmaz!
Salt bu yüzden olacak bir köpek sürünür ayaklarıma
Bir köpek, doğrusu şu: Acıtmak gerekir bir yanını
-Ne kadar?
-Bilmem ne kadar
Sanırım bir köpeklik, bir köpeğe yetecekleyin acı
Böylece bir şey yapmak;şu ya da bu şekilde çaresi yok
Haydi kalk! -bunu kendime söylüyorum- bir şeyler yapmalıyım kendimce
Örneğin bir şeye benzeyelim, yapılan bir şeye, ne çıkar bundan
Kesilen bir dala benzeyelim, açılan bir pencereye
Yağmura benzeyelim mi yağmura? -bekle biraz- güneş açsın güneşe benzeyelim mi?
Sonra da bir kahveye girelim, benzeyelim mi bir oyun sonrasına?
..
Üstelik sormayalım,N'olursun sormayalım-bunu ben kendime söylüyorum
Ne desem kendime söylüyorum: İnsanın tarihi yalnızlık.



Edip Cansever'i okumak Turgut Uyar'ı okumaktan bir mertebe daha zor olsa bile bolca gösterge, nesne, gönderi içeren kapalı anlatım tarzının duygu yada duyulara hitap etmediğini iddia etmek oldukça güç. Tersine anlamsız olmaktan çok yıllara yayılan bir evrenselliğe yayılabilmenin yolunu açan bu tarzın anlaşılma gayesi güttüğü çok açık. Küçük İskender'in de uzağa bakan bir köpeğin bakışlarında şairi anladığını düşünürsek, 'yaşamasanız' bile hayata tanıklığınız arttıkça keşfedeceğiniz bir derinlik mevcut. Şairi okumada güçlük yaratan etkenler bunlarla kalmıyor: Dizelerin katılığı ve dize alıntılama güçlüğü yaratacak boyutta şiir içindeki dizelerin bağlantısallığı, ciddiyet ve karamsarlık içeren atmosfer, kendine özgü varoluşçu ve nihilist bir felsefe, bölünmüşlüğe dayanan ruh halinin getirdiği ikilikler, çelişkiler, muğlaklık. Yine de eserlerinde yenilikçi yönünü hayatının sonuna değin gösteren şair umutsuzluğa ( özellikle dramatik şiirlerinde karakterler bu halet-i ruhiye içinde boğulsa da bütüncül bir bakış açısıyla bakıldığında ve kendi sözlerine kulak verildiğinde) teslim olmuyor. Hem de modernizmin getirdiği yalnızlık ve yabancılaşma karşısında nafileliğin kabulü neticesinde hissedilen boşluk duygusuna rağmen.

15 Ocak 2016 Cuma

UFO - UFO 1 (1970)

Ünlü gitarist Schenker öncesi grubun çıkardığı ilk albüm hard rock üst başlığı altında tanımlanabilse de blues başta olmak üzere saykedelik ve uzaysı zabazingolarla da zenginleştirilmiş bir sounda sahip. Yani uzun lafın sünnetli hali şu ki dönemin diğer gruplarından fersah fersah uzakta değil. Cemm seyşınlarla ve sololarla, hareketli ritimleriyle güzel bir dinleti sunmakla beraber, bir kaç şarkının bariz vasatlığı ve vokallerin artı bir güç katmaması albümün paçasına ypışıp geri geriye sürükleten faktörler oluyor. Dinledikçe dinledikçe özellikle gitarını cayır cayır, davulunu çıstır tıngır tercih edenlerin daha bir bağlanacağını söyleyebiliriz ki aynısı bana da oldu. Allah ömür verirse UFO 2 olur 3 olur 4 olur dinleriz ileride bir zamanda efendim.

7,50/10

10 Ocak 2016 Pazar

John W. Murphy - Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri

Çevirmen Hüsamettin Arslan tarafından kaleme alınan ve güçlü eleştiriler içeren önsözün aksine kitap postmodernizmi tanıtmakla kalmayıp olumlayan bir tavır takınmış. Özellikle metodolojisini oldukça sevdiğim kitapta genel başlıklar altında postmodernizm bu konu hakkında ne der'in açılımı ortaya konmaya çalışılmış. Söylem, felsefe, bilim, din, sanat, hukuk, iş, bürokrasi gibi alt başlıklar altında derlenen cevaplar ister istemez genelleme halinde ortaya konuyor.
...
Nesnelliğin, olayların algılandığı süreçlerden etkilenmeyen özerk bir varlığa sahip olduğu düşünülmüştür. Bir hakikat temeli kurabilmek için, zihnin bilinen şey her ne olursa olsun ondan ayrı olmasına bağlı olarak nesnellik öznelliğin etkisinden kurtarılmıştır. Bu ayrım düalizmin merkezi noktasını teşkil eder. İnsana bulaşmamış bilgi mevcuttur. Bu görüşlere yani düalizme itiraz ise postmodernizmin en başta gelen temel özelliklerindendir. İnsana bulaştığı için bilgi kavranılır olur. Bilgi ve yorumun içselliğinden dolayı, hakikat belirsiz bir varoluşa sahiptir. Sezilebilir bir şeydir. Bu bakımdan hakikat bir tecrübedir.
Pozitif bilim olgu olma durumunun insani yanının önemini yok ettiği için, Heidegger varlığın dil kullanımıyla oluşturulan bir açık alanda ikamet ettiğini öne sürdü. Sonuçta dilin "Varlık'ın evi" olduğunu ilan etti. Dilde duran varlık, daima çeşitli konuşma nüanslarına göre değişiklik gösterir. O nedenle, Hölderlin'den ödünç alarak Heidegger 'bu yeryüzünde insanın şiirsel yaşadığını' yazdı. Dilin kullanım yoluyla, insan hayatını oluşturan fırsatlar hem neşe hem de hüzün saçar. Dünya temsil edilemez; yalnızca dil vasıtasıyla var olması gerçekleştirilir.
Heidegger'ın ontolojisinin genel hamlesi, nesnelerin dilbilimsel olarak kaydedilen kimlikleri dışında bir özlerinin bulunmadığıdır. Sartre, bu noktayı şu ünlü ifadesiyle dile getirmiştir: 'Varoluş özden önce gelir'. Bununla birlikte Roland Barthes, Jacques Derrida, Paul de Man ve Michel Foucault'ya göre Heidegger'ın Varlık incelemesi yeterince radikal değildir. Bu yazarlar, dilin Varlık için bir kanal değil, gerçekliğin kaynağı olduğuna inanırlar...Sözün gelişi Derrida, 'metin dışında hiç bir şey yoktur' dediğinde bu iki kola ayrılmayı yıkmaya teşebbüs etmektedir. Dil, daha yüksek bir gerçekliğin yerine ikame edilmekten çok, bütün anlamın kaynağıdır. Keza Jacques Lacan da, düşüncesindeki bu değişmeyi onaylar ve hakikatın gerçeklikten değil dilden çıkarılacağını öne sürer.
Dolayısıyla postmodernistlere göre çok daha köklü okuma, metne dayalıdır ve dünya inşa etmektir. Bir olay okunduğu her durumda, kimliği dille takviye edilmiş olmalıdır. O nedenle postmodernistler Varlık'ın özünün arayışı içinde değildirler. Dilin etkisinden de asla sakınılamaz. Bunun nedeni, sembollerin dünya özerkmişçesine olguları işaret etmemesi, göstermemesi ve olguların yerine geçmemesidir. Konuşma kendi kendisini temsil eden bir şeydir. Yani yalnızca dolaylı şekilde veya konuşma kalıplarındaki değişmelere göre hakikate yaklaşılabilir. Bu nedenle Derrida 'herhangi bir merkez veya mutlak demirleme noktası olmaksızın sadece kontekstler vardır' diye yazar. Diğer yandan Merleau-Ponty gösterenin fazlalığından dolayı insanların her durumda niyet ettiklerinden daha az şey söylediklerinden yakınır. Mantığın aksiyomları bile, aldıkları dilsel mirası reddedemez ve bu nedenle asla nihai ve sabit bir duruma ulaşamazlar.
Bilimsel başlık altında olgusal bilginin bireysel bilincin dışında bağımsız bir varlığa sahip olduğunu savunan pozitivizme karşı olgulara inanmanın yanlışlığını vurgulayıp yalnızca yorumların varlığını vurgulayan postmodernizmin, pozivitizm ile uyuşmayacağı da aşikardır. Akılcılık evrensellik gibi öğeleriyle birlikte, postmodernistler tarafından mekanik mantık kavrayışının bir parçası olarak sorgulanır.
Gerçeklik önemli ölçüde dilsel bir alışkanlıktır.
Kişilerin eyleme geçmesi toplumsal ve psikolojik dürtülerle olmaz. Gerçekte insani niyetler çok önemlidir. Eylem uyarımı çnceler, motivasyon uyarımdan önce vardır. Motivasyon da toplumsal inşa edilir. Praksis varlığı olarak insanın kişiliği belirlenemezdir, bu yüzden de postmodernistler keşfedilemeyeceğini öne sürdükleri kişilikle ilgilenmezler. Bununla bağlantılı olarak toplum kolektif bilinçten çok kollektif praksisden oluşuyor olarak değerlendirilir.
Temel moral ilke ötekinin entegrasyonunun - ötekinin veya ötekinin farklılığının - bütün zamanlar için garantiye alınması gerektiğidir. Derrida 'ötekinin varlığı bulunmaksızın etik olamaz' der. Levinas, içinde kişilerin birbirleriyle indirgemeci olmayan bir tarzda yüz yüze geldikleri metafiziksiz bir ontoloji diye atıfta buna bulunur. Bireyler, kendi başlarına değerli olarak görülürler, tanrı ya da devletçe buyurulan bir başka amacın araçları olarak görülmezler. Toplum bir bütünü şekillendirir, fakat insanların işlerini nasıl yürütmeleri gerektiğini dikte eden bir bütünü değil. Gerçekten Lyotard, başkalarınca oynanan dil oyunlarını bozanları terörist diye damgalar...Postmodernizmin eleştirmenleri bu felsefeye hem Tanrı'nın hem de insanın temelinin yıkıldığı suçlamasında bulunurken, haklıdırlar. Yine de düzen bir kenara atılmaz; atılan yalnızca toplumsal düzenlemeleri meşrulaştırmak üzere elde tutulan 'sui generis gerçeklik'tir. Bir anlamda postmodernistler sözleşme teorisini radikalleştirirler. Belirli adetlere ilaveten, normlarla ilgili tartışmaların içinde gerçekleştiği bütün bir çerçeveyi gözden geçirirler. Bu nedenle toplumun varlığını idamesinin temeli esnek dil oyunları şebekeleridir.
Düzen ve söylem, postmodernizmin bel kemiğini oluşturan kavramlardandır. Diğer radikal düşüncelerden farklı olarak sınıf ilişkileri gibi sistemlerin baskıya değil mutlak sayılan söylem oluşumlarına yol açacağını savunurlar. Dolayısıyla iktidar da kişiler arasında gerçekleşen ve baskıya sebep olabilecek söylemler yoluyla kanunlaştırılır. Bu noktada hakim anlamlar, normallik-anormallik gibi ayrımların gücü ortaya çıkar. Zira delilik gibi mefhumlar postmodernizmin en çok ilgilendiği alanlardan biridir. Postmodernistler, bu tarz farklı düşünen insanların kurumlara kapatılmak yerine cemaat vasıtasıyla toplum içinde dostlarıyla diyalog içinde yaşayabileceklerini öne sürer. Dil ve gerçeklik arasındaki ilişki hatırlanacak olursa, tedavinin kaynağının da iletişimin zenginleştirilmesinde yatıyor olduğu şaşırtmayacaktır.
Zeka doğal bir durum değil, toplumsal bir inşadır.

