29 Ekim 2014 Çarşamba

Erbuğ Kaya - Giddar (I)

Fantastik kurgu alanında ülkemizden de pek çok yazar kitabını yayımlama fırsatı buldu geçtiğimiz yıllar boyunca. İtiraf etmek gerekirse kendi yazarlarımızın işlerine biraz önyargıyla yaklaşıyorum. Yaratıcılık konusunda pek bir eleştiri getirebileceğimi düşünmüyorum kesinlikle. Zira içimizde yıllardır bastırdığımız pek çok hikaye olsa gerek. Ama yazarlarımızın kalemlerine, yazma becerilerine güvenemiyorum açıkçası. Övgüyle bahsi geçen bu romanın ilk sayfalarında kraliyet salonunu tarif ederken sarfedilen burası kralın ve Venior'un ileri gelenlerinin önemli kararları verdikleri yerdi gibi gereksiz bir cümleye ya da iki kardeş arasındaki abartı sevgi ifadelerine rastlayınca ayrıca buna ek olarak aksiyonun geri kalan unsurları hafifleterek gittikçe hızlanması neticesinde FR ve DL nin ikinci sınıf bir örneğiyle mi karşı karşıyayız diye derin bir şüphe duymadım değil. Kurgu, ilerledikçe ilgi çeken ve açık uçların bağlanmasında titizliğiyle kusursuz bir seviyeye vararak karmaşıklaştıkça kurgu, tam ayarında sunulan gizemler ve sırların çözümünde kahramanlarımızla birlikte yer aldığımızda romanın neden bu kadar sevildiğini anlamış bulunuyorum. O kadar fantastik kurgu okudum, içlerinde kurgu olarak mekansal ve zamansal arkayapıyı da dahil ederek en iyileri arasında yerini aldığını söyleyebilirim. Doğrudan olmasa bile alegorik tema ile birlikte ki; ötekileştirme, inanç ve din (durduğu nokta açısından hayli cüretkar) diye sıralanabilir, tatminkar bir lezzeti tadabiliyoruz. Tabi ki bütününe baktığımızda mükemmel bir eser diyemem. İki yönü var. Biri yıllardır biriken kurgunun kusursuzluğuna istinaden ilk roman olmasına bağlı olarak kalemin zayıf olmakla beraber görevini layıkıyla yerine getiriyor olması. Bir yandan da sürüsüne bereket karakterlerin tabir-i caizse sığlığı ve bunun meydana getirdiği tutarsız, inandırıcılıktan uzak ve hatta deterministik davranış kalıpları (Lien'in korsancılık serüvenlerinde çatır çatır adam kesmesinin ahlakçı karakterleri pek rahatsız etmemesi misal). Diğer yön ise tamamiyle benim tercih ettiğim böyle olsa iyi olurmuş dediğim şeyler. Ki bu şeyler geneli zorlayıcı, kurguyu izlemeden alıkoyan kısacası başkasını gıcık eden şeyler. Yani ben Tolkien ya da Robin Hobb gibi detaylı mekan tasvirleri, karakter tahlilleri, yan öyküleri, bunları bunları içeren sayfaların içinde kaybolmayı seven biriyim. Neyse ki yazar ete kemiğe bürünebilen tanrı ve tanrıçaları ile Giddar mitolojisini -evren mi desem?-ana konu seçerek bizden esirgemiyor. Bu ilk kitapta hikaye örgüsünü sonlandırabiliyoruz. Ama tanrıların tanrıçaların hemen hepsi hala ayakta, bakalım Giddar'dan vazgeçebilecekler mi? Beşlerin Çağı'nda okuyacağız herhalde ikinci aşamayı. O zaman konuya kısaca, çok şeyler oluyor yafu kitabın sayfalarında, şöyle geçeyim. Zırspoiler
Giddar dünyasında kuzey  ile güney ülkeleri aralarında devasa bir sur ile ayrılmış durumda. Surun önündeki kurak topraklar geçmiş zaman bir savaşın izlerini sergiliyor. Kuzeyliler güneylilerin insaniliğinden bile şüphe duyarak yetiştiriliyorlar. Ülkelerin genelde bir tanrı ve ya tanrıçası var. Rahiplerin rüyasına giriyor ve onları yönlendiriyorlar. Ve güneyin tanrıları ve kavimleri şeytanlaştırılmış durumda. Siox genç bir şövalye ve asker olma yolunu seçiyor, bu surlarda devriye gezmek için. Venior ülkesinden gelen bu baş karakterin en iyi arkadaşı Regeda. Sanatçı ruhuna sahip kardeşi Luca ve kanun koruyucu abisi soğuk Shalorn ve babasıyla yaşamış. Surda devriyedeyken kutsal yazıtları çalan birisinin yolunu kesiyor. Bir bakıyor ki kardeşi Luka. Güneyli bir tanrıçaya seslenip abisini kızartmaya çeviriyor. Venior'un onur tanrısı Sedon'un yardımıyla kurtuluyor. Kardeşinin niye böyle acayipleştiğini anlamayı kafaya takıyor. Başka bir ülkeye, orada sevgilisine ulaşıyor. Fakat surdaki ihmalkar davranışı sebebiyle ceza kolonisine naklediliyor, taş kırmak için. Onu ispitleyen ise en iyi arkadaşı Regeda, maksadı onun güneye gitmesini önlemek aslında. O kolonide diğer suçluların arasında Rondeva'dan destek görünüyor. Güneydeki Kant ülkesinden gelmedir Rondeva. Ve farkına varır ki güneyliler de kendi gibi insandır, ülkeleri aralarında savaşlar yapar, değişik ilahlara taparlar, felan. Gel zaman git zaman gizemli Lien onun badisi suskun Rebray ve abisi Shallorn kampı basar, ortalığı kan götürür. Lien'in gemisiyle hepsi güneye kaçar. Arkadaş olurlar. Damarlarını kessen çay akar, o derece. Kant'a hem Rondeva'nın ailesini hem de Luka'yı bulmak için yola çıkarlar. Bu esnada zaten dinsiz olan Lien'in de katkısıyla tanrılara olan inançlarını sorgulamaya başlarlar. Kant'ta tapınağa yaptıkları baskında tam zor durumdayken yanlarına Ilpea isimli bir kadın ve onun arkadaşı Dorlak belirir. Yıldızlara bakarak transport büyüsüyle o hengameden çıkarlar. Sadece rahiplerin/rahibelerin ilahların bahşettiği güçle yaptıkları büyüden farklıdır bu. Lien'in içine suskun kaçmıştır. Yani belli bir duyguyu aşkın konuma getiren dindarlar ilahları tarafından melek/iblis benzeri yardımcı konumuna yükseltilir. Sonuçta bu suskunu çıkartabilmek için Gallien isimli gözlerden uzak bir adaya yolculuk eder grup. Anakarada bir zamanlar bulunan ve tanrılarla savaşa tutuşup yeni bir çağın gelmesini sağlayan büyücü kralın efsnevi kenti bir güç tarafından yıkımın eşiğinden çıkartılıp ada şeklinde muhafaza edilmiştir. Sonradan öğreniyoruz ki gücünü sadece bu adayı korumaya harcayabilen tükenmiş tanrı Barka'dır bunun arkasında. Ve şimdi orada kalan ilahlarını terketmiş eski rahip ve rahibeleri onlar farketmeden korumaktadır. Bu eski dinadamları ilahların kutsaması üzerlerinden çekilmesine rağmen hala büyü yapabiliyorlar ve ilahlarının saldırısından korunmak için onları onlar nezdinde görünmez kılan yüzüklerle anakaradaki bazı kentlere açılan sihirli kapılarla mücadelelerini sürdürüyorlar. Çünkü şunu öğrenmişler: Aslında tanrılar insanlara güç bahşetmiyorlar, onların doğasındaki güce el koyuyorlar ve inanmışlarına sadece bir süreliğine o tıpayı açıyorlar. Meglionların lideri yaşlı rahibe Selinas. En gençleri Mari ise gruba dahil olup Lien ile evlenecek. Diğer meglionlarda hikayesini anlatır ve evreni anlamlandırmaya çalışırlar. Arkonya diye farklı bir evren olduğunu ve oradan bazı insanların geldiğini öğreniyorlar. Geçmişlerini hatırlamayan bu kişiler üstlerindeki görevleri yerine getirene kadar hiç konuşamıyorlar. Ve tanrılara karşı olan mücadelenin bir neferiler. Rebray ve Dorlak da öyleler. Fakat bu kapı suskunlar tarafından işgal edilmiş durumda. Burayı açmak için Giddardaki tüm Arkonyalılar toplanıyor. Sioux geçitlerden birinden geçip memleketine uğrayınca babasının idam edildiğini ve Regeda öncülüğünde bir ekibin kendi peşine gönderildiğini öğreniyor. Tanrısı Sedon kendisine düşman kesilmiştir. Grubumuz yanlarına Anuk isimli hayvanların kılığına girebilen bir Arkonyalıyı da alarak Selgan-İl ülkesine yola çıkarlar. Bir kanun kaçağını doğru yola çevirip asi bir yöneticiye dönüşmesine vesile olurlar. Vardıkları ülkede sonunda Luka'nın izine rastlarlar. Ünlü ama deli bir ressamdır. Tam Siox yanına vardığında da gecenin içine çekilip yok olur. Meğerse o kadar pişmandır ki tanrıçası tarafından suçluluk suskununa çevrilir. Şehre Veniorlular da gelir. Lakin Selgan-İl askerleri tarafından Siox tapınağa hapsedilir ve tanrıçaları zihninde direncini kırmaya çalışır. Diğer grup kaçmayı başarır ve eski yasak bir kente sığınırlar yakınlarda. Bu kentte ikamet eden hayaletler Barkanın lanetlediği ruhlardır ve Barkanın kutsanmışı Rondeva ilerideki bir savaşta cesaret gösterip kendi emirlerini dinlerlerse laneti kaldıracağını söyler. Sankim Yüzüklerin Efendisi'nde de böyle bir şeyler var idi :) Siox ise fare kılığına giren Anuk sayesinde kurtulur hücresinden. Onunla yola çıktığında ise rüyalarına durmadan giren bir kızla karşılaşır: Venesis. O da Siox'u tanır, çünkü Giddar'da ruhlar tanrıların korkunç öte dünyası Azad'da bekleyip reerkarne eder. Sonradan öğreniriz ki Siox ve Venesis üçbin yıldır Azad'da hapis edilen Drocan ve Levityan'dırlar asıl. Anuk sizi tanıştırmak benim asli görevimdi diye ilk cümlesini söyler ve onlardan Arkonya geçidi savaşı için ayrılır. Venesis ie güneydeki bir ormanda neredeyse erkek düşmanı olan Shelin isimli bir tanrıçaya tapınan halkı tarafından amazon gibi yetiştirilmiş ama o da zaman içinde tanrıçasını reddetmiştir. Babasını aramaktadır. Barak topraklarına varınca orada kızılderili misali yaşayan bir kabile tarafından binlerce yıldır içlerinde sakladıkları efsanenin ete kemiğe bürünmesi olarak mesih gibi karşılanırlar. 