28 Şubat 2013 Perşembe

Demet - Kınalı Bebek (1994)

90'ların ruhunu başarıyla taşıyan parça Kınalı Bebek'in klibiyle oldukça ses getirmişti o zamanlarda. Bu şarkı diğer popçuların tercih ettiği hoş ama boş, bir miktar komik çıkış parçası sınıfına bile dahil edilebilir. Aynı zamanda bu albüm popçu taifesinin, evet böyle çıkış parçalarıyla kitleye ulaştık ama etkileyici kalitede parçalarımız da var ekolünün de bir parçası. O da klibiyle de kalplerde taht kuran Arnavut Kaldırımı tabiki. Ancak şimdi dinlerken o günlerde uyandırdığı etkiyi koruyabildiğini söyleyebilmek güç. İlk çıktığı vakitte bünyede hissettirdiği nostalji duygusu ne gariptir ki 20 yıl senede yok olmuş durumda. Ben diyeyim bir Benjamin Button vakası. Yalnız şöyle bir bonusumuz var, albümdeki diğer şarkılar da hiç fena değil. Oyun Bozan geliyor ilk aklıma mesela. Üstelik Demet'in sesi de çok güzel. Bir kaç albüm ile müzik hayatına devam etse de istikrarını devam ettiremeyen sanatçıyı tekrar aramızda görebilme dileğiyle..diyoruz.

7,25+/10

27 Şubat 2013 Çarşamba

Felix Mendelssohn - Lieder Ohne Worte (Daniel Barenboim, 1973)

Romantik dönemin ilk temsilcilerinden Mendelssohn daha çok senfonileri ve Midsummer Night Dream yorumu ile biliniyor. Bir de eleştirmenlerin gözardı ettiği bu çalışması var. (Bir de bir sürü diğer çalışması tabi ki. ) Çünkü piyanonun yeni yeni popüler olduğu 19. yy başlarında genç hanfendi ve beyfendileri piyano ile haşır neşir edebilme maksadıyla yazıldıklarından dolayı buradaki parçalar yeterince teknik olmamakla hatta ve hatta basitlikle anılır olmuş. Gel gör ki benim için piyanoyu çalmayı bırak o hantal görüntüsü bile yeterince komplike bir duruş sergiliyor. Tam 2 full CD den oluşan bu çalışmayı dinlerken ise benim aklımda başka bir itiraz beliriyor. Parçalar yeterince ahenke akıcılığa melodiye sahip değil. Varolan güzel ritimler ki yok değil, gelip geçici. Burada İsrailli ve barış yanlısı tavırları takdiri hakeden ve ülkesinde sansürlü Wagner'i sahneleyebilmeyi bir görev edinmiş icracı Daniel Barenboim'e suç da bulamıyoruz. Çünkü ağbimiz, klasik müzikte otantizme ve otantik tempoya önem vermeyip müziğin içten geldiği gibi yorumlanmasının taraftarı. Belki de bu albümden sonra buna karar vermiştir, kim bilir?

7,50-/10

26 Şubat 2013 Salı

Sepultura - Roots (1996)

Amazonları gruuvi modern metal ile birleştirerek folk-metal sentezinin yerel ezgileri rock enstrümanlarıyla çalmaktan ibaret olmadığını gösteren bu çalışmasıyla, grup sonradan sonradan tepki almaya başlar. Çünkü dönemin revaçta olan piyasa koşullarına göre yaptıkları bilakis nu metaldir. Hay karamba! Her nu-metal böyle olsa keşke! Belirttiğim gibi folklorik etkileri müziklerine çok güzel yedirmiş durumdalar zaten. Bir de enerjik bağırış çığırışla gençlik ateşini taşımışlar. Mezarlık yakınında dinlemeyin valla. Ölüyü bile ayağa kaldırır. Tabi her şey mükemmel değil. Sözler ergenlere yönelik basitliğe indirgenmiş. Piyasaya oynamışlar açık açık. Bir de albümün üçte birini geçince kendini tekrara başladığını görüyorsunuz. Olsun, vaktinde dinlemediğim için, gençkene yani tam da o yıllarıma hitap ediyorkene, pişmanlık duyduğumuz bir albüm olmuş. Zamanın ruhunu kaçırmışım. Bir de Chaos A.D.'yi neden atladım, onu da bilmiyorum.

8,50-/10

24 Şubat 2013 Pazar

RETRO: Dark Funeral - The Secrets of the Black Arts (1996)

Grubun sergilediği tüm imajına ve o klasikleşmiş tremolo / blastbeat duvarına rağmen bestelerinin My Dark Desires ya da The Dawn No More Rises'da olduğu gibi hayli melodik etkiler taşıdığını göreceksiniz. Yine de bu, diğer şarkılarının çoğunun hep aynı formülasyonu izlediği gerçeğini değiştirmiyor. Hatta grup kendi kendini taklit eder duruma düşüyor. Albümün en sarsıcı parçası ise 10. sırada karşımıza çıkıyor. Bu primitif, basit, yalın, çiğ ve düz şarkı Dark Funeral'a ait olamaz, onlar böyle bir beste yapamaz diyorsunuz. Evet, albümün en has şarkısı aslında  Von Satanic coverı.

