29 Temmuz 2015 Çarşamba

RETRO: Dio - The Last in Line (1984)

Bundan daha fazla seviyor olmam lazımdı. Bu sıcaklar, bu kaos, insanlığın zavallılığı, bu yorgunluk, bu inanç yitimi. Herkes çirkin. Hiç bir şey dikkate alınacak kadar sabit değil. Üzerimde yürüdüğüm yol, hesaplamalara boğuldum bilgisayar, incelediğim evraklar, yediğim yemek içtiğim su.
Müzikal olarak hard rock ile bir kaç adım süren bir dansa tutuşmuş durumda Dio bu albüm vasıtasıyla. Hırçın ve fevkalade vokal gittikçe etkisini hissettiren melodilerle de tezat oluşturmuyor ilginç bir şekilde. Yine de bu kadar yavaşlayıp ehlileşmesine gerek yoktu diye düşünüyorum.

7,75+/10

26 Temmuz 2015 Pazar

Toundra - IV (2015)

Yoğunlaştırılmış post rock anlamında post metal yapan derinlerde hafif sludge ritimlerinin de göze çarptığı bir müzik yapıyor grup. Bu dördüncü albümleri, sürpriz değil albümün ismine bakarsak. Albümün ilk yarısı oldukça standart ilerlerken sonlara doğru rütuş inceliğinde bazı farklılıklara kapı açılıyor, keman trompet ve gitar efektleri gibi. Diğer yandan gitar ağırlıklı sözsüz tarzın hakimiyeti Long Distance Calling'i hatırlatmadı değil. Orjinallik ve parçaların kendi içindeki partisyon ve bölümler arasındaki geçişlerinde sıkıntı yaşayıp yaşatsalar da sıkı performans Qarqom, Belenos gibi uzunca şarkıları ayakta tutuyor, en azından kreşendoları hissedememezlik noktasına düşmüyorsunuz. Albümün en ağır dakikalarını ise Kitsune'nin son bölümlerinde ortadoğu ezgilerini dinlerken yaşıyoruz. Hani, bende bir sınır vardır buraya da sekiz rakamı ile yansır, her ne kadar değişik ortamda dinlesem de orayı bir türlü aştıramadım, en iyi haliyle tam dibinde kalıp kalıveriyor.

7,75+/10

24 Temmuz 2015 Cuma

Yok Öyle Kararlı Şeyler - Yökş (2013)

Yeni nesil indie rock gruplarımızdan biri de Yok Öyle Kararlı Şeyler. İşin güzel tarafı Sakin olsun, Büyük Ev Ablukada ya da Yüzyüze Konuşuruz, hiçbiri birbirine benzemiyor, elbette yakınlar ama birbirlerini taklit ediyorlar demek de haksızlık olur. Geçen sene profesyonel anlamda ilk, kronolojik olarak ikinci albümlerini çıkaran grup ilk kayıtlarını, okuduğumuz kadarıyla ev kaydı olmasına rağmen ve aralarında kalite anlamında farklılıklar göze pardon kulağa çarpsa da gayet iyiler, bu dijital üründe toplamışlardı. Röportajlarda felan bahsedilen gibi mütevazi bir rock yapmaları gereğinde gitarın tellerine basmadıkları anlamına gelmiyor. Türün özelliği olduğu gibi, evet üç beş gruptan oluşsa bile artık böyle bir tür var da ismini kim koyacak bilmiyorum, sözler rahat, gündelik, sereserpe. Vokali çok sevilesi olmakla birlikte şarkılara hakim olan genel tutarsızlık sıkıntısından o da muzdarip. Eğlenceli, dans rock tınıları (Tanısan İyi Çocuk), oradan Seksendört'ü hafiften andıran bir ağlakımsı rock yerelliği (ağlak demiyorum dikkat! ve malzeme-niyet ekseninde olabilecek en şık versiyon: Evde Ekmek Yok ve Nefret Söylemi nakaratı ki şarkı rejim bozan cinsinden şekerpare ) ve yetmişler nostaljisi (Armut'taki ki albümün en iyi kayıtlarından biri keyboard sololar) az biraz psyche (Keyif Düğünü eh biraz)'ye değişen bir çeşitlilik hakim albüme. Vokal de bukalemun gibi bu alt-ayrımlar arasında renk değiştirebiliyor. Diğer yandan şarkılar düzenleme açısından hiç de öyle amatör değil, oturmuş bir düzen içinde adım sayıyor. Daha fazla nasıl zenginleştirilebilir, bilmiyorum. Ancak sound olarak kendilerini bulmaları şart. Böyle keyif verseler bile ki öyle, bu da bir gerçek.