Kapitalist sistemde bir işçinin aldığı ücret, üretim araçları sahiplerinin üstlenmek zorunda kaldıkları bir başka bedeldir. Yalnızca o nedenle kapitalistler bu bedeli sürekli, mümkün mertebe düşük tutmaya çalışırlar. Bu amaca ulaşmanın en iyi yöntemi işçileri, üretim süreci içinde ücret taleplerini yumuşatmaları için, arızi olduklarına ikna etmektir. Bundan dolayı, genellikle işçiler akılsız, ruhsuz, zevklerini ertlemeye yeteneksiz, işyerinin yönetimi konusundaki sorunlara ilgisiz kişiler olarak resmedilir. Bu kampanyanın amacı işçileri, işlerinin çok az hüner gerektirdiğini ve hemen herkesçe yapılabileceğini göstererek alçaltmaktır. O nedenle işçiler, yalnızca ekonomik faktörle alçaltılmazlar; sembolizmle de alçaltılırlar. Bu bakımdan dilin tekelleştirilmesi totalitarizme yol açar.
Bu sömürü ilişkisini emniyete almanın en iyi yolu, işçileri hayat şartları konusunda herhangi bir iyileşme olmayacağı konusunda ikna ederek, meydan okumalarını engellemektir. Bu nedenle kapitalizm mümkün olan sistemler içinde en iyisidir yargısının zihinlere kazınmış olması tesadüf değildir.
Postmodernistler insanların hayatlarının sorumluluğunu taşımalarını ister.

7,50


Derya Türkan - Minstrel's Era (2006)

Derya Türkan şu an klasik kemençenin, Karadeniz kemençesi ile farkın altı çizilerekten, en büyük üstatlarından biri olarak biliniyor, belki de öylesi. Bu solo albümdeki eski bestelere de kendi farklı dokunuşunu ekleyerek bir farklılık yaratıyor. Resmi tanıtım yazısı oldukça doyurucu bilgiler içeriyor. Olduğu gibi alalım:
Osmanlı enstrümantal müziği eserleri, ilk defa 17. yüzyılın ilk çeyreğinde, imparatorluk başkenti İstanbul’da yaşayan Avrupalılar tarafından notaya alındı. Ancak, Alberto Bobowski ve Dimitrius Cantemir gibi tarihçi olarak tanınan kişilerin notaya kaydettikleri bu eserlerin çoğu zamanla unutuldu ve sonraki yüzyıllarda hemen hiç çalınmadılar.
Türkiye’nin önde gelen kemençe virtüozu Derya Türkan, bu eserleri CD’sinde Türkiye’nin seçkin çelisti Uğur Işık ile tanınmış Fransız kontrbasçı Renaud Garcia Fons’un eşliğinde çağdaş bir yorumla icra ediyorlar. Geleneksel orient bir enstrüman olan kemençenin sınırları eserlerin icrasında yüksek bir müzikal çizgide seyrederken, çello ile kontrbasın tınılarıyla beraber yepyeni bir ses sentezi oluşturuyor.
CD’de yeralan eserler, Osmanlı padişahının İstanbul Sarayı’ndaki özel dairesinde dinlemesi için bestelenmişlerdir. Besteciler, imparatorluğu oluşturan değişik uluslara mensup kişilerdir ve eserler Osmanlı İmparatorluğu’na 17. yüzyılda hâkim olan ezgi anlayışını yansıtmaktadır.
Çoğu ilk defa çalınan üç asır öncesinin eserleri, parlak ezgi hareketlerinin, yanısıra modern anlayış çizgisindeki refakatin neticesinde, bugün de rahatlıkla anlaşılabilecek bir kimliğe bürünüyor.
 İsterdim ki şarkıların en azından bir kısmı piyano konçertolarında olduğu gibi daha çok sesli icra edilsin. Kemençenin baskın sesini bir albüm boyunca dinlemek incelikleri kaçırtıyor. Sonlara doğru besteler birbirinin iç işlerine karışıyor görüntüsü verebiliyor. Yoksa caza kayan müdahaleleri ile müzikal destek hissedilmiyor dersek yalan olur. Hakimiyet, icra, teknik gibi şeyler hakkında bir şey söylemek gibi bir haddim olamaz zaten.

7,25/10

9 Ocak 2016 Cumartesi

Franz Kafka - Amerika


Kafka'nın yarım kalan eserlerinden biri de özellikle Ateşçi ismini taşıyan ilk bölümüyle gururlandığını alenen beyan ettiği Amerika ismini taşımakla beraber sonuöta bir taslak olduğu için Kayıp gibi farklı isimlerle de biliniyor. Elimdeki baskı kırmızı renkte ciltli sert bir kapağa sahip. Tam bunun gibi işte. 1967 baskısının orjinal kapağı ve bugünkü baskısının kapağı da şu şekilde.
Roman, yazarın arkadaşına sonunu çıtlattığı gibi diğer kitaplarının aksine kötü bir akıbeti haber etmez. Roman sonlanmasa da bunu hissetmek mümkün. Genç Karl Rossman, Almanya'da bir hizmetçinin baştan çıkarmasıyla kendisinden çocuk peydahlandığı için ailesi tarafından Amerika'ya gönderilmiştir. İlk önce beklemediği anda zengin bir akraba tarafından misafir edilir , korunur kollanır, yetiştirilmeye başlanır. Çok da anlamsız, bize sudan gelen bir bahaneyle dımdızlak bırakılır ve evi terk edilmesi istenir. Yolda Delamarche ve Robinson isminde iki dalkavukla tanışır, onlara iş bulma amacıyla çıktıkları yayan yolculukta eşlik eder. Özellikle Delamarche'in alavere dalaverelerinden bıkınca bir otelde asansörcü çocuk olarak yapılan iş teklifini kabul eder. Burada da anaç karakterde bir ahçıbaşının himayesindedir. Fakat bu eski iki yol arkadaşından paçasını kurtaramayacaktır. İçlerinden daha saf olan Robinson zil zurna otele ziyaretine geldiğinde onu saklamaya çalışırken, görevini ihmal eder. Otelden sorumlu şef ve ona gıcık olan kapı görevlisinin ter döktüren, panik atak geçirtecek sorgu seansı sonrasında ahçıbaşını da ikna edemeyince, her söylediği mazaret fazlasıyla kendine zarar verecek şekilde geri yansıtılınca ikna etme çabasını da bir süre sonra göstermez ya, işinden olur.  Sarhoş Robinson'u Dellamarche'ın yanına götürdüğünde aslında oynadıkları oyunun piyonu olduğunun farkına geç varır. Zira otelden ayrılmasının adli bir suç sebebiyle olup olmadığını araştıran polis memurlarıyla yaşadığı kovalamaca sonucu bu eski arkadaşların evinde saklanacaktır. İşin aslı Delamarche kaprisli ama zengin bir kadın olan Brunelle'i kafalamış, Robinson'u da apartman dairesinde hizmetçi olarak kullanmaktadır. Artık işler yetişmez bir boyuta gelince Karl'ı da evde hapis tutup çalıştırmak akıllarına gelmiştir. Bir kaç kaçış denemesinden sonra kendi planlarını devreye sokana kadar uşşaklık yapmaya kendini ikna eder Karl. Buradan sonra roman sona erse de ilerideki olayları kapsayan iki ayrı fragman da sona eklenmiş durumda. Birinde terkedilmiş görünen Brunelle'i bir el arabasına gizleyerek istediği yere götürme macerası işleniyor. Yani en azından Karl için tutsak edildiği o evden kaçış yerine kendi açısından daha olumlayıcı bir ayrılma süreci işlemiş durumda. Diğerinde ise mali açıdan anlaşılmaz şekilde büyük promosyonlar yaparak şehir şehir gezip işçi arayan Oklohama Tabiat Tiyatrosu ile yolunun kesişmesi anlatılıyor. Başvuran hemen hemen herkesin işe alınmasına rağmen kendi başvurusunda problemler çıksa da sonunda teknik işçi olarak işe alındığı duyurulur ve bir trene biner. Görüldüğü gibi kasvetli, depresif ve endişeye gark eden bölümleri olsa bile olumlu havasından bir şey kaybetmeyerek o Kafkaesk sisin bir miktar dağıldığı bir hikaye bu. Başına gelen her türlü felaketi, engeli ve aksiliği gençliğin umut yitirmez bakış açısıyla sallamayıp geçen, talih denen rüzgarı önünde sonunda kendi yelkenine üfürebilen saf ve temiz Karl Rossman karakteri diğer romanlar ile önemli bir farkı meydana getiriyor. Sekiz.

Giovanni Marradi - What If (1993)

Giovanni Marradi bu bilmemkaçıncı albümünde kolay dinlenir klasiğimsi müzik ile new age arasında piyano melodileri üzerinden ilkine yaslanarak güzel bir denge kurmuş. Yani atmosfer sağlama amaçlı arada bir kullanılan synth tam olması gerektiği dozajlarda, az miktarda yer alıyor. Buram buram romantizm kokan besteler albümün başlarında film müziklerini de hatırlatan şekilde Diana's Theme, Crystal Tears ve Janet's Dream gibi isimlerle birbirinden farklı özellikleriyle sıralanıyor. Ama kaydın sonlarına doğru bestelerin güç kaybetmesi biraz da albüm olsun da dolsun temasını işletiyor gibi. Kapanış ise başlangıçta olduğu üzere duygusal yönü ve melodisi oldukça belirgin Just For You ile yapılıyor. Ambiyans ve ya dinginlikten öte mırıl mırıl mırıldanacağınız romantik melodiler içinizdeki sevgi kelebeklerini hareketlendiriyor. Biraz ucuz bulduğum bu tarz içinde gayet ayağı sağlam basan bir çalışma olarak dikkat celp ediyor.

7,75/10

7 Ocak 2016 Perşembe

Melechesh - Enki (2015)

İsrail'li grubun son albümüne tam anlamıyla ısınamadım. İki faktör var beni rahatsız eden:
a) Metalde oryantalizm: Artık yormaya mı başladı ne? İşin doğrusu grup ne az ne fazla tam ayarında katıyor oryantalizmi müziğine. Ve akustik ağırlıklı sözsüz folk çalışması  Doorways To Irkala aşmış bir parça. Yine de aslına yakın formlar varken bu gürültülü sentez artık ne kadar orjinal sayılabilir ki?
b) Prodüksiyon, o kadar parlak ki şu kadar kötü. Vokal kaydı da farklı değil. Dinletiyi bayağı bayağı etkiliyor yani.