7,0+/10

23 Şubat 2013 Cumartesi

Jean M. Auel - Yeryüzü Çocukları 2: Atlar Vadisi

İlk kitabın heyecanını ileri taşıyamamaktan imli ve obsesif kompülsif tavırlarla sakatlanmış bir yapıt olarak uzak durulması gereken kitaplar arasında yerini buluyor. Harlequin'in romantizmini erotizmden uzak vulgar seksüalizm noktasına kadar uzatması, afedersiniz ama sadece bazı bayan yazarların arzularını ve fantaazilerini sayfalara indirgeme başarızlığına en büyük örneklerden biri olarak gözler önüne sergileniyor. Konu ilk kitaptaki sosyolojik ve antropolojik beyin fırtınasının ilginçliğini de taşıyamıyor maalesef. Kısaca şu:
Fransa yörelerinden iki kardeş, doğuya seyahate çıkar. Anlarsınız ki erkeklerden bayanların gözdesi, süper kaslı, süper avcı, kadınlara karşı sevecen yaklaşımlı, yatakta becerikli ve bizzatihi şeyi de büyük ağbinin yolu (ismi Condalar oluyor) Ayla ile buluşacak. Ayla ise kovulduğu klandan sonra nihayet atlar vadisi dediği yerde bir mağara bularak oraya yerleşmiştir. O da süper kadındır. İlk kez çakmak taşıyla ateş yakabilen insandır. Bir tayı evcilleştirir. At sürer, yük taşıtır. Sonra küçükten bulduğu mağara aslanını kollar, büyütür. İlk kez, ilk kez, hep ilk kez. Sayfaları çevirdikçe  artık yolları kesişsin diye dua ediyorsunuz. (700 sahifeye ne gerek var ki?)  İki kardeş atlar vadisine varana kadar binbir badire atlatıyor tabi. Hatta kardeş evleniyor bir köyde. Doğum yaparken eşini kaybediyor. Tekrar yola çıktıklarında, Ayla'nın artık hür ve bağımsız mağara aslanı kardeşi öldürüyor ve Condaları da yaralıyor. Ayla Condalar'ı iyileştirirken birbirine zıt ve yabancı iki farklı kültürün çatışmacılığını aşmalarını izliyorsunuz. Sonunda bedenen de kavuştuklarında kapı deliğinden birilerinin yatak odalarını dikizliyor hissiyatına kapılmanızdan kaçış yok.
Analar, babalar! Fantastik kurgu ile fantezi kurguyu karıştıran bu eseri çocuklarınızdan uzak tutun :)
Heh heh, sansürcülüğe karşıyız ama edebiyat ve eğlence namına zayıf bir eser sözkonusuysa, hiç farketmez.

22 Şubat 2013 Cuma

Depeche Mode - The Singles 81->85 (1985)

İlk dönem şarkıları içeren albümün en ünlü şarkısı Everything Counts olsa gerek. People Are People ve Master and Servants da var tabi. Ama benim daha önce duymadığım See You ya da Leave in Silence gibi şarkılar daha bi ilgimi çekti. Genel değerlendirmem ise şöyle: Melodik vokal pasajları fevkalade güzel olmasına rağmen kimi yerde çocuksuluğa varan synth pop altyapısı müziği hani öldürmese de sakatlamayı, süründürmeyi başarıyor. Büyük ölçüde grubun ilk işleri olmasına bağlıyorum. Ancak daha çok türle ilgili bir şey olsa gerek. Ne bileyim. Çok yabancısı gibi yazdım bak şimdi. Çünkü gerçekten böyle devasa gruplar karşısında turist gibi kalıyorum. Konsere de geleceklermiş, hayırlısı olsun sevenine. Acaba bu best of serisinin 2. si The Singles 86->98 daha bi kuul mudur acep? Enjoy the Silence ve Personal Jesus da var.

7,75+/10

21 Şubat 2013 Perşembe

RETRO: Gamma Ray - Insanity and Genius (1993)

Bu albümle herkese hitap eden biraz da eklektik bir tarz yakalamış grup. Biraz da gözardı edilen bu albümün ilk yarısı Heloween'inini (nininini) enerjik sevenelere yönelik örneğin. Tribute to Past mesela öne çıkıyor. Alaycı bir tarzda söylenişi ile Dr. Stein'i andıran Future Madhouse'u takiben ise benim daha hoşuma giden parçalar başlıyor. Bu bölümde Kai Hansen'in vokalde destek verdiği Heal Me, Queenvari yapısıyla grubun progresif yönünü sergiliyor. Gamma Ray isimli cover şarkıyla birlikte aslında grubun ismini Birth Control adındaki başka bir Alman grubundan aldığını öğreniyoruz. Albümü adını veren parçadaki majestik keyboard ve bumbastik atmosfer de esgeçilecek gibi değil hani. Vokal performansı güzel bir çeşitlilik gösterse de klasik power metal örneklerinde olduğu gibi bazı anlar sinir bozucu (tizleri pek sevmediğimi söylemiş miydim? Judas'ın Painkiller'ı başka ama) etki bırakabiliyor. Yalnız prodüksiyon ve gitarlar canlı pek bir heyecanlı.

7,25/10

20 Şubat 2013 Çarşamba

Günümüzde Yeni Siyasal Yaklaşımlar: Eleştiriler-Farklılıklar-Çözüm Arayışları (ed. Hilal Onur İnce)