3 bin yıl önce Dracon ve Levityan olarak iki bebek bulunup sahiplenilmiş. Biribirlerinin yakınında olduğunda inanılmaz büyüsel güce sahip olan bu çift büyücü krala güvenip ordularını yönetmişler. Fakat büyücü kralın insanlar üzerinde yaptığı deneyleri ki Giddarın daha iyi bir yer olması için yeni ırklar oluşturup yeni bir tanrı olmaya çalışmaktadır, öğrenince ona da tavır almışlar. Bir hile ile kadın ölmüş, köye gelmiş olanları anlatmış Dracon ve kendini öldürmüş. Şimdi çiftimiz gizlenen zırh ve silahlarına kavuşur. O esnada beliren aşkın suskununu yok ederler. Farkında olmadan yarattıkları bu etkiyle savaştaki suskunların duraklamasına ve Rebray'ın bu duraklamadan istifade ederek geçide ulaşmasına yardımcı olurlar. Ama bu atakta Dorlak ölür. Aslında Arkonya, D-L çiftinin büyücü krala karşı diğer büyücüleri ikna etmesi sonucu onları ve onların neslini muhafaza etmeyi amaçlayan alternatif bir yapay dünyadır. Siox diğer yandan dünyaya bu yeni gelişlerinde kendisiyle aynı adı taşıyan ve birebir aynı başka bir bedeni de meydana getirdiğini öğrenir. Alternatif gerçeklik teması doğrultusunda diyelim. Siox ve Verenis, Verenis'in babasını bulmak için garip bir ülkeye giderler. Akşamları binalardaki gargoylelar canlanır ve günahkarları yer altındaki tapınaklara kaçırır. Paranoyanın sürdüğü bu topraklarda yer altında kaçırdığı insanları değiştirerek kendine ordu kuran elbette taptıkları tanrıçadır. Babası Lord Mahel bir kalede bilgi toplayan bir tarikatın üyesidir. Siox'yu elinden kaçıran bu tanrıça kaleyi ordusuyla ele geçirir. Bu arada özgür irade sebebiyle ilahlar insanlara kendilerine onlardan direkt bir saldırı olmadığı sürece müdahil olamamaktadır. O yüzden ruhbanlık sistemi mevcuttur. Ayrıca güç için savaş, sevgi gibi kendilerine tapan insanların her deneyimini özümseyebilirler. Neyse Lord gençlere biraz daha D-L hikayesinden bulabildikleri parçaları anlatır. Büyücü kral Dhrazma ismindeki birinin ordusuyla savaşmaktadır. Bu ordu kendi değiştirdiği eciş bücüş insanların insansıların yeni ırkların ordusudur. D-L bu orduya karşı savaşmayı bırakır hatta Dhrazma ile yakınlaşırlar. Dhrazma hala hayatta olabilir ve en güneydeki agresif Kaha-ul imparatorluğunda daha fazla bilgiye ulaşabilirler. Verenis yokedici gücünü keşfeder. Yani bir şeyi baştan beri varolmamış kılar ve böylece onun enerjisini kendine dahil eder. Kulağa geldiği gibi tehlikeli bir şey. İmparatorluğa geldiklerinde iyi karşılanırlar. İmparatoriçe onlarla daha öncede tanışmış olan Ilpea'ymış meğerse. En doğuda Dhrazma'nın ve değiştirilmişlerin kenti olduğunu öğrenirler. Bir Arkonyalı yardımıyla yıldızlar sayesinde en doğuya ulaşırlar. Ondan sonrası ise sisli garip bir kasabadır. Girerler içine ve insanların mutasyona uğrayıp feci şekilde öldükleri bir hayale kapılırlar. Kasabayı terk edemezler, tekrar tekrar aynı hayaller. Aradaki gizemi çözüp Dhrazma'ya ulaşmadan önceki son sınavı da geçer ikilimiz. Dhrazma ise içinde tarlaları ve ormanı ile devasa büyüklükteki dört tarafı kapalı değişmişlerin kentinde uykusundan uyanmıştır. Kutsal yazıların ise aslında D-Lnin günlüğü olduğu ortaya çıkmıştır. Ilpea diğer Sioux'yu kandırıp çünkü şifreli yazıyı sadece o okuyabilir, günlükleri çevirtir. Dhrazma o kadar da güvenilir değildir, Levityan'ın katili midir nedir? Dhrazma ise tanrıların hayatta olan ilk nesil çocuğu olduğunu söyler. Rondeva gibi Lien gibi. İlk nesil ana babaları yani ilahların gerçekliğini bildikleri için Azad'dan dışarıya çıkamazlar. ama Rondeva ile Lien'in ruhları D-L ile birlikte kaçabilmiştir. Daha doğrusu tanrıların bir kısmı serbest bırakmıştır. Giddar'ın ve evrenin hikayesi şudur. 9 seviye vardır: Birler, bir düşünce bir hayaldir, maddeleşirler İkiler olurlar. Enerjiyi deneyimleyerek hayvan bitki yani 4. seviye olurlar. Bilinçli varlıklar insanlar Beşincidir. Altılar bireyselcidirler ve maddeye gereksinim duymazlar. Ama kararsızdırlar ve Yedilerde mükemmel enerjiye kavuşurlar. Bu aşamada yarım olduklarını keşfederler, diğer yedilerle birleşip sekizler olurlar. Sekizler ol diyince var edebilenlerdir. Yaratımları bilinçli seviyelere kadar sınırlıdır ama. Dokuz ise her şeyin kendisidir. Vakti zamanında onüç ışık , ilah buraya düşmüştür. Sekizler taifesi hapis bırakıldıkları burada yaratıma geçerler.Maddeleşmeye geri dönmek istediklerinde çiftlere ayrılmışlar. Fakat bir tanesinin yarımı onu buraya hapsedenlerden olmuş. Bu yalnız tanrıça Eranil-Es diğerlerinin de korktuğu bir zırdeliliğe o yüzden kavuşmuş. Aralarındaki cinsel münasebet neticesi insanlar doğmuş, yüzyıllar yaşayabilen çeşitli güçlere sahip insanlar. Bunlardan birinin içine aşkı da doldurup güçlendirip Eranil-Es'in karşısına eş adayı olarak çıkarmışlar. Dhrazma içte bu şahıs. Eranil-es dalga mı geçiyonuz benle bu böceği öne sürüp demiş. Dhrazma'yı içindeki aşk ateşi ile kapısında köpeği yapmış. Fakat tanrılar görmüş ki çocukları kendi enerjilerini çalıyor. Öldüklerinde ise ruhları yani enerjileri evrene yayılıyor. Giddar etrafında Azad'ı yapmışlar. Ruhlara ve insanların deneyimleriyle enerjiye hükmediyorlar. Diğer yandan da düştükleri seviyeden tekrar yükselip hapislerinden çıkamadıkları için insanlardan da nefret ediyorlar. Aslında rahat huzurlu yaşıyorlarken kendi çocuklarını öldürerek dev bir katliama giriştikleri için diğer sekizler tarafından Giddar'a hapsedilmişler. Yani bu durumun öncesinde de farkındalar. 3 bin yıl önce ise iki varlık, yedilerden,  Giddar'a düşer. Aslında olanları görüp buraya bir müdahil olalım arkadaş demişler. Zaman ve gerçeklikle oynayabilen bu varlıklar yani D-L, tanrılar tarafından güçleri deneyimleri için takip ediliyorlar ama büyücü kralın yandaşı oluyorlar. Şimdi ise kuzeyin tanrıları dev bir tapınak inşa ettiriyorlar. Bunun vasıtasıyla Giddarın üzerindeki tüm yaşamı ve diğer ilahları yokederek güçlerini kendilerine odaklayıp bu hapishaneden kaçabilecekler. Ki aslında DL nin güçlerine de ihtiyaç duydukları için onlar Azad'dan serbest bırakmışlar. Yaşamın yok olmaması için bu piramitin inşası durdurulmalı. Güneyli krallıkların temsilcilikleri dini zorla yok etme stratejisini uygulayan yayılmacı imparatorluğun zorlamasıyla biraraya gelir çoğu geçici bir ittifakta birleşir. Duvarın güneyinde devasa ordular piramiti istila etmek için kuşatma başlatacaktır. Siox ve Venesis'li grup ise yıldızbüyüsüyle piramide sızmaya çalışacaktır. Gruba 10 kişilik birbirinden garip Arkonyalı temaşaası eşlik edecektir. Bu arada Shalorn huysuzluk çıkarmaya başlamıştır. İnançlarından sıyrılamamaktadır bir türlü. Memleketi Venior'a yapılacak saldırıyı da hazmedememektedir. Kardeşine verdiği söz yüzünden onu da terkedemez. İşgal ordusuna Dhrazma ve ordusu da katılır devasa gücüyle. İçinde Selinas'ın da olduğu ki piramitin inşasında çalışmıştır eskiden, grup piramit yakınına transfer olur. Ama hem Dvorak rahibeleri hem de Venior şövalyelerinin kucağına düşerler. Venior'un kurucu kralı devasa bir suskun olarak peydah olur. Shalorn kendi hayatını ona sunar. Sioux gerçekliği gösterip Val Korn'u ikna eder. Ama binyılların zamanıyla küle dönüşür. Düşmanlar bunu görünce daha hiddetli saldırmaya başlar. Regeda da sonunda mefta çok şükür. Neyse piramidin girişine varır ikilimiz koridor boyunca ilerler. Bu arada Selinas da hayatını kaybetmiştir. Durum o kadar kaotiktir ki suskunlar da gelemez olmuştır dünyaya. Çünkü tanrıların suskunları da Azad'da savaş halindedir. Koridor boyunca Sioux ailesini terketmiş olan annesini görür. Tanrıçama ihanet edip seni uyarmaya geldim, merkez odaya girme felan der. Girerler. Merkezindeki odada insan boyutlarındaki kutu açılır ve içinden büyücü kral çıkar. Binlerce yıldır meğerse tanrıların birinin suskununa dönüşmüştür. DL yi etkisiz hale getirip kendi gücünü de etkileyip piramidi çalıştıracaktır. Kendisine de tanrısallık sözünü vermiştir kuzeyin ilahları. Neyse pırt pırt bizimkiler büyücü kralı öldürür. Venesis de yok etme büyüsünü kullanır mecburen. Şok dalgasıyla etraftaki herkes bayılır. Savaş alanında da bu hissedilir ve güneyli krallıklar birleşip imparatorluğa karşı savaşmaya başlar. Nihai hedef yokedildi ya sonuçta. İşin acıklı kısmı Dhrazma da kendi tanrıçasından aldığı emirle imparatorluğa karşı savaşa katılır. Ilpea ise güçlerini kuzeye sura yönelterek kaybolan kahramanlara ulaşmaya çalışır. Savaşa kuzeylileri de müdahil etmeye çalışmaktadır.Siox Venior'a götürülmüştür. O da babası gibi idam edilecektir. Venesis'ten uzaklaştığı için güçleri kısıtlıdır. Venesis ise Sheilan'a tutsaktır. Savaş alanına götürüp işte bu sizin eseriniz biz ise bu savaş içinde geçen acıyı ne bileyim duygu deneyimi kendimize aktarıyoruz nıhahha diye nispet yapar eski tanrıçası.  Dhrazma'yı saldırmaması için iknaya çalışır Venesis. Ama gözleri arkasında canavar şeklinde beliren Eranil-es'in kötülüğünü görmemektedir. Verenis Eranil-es i kızdırıp kendine saldırtır. Böylece Dhrazma da artık uyanmıştır. İdam sehpasındaki Sioux'un yardımına ise Luka erişir suskun olarak. Ağzını çözünce yanına Levityan'ı çağıran sihirli sözlükleri, çok zor değil Levityan!, söyler ve Venesis ile birlikte kavgaya tutuşan Eranil-es Sedon'un tapınağında belirir. Luka'nın kolyesiyle tanrıçayı yenip enerjisini hapsederler. Daha doğrusu onu provoke edip tanrıları da öldürebilen Siox'un kılıcını devreye sokarlar. Luka da ölür. Artık diğer ilahlar da tırsmıştır. Eranil-es'in ölümü de Dhrazmayı lanetinden kurtarır. İki ordu büyüyle geri döner. Geri kalan güneyli ordular kuzeylilerle tutuştukları savaşı terk edemez. Kahramanlar Gillean'a yerleşirler. Bitti.