7,50-/10

6 Ocak 2016 Çarşamba

Placebo - Placebo (1996)

Placebo'yu da kapı gıcırtısı sesiyle Brian Molko'yu da seviyorum. Sabah akşam Brian şarkı söylesin, dinlerim, özellikle slowlara sesi daha bi hoş gidiyo. Nancy Boy'lu Teenage Angst'li bu ilk albüm güzelinden saklı hazineler de barındırıyor. Dikkatle dinlendiğinde Avustralya yerlilerinin çaldığı didgeridoo, evet google'dan kopya çektim ismini, namındaki enstrümanın da duyulabileceği I Know gibi. Ve sansasyonel sözlere sahip Hang On To Your IQ gibi. Normalde bilirsiniz, amatörlüğün samimiyet namına ruh namına müziğe çok şey kattığını söyleyen ve cilalı sound devrinin ürünlerine soğuk yaklaşan bir tipim. Gel de gör ki sadece besteler düzenlemeler değil bakış açısıyla da amatörlük fazlasıyla bu debüüğ albüme yansıyor ve özellikle sonlarda, roket gibi irtifa kaybına sebep oluoluveriyor. Eh, naturlich ortalamayı etkiliyor bu ahval şerait. Şeraitin kestiği parmak acımaz deyip notumu arz edeyim efendim.

7,75/10

Peyniraltı Edebiyatı #30 & #31 - Hiç #3 - UP #XIV9 - Galaxis #1 - Anafor #2


Peyniraltı Edebiyatı

30. sayının dosyası mistik şiirleriyle tanınan Asaf Halet Çelebi'ye, 31. uğurlu sayının dosyası ise bilim kurgunun taçsız kralı Isaac Asimov'a ayrılmış durumda. Çelebi'nin şiirini var eden öğelerle birlikte kişiliğine ve beyefendiliğine dek uzanan yazılar silsilesi maalesef derginin dörtte birini bile dolduramıyor. Öykülerden Sonar Yurtçu'nun Albız'ı, Görkem Soytürk'ün Derya'sı, Fatih Külahçı'nın Kesme Şeker'i dikkatimi çeken örnekler oldu. Şiirler ise uzuyor da uzuyor. Okuyamıyorum doğrusunu söylemek gerekirse. Asimov sayısı ise yazarla yapılan bir söyleşi ile açılıyor. Görüyoruz ki saygıdeğer ağbimiz oldukça kafa da. Sadece yazar hakkında yazılanlara değil yazarın iki yazısına da yer verilmiş sayfalarda. İkisi de deneme türü olması sebebiyle ürün dergisi olma sıkıcılığını aşmada güncel olmasa da ferahlatıcı bir etkide bulunuyor. Burada kalınmıyor, öykü yazarı kimliğiyle bilinen Yalçın Tosun ile yapılan başka bir söyleşi de aynı sayıda yer alıyor. Deniz Cansever'in Oasis Cinayeti ve Cahit Kaya'nın Plastik Destan isimli öyküleri bu sayıda öne çıkanlardan. Şiirler gittikçe dergiyi ele geçiriyor gibi.

adımı taşa ez
harfler ne için sanki
(Ali İhsan Bayır)

Yol üstünde anayasa madde 10'u açmış okuyorum
Bir eşcinsel ürkekliğiyle adımlıyorsun yolunu
Bizi öldürecek polisi daha bulamadılar
(Ekber Hidayet)

Hiç

Üçüncü sayısı Jane Austen kapağıyla yayınlanmış. Açıkçası dergi kapaklarının portreyle kaplanması artık tepki çekmeye başladı. Tablo ve grafik olarak bir şeyler düşünülmeye başlanmalı bence. İnceleme olarak Halil Cibran tanıtım yazısı Jane Austen analizi ile birlikte düşünüldüğünde görevlerini yerine getiren çalışmalar. Dosya yazarından alıntı bir paragraftan yola çıkarak dergi yazar kadrosunun sırasıyla tamamladığı öyküleme çalışması bu sayıda da devam ediyor. Edebiyatta Saat ve Zaman Üzerine, Dünya Ne Zaman, Nasıl Sona Erecek? ve Kelimeler Üzerine başlıklı yazılarda görüldüğü gibi deneme ve inceleme yazıları hayli hacim kaplıyor. 28 sayfanın geri kalanını da öyküler tamamlıyor, şiir yok. Bilinçli bir seçim mi, bilemiyorum..


UP

Okumamaya karar verdiğimden beri 2 sayı kaçırmışım. Ama bu kapak al beni, al beni demiyor mu? Bu kapağın altında okuması müthiş keyifli yeniden yazılan/üretilen/türetilen tarihin bir parçası olarak Lenin'in çocuklarla birlikte kutladığı Noel'in hikayesi yatıyor, bol resimli hem de. 3. sayfa güzeli ise askeri personel için göz testi açıklamasıyla yapılan ve değişik boyutlarda Kill cümlesini içeren bir grafik oluyor. Ermeni punk rock ekolünden Tsomak Oga ve Yugoslav punk rock sahnesi ile ilgili yazılarla birlikte Godspeed konser izlenimleri, konser ve albüm yorumları, Çağrı Erdem röportajı dergiyi müzikal açıdan güçlü kılıyor. İtalyan otonom hareketinin bir parçası olan Radyo Alice hakkında çeviri yeterince akıcı değil. Şair olarak Noah Warren bir şiiri ile konuk edilmiş. Emre Varışlı kısacık yazısında gayet iyi sarsıyor. Hakeza Şenol Erdoğan'ın Suburb ismindeki köşesinde yazdıkları da. Lafın diğer bir söylenişi burada da pek şiir yok.

Galaxis

Bir zamanlar bilim kurgu dergileri çok popülermiş. Sonrası kalmamış geriye. Galaxis dergisi bu makus talihi yenebilmek için ilk sayısını 2011'in temmuzunda yayınlamış. Akıbeti ne oldu bilmiyorum, lakin ilk sayısını internette bulabilmişim. Hoş bir dergi, sicim teorisini bulan bilim adamı gibi bazı bilim erbabıyla hafif bir tarzta yapılan söyleşilerle öne çıkıyor dergi. Star Wars rüzgarının BK-FK yayıncılığına etkisini irdeleyen yazı da bol resimlerle beraber oldukça ilgi çekiyor. Edebiyat/sinema ile bilim arasında denge kurmaya çalıştıklarını düşündürmekle birlikte elbette popüler kültür duyarlılığı ağır basıyor.



Anafor

Anafor sanal bir dergi. Post-yapısalcılıktan etkilenen modern ötesi çağların bileşeni görüntüsü veriyor. Sunuş yazısında belirttiği gibi felsefe, sosyoloji, eleştiri, şiir, çeviri gibi geniş bir skala içinde yazılar. Biz Soyut Emeğin Kriziyiz ismindeki John Holloway makalesi ortak bir çeviri olarak derginin fikriyatını işaret etmekte. Denetim Toplumları, Etkin Bir Varoluşa Giriş, Finans Kapitalizmi Wall Street, Korku Manipülasyonu, Üniversite, Üniversite gibi başlıklar taşıyan yazılar da derginin ana ekseni konusunda fikir verecektir.

4 Ocak 2016 Pazartesi

Boards of Canada - Tomorrow's Harvest (2013)

IDM denilen mevzuyu pek anlamıyorum. Dans müziği ile ilgisini de pek zayıf buluyorum. Ağır atmosferik zaman zaman ürkünç bilimkurgusal ambiyans bir müzik, elbette beatler sürekli olarak çalınıyor. Lakin temponun dans ritmine ulaştığı ne kadar söylenebilir? Neyse, büyük bir grup Boards of Canada ve sık sık stüdyoya uğradıkları da yok. Dolayısıyla bu albüm sinematek atmosferi ile uzun bir süre beklenilen bir kayıt olarak belli bir dereceye kadar dinleyenlerini hoşnut etmiş görünüyor. İtiraf etmek gerekirse melodilerin değişikliği yaratıcılık açısından grubun güçlü yönünü gösteriyor. Hatta Fallout videomüziğindeki triballiği yakaladıkları Palace Posy albümün en ayrıksı ve tatlı şarkısı. Yine de günün sonunda yatağıma uzandığımda bugün ne yaptın, vicdanın temiz mi gibi kendimi sorguya çekmektense; muhasebeciliğin yeri yatak değil yafu, olsa olsa masabaşı olabilir, bu albüme bir zaman sonra tekrar dönmek ister misin sorusuna cevap vermeyi yeğlerim ve cevabım sanırım hayır olur.

6,75/10

3 Ocak 2016 Pazar

Disillusion - Gloria (2006)

Bu kadar sert tarz değişikliğine ender rastlanır doğrusu. Progresif death metal'den endüstriyel ve hatta utanmayalım söyleyelim nu-metal etkili bir progresif metal'e geçiş kağıt üzerinde çok büyük bir değişikliğe dalalet etmiyor görünebilir. Fiilen ise dinleyici kaybının ki güçlü bir azınlığın ise, yapılan anketlere göre grubu takip edenlerin %28,75'i, bu albümü çağın ilerisinde bulup desteklemesi yetmemiş, etkisi büyük olmuş ve grup bu kaybın ardından derun bir sessizliğe gömülmüştür. Ben ise farklı bir yol izleyip, grubu yapmadıklarıyla değerlendireceğim. Dinledikçe farkına varılan bestelerin birbirine benzemesi ve tarz itibariyle kendini tekrar ediyor duruma düşmesi gibi şeyler var mesela. Bunun ilacı ise daha ileriye gitmek, avangardlaşmaktır. Öyle yapmadıkları aşikar. Hatta bir adım daha atıp albümün kendine özgülüğünü reddetmemekle beraber yeterince teknik ve progresif bir seviyeye ulaşmadığını bile söyleyebilirim. Vokalin ses rengi karakteristik haliyle ister ve de istemez bir System of a Down'ı hatırlatıyor, ortadayım bu noktada. Bir tutam ses efektlerini kullanımda aşım var, kabul edilebilir. Parfüm olaydı şöyle olurdu:

Başlangıç notası: wtf!
Orta notası: vay vay vay (YYY)
Son notalar:hm (H&M)

7,75/10

2 Ocak 2016 Cumartesi

Edip Cansever - Sonrası Kalır I : Bütün Şiirleri

Düşüyüz mavi dudaklı büyük ozanın

Şair tarafından reddedilen ilk dönem eserlerinde aylak hovarda gençliğin, garip günlerinin izlerini, bu reddedişe rağmen bu kitaba dahil edilmesi sayesinde sürebiliyoruz. Diğer yandan göze çarpan amatörlük, ilk kitabı İkindi Üstü 19, Dirlik Düzenlik 26 yaşındayken basılmış, reddedişte tarz tercihini aşan bir sebebi işaret ediyor. Yine de o günlerden temiz mısralara rastlanmıyor değil.

Hareket

Bu evde kim oturur?
Kim süpürür bu bahçeyi?
Oldum olası
Akşamları ateş yanar kapısında.

Kimler şarkı söyler içinde?
Soyunur, giyinir,
Yemek pişirir hergün,
Çarşıya çıkar?
Bir de ağaç vardı önünde
Kiraz ağacı,
Her yaz kirazlanadurur
Bıkmadan.

Deniz Şiirleri

III-Yaşamaktan Yana

İnsanlar yaşamaktan bahsediyordu:
Portakal dalından,
Kuş kanadından,
Meyhaneden,
Hatta denizlerden.

İkindi Üstü

İnsan her şeye alışıyor.
Sıcak bahar ikindilerine
Harbe, sevda çekmeye.
Küçük gazetecim hergün böyle mağrur.

Benim vanilya kokulu dondurmacım
Gene kapı önlerinde.
İşte taze ikindi güneşim.
Pencerelerde küçük sarışınlar,
Her şey iyi, her şey sade
Anlıyamıyorum şu iç sıkıntımı.
Yaşamak dersen yaşamak,
Sarhoşluğum sarhoşluk.
Ah! hatırlamak olmasa eski günleri.