Doğu Batı Yayınlarından yayımlanmış olan kitap zengin içeriği ile dikkat çekiyor. Modern çağın siyaset felsefecileri hakkında Ankara'da farklı  üniversitelerdeki akademisyenler tarafından yazılan makaleler, aslında çok güç olmayan diliyle konuya yabancı okuyucuyu da dışlamıyor bu manada. Ancak tersine pek çok düşünürün fikrini 20-30 sayfaya indirgeyebilmenin ve bunu aktarabilmenin zorlukları bu kez okumayı zorlayıcı bir etken olarak karşımıza çıkarıyor.
Carl Schmitt: Almanya'daki romantiklerin sağ kanadının üstadı, aydınlanma sonrası akılcılığa karşı bir fikriyat geliştirip tarihi idealliştirmiş ve Nazizmin köklerine öyle görünüyor ki kendini toplumun ruhu olarak gören liderlik anlayışıyla bir taş da kendisi koymuş.
Hannah Arendt: Farklı fikir sistematiğinden ziyade fırtınalı hayat hikayesi çok daha hayranlık uyandırıyor doğrusu. İnsani, zorunlu ihtiyaçları gidermek için yapılan eylemlerİ emek, insanın doğal çevreden farklı olarak yaratıcılığını koyduğu üretim etkinlikleri iş, logos'un hakim olduğu söze dayalı etkinliklerle insan olmanın koşul ve sonucunu yaşamayı ise eylem olarak adlandırıyor. "İdeal olan, eylem düzeyindeki insandır. Emek hane halkı, iş agora ve eylem polisin kamusal alanında üretilir." Kölecilik başta olmak üzere kendi özgünlüklerine sahip Antik Yunan şehirleri bu idealleşmenin vücut bulmuş hali olarak gösterilmektedir. Makale özellikle emeğin belirleyiciliğine inanan Marx ile Arendt arasındaki farklılıkların izini sürmesi ile hoş bir hale geliyor.
Frankfurt Okulu: Horkheimer'ın otorite'nin bireye, ekonomik sebeplere dayanarak sözsahibi baba olan aileden itibaren empoze edildiği, usçuluk ve usdışıcılığın ikisinin de reddedilip yerine diyalektik materyalizm (sözkonusu makale öztürkçe kullanmaya önem verdiği için ya da eytişimsel materyalizm [aslında maddecilik olmamalı mıydı?]) fikrini öne sürmesi işleniyor. Adı geçen metodun negatif diyalektik adıyla Adorno tarafından bir kademe ileriye taşınarak ortodoks Marksizm'den uzaklaştırılmasına değinerek okulun spesifik olarak ünlendiği kültür konusundaki görüşleri tekrarlanıyor. "Akılcılığın dogmatik halde liberal demokrasinin elinde araç olduğu günümüzde, tek boyuta indirgenen bireysellik çağında işçi sınıfı da artık egemenlerle aynı hedefi kovalıyor." Neticesinde liberal demokrasi mülk sahibi sınıfların korkmadıkları, faşizm ise korktukları zamanki çehreleridir saptaması yapılıyor.
Walter Benjamin: Retrospektif bir bakış açısıyla post-yapısalcılık daha ismini almadan ve post-modernizm sürrealizm ile alaca bulaca olmadan yıllar önce bu akımlarin ilk dönemlerine dahil edilen düşünür (en azından makale yazarı tarafından) aslında büyük ölçüde Frankfurt okulu içinde de düşünülmektedir. Benjamin, adaletin hukuk ile ilgisi olmadığını ileri sürerek yasalar ve istisna hali konusunda görüşlerini açıklıyor. Olağanüstü hal olarak sunulan baskıların aslında kural içinde olduğunu öne sürerek olağanüstü durumların direniş noktasının da olağanüstü haller yaratmakta yattığını belirtir. Alman faşizmi döneminde yaşayan düşünür için bu görüşlerin oluşumu büyük ölçüde zaman ve mekan uzamında değerlendirilebilir elbet. Marksizm ile bir tür materyalist romantizmi ve teolojiyi birleştirmeyi amaçlamaktadır yapıtlarında. Marksizmin ekonomist görüşlerine karşı pozitivist ilerlemeciliğe karşıdır, yapıbozuma benzer şekilde tarihe ezilenlerin gözüyle bakarak yeniden değerlendirme peşindedir. Kullandığı yöntemi durağan diyalektik ismiyle tanımlar. İşbölümü ve uzmanlaşma neticesinde insan da metalaşır, mekanik hale gelir. Ancak düşünür kitle kültürü konusuna Adorno kadar olumsuz yaklaşmaz.
Robert Nozick: Liberal manada libertaryan düşünür devletin varlığını minimal ölçütlerde olmak kaydıyla  meşru görmüştür. Amacı da bu meşruluğu izah etmektir. Devletin oluşum süreci ise gözlemlerden uzak farazi noktada bir miktar kurgusal kalmıştır. Doğa durumunda insanlar bireysel haklarını koruyarak adaleti sağlayabilmek için bir tür adalet sağlayıcı birimlere üye olurlar. Ücret karşılığı koruma hizmeti güden birimler, yaygınlaştıkça egemen koruma birimlerine dönüşürken minimal boyutunu korumayı başarabilir. Bu birimler bölgesinde tekel olduğu takdirde ve hizmetini herkesi kapsayıcı hale getirdiği durumda ultra minimal devletlere dönüşür. Bu dönüşümü anarşistlerin iddiasının tersine ahlaki bir değişim olarak algılar. İkna olmadığımdan dolayı detaya girmiyorum.