26 Ekim 2014 Pazar

Echtra - Sky Burial (2013)

Fauna'nın dinlediğim otantik tarla kaydından aldığım gazla akraba proje Echtra'ya da bir göz atayım dedim. Göğe gömme geleneğini konu alan çalışma 23 dakika süren 2 parça içeriyor. Göğe gömme ise Tibetli budistlerin ölenlerin cesetlerini akbabalara emanet ettiği bir ölü gömme adeti. Sonra rahipler kemikleri son bir sıyırıp artık öğütüyorlar mı ne. Bu noktada her şey yeterince iğrençleştiği için fazla detaya girmeye gerek yok. Sadece tarihsel olarak benzer bir geleneğin Zerdüştlere ve hatta duvar resimlerine bakarak Çatalhöyük'e kadar götürülebileceğini bilsek kafi. Yine çaktırmadan kültürlendik, hadi iyisiniz :) Bu çalışma da Fauna'da olduğu gibi doğal ve karanlık ve ağır ve yavaş atmosferi dinleyiciye geçirmekte pek bir maşallah başarılı. İşin aslı tek dişe dokunur özelliği bu. Çünkü dark ve neo folk yapıyor gibi de biraz drone katıyor da ne öyle oluyor ne böyle. Minimalistleri bile sıkacak tekrarlamalarla ilgi çekmeyen melodileri; bir kaç tane, -ler dediysem ağız alışkanlığı, de hesaba katarsak canlı canlı mezara girme daha doğrusu bu örnekte daha ölmeden ölüm kulelerine terkedilme  duygusuyla daha fazla başedemeyeceğimi anlıyorum. Ha aradığınız böyle bir deneyimse buyurun buradan yakın.