Yaşamak Telaşı

Hiç böyle ısınmamıştım;
Daldaki vişneye,
Vitrindeki aydınlığa,
Salça kokusuna mutfağımın,
Akan dereye, uçan buluta,
Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.

İkinci kitabındaki çoğu şiiri derleme/toplama kitaplarına almamakla birlikte Dirlik Düzenlik'de hem dil hem de imge olarak bencil bireyselliği aşmanın izleri görülür. Bu kitabı üstelik şairin en ünlü eseri Masa da Masaymış Ha..'yı da barındırır.



Benlik Duygusu

o sağduyulu insan sen misin
göster öyleyse insan tarafını bize
senin mi pişen aşın gülen çocuğun sevinci
bizim mi senin sevincin senin hürlüğün
bu dağlar bu ormanlar senin mi
her şey senin mi dersin
tarlalar senin evler senin
davullar senin zurnalar senin
bayramlar şenlikler senin

gördüğün her şey senin işte
sen astığı astık kestiği kestiksin
sultanlık efendilik bile senin için
varsa sen yoksa sen
sen kimine göre insan
kimine göre benlik duygusu
sensin içlenen sensin duygulanan
sensin anlayan dostluktan hürriyetten.
oyundan resimden şiirden
sensin bizim iç dünyamızı ışıtan
varsa sen yoksa sen
sen değil misin yerle gök arasını
sen değil misin toplumu karıştıran.

Yerçekimli Karanfil adını taşıyan üçüncü kitabı, ikinci yeni akımının mensubu olarak sonrasında dinamizm içinde  geliştirdiği anlatım ve imge yönündeki değişimin ilk habercisi olur. Birey içinden bir bakışla toplumun hiç de dışlanmadığı ama toplumsala da varamayan şiirler içeren kitap deneysel bir arayışın ürünü olarak belki de fazlasıyla bazı imgelerin kullanımına tabi tutuluyor: el, göz gibi insan, gök, güneş, deniz gibi doğa unsurları. Daha sonraki kitaplarında bu imgelerin, alkol, otel gibi diğer örneklerle beraber, daha ustaca kullanıldığına tanık olunabilir. Görme bakma gibi unsurlar da aslında bir rastlantı değil. Gözlem ve nesneler dünyası şairin şiirlerini yaratma sürecinde önemli bir yer işgal ediyor. Bu bağlamda nesnel bağlaşıklılık denilen kuramı pratiğe de sıklıkla taşıyor şair. Kısacası bu kitap bir geçiş döneminin eseri hüviyetini taşıyor.

...
Bir gün çok yürürseniz dikkat! sinekler şehirde kalıyor
Bütün taşıtlar paslanıyor ayrıca
Pencereli yıldız, misafirli oda; bol bol öttürüyorsunuz onları
Çünkü kırlara çıkıyorsunuz, şemsiyenizi bırakın ayıp!
Bana parmağınızdaki çiçekleri gösterin.
...
Derken bırakır mı hiç, bu öyle güzel ki;
Denizin yanında uykusuzluk gibi.
...
Diyorum, bir şeye karşı komaktır günümüzde aşk;
Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi
...


Yerçekimli Karanfil

Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına  veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.

Güzel Atomların Yaptığı Ayak

Bir menekşe duyuyorum ellerimsiz
O kadar güzel ki, Amerika bile güzel
Sen bile güzelsin bensizce
Atomlar bile güzel
Moleküller bile
Toplanıp ayak oluyorlar bende
Ağız oluyorlar biraz
Diş oluyorlar keskince
İki göz parlakça
On tırnak sivrice.

Bir menekşe duyuyorum ellerimle
Bir molekül duyuyorum
Bir atom
Korkunç
Birleşip ayak olmuyorlar bende
Ağız, diş, tırnak
Göz olmuyorlar
Hep birden,
Hep birden bir şey oluyoruz işte

Ağzı, burnu, elleri, kolları
O korkunç güzelliğe karşı.

Buz Gibi

Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın
Hele don gömlek sabahları
Traş olacağını duyarsın
Yeni gömleğini giyeceğin gelir
Bir yeni biçim eklersin insan olacağa
Masaya, merdivene, aynalı dolaba
Derken ardından şıpın işi bir kahvaltı
Amanın dersin bu ne delice gidiş
Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı
İspinoz düşünür müydü
Deli olan kaşınır mıydı

Kolların upuzun Walt Whitman'i okumaktan
Ağzın desen bir karış açık
Sokaklar yok mu, o sokaklar
Önce bir yeşile işkilli
Evlerde büyümeler, alıp başını gitmeler olacak
Kızıp duracaksın üstüne başına konan toza
Televizyondaki ise
Usanmak, hızını eksiltmek dendi mi
Cin ifrit kesileceksin birden.

Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası
Alıp vereceğin olacak ille
Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın.

Kaybola

Sana her zaman söylüyorum senin yüzünde gülmek var
Bakınca bir yaşama ordusu çıkıyor aydınlığa
Bir çiçek geliyorsun yer altı çevresinden
Bir kartal gidiyorsun çıplağın ayaklarla
Şimdi bir pembeyi kovuşturuyor
Omzundan yukarıya üç polis
Deli ediyor onları saçlarında
Bir karanfil çok
Bir karanfil azala.

En saklı yerlerinden en güzelliğin çıkıyor
Ansızın doğan hayvanlar gibi güzel
Bakınca bir şiir canlıyorum dünyaya
Yapılan bir şeydir şiir, yuvarlak, kırmızı, geniş
En genişi en kırmızısı o ezilmişler katında
Şimdi bir gizliyi kovuşturuyor
Gözlerinden içeriye üç polis
Deli ediyor onları mısralarımda
Bir karanfil az
Bir karanfil çoğala çoğala.

Bilmem mi ellerin vardır, umuttan yuvarlar çizerler
Bakılan bir şeydir el, boşluğu dengede tutan
Bir uzantıdır işte umutla insan arası
Bir yönüdür ne belli, görmekle anlaşılan
Geceden gün yapılan o sevişme yakınlığında
Şimdi bir sevdayı izliyor
Uluslararası üç polis
Deli ediyor onları sonsuzda
Çok isimli bir çay
Çok yuvarlak bir masa.

Sanki bir tarih içindeyiz, günaydın minyatürler!
Üç köle uzanık bir dünyayı imzalayaraktan
Ansızın dört köşe, ansızın ehram
En duymalı yerlerinde bir sessizlik
Güneşin çok parladığı bir arka
Başları dünyadan dışarıya sarkıyor
Bozgunda çiçekler örneği duyulmaz bağırtılarla
Şimdi bir tarih sürdürüyor
Şimdi bir tarih sürdürüyor
Yüzünun gizlerinde üç polis
Deli ediyor onları Mısır’da
Bir insan az
Bir insan inana.
Duymakla atların çıngıraklarından duyduğunu
Bir ateş akımını dağda
En korkulu çağ bu, onu altımızdaki şehirlerden çıkarıyoruz
Küflü ev süsleri, geyik durmalı bir hayvan
Bizi bakmaya zorluyorlar ayrıca
Şimdi bir aydınlığı durduruyor
Beyazlar giyinmiş üç polis
Deli ediyor onları boşlukta
Bir pencere az
Bir pencere kaybola kaybola.

Bakmalar Denizi

Bakmalar görüyorum bütün gün türlü bakmalar
Pencere bakması, sabahlar bakması, yeşil otlar bakması
Hepsi de beni buluyorlar, hepsi de bir yagmur uysallığında
Gördüm suyun ki yumuşak, gördüm ağacın ki katı
Gördüm ama şey, gördüm ama nasıl, gördüm ama bu kadar göz
Ayni bir gözler denizi, ayni bir o kadar canlı.

Bakmalar görüyorum, gök ortası gibi karşımda
Bulutta göz, uçakta göz, derinlikte göz
Göz oluyorlar birden, bu gözler de yatağa iç yapanları
Masaya üst yapanları bunlar, atlara atça parlaklık
Yılandan çöreklenmeyi, kediden uyuşmayi çıkaran bunlar da
Iste uzunlardan ayak, iste beyazlar beyazindan kalabalığı
Bakmalar görüyorum durmadan göz olan bakmalar
Baslama gözleri, çocuklu, masallı, sinemalı.

Okşama gözleri vardi gel git eden parmaklarıma
Aşklardan gelenleri aşkı da bir kullanışlı yapan
Caz bakmaları, düğün bakmaları, dudaklar taşıyan bakmalar
Bakmalar, ateste, suda havagazında
_Ateşten, sudan, havagazındandi gözleri-
Kar gözleri, soğuk -güzel,buğu gözleri hamamlarda
En harlısı bu: savaşlarda, en ışıksızı ölülerdeki
Bitti gözleri onlar bitti.

Çok da uzun bir süre geçmeden 1958 yılında Umutsuzlar Parkı ile şiirlerini yayınlamaya devam eder şair. Şiirleri daha kapalıdır, muhalif bir tavır sergilemektedir. Şiirler roman rakamlarıyla ifade edilen bölümler halinde basılarak uzun bir hale bürünmüştür. Anılar ve izlenimler kesik bir anlatım tekniğiyle mısralara bölük pörçük yansıtılarak bir anlam bozumuna tabi tutulur. Bir ihtimal ilham perisi kitaplar, öyküler belki de kim bilir resimlerdir. Bu metinlerarasılık metne akıl kurcalayan tatlı bir gizem iliştirir. Okursunuz, kelimeleri mısraları anlarsınız, toplamda ise anlamı, temayı bulmak asla ulaşamayacağınız kıyılarında dört döndüğünüz bir ada seyahatine dönüşür.

...
Ve bir nehir o kadar nehir ki
Durmadan akar

Sonra en büyük denizler olur
İşte o en büyük denizler sonra
Denizin bittiği yerde başlar

Bu yol insana çıkar.
...
Denir mi, ama hiç denir mi, iş edinmişim ben
İş edinmişim öyle kimsesizliği
Kendimi saymazsam - hem niye sayacakmışım kendimi -
Çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
Konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
Süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi.
...

Belki de alıp başımı gideceğim
Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı.
...

Evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız
Ve konuşmalarımız, öylebüyüdüler ki peşi sıra
...
Yani ben ne yaptıysam, o sizin de yaptığınızdı biraz
Ben ki neyi yapmıyordum, o sizin de yapmadığınızdı.
...

Amerikan Bilardosuyla Penguen
I.

Elleri el gibi kocaman
Beyazda bir nokta gibi kocaman
Kocaman boşluğun küçülttüğü her şey gibi
Biriyle kendini artırıyor durmadan
Biriyle koyunlar gibi güdüyor ötekini
Ayaklarını gizliyor bir köpekle
Evine dönerken sonsuza geçen
Göğü kullanıyorken maviye
Günümüzden sesler alıyor, sesleri
Sürekli, dingin, acısız
Acımaktan kurtulmuş yerlerine
Sonra duvardan duvara çizilerek
Ölü bir korkunçluğu taşıyor
Sen, hey, duvarlar gibi öldürülmek!
En yeni tam-tamları dünyamızın
Ya da kendiyle bırakılması insanın
Sizi
Sizleri selamlıyor işte.

Doğrusu elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.

Çember
VI.