8,0-/10

19 Temmuz 2015 Pazar

Demdike Stare - Voices of Dust (2010)

İki muhteşem parça, ilki Hashshashin Chant, vokalin boğuk bastırıldığı ki kayıttan mı diye yuğtubda kontrol ettim, orjinali de böyle, ve her nedense vapur sireni benzeri endüstriyel tınılarla zenginleştirilse dahi hipnotik sözler ve harmonik tekrar tekerrür melodisi ile tribal ritüelliğinden yani haşhaşinlerin ayininden hiç bir şey kaybetmeyen kalp zıplatıcak bir parça. Viento  De Levante de aynı ritüelliği darbuka tefle ve Fallout'u hatırlatan ağır bir atmosferle devam ettiren diğer şahane bir parça. Geriye kalanlar ya da arayı dolduran şarkılar ise irkiltici havayı beslemeleri ile görevlerini icap eden çok da kompleks olmayan bir yüz sergiliyorlar. İsmini geçirdiysek devam edelim, Fallout oyun müziklerini sevenlerin ve o müzik ortadoğu ritimleriyle az çok birleşse ne hoş olurdu değil mi kanka diye içinden geçirenlerin bir değil iki kulak vermesi gereken bir kayıt bu. Bu arada Voices of Dust grubun üçüncü uzunçaları, beğenenlerin diğerleri için de radarı açık tutması lazzım.

7,0/10

Aktüel Arkeoloji #46 , UP XIV4, Meçhul #11, Gard #13

Aktüel Arkeoloji


Dosya konularına göre ara ara takip ettiğim bu iki aylık dergi aynı zamanda uzmanlar eşliğinde kazı buluntu ören yerleri ve müzelere biraz pahalıca turlar da düzenliyor. Meraklısına duyurulur, yoksa bu sayının da kapak konusu olan Göbeklitepe'ye ya da çok sapa yerlerde kalan Çatalhöyük'e ve ya Hitit kentlerine nasıl yolculuk yapıp layıkıyla bilgi alacaksınız, değil mi? Beklenmedik bir zamanda hayatını kaybeden ve kesinlikle çabalarından dolayı isminin bir müzeye akademiye vs.. verilmesi gerektiğine inandığım Klaus Schmidt'e de adanan sayıda son yılların en büyük keşfi hakkında bilgisi olmayanların fikir sahibi olmalarına imkan tanıyan yazılar mevcut. Zaten konuya az çok ilgili kişiler için de yeni materyaller bulunuyor. Örneğin Göbeklitepe'nin hemen yakınlarında boyut olarak onu da geçen Karahan Tepe başta olmak üzere irili ufaklı pek çok neolitik yerin hala gün yüzüne çıkmayı beklediğini ya da statü olarak ilkel toplumlarda şenliklerin önemi ve bunun Göbeklitepe üzerinde tesiri gibi. Peki bu Göbeklitepe ne kardeşim diyorsanız şöyle özetleyeyim. Genel kabul gören teori şu şekildeydi: Önce insanlar tarım yapmaya başlayıp fazla ürün elde ettiler. Ardından kurumsal din ortaya çıktı. Göbeklitepe'de keşfedilen ve boyu 5 metreyi bulan T şeklinde üzerleri vahşi hayvan desenli dikilitaşların etrafında şekillenen tapınak benzeri kompleksler ise o kadar eski bir tarihe denk düşüyor ki o dönem insanlar bırakın tarımı, yerleşik düzeni daha kilden çanak çömlek bile yapamıyorlardı. Taşı taştan yapma keskilerle kesiyorlardı. Avladığı ve topladığıyla doyuyordu. Yani önce ruhban sınıfı bulunan kurumsal bir din doğmuş ve hatta bu sınıfın ve ortak şenliklerin ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla tarıma ve yerleşik düzene geçilmiş olabilir. Neolitik devrimin başlangıç yeri bu bölge olabilir kısacası.