6,0/10

Antonin Dvorak - The Slavonic Dances (Szell, 1965)

1800'lerin sonu, pek anlaşadığım romantiklerin sosyal ortamları bastıkları dönemler, milliyetçilik politikanın dışına da taşarak kendini tanımlamaya çalışıyor vessair. Dvorak da Brahms'ın Hungarian Dances'ından esinlenerek Çek olsun Leh olsun oradan Ukrayna'ya Slav halk danslarında etkin olan ve salonlara da sirayet eden müzikal formları kullanarak besteler yapmaya başlar. Opus 46'nın yakaladığı başarıyı Opus 72 takip eder ve bu iki çalışma Slavonic Dances'ı meydana getirir. Kimi zaman yavaş temposuyla ya da dramatik kurgusuyla nasıl dans edildiğini anlayamadığım ama geneliyle benim bünyeme göre fazlasıyla mutluluk saçan, Furiant formunun aşırı hareketli özelliğinin yansıtıldığı Opus 46'ın başı ve sonundaki bölümler veya 72'nin sondan 2. parçası gibi, şaşaalı parçalar bunlar. İtiraf etmek gerekirse karşımdaki o kadar büyük bir şey ki tam dibinde duruyorum, bir kıçına bir başına dokunuyor , heh he, ancak tümüyle idrak edemiyorum. Klasik müzik dinleyicisi olmadığım zaten aşikar ve bu çalışma beni bir boy aşıyor. Keşke bol bol zaman olsa da parça bazında eğilebilsem. Skocna formuyla yapılan parçaların neşeli şirinliği, yaylı çalgıların 72-5. parçadaki faaliyetleri, kısacası detaylar müthiş. Atmosfer bir hayli erken dönem Disney filmlerinin havasını andırıyor. Uzun lafın sünnetlisi; şimdilik ara verdiğim bu çalışmaya şu anlık anlayabildiğim kadarıyla değerlendirebildim, ciddiye alınmaması şerhiyle lütfen.

7,25+/10

Niklas Luhmann - Refah Devletlerinin Siyaset Teorisi

Niklas Luhmann kuramını yaptığı sistem teorisi ile bilinirliğe ulaşan ve çok farklı alanlarda eser üreten Alman bir sosyolog. Kendi ülkelerinin dışına karşı kısmen duyarsız olan Anglo-Sakson dünyasında da işte bu yüzden tanınırlığı kısıtlı. Kitabı okurken kendi kendime sık sık İskandinav ülkelerinde en başarılı örneği konan refah devletlerinin siyaset teorisini işlediğini hatırlatmak zorunda kaldım. Zira bahsettikleri bu coğrafyadan bakınca öyle bir şey yok! dedirtmedi değil.
Düşünür günümüzün en acil sorunlarını ele alabilecek en iyi yolun cemiyeti siyasi veya iktisadi alanda iktidar eleştirisine tabi tutmak olmadığını ki marksizmin reaksiyoner siyasetini bu kıstaslarla tanımlıyor, cemiyeti sistem/çevre tahliliyle değerlendirmek olacağını belirtiyor. Kitabın daha en başında devleti toplumun işlevsel sistemlerinden biri olarak görerek kendini eleştirel kuramlardan ayrı tutuyor.
Toplum, insanlar arasındaki muhtemel bütün iletişimi düzenleyen en kapsamlı sosyal sistemdir. Siyasal sistem, toplumun alt sistemlerinden biridir ve siyasal sistemle birlikte din, ilim, eğitim, iktisat, aile gibi diğer sosyal sistemlerde ayrımlaşmıştır. Bu alt sistemlerin her biri toplumu kendisine has bakış açısından görmekte ve sistem/çevre perspektifi ile değerlendirmektedir. Binaenaleyh iktisadi sistem ve eğitim sistemi siyasal sistemin çevresini oluşturduğu gibi aynı şekilde siyasal sistem de eğitim ve iktisadi sistemin çevresini teşkil etmektedir. 
Toplumun insanlardan değil insanlar arasındaki iletişimden oluştuğunu söyleyen yazar, toplumsal gelişmeleri de iletişimdeki randımana bağlıyor. Gelişmeye bağlı olarak hem hassasiyet hem de kayıtsızlık artmıştır. Bir meseleye alaka gösterilmesi diğer her şeye duyarsızlığa sebep olduğundan toplumsal gelişme sonucu kayıtsızlıktaki artış daha fazladır. İşlevsel sistemlere ayrılan modern zamanların cemiyetinde eskinin tersine merkezi bir organ olmadığının altını çizer Luhmann. Ne devlet ne de siyaset cemiyetin merkezini oluşturur. Bir çok alanda görülen bölgesel siyasetin yaygınlaşması, farklı hayat tarzları, yerelliğe önem gibi unsurları bu yöndeki mental değişimin sonucu olarak değerlendirir. Bu dönemin devlet tarzı olarak gördüğü refah devletinin amacını ise içtimai alanlarda ortaya çıkan imkanların ahenkli hale getirilerek birbirleriyle kombine edilmesi şeklinde sunar. Hiyerarşik bir düzende gerçekleşen emir/itaat biçimdeki eski tarz iletişim, vakti geçmiş bir modelin parçasıdır.
Sistem kendini referans alarak operasyonel hale gelebilir. Yani kendini teşkil eden öğeleri kendi üreten ve üreterek yenileyen bir özellik gösterir. Siyasal sistemde alınan kararı, aynı sistem tarafından alınan önceki kararlardan bağımsız değildir ve kendi manasını da sistem içi münasebetler vasıtasıyla kavrar. Bu sayede siyaset ile ilgili bütün halkı siyaset alanına dahil edebilmektedir. Siyaset sistemleri bugün siyaset, yürütme ve kamuoyu biçiminde üçe ayrılır. Devletin görevi yürütmede somutlaşmıştır. Yürütme karar sürecinde kamuoyunu da dikkate almak zorunda kaldığı için siyasal iktidarın asimetrik niteliği kaybolmuştur. Yürütme ve kamuoyu arasındaki bu denge neticesinde merkezileşmenin yok olduğunu ileri sürer yazar. Zaten bu farklılaşmış sistemlerde sistemin iç yüzünü görecek imtiyazlı mevkiler de bulunmaz.
Bu alt sistemler elbette birbirleriyle münasebet halinde olmakta ve birbirleri hakkında doğruluğu sınanmış bir takım tecrübi bilgileri günlük bilgiler halinde formüle etmektedirler. Böylelikle bir siyasetçi siyaset sahnesinde meydana gelişen değişmelere karşı kamuoyunun nasıl vaziyet alacağını ve nasıl tepki göstereceğini bildiğini zannetmektedir. .. Sistemler birbirlerine karşı şeffaf olmayışlarına dayanarak kendi aralarında karşılıklı etkileşim ilişkileri kurmakta ve bu karşılıklı etkileşim içinde belli bir şeffaflık kazanabilmektedirler.
Siyasetin yenilikçi ve muhafazakar şeklinde kodlandırılması da gerçekliğini yitirmiştir. Muhafazakar pozisyon muhafaza edebilmek için bir çok şeyi değiştirmek isteyebilir. Hakeza tersi durum da odoğrudur.O yüzden cemiyetin ana meselesi değişim değil istikrarsızlıktır. İstikrarsızlığın sebebi değişimin gerektiğinden fazla ya da az olmasından kaynaklanır. Çözüm değişimin temposunun ayarlanması değil yeterli derecede beklenti güvenliğinin oluşmamasında yatmaktadır.
İletişim birimi olarak en etkili araçlar hukuk ve paradır. Büyük örgütsel sistemlerin inşasında önemli roller üstlenmektedir.Lakin bu iki aracın fazlasıyla kullanımı bürokrasi üzerinden toplumsal problemleri doğurmaktadır. İnsanın refahını seneden seneye sonsuza dek yükseltmek mümkün olamayacağından meselenin büyümenin arttırılmasında değil dengelenmesinde olduğu vurgusuyla çalışmayı neticelendirebiliriz.