Antonio Gramsci: Başta hegemonya teorisi olmak üzere görüşleri sadece yeni sola değil post-yapısalcı teorilere de ilham kaynağı olmuş Gramsci'nin praksis felsefesi konu alınmıştır. Ekonomizm başta olmak üzere Marksizmin sağ ve sol dogmatizmine karşı özne nesne birlikteliğine dayanan görüşleri, teori ve pratik arasındaki organik bütünselliğe vurgu yapar. Tarihsel bloğun inşasıyla egemen sınıfın sınıfsal üstünlüğüne dayalı olarak hegemonya, en üst düzeyine ulaşır. Bu aşamada egemen sınıf, diğer sınıfları  kendine ekonomik ve kültürel düzeyde bağlar. Diğer sınıflar egemen sınıfın dünya görüşünü ortak duyu olarak kabul eder. Bu durum hegemonik kriz döneminde alt üst edilebilir. Tarihsel blok dağılıp yapı ve üst yapı birlikteliği çökerken teori ile pratik arasındaki denge pratik lehine değişir. Gramscici devrim anlayışı işçi önderliğinde ilerici (işçi köylü örneğinde olduğu gibi) grupların ittifakına dayanarak örgütlenmiş bir hegemonyayı işaret eder. Uzun ve yorucu çalışma saatleri ve beyin yıkama derekesine varmış ağır propaganda saldırısı altında işçi sınıfı ancak aydınların müdahalesi ile kendi hegemonyasını oluşturabilir. Aydın, rıza ve iknayı örgütleyen mensubu olduğu sınıfın hegemon güç haline gelmesine yardımcı olan kişidir. İşlevselliği ile değerlendirilir yani. Bununla birlikte aydınların burjuvaziden kopamama hali veri iken büyük bir soru işareti belirmektedir. Sivil toplumculuğa geçiş yapanların bayraklaştırdığı Gramsci, aslında neden devrimin batı avrupa'da başarılı olmadığını incelerken sivil toplum terimini , tam tersine, devleti çepeçevre yapıcı ve güçlendirici mahiyette saran bir tabaka olarak devrim karşısında bir engel olarak tanımlar aslında.
Bob Jessop: Üstyapının görece özerkliğinden yola çıkıyor düşünür. Özellikle yapısalcı marksistlerden etkilenmiştir. Makale, büyük bir parantezle bu akım içinde yer alan Poulantzas'ın görüşlerine yer verir. Tarihselciliğe karşı eşzamansal analizin öne çıkarılması, evrensel hümanizm ve ekonomik determinizm karşıtlığı gibi fikirler etrafında bu görüşler özetlenebilir. Kapitalist devlet altyapıdan görece özerktir. Ekonominin yanı sıra siyasi ve toplumsal yapıların da analize dahil edilerek üretim ve tüketim kalıplarının toplumsallaştırılması neticesinde yeniden üretim döngüsünün istikrarlı hale geleceği (sermaye birikim rejiminin sürdürülebilmesinin toplumsal alışkanlıklarla desteklenmesi vs.)  tezlerini savunan ve Gramsci'nin terimlerinden beslenen Düzenleme okulu da Jessop'un kaynaklarından biridir. Teorisinin hammaddesi ise biyolojik bir kavram olan autopoiesis'dir. Herhangi bir komuta tepesi olmaksızın  belirleyen alt-sistem ve belirlenen üst-sistem ortadan kaldırılarak tüm sistemler alt-sistemler temelinde eşitlenir. İşleyiş olarak özerk bu alt-sistemler birbirleriyle bağlantılıdır da. Bu anlamda devlet çeşitli sınıfların mücadele verdiği ilişkisel bir alandır. Yalnız kapitalist devletin yapısal seçiciliği onu her sınıfa eşit mesafede konumlanmasına engel olur. Fakat hukuksal makyajla bunu gizler. Devletin Keynesyen tarzdan düşünürün afilli deyişiyle Schumpeterci Çalıştırmacı Post-Ulusal Refah Devletine dönüşümün seyri okuyucuya sunulur.
Laclau ve Mauffe: Radikal demokrasinin teoristleri özne sorununu temel alarak yola çıkarlar. Varoluşçuların özneliği saf bir deneyim olarak algılayarak öznenin kendi kendini kurmasının karşısında yapısalcıların öznelerin toplum üstü bir düzlemde belirlenen bir değişken olduğu tezleri konumlanır. Bu ayrım belli sınırlar içinde Marksistleri de bölen bir konudur. Laclau ve Mauffe ise alternatif olarak öznenin edimsellik-performans yoluyla kurulduğunu ileri sürer.Aslında herhangi bir öz yada öznenin dahil olduğu söylemsel yapılar bulunmamaktadır. Bu nedenle de öznelik bir olgu değil oluştur. Siyasal mücadele, aslı boş olan merkezin doldurularak merkezi rolün bir ilke veya özne ile ikame edilmesi, nesnellik öznellik sınırının çekilmesini ve öznelik izleniminin ortaya çıkmasını sağlayarak yapılara varoluş imkanı veren temel pratik olarak tanımlanır.  Ancak boş-merkez tam olarak doldurulamaz. Tekillikler ancak ikame-merkez olarak merkeze kendi kimliklerini taşıyabilirler. Bu pratik süreç de toplumsalın kurucusu siyasal alanı oluşturur.Kalıplaşmış eylemler olarak rutine bağlamış işler, örneğin eğlenceli amaçlı bir konser bile, bir tehditle karşılaştığında radikalliği besleyerek siyasalla tekrar ilişki kurabilir. Toplumsalın söylemsel merkezinin sürekli devinmek durumunda olan bir mücadele alanı olması ve günlük faaliyetlerin siyasallaşması radikal demokrat tezlerinin ana projesini oluşturur. Antagonistik biçimde birbirleri üzerinden kendi kimliklerini inşa eden tekillikler (burjuva ve proletarya, misal) diğer yandan da tam da bu sebeple kendi kimliğini tam anlamıyla kuramaz.