UP


Haziran sayısı inanılmaz yanıltıcı bir kapak ile çıkmış. Marilyn Monroe üzerine iki sayfa yer tutan bir yazı haricinde bir şey bulmanız mümkün değil çünkü. Dergiyi tanımlayacak karakteristik köken olarak artık beatnik, avantgarde ve post yapısalcılığın isimlerini zikredebiliriz. Mimari ve mimari yazın da örneğin bu sayıda ekolojiye uyumlu prefabrik ev tasarımı ile ilgili bir makale ve Moholy-Nagy biyografisi vasıtasıyla her sayıda olduğu gibi kendine yer edinebilmesi farklı dutarlılıkta bir yayın politikasını işaret ediyor. Philip Lamantia'nın bir kaç şiiri üzerinden şiir anlayışı, Deleuze'un Filistin Araştırmaları dergisi editörü ile ilgili yaptığı söyleşi, Hunter S Thompson'un 11 Eylül olaylarından esinlenerek yazdığı Amerika'da Korku ve Nefret adlı makalesi, İvan Kudriashev portresi yine öne çıkan yazılar oluyor. Jörg Fauser'in iki, Vasili Kamenski'nin tek şiirine yer verilmiş. Nakarat ve Papağan'ın ikinci bölümü ise ilkine göre kesinlikle yaraya çok etkili bir şekilde tuzlu parmak basıyor. Ürün bazında ise bu sayının yeterliliği tartışılır.

Meçhul


Necip Fazıl kapaklı sayıyı almada tereddüt ettiğimi söylemekle başlamalıyım. Politik olarak eklektik bir seyir izleyen fanzin, şair konusunda takınılacak en mantıklı tavrı sahiplenerek beni pişman etmedi. Geçmişi ile karakteri ile Necip Fazıl'ı insan olarak bütün kimliğiyle yer verilerek hayatına bir pencere aralanıyor. Daha önce dediğim gibi kaynakları kısıtlı olsa bile dosya konusu edilen sanatçıların biyografilerine yer verilme tarzı oldukça hoşuma gidiyor. Bu yazılar kendisini sular seller gibi okutuyor doğrusu. Tiyatro yazısı olarak Balkon adlı bir Genet oyunu üzerine dolu dolu üç sayfa ayrılmış. Tiyatroyu pek sevmememe rağmen bu yazı da eleştirel analizi ile kendini okutmasını bildi. Seyahat köşesinde pusula bu sayıda Budapeşte'yi gösteriyor.

Gard


Çağdaş şiire bir türlü ısınamama rağmen eninde sonunda kendimi satın almaktan alıkoyamadığım bir fanzin bu. İnternet sitelerinde gördüğümüz gibi yayın çizgileri olan ciddi bir yayıncılık güdüyor Eskişehir kökenli fanzin. Ve bu çizgi maalesef bende ne mana ne de hissiyat uyandırıyor. Diğer yandan ufak tefek tam ceplik baskısını görünce kendimi kasada üç teeleyi öderken bulubuluveriyorum. Şiirlerine yer verilen isimler Neslihan Yalman, Mahir Karayazı, erenokur, Alptuğ Topaktaş,Özgür Balaban, Enes Taşbaşı, Onur Sakarya, Anıl Cihan, Erkan Karakiraz, Büşra Akova, Ekin Metin Sözüpek, Umut Durmuşoğlu, İlayda Vurdum, Buğra Giritlioğlu, Elif Karık, Emre Küçükoğlu. Bu kalabalık kadroya çeviri şiirleriyle Saghi Ghahraman, Dylan Thomas, Tikhon Vasileviç Çurilin, Gina Myers ve Taslima Nasreen da katılıyor. Gördüğünüz gibi tamamiyle bir ürün dergisi hüviyetinde yayınlanmakta.

şiir yazıyor musun dediler, bıçak çektim

birazdan en rütbeli yerlerinizden ısıracak tanrı

yepegyegenigi / buğra giritlioğlu


yetti
kafa ütüledi hayat
beyin kıvrımı(f)önledi

tekrar kıvrılsın
kıvırtayım

..istiyorum...

yepegyegenigi dilli yepegyegenigi birini

apaç bir kuguş yavrusu gibi

bakayım ağzının içine
kapayım ağzından dilini



kıymetlimiz, merhum (saghi ghakraman)



açıyoruz pencereyi
serin hava dolanıyor içerde
göz kırpıyor, merhum kıymetlimiz
esinti dolduruyor odayı
titriyoruz biz
kıymetlimiz,merhum, uzanıyor yatakta
odanın köşesinde
en uzak köşesinde odanın

aklar giydirdik ona
ak çarşafı çenesine dek çektik
bacakları soğuktan ürperiyor
saçlarını ördük
yüzünün iki yanına
saldık yastığına

yola bakan
pencereyi de açıyoruz

serinlik serinlik üstüne
biraz biraz
morarıyor merhum kıymetlimiz
çarşafı çekiyoruz az yukarı
entariyi sıyırıyoruz az yukarı
aralayıp bacaklarını, duhul ediyoruz ona biz
sonra çıkıp
düzeltip elbiseyi
düzeltip çarşafı
oturuveriyoruz