Eğer her şey telafi edilmek zorundaysa, o zaman telafinin kendisi de telafi edilmek zorundadır.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Ben Frost - A U R O R A (2014)

Matrix gibi, koridorlarındaki ışıkları bir yanıp bir sönen gölgelerle bezeli bir uzay gemisi formatındaki müziğin karanlık havasını albüm kapağı birebir tamamlıyor. Endüstriyel ve soğuk atmosfer genelde melodi yoksunu ambiyatik parçalarla sağlanıyor. Bu yüzden de hep bir yarım kalmışlık duygusundan kurtulamıyorsunuz. Intro ile destekli Nolan güzel bir istisna teşkil ediyor. MP3 çaların bas ayarını yükselterek tadına varabildiğim bu şarkıyla şizofrenik ve dehşetengiz bir ruh haline girmek mümkün. Venter gibi bir bilemedin iki derli toplu parça daha içeriyor albüm. O kadar. Geneli itibariyle atmosfer vermekten öteye geçemiyor maalesef.

6,50+/10

22 Ekim 2014 Çarşamba

Godspeed You! Black Emperor / Fly Pan Am - aMAZEzine! #4: Lost in the House (Split EP) 1998

Bu çalışma yaptığıyla değil yapmadığıyla hayalkırıklığı yaratıyor. Boşa harcanan, savrum savrum savrulan emeği duydukça insanın içi cızz ediyor. Dudağımıza balparmak çalınıyor çünkü. GY!BE'ın giriş parçası yaklaşık 5 buçuk dakika süresince efsanevi şarkısı East Hasting'in başlangıcının benzeri bir performans sergiliyor. Ve bittabi bu kısacık süresiyle bir yere bağlanamadan bitiveriyor. Kardeş grup Fly Pan Am ise kendi kısmını güzel bir melodiyi banjo gibi bir garip tınlayan gitar ya bizzatihi banjonun kendisiyla tekrar tekrar icra edip gevşek bir vokalin konuşmaları ile sulandırarak doldurma yolunu seçiyor. Bu da üç dakika bile sürmüyor. Yine de grup bu kısacık hiç bir şey anlaşılmayan parçacıkta kendini merak ettirtirebiliyor. Böyle iki şarkılık bir şey kaydetmelerinin maksatını bilmiyorum ama bir dergi ya da fanzin, neyse artıkın, ile birlikte ya da hediyesi olarak dinleyiciye ulaştırmalarını öğrenmekle birlikte bir miktar bir şeyler anlam kazanıyor.

6,50/10

19 Ekim 2014 Pazar

RETRO: Bathory - Jubileum, Vol. III (1998) & Wardruna Konseri, 17 Ekim 2014, Garajistanbul

Hem Requiem-Octagon albümlerinden hem de Blood on Ice'dan bazı şarkıların bir araya getirilmesi ile ilginç ve tahmin yürüteceğiniz gibi gayet uyumsuz bir toplama albüm olmuş bu. Bir kaç yeni şarkı ile sanki denge o sevilmedikleri döneme doğru kaymış gibi. Yine de bence grubun son dönemi daha doğrusu sondan bir önceki dönemi güzel bir şekilde özetlemeye çalışan bir albüm bu.
Gelgelelim Wardruna konserine. Geldiklerini duyunca  şaşırmıştım, böyle bir hizmetten faydalanayım hemen diyip bileti aldık. Meğerse musikileri Vikings temaşasında çalınup bir nebze şöhret olmuşlardur deyü organizatörler davet etmişmiş. Garajistanbul'da, hiç gitmemiştim. Ama aklımda iyi bir intiba var-dı. Kapısında metalik gençler siyah tişört sivitşörtleriyle hazırlık içinde. Badigard ve resmi çalışanların renkleriyle uyumlu. Yeşilli beyazlı kıyafetimle ve iş çıkışı yorgunluğumla kendimi dışlanmış hissetmedim değil yani. Hooop, daha fazla tutamayacağım bünyemde: şu ana kadar içinde en çok mal bulunduran konser diyebilirim, izlediklerim arasında. Tabi kapalı bir alanın sınırlı kapasitesiyle mal sayısı/izleyici rasyosu en yüksek olan diye netleştireyim. Alkolun etkisiyle birbiriyle sırnaşıp konser boyunca manasız mantıksız muhabbet içine girip susmayan, birbirine cuk oturmuş çift mi desem, ilk defa bir konserde şşşşt diye uyarı yapılmasına sebebiyet veren (sinemada değiliz hatırlatırım bir konserde müziği duyamıyoruz diye birileri sessizliğe davet ediliyor, tabi böyle zerzevatlıkların kapalı alan konserinde daha fazla rahatsızlık verici olduğu gerçek) ergenleşememiş genç kız grubu mu desem, birbiriyle tartışanlar mı desem yoksa ruhani ve ciddi bir performans sergilemeye çalışan gruba Korpiklaani muamelesi yapıp yanlış bir eğlence kafasına girenler mi desem. İngiltere'yi fethettik, İrlandayı da fethettik diye bağıran büyük ihtimal ataları Viking kanı taşıyan sarışın hatunkızımız yanlarında şirin kaldı. Ulan iyi ki Gaahl eline balta alıp inmedi, çatır çatır kesse sizi, kılımı kıpırdatmam. Arada gitmemek için kaçarım sadece. Gürültünün etkisiyle metrobüs atmosferinin sıcaklığını hissedebileceğimiz ön sıralara doğru yavaş yavaş kaykıldığımda sese kavuşarak konserin yarısına doğru ancak konsantrasyonu bir ölçüde sağlayabildim. Belki setlist de biraz buna sebep olmuş olabilir. Durmadan çalınan yağdı yağmur çaktı şimşek efektlerinden mi nedendir artık millet çişini ya tutamadı artık, bir git gel sirkülasyon. Ortam sıcak, sahne görünmüyor. İtişen kaçışan, Sonlarda arkaya geçtiğimde de görüntü var, ses yok. Neymiş efenim, Garajistanbul da hezimetin adıymış. Yine de çoğunluğu, yüzde 51?-60 belki 70? tenzih ederim. Şaklabanlık yapmayıp müziğin ruhuna uygun şekilde eğlenebilen, müziğin transına az çok girip yerinde sallanarak keyif aldığını gösteren, müziğe ve performansa saygı gösteren kişiler de yok değildi.

7,75/10

18 Ekim 2014 Cumartesi

RETRO: Running Wild - Masquerade (1995)

Her ne kadar tempoyu arttırıp power metal normlarına bu albümle bir adım daha yaklaşsalar da eski albümlerine nazaran dinleyiciyi sıkabilen bir çalışma. Kendimden biliyorum. O yüzden geçiveriyorum. Fanı hayranı sever o ayrı konu. İlk kez dinleyecek olanlar da benden fazla keyif alacaktır. Wardruna konserini ise daha sonra yazacağım inşallah. Sinirim biraz geçsin.

6,25/10

15 Ekim 2014 Çarşamba

Gevende - Ev (2006)

Bir Balkan panayırına çağrıyla başlayan albüm canlı helecanlı bir tempo eşliğinde ara ara hüzünlü ki bu yüzden Anonim albümdeki en bi süper parça, tınıların sızdığı ama genelinde olumlu bir ruh halini yansıtan şarkılarla dolu. İş bu yüzden misal bir iş çıkışı daha ipeksi dokunuşları diliyorken kulağımızda, yer yer tabir-i caizse curcuna seviyesine varan ki biraz da prodüksiyona borçlu bunu, sound albümün her daim dinlenebilirliğini yaralıyor. En bi kısası lafın, bazen kafa kaldırmıyor. Full Balkan orkestrasıyla progresif ve otantik ezgiler progresif ya da saykedelik rock tanımına dahil ediliyor. Ben rock diyemem açıkçası. Alternatif folk, prog folk gibi bir şey varsa daha bir denk geliyor sanırım. Güzel klibi sayesinde kulağımızın aşina olduğu Nayu da öne çıkan diğer bir parça. Ve evet sözler uydurma, ecnebilerin deyişiyle cibırış. Lakin müzikle bu kadar uyumlu sözcükleri keşfetmek de güzel bir çaba doğrusu. Dinlemesi de hakeza öyle. 2011'de ikinci albümlerini de çıkararak kendi/alternatif müziklerinde ısrarcı olmaları desteği hakediyor.