Ben işte, neye yormalı beni
Size kürdanla diş karıştırır gibi
Size uykular arası yarış atları gibi
Jandarmalı avlular gibi size
Müzeler gibi; çıkış kapılarında bir adam
Dünyayı ikiye bölmekle ödevli.
Müzeler, size anlatamam müzeleri
İşte en belirli noktası halkların
Diyorum ki zümrüt
Diyoruz ki altın
Sonra el üzerinde, ne tuhaf, akıl üzerinde yükselttikleri
Bir kıral
Bir kıral daha
Üretilmiş Napolyon altınları gibi
Ve kadına eğilimli ağızlarıyla
Çok bakılmaktan eskimiş yüzleri.

İnsan günün her parçasında yaşamıyor
Bu çok doğru
Evet bu çok doğru

IX.

Kim ne derse desin en iyisi
Gözleri durduramıyoruz
İşte bu kadar!
Üstelik ne de çok şey istiyor onlar
Üç aşağı beş yukarı biri
Bir uzaklığı istiyor
Oysa tam istediğimiz gibi uzaklar
Bir şey sonsuz mu, elbette istediğimiz gibi
Çünkü istediğimiz gibi aşk
Çünkü biz sadece
Maviler çalıyoruz doğadan
Elimiz değdi mi bir nehir kıyısını
Bir yüzük taşının parıltısını çalıyoruz biraz
Balolar, gökler, süvari boyunları
Kadınlardan ağız ıslağı, saçlar
Kıllı göğüsleri erkeklerden
Daha dün gibi bir martının süzülmesini
Çalıyoruz.

Ama hiçbiri istediğimiz gibi değil

Eve dönünceye kadar bitiriyoruz
Çaldığımız her şeyi
İşte bunun içindir ki bir yere gitme isteği içimizde
O sonsuz
Ve her zaman bir sokak yaratıyor karşısı
Rahata büyütülmüş bir oda
Yeni açmış akasyalarıyla
Bir bahçe bir bahçe
Genişe gülmek gibi
Avunuyoruz onlarla
O kadar avunuyoruz ki avunmak bile değil
Anlaşıyoruz çaresiz
- Bizi karşıya geçirin bay polis!

Sığınak

VI.

Biri bir gemici kasketi bulur
Bu arada akıldan geçen bir tramvay
Nedense ölümü düşündürür
Bize ne
Elbette bize ne
çünkü çok başka ölümler de var günümüzde
Güzelin en güzel olduğu yerde
Hızlının en hızlı olduğu yerde
Diyelim bir acılar ülkesinde
Ölüm.
Yok mu şaka gibi gelir size
Biraz da değişmek gibi gelir
Sıkılmak çok sıkılmak gibi gelir işte
Oysa akıldan geçen tramvay
Belli bir titreşim bırakır hepinizde.

Hücum öyleyse
Yeniden başlayan şeylere
Hücum!
Daha doğmamış çocuklara
Hücum!
Dallardan önce köklere

Ve hücum!
Yaşamaktaki ölmeye.

Takip eden eseri Petrol'de yer alan şiirler Umutsuzluk Parkı isimli uzun şiirdeki dışavurumu devam ettiriyor. Soyutlamalar kimi zaman kalabalıklaşarak somutlaşıyor. Kitap ince ebatıyla, şairin üslubunu ilerleten bir geçiş görevi üstleniyor.

...
Kendimi görmeye parklara gidiyorum
...

Hadi hep bir ağızdan bu kadar ağız
Hadi hep bir elden bu kadar el
Biz nerde oluruz böyle güzel
Biz nerde oluruz böyle güzel
...


Acı Bahriyeli

binlerce geyik ya da binlerce kuşun beraberliği
aşk, o benim en güzel hayvanımdır
en yeşil ormanların en yeşil mantığında
duyulmaz, öpülmez balığında deniz altlarının
ya da bir akşamüstü lokantası gibi
çöküp de köylülerin yorgun argın
aşk
çok belli bir dudakta iki kişi olmanın.

çok gördüm bir kadındır atlanıp gözlerinden
göz,o benim en deli hayvanımdır
bir fiildir ne zaman, durakalmış bir fiil
ucuza yaralanmış, vurulmuş serserilikten
gözdür, kim ne derse desin, bütün aşkların en serserisi
karasız, durgun ve küçülmüş bunca serüvenden
aşk
en bitirim acılarda en dayanıklı büyüyen.

tükenmez ağızlarda tükenmez seslenişler
ses, o benim en çoğul hayvanımdır
değil ki yaşarken, niteliksiz sevişirken
bendeki her şeye sizdeki her şeye bir uzanım
ya da bir sıkıntıya renk katar gibi
fışkırmış içinden bunca kısırlığın
ses
en kesin çığlıkları kendiyle konuşmanın.

duygular patronu, özeti meyhanelerin
laleler, onlar ki benim en çiçek hayvanların
elinde bir çakıyla her zaman bahriyeli
durup en değersiz yerinde kaldırımların

ya da bak kardeşim benim adım süleyman
orası karşı kaldırım, orospu bahçeleri..
bana kalırsa yan yana gelmeyelim
bahriyeli!
belki bir sıkıntı var denizsiz gemilerin.

bir sorumsuz kapı çalar her sabahleyin
kapılar, onlar ki benim en kadın hayvanlarım
oysa ben her türlü kıpırtının ardından
bir böcek, bir ışık ve yoksullar gibi korkarım
ya da bir yolculukta bunalmış gibi
varıp da farkına uzaklığımın
korkular
bak kardeşim benim adım ismayıl
kafamı kızdırma adamı bıçaklarım.

binlerce yıl da binlerce yılın niteliği
zulümler, onlar ki benim en kesin hayvanlarım
tunç öküzler içinde yanması esirliğin
en soysuz ağızları en katı mantıkların
ya da bir neron’un yeniden gelişi gibi
görüp de halini deşilmiş karınların
aşk
en bitirim acılarda en dayanıklı kalmanın.

sen miydin acı lale, cam dışları gibi gösterişli
laleler, onlar ki benim yakınlık arkadaşlarım
en canlı yüreklerin en canlı mantığında
sürüler, sürüler, insan sürülerinin
ya da bir sivaslının gölgesi gibi
karanlık, ağır, mahzun dönmenin
laleler
kim bilir nerde kim bilir kimi sevdiğimin.

Ben Bu Kadar Değilim

Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman
Bir güzel at durdukça gider
Gittikçe döner bir bir güzel at durdukça
Askerim, benim ağzım kuşlardan.

Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan
Dalları sormuyorum dallardan daha iyi
Yüzümü istiyorum bir süvari alayından
Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.

Bir kişi bile değilim yalnızlıktan
Gözlerim ormanlara asılı
Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan
O kadar geçiyorlar ki, sadece duruyorum
Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan.

Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman.


Nerde Antigone kitabıyla şairin ustalığı perçinlenir. Daha önce tarif etmeye çalıştığım tahrik edici kapalılığı lezzetli mısralarla harmanlayan güzel örnekler yer alır sayfalarda. Bununla birlikte sonraki kitaplarında kendi içine klostrofobik dönüşün yerine imgelerin açıklığı, geniş yayılımı göze çarpıyor. Dramatik şiirlerinde görüldüğü üzere bazen şairin kendini ifadesi ile yarattığı karakterler arasındaki ayrım silikleşir.
...

Bir tayın dişinde ince bir taflan
...

Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış birdeniz bulacaksam orada
...
Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey ! Kimse bir gün gözlerimi sevmiyecek biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmiyecek, korkuyorum
...


Yılkı

Ben burada bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum
Benim atım her zaman.
Kim bilir kime sesleniyorum sessizlik
Yosunlar, taşlar, o mezar yazıtlarından
Yaz gelmiş, zakkumlar açmış, elimi bile sürmedim
Sürsem bile ne çıkar, ama sürmedim
Ölü bir şey kalıyor dünyadan, yapraklardan.

Ben burada bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum
Benim atım her zaman.


Ölü Öldü


dün bütün gün yağmurlardı, bugün yaprak
ben yaprak diyorum ya
bizim yıkık manastır yüreğimiz
ağrısı tutmuş bir tayfa, yalınayak
konuşmayı bitirmiş sessizliğe geçiyor
sessizliği bitirmiş ölümü kullanarak
bizim yıkık manastır yüreğimiz
bir pencere, üç iskemle ve ishak.

"ben, ben olanım" diyen tanrısı ishak'ın
bizim yıkık manastır yüreğimiz
sonu gelmiş bir dağ yolu gibi kendine katlanarak
bir kaçış, bir bıçak altı, bir zehirli su
ve bakışlarımız günün en büyük satranç oyuncusu
elimizden birşey gelmiyorsa
bu zehirler bize sabahı bulduracak.

ben ishak'a bakıyorum, ishak bana bakıyor. ishak
yüzün ışıklarını söndürdü, ölü öldü
çekip gidecek bir gün buralardan koparak
eski bir yazı makinesine benziyen gözleriyle
ne acı, ne hüzün, ne işkence
sadece gözleriyle, o kadar
saati kurmadık ya, hiçbiri aklımızda kalmayacak.


Tragedyalar da ise antik bir yöntemle tiyatro sahnelerinin tozunu hissedir duruma geliyoruz. Önceki kitaplarda derece derece ağırlık kazanan dramatik yapı artık tümüyle kitaba hakim duruma geliyor. Koro'nun seslendirdiği
çünkü bir bir yıkılmakta açsanız radyoları/sokaklar,köpekler,tanrının bütün eşyaları
mısralarındaki eksiltme duygusu ve ardındaki episode'un ilk mısralarında,
biter elimizdeki şey, biter her şey/kalırız kan gibiyiz,donarız bir tanrısallıkta, yer alan bitim, tükeniş duyguları kitabın daha başlangıçta ne yöne doğru bir seyir izleyeceğine dair işaretler oluyor. 278. sayfanın üzerine terkediş, sürgünlük; 280. sayfanın üzerine kalıntı;
hepimiz tanrı kaldık, kimse mutluyum demesin mısrasını içeren 281. sayfanın üstüne gitmek sözcüklerini kazımışım. Kan ve ölüm gibi temaların ağırlığıyla ilk tragedyaları okumak tekinsiz bir hal alıyor.
Beşinci tragedyada ise uyumsuz fertleriyle bir aile konuk ediliyor. Oğul Stepan ve Diran, Diran'ın eşi Lusin, anne Vartuhi ve baba Armenak. Stepan nihilist bir yabancılaşmanın aktörü olarak bu uzun şiirin etrafında örüldüğü en etkileyici karakterlerden biri oluyor. Çözülmenin, düşkünleşmenin ağındaki aile fertleri için hayat bir oyun alanına dönüşmüş durumda. Ve bu yıkıcı nihilizm bir yeniden inşaya evrilemiyor, kişisel duyarlılıklar ailevi yıkıntı içinde kayboluyor.


III.
...
KORO

Birdenbire yapayalnızsanız her yerde
Ve bundan korkuyorsanız
En küçük şeylerden bile. Örneğin birine saati sorsanız
Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
Sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
Biriyle bir şeyler konuşsanız
Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. Postacı her gün mektup getirse
Sözgelimi bir resmi dairede
Fazlaca oyalansanız
Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste, neden olmasın
Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
Tuhaftır
Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.

Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar

Biraz da güldünüzdü aklınızdan geçen bir şeye
Ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
Ama az ötede düğmeleriyle oynayan
Ve yiyen tırnaklarını bir adam
Duraksız sizi izliyordur belki de.

Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.

Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.

EPİSODE

Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Doğrusu en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
İçimizde kahverengi bir dağ ölüsü yatar
Bir yarasa ayaklanır. Aç gözlü bir kuş
Varır kocaman bir şey olmanın bilincine
Birden bir ses biçiminde, radyomuzun içinde
Duyurur iki caz parçası arasından biri
Ya gülünç bir yas töreni
Ya toptan bir öldürme.

Belki de
Soğumaya yüz tutmuş bir fincan sütlü kahve
Dönüşür ellerimizde kanlı, kırbaçlı
Bastırılmış bir greve, yırtılmış dövizlere
Örneğin üç yüz ölü, bir o kadar yaralı
Ve sömürge şapkalı ve sten tabancalı
Gözü dönmüş biriyle
O güvenlik manşetleri birtakım gazetelerde.

Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Belki en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
Ki bütün işkenceler, ezinler ve kırımlar
Damlayan bir musluktur yerine göre
Yoksa bir enkaz altında bir ölüm
Ya da puslu bir havada, bir cinayette
Bir ölüm
Ölümün anlamı ne?

KORO

Sizin hiç korkmadığınız şeyler ya da hep öyle sandığınız
Beslenir kimi zaman de sevgilerle
Çok içten bir selamla ve içten bir gülümsemeyle
İşte her sabah rastladığımız birinin
Durakta, yolda, işyerinde
Ya da bir meyhanenin kuytu bir köşesinde
Yıllarca süren o dostça ilişkinin
Ve hatta bir sevgilinin
Yerine
Kin dolu gözleriyle bir ölüm yargıcı gibi
Biri
Kapkara giysilerle, özenti bir zincirle
Öyle
Dikilmiş sorguya çekiyor sizi
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.

Canım en basiti, arkanızdaki bir duvarın
Mineler, sarmaşıklar, o yaban gülleriyle
Örtülü bir duvarın ansızın
Kanlı, kireçli bir taş yağmuru halinde
Korkunç bir silah olduğunu yerine göre
Düşünün
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.

Ya da bir düşte yürüyor gibi
Islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi
Şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız
Tutarak sapından bembeyaz bir karanfili
Sevinçle okşadınız
Ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi
Öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız
Tam o sıra kapının zili
Tuhaf şey.. bu saatte.. kim olabilir ki
Ve işte az önce aldınızdı gazeteleri
Öyleyse?
Yaktınız bir sigara daha, kapıya yöneldiniz
Bırakıp masaya kahvenizi
Kilidi çevirdiniz, açtınız kapıyı usulca
Bir kurşun!

Birden o zamansız, o yersiz başdönmesi
Hani av araçları satılan bir dükkan vardı
İçi doldurulmuş çulluklar, kardelen çiçekleri
Bir kurşun!
Geçerken uğrardınız, iyiydi, cana yakındı
Yeleğinden çıkmazdı elleri
Bekardı, umutsuzdu, yalnızdı
Ve belki..
Bir kurşun!
Sormayın kendinize: bir vahşet mi bu, değil mi
Düştünüz sırtüstü yere ve işte avlandınız
Sadece avlandınız
Ağız dil bilmaz söylemeyi.

Ötede
Islak mavi bir sabahtı. Gökyüzü
Bembeyaz karanfiller, pencere
Kahveniz, masanız, kahvaltınız
Bir yankı
Ve bütün çay fincanları: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.

V.
..
LUSIN

Öyleyse yalnız da değilsin sen. Ayrıca
Tutsaksın yalnızlığına Stepan.

STEPAN

Bunu yadsımıyorum ki Lusin. Yadsımıyorum da
Demek istiyorum ki, sen de yalnızsın benim gibi
Biz ikimiz de yalnızsak...ve işte bu durumda
İki kişilik bir yalnızlık olmaz mı bizimkisi?
Yok sanki bir şey yapacak...
.
.
Hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun
Ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça
Konuştukları dil de değişir
Sonunda hiç anlaşamazlar...
.
.
Duymuyorum ben acılarımı. Ve yitirdim çoktan
Yitirdim bütün karşıtlıkları. Ne umut
Ne umutsuzluk, ne hiçbir şey
Kurtaramaz varlığımı benim. Ve yoğun bir anlamsızlığın içinde
Sanki renksiz, boyutsuz
Ve göksüz, zamansız bir evrende
Tek çıkar yol yaşamaksa Lusin
Yaşıyorum ben de kaygısız
Değişmez bir anlamsızlığı böylece.
.
.
Bense bir yalnızlık tarihini örüyorum ustaca. Ve gelecekteki
Bir önseziyi kuruyorum şimdiden.
.
İnsan kendini korumaktan yorgun
.
VARTUHİ
Boşuna yoruluyorsun, dinler mi hiç Stepan bizi
Tam on yaşındaydı, hiç unutmam
Biri dövmüştü onu, dudağı yarılmıştı
Ve hatırlar mısın günlerce
Dudağında gezdirmişti o kanı.
ARMENAK
Vardıkça üstüne kanattıydı yeniden.
VARTUHİ
İşte yıllarca böyle
Kanadı durdu Stepan kendi renginde.
ARMENAK
Önce bir kan biçiminde, önce bir kan biçiminde
.
.
İçmek artık çok yeni bir metafizikti
Öyleydi
Size günlerimizi gösterelim, geceleri
Yırtıcı kuşlarımızı ve örümceklerimizi
Didik didik edildiğini gövdemizin bay yargıç
Ah öyle değil
İçmek burda çok yeni bir metafizikti

Kitaba ismini veren Çağrılmayan Yakup ile kendi içinde çelişkili, şizofrenik bir ruh halinin diyalogdan varoluşçu bir monoloğa çevrildiğine şahit oluyoruz. Postmodernist düşüncenin araştırma nesnesi olmayı hakeden bir şiir olarak göze çarpıyor Çağrılmayan Yakup bu anlamda. İnternet diyor ki bu Yakup Asmalımescit'te ünlü bir meyhane sahibi imiş. Bu tarz anlatım tekniğine dayanan şiirler kitabın geri kalanında da sıklıkla yer alıyor. Karakter yaratımı Dökümcü Niko ve Arkadaşları başlığı taşıyan bir ara bölüm meydana getirecek kadar yoğun bir hal alıyor. Durum draması ağırlıklı bu şiirlerde öznenin parçalanması yabancılaşmanın tezahürü olarak doğan bir sürecin parçası oluyor.

Çağrılmayan Yakup'tan
..
Ben, yani Yakup, Yakub'un hiç çağrılmamış şekli
.
.
Onlar ki...onlara benzer şeyleri ben çok gördüm
Ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar
Ve sordum
Yakup daha başka nasıl bir Yakup olsun
Ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki
..
Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
Yakub'un gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.

Cadı Ağacı'ndan

..
Bu törenlerden ne umarlardı, bilmem ama
Bir gün birinin ölüsünü çok gezdirdiler
Oradan oraya boyuna
Ölüyle, ölünün dünyasızlığı arası hiç mi hiç kısalmadı
Kısalmadı da, ölü gecikti, çok gecikti mesela
Yıllarca gezdirildi, ben bunu böyle anladım
Ölü durdu, bir başka hayat buldu yepyeni dünyasında
..
Dökümcü Niko ve Arkadaşları'ndan
..
Yenilmek susmak yenilmek susmak
Saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
Ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
Saat derseniz
Kaçı gösteriyor ve sormak
..
Biz neyiz, biz neyiz
Dedik ve sustuk
Susmasak bizim olacaktı durmadan kirlendiğimiz.

Fener Bekçisi Salih Anlatıyor'dan
..
Denizler göğe dönüktür, gök desem şehirlerin üstüne
O kadar dönüktür ki, içinde insanlar olan
Bir sorunun en akıl almaz örtüsüdür
Ben Salihe dönüğüm, yani doğmak ve ölmek ve doğmak fiilinden
bir Salih
Ve kuşkum ve korkum ve bilinmezliğim
Başkaca bir şey yoktur
Varsa da anlayamam, bende hiçbir şey barınamaz
Salih’in kendi bile
Bende hiç barınamaz
Neden derseniz, ben biraz “ertesi gün” gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyim
..
insan yaşarken ölüler bırakmalı ardında.

Cadı Ağacı
V.

Üç kişi iniyoruz, üç kişi biniyor, biz kendi yarattığımız bir yola sapıyoruz
Dağlarda dağ çiçekleri
Öylece kalıyor
Ve tuhaf bir şekilde bir uçuruma akıyoruz
Ne düşmek, ne sarkmak, ne gitmek bir parça ileriye
Öylece kalıyoruz
Öylece kalıyoruz
Öylece kalıyoruz.

Pesüs
I.
Ben denizin kumları üzerinde durdum
Bir heykel tadında olan ve bunu geçen
Bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
Durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
Diyordum. Ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
Ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
Hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
Bir şey olsa gerek
Ben bunu duyuyordum.

Yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
Oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
Bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
Üstüme aktıkça benim
Ben kendimi koruyordum
Sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
Mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
Bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
Ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
Bir anlam
Sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
Yırtıcı bir hayvan gibi işte ben
Yapılması akla gelmedik
Daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
Pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
Sonra ben yoruluyordum.
Yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
Pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
Aşılır bir yer sanan o beton duvarları
Mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
Ben
Geri çekiliyordum biraz
Güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
Ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
Neresinden bozulur
Bilmiyordum ki
Bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
Diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
Ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
Duymuyordum ki
Olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
Düzlük
Ve gerçekten yaptırıyordu da
Mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
Uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
Uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
Bembeyaz taneciklerin üstüne
Artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
Geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
Ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
Ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
Biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
Bir bağışlanmamış dünyaydı
Artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
Gittikçe bizim olmayan bir
Dünyaydı
Ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
Bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
Gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
Diyemem
Çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
Ve bazı düşünceler.

Şöyle ki:
Martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
Dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
Ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
Ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
Bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
Çığlık çığlığa
Bu metalsi görünümler arasından
Sonra ben belki de gözlerimi yumdum
Her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
Etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
Ve hayallerimi
Yemeye
Demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
- Ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
Kimseler tanımayacak beni. Deniz hayvanlarının
Kurumuş iskeletlerine döneceğim
Korktum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi
Doğruldum işte yeniden
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Denizin kumları üzerinde durdum.

Ben denizin kumları üzerinde durdum
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
Değişen bir şey olarak ve değiştiren
Bir anlamım var
Peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
Neden
Gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
Ve onlar güçlüydüler, biliyorum
Ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
Onların istediği bir öfke oluyordu ki
Sonra ben susuyordum
Ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
Ben neydim.


Anlatıyor Oltacı Eyüp Anlatılmazını

Sanki bir öyküm varmış, herkes bir öykü bilir de ondan
Benim öyküm yok
Çayımı içtim, ekmeğimi unuttum, dik bir yokuşu usulca indim
Kıyıya vardım, denize dokundum, bir süre boşluğa baktım baktım baktım
Sabahın ilk saatleri, dedim, kendi kendime
İnce bir aydınlık daha yoğun bir aydınlık tarafından kovalanıyor
Dedim ve çiçekler kendi renkleri tarafından
Kovalanıyor
Ve taşlar bir katılıktan başka bir katılığa o kadar çok geçiyorlar ki
Kumlar, kumların üstünde ufacık kurtlar
Bir görünmezlikten bir görünürlüğe adım adım
Durmadan geçiyorlar ki, ben bunları görüyorum
Görüyorum da bir yana, kendimi itiyorum kendimi sıkıştırıyorum ortalığa
Ve büyük bir şekilde bağırıyorum: senin korkun insanın korkusudur eyüp
Eyüb'ün korkusudur
-Evet anlıyorum-

Anlıyorum da bir yana,sorduğum en derin şeydir Eyüp
Sorduğum en derin şeydir ve korkum nedir
Dışımdan bana doğru büyüyen bir takım adamlar gezinir
Başıboş bir atın ayak sesleri gezinir içimde
Anlamı bir gibidir,anlamı bir gibidir
Beni kimse bulamaz
Beni kimse bulamaz, ben kendimi ayrı tutarım, eyübü
Çünkü
Ben onu ayrı tutarım
Nasıl derseniz, yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır
Dediğim kadar da uzundur
Ben onun bir düğümünü çözerken o bir deniz dibinden doğmuş gibidir
Ben kendimi çözerken?..