şişmeye başlıyor, ağırdan, merhum kıymetlimiz
çarşaf yükseliyor biraz biraz
aralayıp bacaklarını
çocuklarımızı alıyoruz rahminden
bacaklarını düzeltiyoruz
çarşafı düzeltiyoruz
soğuktan ürperiyor merhum kıymetlimiz
ürperiyor çocuklar
çay içiyoruz biz

pencereyi kapıyoruz
pencereyi açıyoruz
salıyoruz çocuklarımızı
uğultuyla akan sokağın kucağına
çay içiyoruz
kıymetlimiz, merhum,
pek kıymetlimiz
sokuluyoruz ona
çarşafı çekiyoruz az yukarı
entariyi sıyırıyoruz az yukarı
aralayıp bacaklarını, duhul ediyoruz ona biz

Jonathan Strange & Mr Norrell vs Death Note

7 bölümde sonlanan gayet ciddi bir BBC dizisi ile 37 bölümle finale konuşan dünyada kült statüsüne kabuşmuş bir anime dizisini karşılaştırmak haksızlık gibi kulağa gelebilir ama bu kıyasın sonucu süprizlere gebe.
Jonathan Strange & Mr Norrell, fantastik bir romandan uyarlanmıştır. Yazarı Susanne Clark, eserinin isminin İngiliz edebiyat tarihi içinde geçmesini istediğinden dolayı sadece tarih, fantastik kurgu, büyülü gerçekçilik gibi altyapılarda değil dilinde, karakter kurulumu ve gelişiminde kısaca akla gelebilecek her detayda fazlasıyla titizleniyor. Tarz olarak Neil Gaiman'a benzetilen yazarımız bu hasleti sebebiyle pek de üretkenlik sergileyemiyor. Kitabını değil kitabı hakkında yazılanları okudum, oradan biliyorum. Gördüğümden de destek alarak sağlam bir yazar olduğuna kanaat getirdim Susanne ablamızın. Peki seyir kısmı nasıl. Tek kelimeyle muhteşem. Zor beğenirim, huysuzun başta gideniyim, buna rağmen içim huzurla muhteşem diyebilirim. BBC dizilerine özgü yavaş tempo ki dramalarında bayıltsa da buradaki hikaye örgüsünün özümsemesine yardımcı oluyor, tıpkı Sherlock gibi. Oyunculuk, en önemlisinden en küçüğüne almış yürümüş. Mr. Norrel'in mimiklerini inceleyebilmek için bile bir kez daha izlenebilir. Soluk renk uyumu ile yakalanmaya çalışılan nostaljik hava çok iyi, ha keza perilerin dünyasının gösterimi gerçeküstücülük atraksiyonlarla boğulmamış. Yerli dizileri çeken, senaryoları yazan, oynayan arkadaşlar kimlik bunalımına girebilirler. Konumuz şöyle şekilleniyor:
Bir beş yüz yıl önce Kuzgun Kral isminde bir hükümdar Perilerden büyü öğrenip İngiltere'ye büyüyü getirir, geliştirir. Bir gün ise ansızın kaybolduğunda artık pratik büyücülük kaybolmuş akademik tarihsel hobi olarak ilgilenen çevrelerin ilgi odağı haline indirgenmiştir. Ama Victorian döneminde Mr. Norrel ismindeki bir zat stokladığı yüzlerce kitap sayesinde pratikte de büyü yapabildiğini kanıtlar ve Londra'daki hükümete yardımcı olabilmek gayesiyle ki asıl amacı sınırlarını kendi çizdiği İngiliz büyüsünü tekrar ayağa kaldırmaktır, İngiltere'nin önde gelen simaları arasına karışır. Dizinin başında bir delinin ağzında dillendirilen Kuzgun Kralın kehaneti aralıklarla izleyiciye hatırlatılır. Bu kehanette büyü alanında doğuştanmışçasına yetenek gösteren genç bir adam Jonathan Strange da rolünü bulur. Mr Norrel'in yanında çırağı olmaya çalışırken aslında kendisinin keşifçi, yaratıcı, deneyci büyü tarzına karşılık Mr Norrel'in muhafazakar, kitabi ve korkak tarzı arasında çatışma büyüyecek ve iki dost düşmana dönüşecektir. Mr. Norrel ise bu gerilim içinde istemeden İngiltere'ye kötücül bir Peri'yi davet ettiğinin sırrını saklamaya çalışmaktadır.