7,50-/10

12 Ekim 2014 Pazar

Lipali - 3850 (2012)

Bugünlerde alternatif rock çalışmaları indie albümlere nazaran yeteri kadar ilgi görmüyor eleştirmenler gözünde. Aslında iyi şeyler, sonradan icat edilen öztürkçe tabir etmek gerekirse , iyi nenler çıkabiliyor ortaya. Dünya müziğini taklit etme aşamasını aşıp kendi topraklarının verimliliği ile yeniden üretime geçebilen Polonya'dan karşımıza çıkan Lipali'nin 5. albümü bu. Biliyorsunuz 90'ların sonunda yerelleşip dejenere olarak sönen bir Türk rock maceramız var. Hala dönüp durup bir kaç isimle, Şebnem Ferah gibi, idare ediyoruz. Lehler gibi Japonlar da daha deneysel kulvarda dünya müziğini yeniden üretip katkılarını sunabilen bir ülke. Tabi j-pop'u, j-rock'ı, cazı, metali zengin bir portföy sunabiliyorlar. Ama ilginçtir r ve de b ile hiphop/dans soundu arasında prodüktörlerin projelerinden ibaret ince hesap işi tamamen endüstriyel bir tür olan k-pop ile dünyada yükselişe geçen Kore ise açıkça bir çıkmaz içine girme potansiyelini barındırıyor. Ucuz müziğe ihtiyacı karşılamakla birlikte yeniden pop müzik üretimine sarılan batının müzik endüstrisi karşısında yaratıcı ve çeşitlendirilmemiş ürünler sunmazsa şansları zor görülüyor ileride. Ha, bir şey yapmıyor değiller tabi. Babymetal diye bir grup dinledim yuğtupda. Yapaylığın son noktası. Neyse konuya geri dönelim; Lipali özellikle vokalin sizi ham yaparım tarzı ile hardkorumsu pankımsı metalimsi bir lezzet barındırıyor. İlk şarkı Pamiątki z masakry, sonracığıma Pasja i skowyt ve Popioły hatta Oburzeni sert enerjik ve melodik özellikleri ile beğenimi toplayan parçalar oldu. Grup ve bu albüm kendi ülkesinde ne kadar popülerdir, ne başarı sağlamıştır bir bilgim yok ama dinlenebilirler yani.

7,25+/10

11 Ekim 2014 Cumartesi

Saor - Aura (2014)

Arsaidh ismiyle çıkan ilk albümlerinin hemen ardından basılan bu çalışma aynı ayak izini takip etmekle kalmıyor. Neredeyse birebir tekrar ediyor. Kelime tasarrufu yapayım ve ilk albüm için duygularımı ve de düşüncelerimi gayet detaylı ekrana döküverdiğim sayfaya davet edeyim. Şimdiii, zaten bayağı beğenilen bir çalışma ortaya koymuşken değişmeye ne gerek var ki, değil mi cağnım? Benim için değil. Çünkü ilk albümde kafama takılan bir kaç mevzu burada hissettirdikleri ile derinleşerek karşıma çıkıyor. Yoksa hala ilk kez dinleyecekler için karşımızdaki hağla fantastik ötesi deha deli işi bir şeyvar. Mevzulara geri dönersek çoğunluğu kişisel tercihlere dayanıyor aslında: durağanlığa düştüğü anlar içermesi, prodüksiyonun atmosferi derinleştirme uğruna gitar soundunu ötelemesi diğer bir deyişle metalik soundun bir tık arttırılma ihtiyacı, riflerin ah keşke biraz daha gürültülü ve barbarik olsalığı gibi şeyler... İskoçya ve doğa güzellemeli sözlere sahip albümde ayrıca Summoning etkisinin The Awakening adlı şarkıda başvurulan koro tekniği vasıtasıyla daha görünür hale geldiğini söylemek mümkün. Bu albümle projenin arkasındaki gayet sıradan bir isme sahip olan Andy Marshall sadece gönülleri değil yıldızları da fethediyor.

Tonight I have conquered the stars

8,0+/10

7 Ekim 2014 Salı

İsmail Uyaroğlu - Kedileri Severken Ağlayınız : Toplu Şiirler (1967-2007)

İsmail Uyaroğlu kelime ustası kaleminin ucundan duru bir dille karamsar, ölüme müptela, trajik ve kimi zaman alaycı şiirler yazıyor. Kafiyeleri özellikle tercih ettiğini belirtiyor

Açıldım biraz yazınca
Kafiyenin olduğu şiirlerde
Gariptir, huzura benzer
Bir şeyler var.

Şiir yazmak onun için yaşamın nafakasıdır, bir tür kendi kendini tedavi yöntemi. Doğrudanlığıyla (ki kişisel olarak en büyük eleştirimdir) Garip akımının devamında sayılabilecek bir okuma sunuyor. 70'lerin toplumsallığı ilk şiirlerine büyük ölçüde yansısa da cinsellik o günden bu güne vazgeçemediği temalardan biri. Kirli Şiirler kitabında manifestosunu ortaya koyduğu ,siz iyiyseniz ben kötüyüm misalinde, kara şiir tarzını arka sokakların hikayelerinde ve imgelerinde vurguluyor. Böyle bir şiirin arasının Tanrı ile de iyi olacağı düşünülemez."Tanrıyla alışverişi yoktur Kirli Şiir'in. Alıp veremediği vardır." İntiharı ve cinayeti konu alan bu şiirler toplumu sarsıcı bir etkide bulunmak ister. Ve Şer Sureleri ile bunu büyük ölçüde başarır. Yine de her şeye karşın kelime seçiminde gördüğümüz dikkat sayesinde şairin kendini kendi belirlediği ölçülerde sınırladığını görürüz. Konu edindiği cinsellik estetik dışına pek çıkmaz. Ha keza kötülük de satanizme varmaz, bir eleştiri silahıdır o. Zaten şeytan diye bildiğimiz varlık ya şertan'dır ya da şeytanrı. Diğer yandan ölümün sindiği şiirlerin en beklenmedik yerinde, bir tabutun üzerine ya da şairin favori silahlarından bıçakla damarını arayan birinin penceresine konan serçe kılığında umut belirir. Bu depresif hava özellikle 1984'te yayımladığı Aşk isimli kitabında kısa bir süreliğine dağılır. Erotizmin incelikle işlendiği bu kitap sevgilinin, kadının sağaltıcı etkisini şu dizelerle ortaya koyar:

Patikamsın benim
Önümde incecik uzanan
Seninle kurtuluyorum ancak
İçimin ormanından

Bu kitaptaki diğer incelikli bir şiir de aşağıdaki dizeleri konuk eder.

Bakıyorum karışmış kendiliğinden
Saçlarının gürültüsüne,
Gürültüsü parmaklarımın

Kelimelere hakimiyet, ince bir gözlemle buluşunca ortaya çıkan şey Küçük Kız isimli şiir oluyor.

Öyle saydam ki sesi
İçi görünüyor konuşurken kelimelerin
Uçuyor her birinde
Cıvıl cıvıl, camdan
Bir güvercin

Yıkık Mezar'a yazdıkları da farklı değil.

Yetmezmiş gibi
Ağırlığı ölümün
Taşı yıkılmış
Bir de üstüne

Yirmi Yıl Sonra Bile'de yapıldığı gibi cümle tasarrufu genel olarak şiirlerde sevdiğim şeylerin başında gelir. Tekrara dayalı melodi de diğer bir şey.

Sesinde şadırvan serinliği
Kadınımın

Kadınımın
Gözlerinde göl derinliği

Öne çıkan bazı alıntılar ve şiirler de aşağıda yer alıyor. En sonda ise bu derlemeye ismini veren satırların uer aldığı alıntıyı okuyacağız.

Katmış önüne
Dalga geçerken yapraklarla
Halden anlamaz, şımarık rüzgar
Beyaz bildiri dağıtıyor gök
Ağaçlara, çatılara, balkonlara:
Örgütlenin, kar altında
Issızlık için
**
Dev bir tabela
Çakardım elimde olsa
Uyarmak için uzaylıları
Dünyaya:
Dikkat, insan var!
**..
Şeydi demek istediğim benim aslında
İnsan öldüğüyle kalıyor
İnsan öldüğüyle kalıyor, ah
Yokluğunun hani kim farkında
**
Solgun çocukluğum benim
Güneş batacağa benzemiyor bugün
Kalk lunaparka gidelim
Eğlenir, ağlarız biraz
Sonra belki de intihar ederim.
**
Elinde bir hançer, geceleyin
Etine yazarsın gizlice şiirlerini
Bu yüzden hep kanlı kelimelerin
Ve çığlık gibi derin

Bu yüzden hep kanlı kelimelerin
Ve çığlık gibi derin
Etine yazarsın gizlice şiirlerini
Elinde bir hançer, geceleyin

**
Tanrısına da güven olmaz bu İstanbul'un
Hep yarına erteliyor kıyameti
**
Ölemem daha, doymadım
Tadacağım binlerce acı varken
Ve etimde deneyeceğim binlerce diken
Ölemem, ölemem daha, henüz erken
**
Şirin'i değil, dağı seviyorsun sen
**
Bencil olduğum söylenemez ama
Sevdim seveli seni sencilim.