Çıktım. Sabahın ilk saatleri. Gizlene gizlene kıyıya vardım
Denizi geçtim, kayalar bir iki üç halinde arkamda kaldılar
Belki de olmadılar,sonrada hiç olmadılar
Bir yelkovan sürüsü, bir sis bulutu
Yavaşça geçtilerse de yanımdan
Ben sordum:doğanın akıl almaz bir görünümü olabilir mi bu korku
O benim korkum
Olabilir mi
Bilemem,kendimle konuşuyorum şimdi ve yüksek sesle
Bunu böyle yapmasam o anda kıyamet kopacak gibime geliyor
Yani yok olmam ve çıldırmam gerekecek
Bana öyle geliyor
Ve yatay bir düzlük içinde yüksele yüksele
Denize uzuyorum
Ben denize uzadıkça da kocaman bir eyüp oluyor deniz
Kim bilir, bu da bir saklanma biçimi -belki-
Ya da ben kendimi ayrı tutmaktan o kadar çoğalıyorum ki
Saklanıyorum böylece
Sulardan ve beyaz martı göğüslerinin izlerinden
Başkaca bir şey kalmayınca ortalıkta
Diyorum: geldim
Ayrıca bunu gövdemdeki bir yol alıştan da anlayabilirim
Bir iki daha çekiyorum kürekleri, seslenerek
Dur şimdi Eyüp! duruyorum, dinlerim ben Eyüb'ü
Ayağa kalkıyorum
Önce bir kerteriz tuttur! tutturuyorum, bir düşle bir başka düşün kesiştiği bir yerden
Ve kürekleri bırakıyorum kendime sokularak
Seni hiç bulamazlar
Beni hiç bulamazlar,eyübü
Bir yunus sürüsü geçiyor, bir karabatak havalanıyor
Ve ipler halka halka denize akmaya başlayınca
Eyüp!
-Evet anlıyorum-

Bir korku ne de olsa bir korkudur, diyorum
Bir gizdir kelimesinden doğmayan
Eşyalar ve şekilsiz insanlar halinde
İnsanlar ve şekilsiz eşyalar halinde
Ben bunu biliyorum
Bilince de diyorum, karım beni arıyordur şimdi de
Üç çocuğumla beni arıyordur
Ve benim korkum eyübün korkusu olduğuna göre
Eyüp!
-Evet anlıyorum-
Ve birden hatırlıyorum kendime görünerek
Ne gibi bir yüzleri vardır, biliyor muyum
Ne gibi eşyaların içinde
Ve bütün bunların içinde ...biliyor muyum
Hayır ,size yemin ederim ki bilmem
Daha doğrusu bilemem, çünkü ben evlenmedim
Eyüp hiç evlenmedi
Yani
Böyleyken korkuyorum , çarşıdan geçemiyorum
Eyüp! Eyüp! Eyüp!
Dönüp arkama bakmıyorum, oltalarımı eskitmiyorum
Ve sorarsam ben soruyorum:Eyüp ne haber?
Ne olsun, yok işte, bulunamıyorum.

Onlar beni bulamaya dursunlar, ben bazı kağıtlar buluyorum
Eve dönüyorum ya, bir de bakıyorum taşın üstünde
Birtakım renkli kağıtlar
Bazan de bir zarfın içinde, üstünde pullar ve mühürler olan
Kocaman bir Eyüp yazan en üst köşede
Korkuyla bakıyorum
Bakmamla yırtmam bir oluyor. Sonra bir güzel çukur kazıyorum
Dolduruyorum çukurun içine onları
Diye bulmasınlar Eyüb'ü
Ne olur bulmasınlar
Ama hiç bulmasınlar, olur mu
Sağ elimde bir sakatlık var, onu da
Sapsarı dişlerimi, göz beyazlarımı
Bulsalar ne yapacaklar
Bulsalar?..
Bunu korkuyla söylüyorum ve yüksek sesle, bir kalabalığa dalıyorum
İkiye,üçe, sonra tekrar ikilere,üçlere
Dağılan bir meydanın ortasında ben
Ve olanca Eyüp'lüğümle işte
Ve kimseye sezdirmeden çevremi kolluyorum.

Yarısı kopmuş bir hayvan kabartması görüyorum bir binanın üstünde
Anlaşılması güç bir acının boşluğunda etkinliğini deniyor
Denedikçe de
Ben anlatmaya yetiştiremiyorum anlatılmazımı
Yetişemiyorum
Demek oluyor ki, benim hızım başkalarının hızı değildir. Öyleyse
Beni kimse bulamaz
Eyüb'ün kendi bile
Bulamaz
Saat desem -meydan saati- zaten işlemiyor
İşlemeyince de
Her şey bir ıssızlığın içinde. Bir de bu 'her şey'
Soruyormuş gibi bir ıssızlık diliyle
Öyle mi
Bir yanıt:evet öyle.

İki tel parçası yalnız taş kabartmanın üstünde
İki tel parçası ve
Zorlanmaz bir şekilde katılaşıyor boşluk
Gittikçe katılaşıyor
Ve bir köstebek gibi dolaştırıyor bizi içinde
Alışıyoruz buna da, kimse kimseye bir şey sormuyor
Neden mi, bilmem ki, sormuyor işte

Mesela bir çocuğun dondurmasını düşürüyorum yere, gidip bir yenisini alıyor
Sonra bir daha düşünüyorum, düşüren ben değilim de sanki
Ve düşen dondurma değil de
Dünya hiç kımıldamadan öyle duruyor
Yalnız durmak da değil, bir beton heybetiyle soruyor bize
Öyle mi
Bir yanıt: evet öyle

Bulsalar? Şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz
Bulmak istese bile
Bulamaz
Ama ben oltacı Eyüp olduğuma göre, bulunmasam da
Eyüb'üm gene
Eyüp'lere bölünmüş bir Eyüb'üm ben
Gece
Fenerimi yaksam mı, karanlığımı
bekleyip dursam mı öylece.

1970 yılında Kirli Ağustos basılır. Kitapta kısa ve kendine odaklanmış şiirlerin sayıları artmıştır. Sonraki kitaplarında beliren çizgilerin oluşum safhalarını burada görmek mümkün. Zaten şairin eserleri birbirini besleyen ve evrilen diyalektik bir süreç izlemektedir.

..
İnsanın insana verebileceği en değerli şey
Yalnızlıktır.
..

Yani eşyaların kadın olma saati
...
Bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
Sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
Ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.
...
Bomboşuz, korkuyoruz da... ve kemikleri bunlar gökyüzünün
Altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün.
..
Varsa da aşkımın bir uzak yeri
Kırmızı bir salkım üzümle sularda ayak izleri
Ey yalnız olan gök, ey su verilmemiş bıçak!
Herkes senin ozanındır
Herkes senin ozanındır bağışlatmak için kendini.
..
Sanırım böyle böyle yaratmışlar tanrıyı da
Bir gün bir ateşin başında doğurmuşlar onu
Bir kişi doğurmuştur bana kalırsa
Sonra birlikte beslemişlerdir el ele verip
Büyüyünceyedek

..
On parmağımdan akan kan on ayrı renkte
...

Bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
Gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
Ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
O an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
Gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye.
..
Uzat elini artık, kutla kendini
Götür bir bardak sonsuz suyu ağzına
Bak
Gördün mü, hem de nasıl
Bir gül dönüyor öteki avucunda
..
Acımaktan bir zamansan ki bazan susarsın
Çocuklar büyükler gibi konuşur sefaletten
..
Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.
..
Ötelerde, ama çok ötelerde
Kocaman bir gözyaşıydın ey usta deniz
Konuşuyordun, sözlerini bulamıyordun yalnız.

Öğle Sonu

Titriyor sazan balıkları
Suyun altında
Daha altında suyun saçları kesik
Bir kızın yürüyüşü
Gök bulanık ağlarken.

Kırlangıç tarlaya yaslanmış
Buğday giyinmiş duruyor
Tuğla yüklü bir araba
Geçiyor yoldan
Göğsünde kırlangıcın
Tuğlaların iniltisi.

Öğle sonu yaşlılıktır biraz.

Ha Yanıp Söndü Ha Yanıp Sönmedi Bir Ateş Böceği
I.

Vurdum güneye o zaman
Eski bir su dibi mühendisiyle
Yokluktu olan bir şimdi içinden
Damarlarıma dolan bir şimdi içine
Aktım patlayınca avlular balkonlar açan höyüklerden
Ben. Yüzümde o zambak işareti, eski
Bir benim bir onun bir kimin ikindisi
Vurdum güneye
Üstünü konuşulmamış sözlerle örten.

Bembeyaz alevlerdi kanını yakan bir geminin
Hırslı bir tanrının soluğuyla süslenen
Ve deniz atlarının üstünde
Dizginleri tunçtan gümüşten
Yağmacılardı o gemiye üşüşen
Emiyorlardı armasından sızan son kanı
Öpüyorlardı güvertesinde çırpınan yüreğini
Seviyorlardı şehvetle
Yaldızlar çiviler altınlar
Şaraplar sakızlar amberler saçan bordasını.

Boş durmaz açık deniz, üretir kargaşayı
İlk gelişi gibi yazın
Kanırtır yol kenarlarını, uyarır
Yürekten gözkapaklarına giden ırmağı
Ve değiştirir birden çığlığın anlamını
Geçirir dişlerini kıskaçlarını kumlara
Salar hiç değilse rüzgarını fırtınasını
Evet, der bir balıkçı
Ne saatler işler ne de bir takvim sesi duyulur
Denizle kurulur insan, denizlerden öğrenir yaşını.

Denizle deniz arası ey ıslak vakit
Gördüm içini otlar bürümüş kalenin son kralını
Geçerken mavi gömleğinden, ağzı
Bir ağıttı geçmişe. Anlattı bana
Anlattı Rodoslu bir derebeyinin
Kaç kadının meme uçlarını kesip de bıçakla
Sedef işlemeli bir kutuda sakladığını
Defne yaprakları arasında
Ki zulüm yeşertmemiş ki onun kanını
Sert ve soğuk kanını
Uçsuz bucaksız verimli toprağında
Kıpkızıl bir kayanın hamuruydu şimdi gövdesi
Ve bilir diyordu herkes, bilir Rodos'ta
İnleyen bir kaya olduğunu arasıra
Kuşların konmadığı, yılanların sokulmadığı
Kurtların uzak tuttuğu yavrularını
Bir kaya, tek başına….