Death Note, anime dünyasını sallayan yine bir manga serisinden uyarlanmış bir dizi. Anglo sakson izleyici arasında da ismini duyurması zaten bu küresel başarıyı sağlayan en büyük etmen. Çizimler ve animasyon hikayeyi anlatmaya yetiyor, özellikle bahsi geçecek bir farklılık göze çarpmıyor. Dizinin bütün olayı aslında akıl kurcalayan bir sorunun peşinde koşması. Ve bu soru vasıtasıyla genç dimağların zihinlerindeki arzuyu beslemesi. Elinizde insanların ismi yazıldığında ölümüne sebep olacak bir defter olsa, suçluların ismini yazmaya başlayarak taşın altına elinizi koyar mısınız? Hadi başladınız, sonra karakterinizin manyaklaşıp kendini Tanrı olarak görme ihtimalini hiç değerlendirdiniz mi? Aksiyonu akıl oyunları ile harmanlayarak uzun soluklu bir seyir sunabiliyor dizi. Böyle şeyleri seven genç izleyici ise tatmin olabiliyor. Benim için ise bu animeyi bitirmek tam bir zulüm idi. Birbirinden iğreti karakterler, akıl oyunu diye sunulan her bir kaç bölümde bir eklenen yeni kurallar neticesinde izleyiciyi aptal yerine koymalar, Son on-onbeş bölümün tamamiyle gereksizliği... çok şey yazılabilir. Zar zor vasat olabilecek bir dizinin bu kadar tutulmasını başta bahsettiğim psikolojik etkenlere bağlıyorum. Bir noktaya kadar da zevkler renkler meselesi, uzatmamak lazım.Konu şu:
Light isminde genç yakışıklı süper zeki bir kardeşimizin önüne bir ölüm defteri düşer. Yüzünü düşünerek bir kişinin ismini yazarsan o kişi ölüyor. Ama bir dünya deli kuralı var bu defterin. Defteri tutan o defterin sahibi ölüm meleğini de görebiliyor. Elmaya bağımlı bizim ölüm meleğimiz ise sırf can sıkıntısından defteri insanların dünyasına bıraktığını itiraf ediyor. Light, kendine Kira ismini vererek adaleti dünyaya hakim kılmaya çalışırken bencil ve kibirli karakteri yeni dünyanın tanrısı olma yolunda büyük adımlar atıyor. Babası ise Kira'yı yakalamaya çalışan polis ekibinin başı. Japon polisi bu işi beceremeyince Interpol'den L. isminde nevrotik bir genç ekibe dahil oluyor. Kısa sürede L., Light'ın Kira olma olasılığının farkına varıyor. Sonrası satranç misali L'in kanıt elde etme hamleleri ve Light'ın onun hamlelerini savuşturan karşı-hamleleri etrafında olaylar gelişiyor. Bundan sonrası spoiler anacığım:
.
.
.
.

Bir defter daha düşüyor dünyaya. Kira'ya yardımcı geliyor. Bu defterin sahibi Misa isminde boş teneke bir kızla zoraki arkadaşlık kuruyor Light. İnsanları manipüle etmede yetenek üzerine yetenek geliştiriyor. Kendi babasının ölümüne sebebiyet veriyor. L ile kapışmasından galip gelip ekibin başına o geçtiğinde bile aptal Japon polisi ondan o beş yıllık süre boyunca şüphelenmiyor. L'den sonra Interpol'den Near ve Mello isminde iki yeni çocuk geliyor. Light'a tapan yeni defter sahipleri Felan felan. Bu akıl oyunlarında yazarlar istedikleri gibi müdahale ediyorlar, her şeye müdahaea eden çok kollu yazım tanrısının da kalemini Light'a emanet etmiş yazarlar. Sonra ağzı açık şaşkınlık içindeki izleyiciyi ağzı açık şaşkınlıkla izleme görevi bana düşüyor. Otuz yedi bölümü izlememin tek sebebi o piçi kanlar içinde kıvranırken görme hayaliydi, gerçekleşiyor vesselam.