**

Artık siyah kelimelerle
Öpüyorum sevgilim seni
En aydınlık sözler bile çünkü
Taşıyor üstünde gecenin gölgesini
**

Yanağına oyulmuş bir yara izi
Gibi gülüşün, neden?
**
Ama küfrederken bile
Maviye çalıyor sesleri
**
Haydi ayrılıyorum
Seni çok özledim
Ama sevgilim
-Sakın bu sözüme alınma ve beni anla-
Hayatı senden de çok özledim
Gözlerinden öperim

**
Sevgilim beni
Bütün bunların
Bütün, bütün, bütün bunların üstüne
Bu gözyaşı ve zulümle yoğrulan hayatın üstüne
Milyonlarca elin tuttuğu, büyük, uğultulu
Bir balyoz gibi inecek
Şiirlere hazırla
**
namlusu gülle ovulup
parlatılmıştır şiirimin


Nöbet Tutar Gibi

Nasılsan öyle sevdim seni
Kötüydün kimi günler, kötülüğünü sevdim
İyiydin, iyiliğini
Yüz çevirmedim bir gün bile
Yanında oldum günah işlerken de
Tövbe ederken de
Ve neyim varsa verdim
Seni ben, tanığımdır bu şiirler
Nöbet tutar gibi sevdim.

Unutamazsın Yaşadıklarımızı

Sen unutsan
Ten unutmaz

Suçlular İçin Dörtlük

Bağışlaması yoktur tarihin
Bütün suçluları yargılar bir gün
Bazen ama tarihten önce davranır halk
Ve kendisi sorarır hesabı: Suçlu ayağa kalk!


Gökyüzü Görünmeli

Çok şey istemiyorum
Bir duble rakı
Bir iki leblebi
Şöyle ayakçı bir meyhanede

Yol üstünde olmalı mutlaka ama
Tutmuş annesinin elinden
Bir çocuk geçmeli önünden
El ele iki sevgili
Aylak adamlar
Çarşıya çıkmış kadınlar, çantalı, fileli

Bir de durduğum yerden mutlaka
Gökyüzü görünmeli

Aşk Şiirleri

Niye hep kırmızıdır
Aşk Şiirleri
Ve niye kanarlar
Yazarken çünkü şairler
Kalemlerini
Yüreklerine banarlar

Silah ve Çiçek

Bugün namlular üstüne çevriliyken
Uzatılan bir çiçek değil
Bir silahtır insana şiir
Ama kabzası mutlaka
Çiçek işlemelidir

Kardeşlerim, Gerillalar

Kardeşlerim var
Dünyanın dört bir yanında
Elini omzumda
Yorgunluğunu dizlerimde duyduğum
Çarpışmasam da dağlarda birlikte
Matarasına su doldurduğum

Onlar orda çekiyorsa tetiği
Ben burdan nişan alıyorum
Yarası var omzumda
Bazukaları, havanları, mitralyözleri
Biraz da ben taşıyorum

Bilmiyorum nasıl giyinirler
Ne renktir üniformaları
Ama biliyorum mutlaka
Potinli ya da çizmelidirler
Mola verdiklerinde çünkü
Usulca ben çıkarıyorum

Yüreğim yanıbaşında yüreklerinin
Ta burdan duyuyorum
Düşmana duydukları kini
Ve sevgililerine, karılarına
Kurtarılmış bir hayata özlemlerini

Kardeşlerim var
Dört bir yanında dünyanın
Nikaragua'da, Filistin'de, Rodezya'da
Onlarla birlikte kazanıyorum zaferi
Ve onlarla birlikte ölüyorum

Yaşasın Nötron

bomba dediğin kibar olmalı
yakıp yıkmamalı öyle her yanı
hala kurtulamamışsa eğer barbarlıktan
nötrona bakıp utanmalı

evet, bütün barbar bombaların
pabucu dama atıldı
uygar bir bomba bulundu çünkü:
nötron!!
öyle kibar bir bomba ki bu
yok etmiyor hiçbir şeyi
insanlar hariç

saygısı var yani apartmanlara
taşa, demire, oduna
bir de uzaydan gelecek konuklara
öyle ya eyfel yıkıldı diyelim
nerden bakacaklar paris'e
uzaydan gelenler sonra

üstelik çok da hesaplı
örneğin köle ölecek ama
zinciri kalacak
amaç aynı zinciri
yeni köleye takmak
savrukluk olmaz mı her yeni köleye
yeni bir zincir yapmak

bir kapitalist kadar pinti ama
çocukların oyuncaklarını
yakamayacak kadar da naif öte yandan
heykelleri korumayı bilecek kadar düşünceli
ve tabloları yok edemeyecek kadar da duyarlı

yalnız ufak bir kusuru var bu bombanın
oyuncağını bırakıyor, çocuğu götürüyor
o kadar olacak artık, hoş görün
neye yarar yoksa
bunca teknik gelişme
bir çocuğu bile
öldüremedikten sonra

ey saygıdeğer burjuva bilginleri
ve onların insancıl efendileri, sağ olun
sayenizde yıkıntılar arasında değil
tertemiz kentlerde ölebileceğiz artık
hem biz öleceğiz ama
tıraş takımlarımız yaşayacak
sürahimiz bile kırılmayacak
kahrolsun incelikten anlamayan
atom ve benzerleri

yaşasın nötron!


Ürkünç

Jiletle değil o gün
Paslı tenekeyle kes bileğini
Ölümün bile çünkü senin
Ürkünç olmalıdır ve kirli

Caniler Cennete Gider

Kim ki öldürür bir müdür
Papyonlu, puro içen
Hesabı kuvvetli, şiiri zayıf
Fıkralar anlatan iş toplantılarından önce
Altının ve orospuların çekiciliği üstüne
Kim ki öldürür
Cennete gider
Caniler cennete gider

Açılışı yapılan mağaraların önünde
Boy boy çiçekler
Beyaz eşya mağaralarının
Mobilya mağaralarının 
Kim ki yolar o çiçekleri
Yırtar kartvizitlerini
Boyasını çizer gösteriş vasıtası
Pahalı parabaların
Ve şişler tek tek sahiplerini
Cennete gider
Caniler cennete gider

Merhametlidirler
İçleri sızlar tekmelerken
Kapılarındaki kediyi
Vurdukları kuşu avda
Acıyarak yerler
Kim ki deşer karnını merhametli birinin
Cennete gider
Caniler cennete gider

Zeka gösterisi yaparlar
Fuayesinde tiyatroların, operaların
Kürklü ve kompleksli hanımlara
Ticaret ve cehalet erbabı beyler:
'Ne kadar benziyor değil mi birbirine
Para ve opera
Kur farkıyla kazanıyor hep Don Juan da'
Kim ki dağıtır beynini
Espri yapan birinin
Kasası kadar soğuk, yavan
Cennete gider
Caniler cennete gider

Vaktinde döner evine katliamdan
İyi aile reisi
Borsa ve menkul kıymetler katliamından
Karısını, çocuğunu öper
Elinin kanını yıkar
Ve kutlar kendini viskisini yudumlarken
Geçip karşısına televizyonun:
İyi bir eşim, iyi bir babayım ben
Kim ki yüzer derisini
Bir iyi aile reisinin
Cennete gider
Caniler cennete gider

Jilet

Hiçbir alette yok
Jiletteki maharet
Uzatmaz işi gösteriş uğruna
Sade servis, hızlı hizmet
Dayarsın adamın gırtlağına
Ve tek hareket!