Anlattı bütün bunları ayrıntılarıyla, sustu
İnsandan, daha doğrusu bir insan yüreğinden kadehini
Götürdü birden ağzına
Damladı bir damla kan, bu sevgi elçisini
Kutsamak için
Ateşten çarşısına kentin
Bir deniz kırlangıcı kendini yakaraktan geçti.

III.

Bir ilişkiydim içkiydim
Masanın eksik olanına
Türkünün bizsiz gelenine
Ayvanın hamına, balığın olmamışına
İlişkiydim içkiydim
O zeytin dalından eşkıya yazmasına
Ah sinema biletsiz çocuk yaşına
Anımsarsınız, bir şiir vardı, çok geç bitecek
Her şeyin her şeyin her şeyin
Ah her şeyin bir bir olmasına.

Ey yitik deniz senin az çok oğlunum
Kazdımsa ben nereni orda mavi bir ceset buldum
Ey yitik deniz, yitikliğin de denizi
Mil mi çektiler erkek suyuna
Bir yandan bir yana geçer şimdi adamlar
İçi boş bir lokanta kalır ortada
Ben ceketimden kayarım
Durur gözbebeklerim kendi ormanında
Ve salar gölgesini, o soğuk gölgesini durmak.

Biz böyle sıkıldık, ya onlar nasıl sıkılacak
Ya onlar nasıl.

Sensiz bensiz bir sorudur
Temmuzlar kedi yavruları gibi sokulurken ağustosa
Ve ağustoslar eylüle
Bir yol alış duygusudur ki, biliriz
İnsan zamanlardan önce boğulur.

Balkonlar açar çocuk yaşında, yalnızlık kurur
Bir iki ölmeyle bir iki yaşamayla ancak kurtulunur.

Ne kaldı o yükselişlerden. kalan ne
Ey kiremit renkli büyü, güneyin kızgın birimi
Biri öldüyse çok geç
Biri öldüyse çok erken belki
Pınarlar, arıkuşları, ayçiçekleri
Gece
O kadar yalnızım ki birden, gördüm de
Binlerce yıldızıyla bu sonsuz mağaranın içini
Ha yanıp söndü, dedim
Ha yanıp sönmedi bir ateş böceği.

Şahinin Kopardığı Elmas

IV.

Konuşulmaz fırtınada, çünkü ölüm
Katar özünü fırtınaya da

Neyi bekliyoruz böyle neyi
Yendik mi yenik mi düştük yoksa
Bir ufak kuş yukarıda
Sürüyüp duruyor gölgemizi

Çözmüşüz nasıl olsa ipini sandallarımızın da.

VII.

Uzatmışlar ölüsünü kumlara
Mavi yüzlü çocuğun
Unutulmayan maviden
Hiç unutulmayan

İri bir balık asılı durur ağaçta
Dik ve bulanık

Ayrı ayrı yönlerine sonsuzluğun
İkisi de
Eriyen kar sıcaklığında

Ve ufuk
Kurtulmuş tanrıların kucağından
Uçsuz bucaksız bir yolculuğun koynunda

Aydınlığın Dört Bir Yanı'ndan

Selim :   Peki, ya biz gelmeden önce
             Hep aynı plak mı çalıyordu gene?
             Yoksa...
Garson : Siz gelmediniz ki, buradasınız
             Öteden beri Kaç gündür buradasınız
             Özür dilerim ama, kaç yıldır Burdasınız hep
             Baksanıza traş bile olmadım
             Traştan geçtim, gömleğimi bile değiştiremedim
             Ya giysilerim! nasıl da eskidi bilseniz
             Doğrusu yaşlandım da
             Ne yalan söyleyeyim, adımı bile unuttum.
Cengiz : Yani bu akşam gelmedik mi biz?
Garson : Hayır!
Cengiz : Desene burda doğduk, ya da
             Burda olmamızı bizim
             Sahneye koyuyorsun kendince.
Garson : Yok canım, o kadar da değil
             Tanımıyorum bile sizi ben
             Bildiğim, her zaman burdasınız, yalan mı?
             Bir de bir çift geliyor işte, bakın
             Tezgahta oturuyorlar şimdi
             Belli bir saatte gidiyorlar, onları anlıyorum
             Yeniden geliyorlar bir başka akşam
             Yeniden gidiyorlar sonra
             Bir gidip bir gelmek bütün işleri
             Çocukları da oluyor bazan
             Adam ölüyor arada bir
             Bir kez denizde ölmüştü, bir kez de trafik kazasında
             Sizin anlayacağınız bir süre dul kalıyor kadın
             Siz deyin on yıl, ben diyeyim yüz yıl
             Derken evleniveriyor bir gün, ne denir
             Yeniden çocukları oluyor
             Adam dönünce işler düzeliyor mu sanki
             Elbette
             Birlikte gidip geliyorlar gene
             Baksanıza yüzlerine, nasıl da durmadan değişiyor
             Kimi zaman ikisi de yaşlı
             Kimi zaman ikisi de genç
             Kimi zaman da biri genç biri yaşlı
             Her neyse...
             Size gelince... doğrusu tanımıyorum ki sizi
             Ne ölmeyi biliyorsunuz, ne ölmemeyi.
             (Sessizlik)
             Başka bir isteğiniz var mı?
             Olursa çağırırsınız beni
             Olmazsa çağırmazsınız
             Ben işte gidiyorum
             Şuraya gidiyorum
             Orada duracağım
             Çağırırsanız gelirim
             Çağırmazsanız gelmem
             Bazan çağırmasanız da gelirim

Yıl 1974: Toplumsal olayların gölgesinde Sonrası Kalır yayınlanır. Kirli Ağustos'da artmaya başlayan deniz, su, güneş imgeleri ve güney sayfiye kasaba tasvirleri bu kitapta da devam etmekle birlikte asıl dikkati çeken şey soğuk anlatımın yerini canlılığa bırakıyor olması ki Edip Cansever için alışılmadık bir şey bu. Anlaşılıyor ki toplumsal hareketlenmeler umut alevini harlayan ve mutluluğu ve ölümü daha bir irdeleyen canlı bir ruh hali olarak yansıyor sayfalara. Bu etki işçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz dizesini kurduracak kadar belirgin. Tırnak içinde mutluluğu somutlaştıran diğer bir etmen ise doğa ile diyalektik bir uyumun yakalanması. Nihayetinde sıkıntını, bunaltının; mücadele etmenin, bir ideal uğruna mücadele etmenin yıkıcı ve yapıcı diyalektiği içinde doğan hazzı lehine dağılmaya başladığını belki de nitelik değiştirdiğini görüyoruz.

..
Ben suyun bir dakika durduğu
Durunca boğulduğu bir yerdeyim.
...
Biliyordur ki bir eylemdir yerine göre susmak.
Duvar diplerinde ve sakınaraktan
Bütün paslar kabarıyor bir bir
Ağzın ve dilin ve parmakların pası
Yüreğin ve bilincin
..
Çünkü her şey eskiye kaldı, anılar bile
...
Neden olmasın, yeni yakılan bir sigarayla da anlatılabilir şiir
Apansız bir yolculukla da
Bir karpuzu ikiye bölmekle, bir portakalı dilim dilim ayırmakla
Anlatılabilir.
Ama bizim memleketimizde şir
Yazık ki ölümle anlatılır biraz
Ölümle anlaşılabilir
Olsun, diyeceksin, ne çıkar bundan
Biz hayatı şiirden
Şiiri hayattan özümlemedik mi

...
                           -Nedir mutluluk
Çam ağacındaki yürek gibi
Köpükli sakız kokusu gibi
Dallardan yapraklardaki kılcal damarlara giden
Ve damarlardan koskoca bir ormanı öpen

İnsandan insanlığa doğru
Olsun ki usul usul
Mutluluk, bizden
...
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.
...
Büyük sular büyük gemileri sever çünkü

İdris'le Konuşma

-İdris, sen ne yapıyorsun kuşların yanında
-İdris'le konuşuyorum

Kuşları okuyorum içimde, ağacın kuşlarını
Yeni pişmiş çilek reçeli gibi kaynayan
Dalların üzerinde
Gemilere dadanan kuşları okuyorum bir de
Göklerde bir başına dolaşan
Görkemle
Büyük denizlerdeki yalnız kuşları
Ve okuyorum yıllardır bütün yalnızlıkları
Okuyorum da
Kuş olsun, insan olsun
Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı
İşte
Suları fiyakayla göğüsleyen yelkovan kuşları
Geçiyorlar martıların peşi sıra
Ve küçük bir evin üst katı martı
Duvarlarından sümbüller akan
Sanki çok öpüşmelik kuşlar bunlar, çok sevişmelik
Ve seninle biz iyi ki
Sevmelerin ustasıyız, güzel şaşkınlıkların
Önce yüreklerimizi alıştırmışız buna, sonra kafalarımızı
Ki bu yüzden içimiz hiçbir zaman yoksul değil
Yoksul olmadı.

Bak
Bu kalın kalın ellerimi soruyordun, bu çürük çürük bakan
gözlerimi
Dokunuyor ellerim gördüğün gibi
Anlıyor dokunduğunu benden önce
Emiyor suyu gözlerimse
Emziriyor güneşi
Ve uçsuz bucaksız bir maviliği yaratıyor onlar
Her gün
Yaratacaklar elbette
Ve sözgelimi ben
Üstünde gökyüzünün
Kum taşıyan mavnalar gibiyim

Kimi zaman kavuniçi, kimi zaman Osmanlı yeşili
Sabahtan akşama kadar seyrederim
Ve derim ki biz
Çok değerli bir yüzük taşının halkasında sıralanmışız
Ana sütü gibi bir aydınlık içinde
Yani şu yeryüzünü bir uçtan bir uca kuşatmışız
Dik tutarak gövdemizi
Umutla
Bazan da yıkılarak kendiliğimizden ya da bir kurşunla
Ve bu hızlı akışa yaşayıp ölmek deriz.

Yaşayıp ölmek, deriz, ne denir daha başka
Denir, çok şeyler denir, biliyorum
Geçecektir hayatımıza mutlaka
Çok inandığımız bir şeyin çocukluğu
Sonra gençliği, sonra oturmuşluğu
Sonra hayat hayat gibi olacaktır.

Bakma sen, kuşlar bir uçumluktur ne de olsa
Denizler bir fırtınalık görkemli
Bizse kendimizi insan olarak
Bir tohum gibi dikmişiz sonsuzluğa.

Mendilimde Kan Sesleri

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla

Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konya'nın beyaz
Antep'in kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.

Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben -
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler; cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler; eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.

Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri

Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...

Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

Mendilimde kan sesleri.

Ölü mü Denir

Ölü mü denir şimdi onlara
Durmuş kalbleri çoktan
Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir peki
En büyük limanlara demirlemiş
En büyük gemiler gibi
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir şimdi onlara.

Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı
Suratları gergin
Bir savaş alanına benziyor suratları
Dudakları nemli
Son defa kendi etini öpüp
Yani son defa gerçek bir insan etini
Hazla kapanmışlar öyle
Geçirmiyor gövdeleri soğuğu
Geçirmiyor sıcağı da
Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları
Akıyorlar sonsuza
Ölü mü denir şimdi onlara.

Kimse hüzünlü olmasın
Sırası değil hüznün daha
Bir gün bir şehrin alanında
Bir mermer yığınının gözlerine
Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı
Hüzünlensin yaşayanlar o zaman
Sırası değil hüznün daha.

Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.

Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık
O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.

Ölü mü denir

Ölü mü denir şimdi onlara.