Başta dediğim gibi anime gibi sevdiğim bir örneği dramatik bir diziyle karşılaştığımda animeden yana tavır alıyor gibi görünsem de açık ara farkla galip Strange ve Norrell beyefendiler oluyor.

ben senin beni daha önceden tahmin etmeni tahmin etmemi tahmin edebilme olasılığını seviyorum beybi.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Radiohead - Amnesiac (2001)

Kid A'yi takip eden bu çalışma birden fazla ilgi çekici şarkı içermesiyle, Pyramid Song ve Knives Out gibi singlelar ya da Beirut'u hemen akla getiren trompeti bol kapanış parçası Life in a Glass House hemen aklıma gelenler, öne çıksa da beni benden alan kısacık sözsüz parça Hunting Bear oldu. Somutluğu ve söz içermemesi ile albümün anti-şarkısı aslında bu parça. Albümde çünkü sözlerde dökülmüş terlerin izlerini bulabiliyoruz. Genel sound ise elektronik zabazingonun vokal ile tepkimeye girdiği keskin hatlara sahip olmakla birlikte yine de kopamadığı, kopmak istemediği bir hülyalı vizyonu yansıtmakta. Ve biliyor musunuz şu yaz sıcağında bu inceliklere kafanız en azından benim kafam basmıyor.

6,75/10

17 Temmuz 2015 Cuma

Sarah Vaughan - Sarah Vaughan (1955)

Jazz müziğinin erken dönemdeki kadın vokallerin en önemlilerinden biri olmakla birlikte en azından okyanusun bu yakasında bilinirliği bir Ella Fitzgerald ve ya Billie Holiday etmiyor. Güçlü sesini hemen fark edebileceğiniz şarkıcı ile ona eşlik eden orkestra arasındaki uyum, birbirlerinden feragat ederek, birbirlerini dengeleme gayretiyle sağlanıyor. Albümde slow şarkılar da çok sayıda yer alıyor ki vokal dizginlenerek fısıltı boyuna taşınsa bile gücünü hissedebiliyorsunuz. Yalnız bu anlarda soğuk olduğu kadar dinleyici sarmalayabilen keyifli smooth jazz öğelerini arayıp bulmak biraz zor. Kısa sürede özellikle trompet soloların fazlalığın ve güzel performansının dikkatinizi çekmemesi zor. Zaten bu albümün yeni baskılarında Sarah Vaughan'ın isminin yanına Clifford Brown'ın isminin de büyük puntolarla yazması tesadüf değil. Bu albümün ve performansın tümünü tanımlayacak kelime standart olmalı. Standartların içinde, şaşırtmayan ve 50-60'ların naifliğini melodilerde hissettiren bir çalışma. Ancak beni olumsuz anlamda etkileyen altı çizilmesi ve vurgulanması gereken şey ablamızın pesleri. Katlanamadım yafu.

6,50-/10

16 Temmuz 2015 Perşembe

Blut Aus Nord - Memoria Vetusta III: Saturnian Poetry (2014)

Nihilist bir şeyler dinleme gayesiyle hücum ettiğim son Blut Aus Nord kaydı ters köşeye yatırdı beni. Elbette erken dönemlerinden fersah ve de fersah uzaktalar, ama bu gayet melodik ve atmosferik bir mecraya meylettikleri gerçeğini değiştirmiyor. Arada yine kendilerinin o soğuk tavrını yansıtmamış değiller. Açıkçası dinleme listeme ikinci albümleri yani bu serinin ilk bölümü Memoria Vetusta I'i almıştım almasına lakin arkadaşlar pat pat albüm çıkarıyor, yetişmek namümkün. Madem niyetlendik şu son albümü irdeleyelim biraz. Melodik dedik, güçlü akılda kalıcı melodilerle güçlü etkileyici bir atmosferle dopdolu dedim mi? Hayır. Üç-beş keyifli keskinlikte rif redif bulunmakla beraber ilgi çekici ve kolay dinlenebilir bir dinleyiş sunabilmek için kendilerini şarkı için de tekrarlar duruma düşüyor grup. Tekerrür, hipnotik bir etki uyandırıp ruhsal bir yükselme gerçekleştiriyorsa iyidir. Henosis'de ise bir yerde durmalıdır artık. Tempoda da sıkıntı göze çarpıyor. Bazı şarkılarda inanmayacaksınız ben bile temponun bir tık yavaşlatılması gerektiğini düşündüm. Son şarkı ise full kreşendonun cisimleşmiş hali gibi bir şey, yoruyor ve kendi değerini basitleştiriyor. Sevdiğimden böyle eleştirileri getiriyorum yoksa albümün o kadar da teknik anlamda karmaşık olmamasına rağmen her ne oluyorsa oluyor ve dinledikçe daha fazla kendini dinlettiriyor olması mı dersiniz, eskimemesi mi dersiniz, albüm boyunca dengeli bir istikrar sağlayamasa da heyecanlandırıcı anlara sahip olması mı dersiniz, şarkıların sıralama olarak albümü dinleyeni içine çekecek bir ağ ördüğünü mü artık bilmem. Anlatacak nice güzellikleri var değil mi ey dinleyici? Albümün kamuoyunda yarattığı etki de bir ölçüde oldukça ayırıcı diyelim. Grubun hashacip dinleyicisi aynısının benzerini çok daha güzel melodilerle serinin ikinci albümünde duymuştuk diye paparayı basıyor. Diğer yandan yılın en iyiler listesine alanlar da var. Ben orta üst kısımda yer alacağım. Davul kaydının mekanik değil de canlı olması gibi güzel bir faktör de var üstelik. Amma Whiplash'i izledikten sonra daha fantastik işler beklemiyor değilim. Öyleyse bayramınız şükela geçsin.