Bıçkının İlanı Aşkı

Nasıl Anlatayım
Bıçağımdan çok seviyorum seni

Şer Sureleri
Birinci Sure

Esirgemeyen ve bağışlamayan Şertan'ın adıyla 
Kırbacını şaklat. Geceyi sarsala ve uyuyanları uyar. Gördükleri düşü yüzlerine vur. Söyle onlara, Kendi iplerini yağlayanlardan olmasınlar. Ne gördüler hayrın kıyısında durup baktıklarında? Gördükleri şunlar: Açılmış bir el, cüzamlı, cılk yara ve altın akıyor parmaklarının arasından. Onun altında da açılmış başka cüzamlı eller. Vücutlarına sürüyorlar kapıştıkları altın tozlarını. Bellerine kadar bataklığın içinde. hayrın bataklığı. İşte hepsi bu. Sor onlara: Siz şerri tattınız mı? Bunu sor onlara ve açıkla. Gecede parlayan suçun güzelliğini açıkla. İşte bunu bilen bilir. Bilenler, onlar özenle işlerler suçlarını. İncelik sahibidirler. İncelikle kullanırlar bıçaklarını. Kırbaçlarını incelikle kullanırlar. Geceyi incelikle kullanırlar. Açıkla, tırnakları parlayacaktır dinlerken söylediklerini. O zaman sor onlara: Madem öyle, niye kulluk etmezsiniz Şertan'a? Kırbacını şaklat. geceyi sarsala ve uyuyanları uyar. İşte böyle. Nezeyne.

İkinci Sure

Esirgemeyen ve bağışlamayan Şertan'ın adıyla 
Ateşle haşır neşir kıldık biz insanı. Yansın diye. gece, güneş battığı zaman, karanlıkta. Gündüz, güneş doğduğu zaman, aydınlıkta. Onlara ateşi sunan da biziz, felaketi sunan da. Günahın parıldayan, ışıklı yolunu gösteren de. Ama onlar yolumuzdan cayıcıdırlar. Ötelere bakmak isterler. Öyle isterler. İyiliğe kanıcıdırlar. Bilmezler ki muştumuz büyüktür bizim, bağışımız büyük bir bağıştır. Ey şiirle nasiplendirdiğimiz, bildir ki onlara, günün aydınlığını katlayıp gecenin örtüsünü serdiğimiz zaman üstlerine yerinmesinler, sevinsinler. Muştula ki ortasından ateş ırmakları akan cürüm vadileri onlarındır. Şerre inananların. İşte böyle. Nezey.

Üçüncü Sure

Esirgemeyen ve bağışlamayan Şertan'ın adıyla

Gör
Külün altındakini gör
Külü okuyabilmen için
Bağışladık sana bu sancıyı
Küçük bir dere de akabilirdi avcunda
Ve kırlar ve bulutlar ve gök
Ama o var yalnızca
Düşülmeye düşülmeye pas tutmuş uçurum
Uçurumun pasını oku
Bir zamanki işlek günlerini düşün
Eğil, dipten yüzüne vuran sıcaklığı duy
Korkma, eş ordaki külleri
Ve öyle bir ateş çıkar ki içinden
Kör etsin gözleri
Diyorlar ki senin için iyiler
O lanetli biridir
Doğru, lanetledik seni
Esirgenmiş olanlardan kılmadık
Ama işte bilmezler, asıl onlardır
Yoksun bırakılmış olan güzelliklerimizden
Ateşin güzelliğinden
Uçurumun güzelliğinden
Felaketlerin güzelliğinden

De ki
Esirgendiniz de ne oldu
Ne gördünüz mutluluktan başka
Biz size uçurumu öğütlemedik mi
Öyleyse sevince uğratılacakların
Ta kendileri olacaksınız
Şüphe yok ki biz
Bir vakit sınarız
Kim ki yüksünür, yüz çevirir ateşimizden
Sevince çarptırırız onu
Mutluluğa çarptırırız
İşte böyle. Nezey.

Altıncı Sure

Esirgemeyen ve bağışlamayan Şertanın adıyla

Ant olsun karanlığa ki
Fuhuş ve cürmü örten
O kirli, siyah atlasa ki
Bekareti elinden alınmış aya ki
Gecenin bakir kızlarına, yıldızlara ki
Biz seni yalnızlıkla ödüllendirdik
Yalnız kalasın diye
Orda burda, göğün altındaki her yerde
Sızlayasın diye bir başına karanlığında
Ama sen yüz çevirdin bir vakit, ürktün
Kalabalıklara baktın bağışımızı unutup
Tuhaf bir korku edindin
Sunduğumuz acıda boğulup gitme korkusu
Düşünmez misin, niye boğulur boğulanlar
Işıldasınlar diye yalnızlıklarının dibinde
Bunda elbet bir ibret var
Ant olsun karanlığa ki
Seni defnedecek şiir bulunur
At yeter ki korkmadan kendini
Kendinden aşağıya
İşte böyle. Nezey.


Derim ki ben
Kedileri severken ağlayınız
İyi bakın göreceksiniz gözlerine
Hüzünlüdür kediler
Bu şiiri okurken de ağlayınız
Görüldüğü gibi
Kemiriyor İsmail'i keder.

5 Ekim 2014 Pazar

Fire! Orchestra - Enter (2014)

Müzikal deha gösterisi grubun ikinci albümünde de devam ediyor. Çok sesli bir orkestra eşliğinde bayan ağırlıklı vokaller eşliğinde avangart caz çalışması olarak tarif edilebilecek bu albümün temelinde gayet rock tınlayan ritimler yatıyor. Kimi zaman brütal derecesine varan hatunun sesi aynı zamanda albümün en zayıf karnını oluşturan bir 5 dakikalık sürede de başrolü oynuyor. Bu süre zarfı içinde içine değişik değişik hayvanların ruhu girmişçesine çığlık atan hırıldayan hanımkız vokalimiz açık açık söyleyelim çekilmez bir hal alıyor. Ancak albüm elbette bu açığı kapatıyor. Özellikle albümün ilk yarısında kompozisyon anlamında her enstrümanın öne çıktığı akıl alan sahneler mevcut. Böyle anlar ağzımın suyu akmadı değil, itiraf etmek gerekirse. İkinci yarı ise kaotizmin gürültülü battaniyesine daha bir sarılıyorlar. İlk albümüne kıyasla daha az hoşlansam da, öyle düşünsem de başlangıçta, bağımlılık yaratan bir etkide bulunmaları sebebiyle ister istemez değerlendirmem bir gıdımcık farkı belirginleştirecek.

8,25+/10

4 Ekim 2014 Cumartesi

Modjo - Modjo (2001)

Grubun Lady - Hear Me Tonight şarkısı defalarca dinlememe rağmen üzerimdeki büyüsünden hiç bir şey kaybetmeyen, albümde de yer alan akustik versiyonuna ya da başka başka türlü remixlere hiç de ihtiyaç duymayan özel bir şarkı. Mantıklı bir açıklaması yok. Eski günler eski günler ahvalinden işte. Neyse ki Barbie Girl gibi bir şarkıya tavlanmadım. Grubun daha doğrusu iki sanatçının işbirliğine dayanan bu proje söz konusu bu tek parça ile ünlü oldu ve dağıldı gitti. Tek tek bu dj ve şarkıcı arkadaş da dişe dokunur kalıcı bir şey yapamadılar sonrasında. Dinlemesi kolay, bahar sonu-yaz başı esintileri taşıyan fransız soundlarıyla aslında sadece bu çıkış parçalarından ibaret görmemek lazım bu ikilinin yaptıklarını. Albümdeki diğer şarkılar da bu tarzı güzelcene temsil eden hoşluklar, hoşnutluklar sunuyor. Fakat sığlıklarıyla unutulmaya yatkınlar. Dinlemek az bir şey , demin bahsettiğim o esintili kumsal havasının burun sızlatan kokusu, kazandırıyor. O da kafi.
Bu sene sahaflar fuarını sonundan yakalayabildim. Zaten çarçaput kitaplar arasında debelenmek ayrı bir zordu, şimdi de geriye kalanların arasında kayboldum. Ancak ikinci bir göz gezdirme anında bir kaç kitap alıverdim: İdea-Felsefe Tarihinin 2 cildi, 1'er TL'den (şaka gibi) ; Fakir Bayburt - Can Parası, Robert Silverberg - İçeriden Ölmek ve Paul Lafargue - Tembellik Hakkı, üçü 10 TL ; China Mieville - The Scar - 5 TL. Güzel de bu kadar kitabı kim okuyacak, bilemiyorum. Diğer yığına karışasınlar!

7,0/10