İmkansız-varlıklar olan varlardır. Hegemonik mücadele ise bu tekilliklere evrenselliği temsil eden, diğer tekilliklerden bağımsız, mutlak bir öznelik hali sunan merkezi hedef olarak sunarak tekillikleri bir anlamda cezbeder. Ancak bu söylemsel alan tamamiyle kapatılamaz. Örneğin merkeze oturan liberal refah devleti burjuva sınıfsallığından sıyrılamaz. İnsan hakları da bu durumda batı merkezci bir yeni sömürgeciliğin anahtar sözcüğü olur. Özgürlükler de bu temelin yokluğuna bağlı olarak doğar. Aslında mutlak bir olumluluğu temsil etmez. (hassasiyetlerin bahanesiyle linçe kalkışan kalabalığı örnek gösterir makale yazarı burada) Kısacası radikal demokrasi merkezdeki konjonktüre bakarak tavır alır. Pragmatiktir bir manada. Evrenselci tek tipleştirici iddialara karşı her tekillik siyasal alana çağrılır, heterojenlik çoğulculuk esastır. Dolayısıyla temel mücadele burjuvayla ile işçi sınıfı tekilliği arasındaki bir antagonizmanın tarafı olunmaya indirgenemez. İşin ilginci radikal demokrasi tezlerini kabul etmek de onu bir tekilliğe indirgemekte ve onu da siyasalın hegemonik mücadele alanı içinde konumlanmakta. Ayrıca çoğulculuğa dayalı örneğin etnik ya da dini tekillikler arasındaki mücadelelerin şiddeti de acı verici sonuçlar doğurmaktadır. Yani radikal demokrasi mutlak çözüm vaadinde bulunmaz.
Pierre Bourdieu: Ampirik araştırmayı sosyolojik teoriye dahil eden düşünür özellikle entellektüel çevrelere karşı takındığı eleştirel tutumuyla biliniyormuş. Sermaye kavramıyla  farklı alanlardaki oyunları kazanan failler tarafından biriktirilen kaynakların tümünü kastederken rekabet ve çatışma mekanı olarak alan tanımlamasını yapar. Sermaye, iktisadi, kültürel, toplumsal ve simgesel olarak dörte ayrılır.Failler, sahip oldukları farlı sermayeleri algı kategorileri aracılığıyla simgesel bir güce dönüştürürler. Böylece tahakküm, faillerin algısal evreninde meşru, uysal ve hatta masum bir niteliğe bürünür. Somut olarak, ekonomik açıdan zenginleşme, mezun olunan okul, estetik zevk ve kültürel ürünler üzerindeki tercihler, ekonomik gücü bastıran simgesel kazanç ve prestij sağlayabilir. Merkeze aristokrasiye benzeyen  grupların gücü yerleşmiştir. Alt sınıfların kaderci ve alışkanlık gösteren habitusa hapsolması neticesinde değişim engellenmiş olur. Diğer yandan sistem de sürekli olarak alternatifsizlik hissi üretir. Simge ve işaretlerin kanalıyla hem birey yapılardan etkilenirken hem de yapıları doğrudan eyleyerek dönüştürebilir. Habitus zamanla beden üzerinde de içselleşir, toplumun oluşturduğu normal sınırlar içinde davranmaya başlar insanlar. Bu da yatkınlıkların eylemi oluşturduğunu gösterir. Sonuçta birey statüsüne uyan rolü aile, okul vs.. gibi kanallar aracılığıyla oynamayı öğrenir.
Giorgio Agamben: Doğadan uygarlığa geçişin arasındaki eşiğe siyaset yerleşmiştir. Doğa çıplak hayat olarak hala siyasalın içindedir. Yani siyaset, kimlerin doğal zoe'dan insanların yaşam alanı bios'a geçeceğine dahi karar veren bir mekanizmadır. Kimlerin muhatap alınıp hukuka dahil edileceği gibi. Bununla birlikte istisna kavramı aslında yanılsamadır. Çünkü sistemin işleyişinin zorunlu sonucu olarak kuralın bizzatihi kendisidir. Zaten egemen kişilerin hukuk düzeninin hem içinde hem de dışında olmasına bağlı olarak istisna haline de karar veren onlardır. Hukukun askıya alındığı istisna halinin kararını verirken hukukun dışındadırlar aslında. Çünkü düzen  hiç bir zaman düzenin sınırları içerisinde kalınarak korunmaz. Kriz dönemlerindeki olağanüstü durumlar ve istisna hali ile birlikte doğan belirsizliğin ardından yasalara dönüş olduğu için, yani yasa kurulurken yasasızlık kullanıldığı için istisnadan yani doğadan içinde bir şeyler barındıracaktır. Bu yüzden hiçbir hukuk düzeni tümüyle akılcı değildir, içinde yasasızlıka eğimli bir yan barındırır. Hiçbir yasa tam olarak yasa olmadığı için, biraz da yasasızlık olduğu için yasayı çiğnemek akla karşı gelmek kadar akılcıl ve daha yasal bir düzen istemek anlamına gelir. Ancak günümüzde olağanüstü hal istisna olmaktan çıkıp kural haline gelmektedir. Hatta düşünür amerika'nın havalimanı kontrollerini bu doğrultuda eleştirerek o ülkeye girmeyi reddetmiştir.
Jacques Derrida : Yapısalcıların tersine bireyi edilgenlikten kurtaran post-yapısalcılığın önemli isimlerinden Derrida özellikle yapısöküm kavramını literatüre hediye ederek önemli katkılarda bulunmuştur. Bu doğrultuda bir metni okuyan okuyucu hem metinden etkilenendir hem de ona etkide bulunan bir etken konumundadır. Yani hem metin hem de okuyucu durağan değildir. Yapısöküm de anlamı değişken bir metnin özünü keşfetmek için metni söküp yeniden kuran bir metottur. Diğer yandan Derrida, batının ses-merkezciliğini differance terimi üzerinden eleştirir. Sesdeşi difference olmasına rağmen ancak yazıda ayrımı ortaya çıkar bu kelimenin.