7,75/10

12 Temmuz 2015 Pazar

Orden Ogan - Ravenhead (2015)

Yeni kuşak power metal grupları arasından öne çıkan Orden Ogan, bu beşinci albümleriyle oldukça kafamı karıştırmayı başardı. Artık olgunluk dönemine girip kendi soundlarını bulduklarını düşünmeme neden olacak bir sayı bu. Daha önce hiç bir albümlerini dinlememe rağmen bu albümde duyduğum power metal içinde kalma koşuluyla farklı etkilenimleri yansıtma düsturunu pek anlayamadım. Teknik olarak performanslarına bir şey denemeyecek bu arkadaşlar, ya artık biz çoktan sesimizi bulduk, değişik şeyler deneyeceğiz diyorlar ki bu albümde progresif ve beklenmedik yüzlerini göstermede gayet utangaç olduklarına dair okuduklarımız bu iddiayı çürütüyor, ya da ortak paydayı henüz yakalayamadılar ya da öylesine klasik fanların memnuniyetini düşünüp kafayı yormadan rahat bir albüm kaydettiler. Hebele hübele çok yazdım, demem o ki bazı şarkılar senfonik ki Blind Guardian etkisi fazlasıyla dillendirilmiş, biraz folk etki ki doksanlarda Falconer, Elvenking gibi bir sürü grup vardı, biraz klasik Gamma Ray'vari balad, biraz Rage biraz Running Wild gibi orta tempo musiki, biraz Hammerfall. Bir sürü isim katabilirsiniz. Bazı anlar aynı albümü dinleyip dinlemediğinizi bile sorgulayabilirsiniz. Prodüksiyon doksanları hatırlatan modern bir soundu yansıtıyor kimi zaman. Doksanlar bile göndermelerde yerini alıyorsa yaşlanmışız ulan. Orjinal olmasa da sertliğiyle canlığıyla cananlığıyla öne çıkan riflere sahip şarkılar F.E.V.E.R., Here At The End Of The World ve Deaf Among The Blind hoşuma giden parçalar oldu. Albümdeki şarkı sıralamasına da itirazım var, enstrümental parça çok kısa ve sonlarda yer alıyor ve de hiç bir özelliği yok. Ortalara etkiliyeci bir sözsüz melodik beste koysalar iyi olurmuş. Albümde vokale konuk edilen sanatçılar var. Hammerfall ve Gravedigger solistlerinin çok da etkide bulunduğunu zannetmemekle beraber çeşitlendirmede faideli olmuş.

7,50/10

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Hürriyet Gösteri #315 - Düşünbil #47 - Peyniraltı Edebiyatı #26 - Karga Mecmua #95