Judith Butler: Son dönem feminist teorisyenlerin en önde gelenidir. İlk dönem liberal feministler eşit oy hakkı, mülkiyet hakkı, fırsat eşitliği gibi konular üzerinde mücadeleyi esas almışlardır. 60'lardan itibaren yaygınlaşan ikinci dalga ise doğumla belirlenen cinsiyet ile toplumun etkisiyle şekillenen toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımı ortaya koyarak cinsel rollerin zamanla kazandıldığını belirtiyor. Diğer yandan ataerkilliğin kapitalizmle bağlantılındırılması da bu dönemde marksist feministler tarafından yapılmıştır. 90'lı yıllarda ise post-modern feminizmin yükselişi görülmektedir. Kadınların konumunun ikincilleştirilmesinde sadece ekonomik ve siyasi değil dil gibi yapıların da etkisi analize dahil edilmiştir. Varoluşçu tezlere göre erillik evrensellikle bağdaşlaştırılmış ve dişilik hep öteki olmuştur. Butler ise Foucoult'nun tezlerini bir adım öteye götürmüştür. İktidar özneleri sadece kendine tabi kılmaz . Bu yolla onu kurar da. Öznenin iktidar karşısında savunmasızlığı onu sömürebilir bir varlık haline getirir. Bu bağlılık varlığın koşulu haline gelir. Aslında iktidar ve özne arasında karşılıklı bağımlılık olduğundan dolayı direniş de muğlaktır. Toplumsal cinsiyet, biyolojik olarak mutlak cinsiyet kavramına karşı dengeyi oluşturabilmek için erken dönem feministlerce geliştirilmişti. Kadın ve erkeklerin davranış kalıplarının toplum tarafından üretilmesini betimliyordu bu kavram. Daha sonra ise cinsiyetin kendisinin de kendini önceleyen toplumsal cinsiyet pratikleri, söylemleri vs.. ile kurulduğuna dair tezler öne sürülerek anatomik özellik ve işlevlere dayalı cinsiyet içeren erkek-kadın karşıtlığının temelsizliği ifade edilmiştir. Yani cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki farklar silinmiştir. Cinsiyet kişinin erkek ya da kadın olmasıysa, toplumsal cinsiyet maskülen bir erkek ve feminen bir kadın olmasıdır. Cinsiyet anatomiden başlayarak üreme işlevini esas alarak kurulduğu için de heteroseksizm ikili karşıtlığın sonucu olarak geri kalan kimlikleri dışlar. İktidar üretmeden önce de özne gibi cinsellik yoktur. Cinsiyeti yöneten pratikler, kültürel olarak anlaşılabilir bir kimlik nosyonu da üretir. Özneler performanslarına göre iki cinsten birine dahil edildiği için cinsiyet performatiftir. Yinelemeci söyleme bağlı olarak cinsiyet her gün farklı edimlerle yeniden oluşturulur. Bu yüzden bir töze bir bütünlüğe sahipmiş gibi görünür. Benzer şekilde beden , toplumsal cinsiyetin, ırkın, sınıfın işaretlerini permorfatif bir biçimde kazanarak beden olur ve maddeleşir.
Niklas Luhmann: Bob Jessop gibi görüşlerini biyolojik bir terim olan autopoiesis'i baz alarak geliştiriyor. Kendi kendini düzenleyen ve işleyen bir network gibi algılanabilecek bu terimi toplumsal sistemlere uygular. Her sistem kendi çevresiyle birlikte vardır. Politika, eğitim, kitle iletişim, hukuk vs.. toplumu oluşturan alt-sistemlerdir. Bu sosyal sistemler belirli fonksiyon ve kodlarla kurulur. Bu alt-sistemler spesifik olarak belli bir konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Alt-sistemleri kapsayan tek sistem toplumdur. Toplum, iletişimi kendisinin autopoietik anlamda yeniden üretimi için kullanır. Modern toplumdaki gelişmeler bir bakıma verimli iletişimin artarak işlevsel ayrışma neticesinde organizasyonel uzmanlaşmaya bağlanmıştır. Sonucunda belirli konulara aşırı hassas ama diğer konulara kayıtsız bir çok sosyal sistem türemiştir. Hatta kayıtsızlığın artışı daha fazladır. Toplum içinde hiyerarşik aşamadan oluşan tek merkez artık mevcut da değildir. Bu noktada sistemlerin tek kaygısı kendi varlıklarını sürdürmek için diğer sistemlerle farkını koruyup artıracak farklılıkları sembolik bir iletişim medyası ve tanımlanmış bir fonksiyon vasıtasıyla sağlamaktır. Siyaset düzleminde muhafazakar pozisyon muhafaza edebilmek için bir çok şeyi değiştirmek ve yenilikçi pozisyon ise yenileşme girişimlerinde kullanacağı araçları muhafaza edebilmek için muhafazakarca davranmak zorunda kalacağı için kendi karşıtını da içinde barındırıyor olacaktır. İktidarda ve muhalefette olmaya göre muhafazakar ya da yenilikçi politikalar farklı yerde konumlananlar tarafından izlenebilmektedir.
Okumayı bekleyen kitabım çok yokmuş gibi farklı isimlerle tanışmayı sağlayarak onların eserlerini de okumaya yönlendiren bir kaynak kitap niteliğinde olmasıyla oldukça özel bir yer tutuyor sözkonusu çalışma. Post-modern çağın yazarlarını ister istemez okuma listeme aldım kısacası.

13 Şubat 2013 Çarşamba

Om - Advaitic Songs (2012)

Daha bir kaç hafta önce ilk albümünü dinlediğim grupla bu albümü çıkaran grubun aynı olduğuna inanmak hayli güç. Özü korurken o kadar farklı bir yöntem izliyorlar ki. İlk albüm stoner etiketini monolitik bir şekilde 60'ların hard rock müziğine yaslanarak elde ediyorken bu albümde de benzer bir medidatif etkiyi dinleyiciye hissettirmek istedikleri aşikar. Albüm bir hippinin Tibet'ten Ortadoğuya otostop çekerek yaptığı ters bir yolculuğa benziyor. Hindu ve Arap mistisizmi Hristiyan ikonografisi ve batıniliğiyle birlikte tersyüz edilerek ortak bir prizmadan süzülüyor sanki. Bu da ilk albümdeki daha metalik ve yavan bütünselliğin tersine bazı anlar havada kalan bir eklektizme işaret ediyor. Yani ilk şarkı bayan bir vokalin seslendirdiği Budist bir mantradan ibaret, tekrar tekrar yinelenen kutsal sözler aslında. o kadar müzikal olmayan bir müzik ki. O kadar albüm dışı ki ve o kadar dinledikten sonra o kadar bu albümde olmayı hakeden bir girizgah ki. Albümdeki favorim 4. parça Sinai ise başlangıçdaki tedirginlik veren sessizliğin ardından hacıların arafatta yankılanan lebbeyk ile başlayan telbiyenin tekrar ve tekrar hem huşu hem de ürperti verecek bir haliyle yer almasıyla oldukça etkileyici Asıl şaşırtıcı olan ise kayıt kalitesi olarak biraz boğuk olan bu alıntının devamındaki söz pasajında vokalin bu telbiyeye yakın tonu kullanması. Zaten albümde kullanılan viyolonsel, tef vesair yerel çalgıların da etkisiyle hem bu şarkı hem de yerel melodilerin etkisindeki Haqq al-Yakin (son şarkı) kanatlanıp ele avuca sığmıyor. Görece geleneksel diğer parçalar da bahsi geçen farklı enstrümanların yanısıra bas gitarın yılanvari kıvraklıkta icrası sayesinde hiç de geleneksel stoner kıvamını tutturamıyor.
Kısacası bu albüm çıtaları yükseltiyor ve grubun ilerdeki istikameti konusunda dinleyeni beklenti haline sokuyor.

8,25/10

12 Şubat 2013 Salı

KISS - Greatest Hits (1997)

İsimlerini neden büyük harflerle yazdıklarını tam şu an merak ettiğim grubu yıllardır 80'lerin önde gruplarından biri olarak bilegeldim. Bu best of da görüldüğü üzere işin aslı ağambabampaşam parçaların çoğunluğu 70'lere ait. Dolayısıyla 70'lerin o tanıdık gitar tonları, titreten bas ritimleri ve nostaljik soundu ile kendimizi hiç yabancı hissetmeden albümü kucaklarken buluyoruz. Ama zaten Kiss parçası duymayan kalmış mıdır bu dünyada? 79 senesinde çıkan albümlerinde yer alan I Was Made For Loving You'yu, misal bilmeyen yoktur, o dönem revaçta olan disko müziğine göndermeyle yazılmış aslında bu parça. Detroit Rock City, davulcuları Peter Criss vokalli bluesy Hard Luck Woman, çok hoşlanmamakla beraber adını geçirmeyi görev bildiğim, diğer şarkıların yanında yaşça bebe duran Crazy Nights, felan. Grubun hayranı olsaydım Love Gun, Beth, God of Thunder, Rock'n Roll All Nite, God gave Rock'n Roll da diyebilirdim. Özellikle Paul Stanley'in seslendirdiği parçaları daha kaliteli buluyorum. Aralarında en fırlama duran Gimmons'un vokali ise Lordi'den fırlamışçasına tam da rock'n rolluk arzediyor. Sevmedim. Rock'n roll'u, içmeyi, eğlenmeyi, at avrat (moderen deyişle araba, sevgülü) gibi anlayışlar hakkında düşüncemi bir altta girdiğim Fasl entrysinden anlayabilirsiniz. Huzur adamıyım yafu biraz, biraz da ot odun bitki familyasıyım sanırım. Neyse öğreten adam olarak: yüzlerine çizdikleri makyajın her bir grup üyesi için ayrı bir mana içerdiğini biliyor muydunuz? Misal kedı suratlı olan kendini kedi gibi 9 canlı addettiği için bunu tercih etmiş vessair. Devamı wikipediada.

7,75/10

10 Şubat 2013 Pazar

Kudsi Ergüner - Fasl (1990)

Trajiktir kendi öz müziğimizi dünya müziği kafasıyla dinliyorum. Olsun, hiç olmamasından iyidir. İsmi üzerinde fasıl albümü, has bi has klasik Osmanlı müziği. Fasıl demişken sarhoşlara meze Beyoğlu müziği seviyesine inmiyoruz. Yine de, elbette birkaç yüzyıl öncesinin kriterlerine istinaden eğlenceli bir havayı sezimlemek, bazı anlar mümkün. Dinlerken, o ağır temponun getirdiği dinlenme hissiyatı vazgeçilmez. Stresden arındırıcı bir hüviyete bürünüyor müzik. Hani, akıl hastaları da makamına göre musiki ile tedavi ediliyormuş ya çok eskilerden, bana da iyi geliyor vallahi. Diğer yandan parçaların aslında üçer kısımdan oluştuğunu görüyoruz. Yürük Semai-Fuzuli Gazeli-Nakış Yürük  üçlemesi en bi progresif severin bile aklını çelecek dakikalar sunuyor. Aksak Şarkı olarak geçen 5. parça genel atmosferin biraz dışına çıkmakla beraber parça sıralanmasından düzenlemelere (hatta hücum kayıt bile olacağından süphelenmiyor değilim) hoşlandığım gerçeklik hissiyatını olumsuz etkilemiyor.
Bu arada Sakarya merkezli ve anladığım kadarıyla muhafazakar bir çevre tarafından çıkarılan Değirmen ismindeki dergi, (kitabi dergileri hoş buluyorum aynı zamanda) 1990-2000 yılları arasında yayınlanmış belli başlı edebi ve fikri dergileri konu almış son sayısıyla. Güzel yani, ilgilisine.


8,0/10

9 Şubat 2013 Cumartesi

RETRO: Dark Funeral - Dark Funeral (1994) EP

Black metal sahası içinde top koşturan bazı gruplar var ki en bi ekstrem ben olacağım, en bi ortodoks da ben olacağım tavırları bir süre sonra can sıkar hale geliyor. Bunlardan birisi Limbonic Art ise örneğin, diğeri de Dark Funeral oluyor netekim. Çıkış yaptıkları bu EP ile birlikte ilk albümleri tür içinde hayli ses getirmesine rağmen,kendi çekirgelerine ilham kaynağı olacak first klass bir gruba dönüşememişlerdi, yeltenmemişlerdi bile. Çünkü sertlik, sadece imajlarına değil müziklerine de hakimdi. Çekiciliği yaratıcılığı olmayan gerçekten de eski okul şarkıları, bir baktık ki, hala yapmaya devam ediyorlar. Köklere bu inatçı sahiplenişte bilinçli geri adım atmamaları, sonuçta dinleyicinin tepkisine ve terkedişine sebep olsa da süprizlerden hoşlanmayan ve old school candır arkadaş diyen bir kitle de oluşturabildi. Sonuçta ikinci sınıf da olsa bir Dark Funeral soundu var, yafu. Ayrıca bu ilk çalışma belki de kısa olmasından dolayı şarkılar arasındaki farkın amatörce makyajla da olsa altını çizmesi ile dikkat çekiyor. Mantiken kronolojik olarak ne kadar erken o kadar iyi kanunu işliyor bu grup için.

6,75+/10

8 Şubat 2013 Cuma

Sepultura - Arise (1991)

Bir önceki albümden üstün yanı çok açıkca duyuluyor ki , bu albümün gruuvi ritimlere sahip olması. Yalnız Max'ın vokali benim için hala aşılması güç bir Çin seddi. Sadece death metale yakınlığı değil, düz söyleme tarzı da. Hiç olmazsa bu albümde şarkıya göre hiddet manasında biraz daha fazla duygu içeriyor. Tabi, naçizane düşüncem bu. Altered States, Desperate Cry (özellikle oricinal miksi) güzel gaz bir parça.Hatırladığım kadarıyla aslen Motörhead parçası olan Orgasmatron coverını içermesi gibi bir süprize de sahip albüm. Orjinalini geçmiş mi? Zor.

8,0/10

5 Şubat 2013 Salı

Jens Lekman - I Know What Love Isn't (2012)

Şşşş misafir var diğer odada, çaktırmadan şuraya iki kelime yazayım. Jens Lekman etkileyici sesiyle ve melodik vokaliyle dikkat çekiyor. Her ne kadar bu tarzı akustik gitar eşliğinde mırım mırım duymak istesek de kalıplara sığdıramıyoruz kendisini. Saksafon gibi enstrümanlar ve vokal ile baterinin biraz fazla belirginliği bize aslında indie pop bir türü haber veriyor. Sözler gerçekçi, her yanlış saatin günde iki kez doğruyu göstermesi gibi bir kaç güzel saptamayı göz önüne serse de genelde gösterişçiliğe düşüyor, sonuçta komik ve olgunlaşmamış buldum. Albümün başlangıcındaki farklı melodik dizeyle karşılaşmak bir an umutlandırsa da bu iddiasını albümün sonuna kadar götürebildiği kanaatinde değilim. Parçalı bulutlu, ara ara güneş yüzünü gösteriyor.

6,75/10

3 Şubat 2013 Pazar

RETRO: Gamma Ray - The Spirit (1991) Single

Her power metal grubunun en azından nakaratında bastıra bastıra söylemek zorunda olduğu Save Us lafını içeren Helloweenesque parça + sevmediğim ABBAesque Money, ikisinin canlı kaydı + Albümden single olarak çıkan ve bence çok da özelliği olmayan The Spirit. Kötü bir kombinasyon olmuş yafu.

5,25/10

2 Şubat 2013 Cumartesi

Norrda - Infinite Face (2007)

Yerli grubumuz (aslında İsveç etkisini de düşünürsek o kadar yerli değil) folktronika altında orta-yavaş tempolu lounge chill out bir müzik yapıyor. İsveç'in biraz soğuk/kuul atmosferini doğunun perküsyon ve mey/düdük'ü andıran (belki de bittabi odur) üflemeli çalgılarıyla harmanlıyor. Uyumun yüzde yüz gerçekleştiğini söyleyebilmek güç olmakla birlike dinlemesi keyifli bir temaşa sunabilmişler. Son yıllarda bu tarz yani ağır tempolu ve abartısız elektronik altyapılı müzik üreten isimler tek tük de olsa tanınır hale geliyor. Ancak Norrda bu trendin aksine yeni bir şey üretmekten kaçınarak tek bir albümle yetinmişler. Sahalarda görmek isteriz efenim.

7,0/10