Hürriyet Gösteri


Bugüne kadar ürettikleri üretmedikleri ile eleştirilerin odağındaki bir isim, Doğan Hızlan yönetiminde üç ayda bir çıkan ve diğer bir sermaye destekli yayın olan Milliyet Sanat'ın tersine şiir başta olmak üzere edebiyata yoğunlaşan köklü bir dergidir. Bazı DR şubeleri haricinde ise aranıp bulunması, ulaşılması zor bir dergi. Eleştiri okları sadece genel yayın müdürü üzerine değil, sermaye desteğine, uyduruk üstte bir dil kullanımına, bürokratik siyasal çizgisine, 80-90'larda kısılı kalmış yenilik üretmeyen edebi çizgisine kadar uzanıyor. Eyvallah da beş liraya 160 sayfada beğenmediğiniz yerleri yırtıp atsanız dahi okunacak bir şeyler çıkıyor. Sıradan okuyucuyu bir bakıma idare edebiliyor yani. Hatta tam tersine ben dilde sadeleştirme yapıp biraz daha popüler yerli yazarlara ağırlık vererek halka inen bir yayın çizgisini kavuşmalarını dilerim. 315. sayı yine röportajların çokluğuyla dikkat çekiyor. Yeni kitabının şerefine Orhan Pamuk hem bir söyleşi hem de romanı değerlendiren bir yazıyla konuk edilmiş. Yaşar Kemal'i konu alan iki makaleye de yer verilmiş. Şairlerden Veysel Çolak ve Baki Ayhan T. söyleşisiyle, Nehçet Necatigil ve Bedri Rahmi Eyüpoğlu şiir çözümlemeleri ile, Hilmi Yavuz tercüme ile ilgili eleştiri yazısı üzerinden, Gündüz Vassaf son şiir-romanıyla, Tuğrul Tanyol 80'ler şiiri üzerine kaleme alınan bir dizi çalışmanın parçası olarak, Hüseyin Alemdar son kitabı hakkındaki eleştiri yazısıyla, Sezai Karakoç ve Abdülkadir Budak yine kendileri ile ilgili makalelerle ve Selda Bağcan'ın sesinden dinleyip sözlerini biraz zorlama bulmakla daha önce eleştirmiş bulunduğum Anayasso'nun aslında bir zamanlar gençler arasında elden ele dilden dile dolaştığını öğrettiği bir makale vasıtasıyla unutulmuş yazarı Şemsi Belli dergide yer alan diğer isimler. Şairin niyeti ve Okurun niyeti başlığı altında sürekli hale gelmesini umduğum ilgi uyandıran köşe altında bir şiir,  hem yazarı hem de tecrübeli bir okuyucu ki başka bir şair olması sanırım kaçınılmaz, tarafından birbirinden habersiz değerlendiriliyor. Gökhan Arslan'ın şiirini yorumlayan Baki Ayhan T, bu bir yasak aşk şiiri derken yazarı ise hiç yaşanmamış bir şiirin ağıtı olduğunu belirtiyor. Bakalım siz ne diyeceksiniz?  Edebiyat haricinde sinema ve müzik ya da edebiyat ve müzik ya da edebiyat ve sinema ilişkisi, Sartre tiyatrosu ve Rönesans çağında Avrupa'nın Türklere bakışını konu alan bir resim sergisi üzerine yazılar bulmak mümkün. Yazılarda genel olarak bir derinleşememe ve sığlığı çoğaltıp sözleri uzatma sorunu mevcut olsa bile anlattığım içerik doyurucu şeklinde değerlendirilebilir.

içinden sevmek / gökhan arslan

sen giderdin, kokun seni takip ederdi
kötü niyetli masalların
dalları havalandıran kuşların arasından
hayat pencereden gülerek bakarken sana
aradıkça güzelleşirdi kalbin
tırnakların etinde, aşka yanlış akraba
üstünü örterdin yerde yatan gazete ölüsünün

taşlara dokunmak gibi bir şeydi senin için gitmek
içtiğin dip suları tuz oldu ömrüne
rüyana akbabalar, siyah badanalar karıştı
eteğindeki renkleri öpmek için eğilen çocuklar
ağızlarında taşla ayrıldılar yanından
sığamadığın boşluk içinde kaldı

sabahleyin sesinle uyanan incirler
süte durdu sen gidince
yokluğunda taşlara sürttüm boynumu
ayakkabılarımı ters giydim

inandım ateşinle uslanan kavimlere

sensiz, kırıldı omurgası yorgun dengenin
artık her harf bir kalp ağrısı
simurg, koynuna bıraktı otuz yumurtasını

Düşünbil


Hürriyet Gösteri'yi bulmak zorlaşadursun Düşünbil yaygın dağıtım kanallarına girdiğini duyurarak erişilebilirliğini genişlettiğini ilan ediyor. Bu sayının konusu Kuantum teorisi ve beyin. Bir, etrafımızda bildiğimiz fizik kurallarının işlediği makro dünya var. Bir de atom altı parçacıklarının hareketleri için tanımlanan kuantum fiziğinin işlediği bir mikro dünya. Bu öyle bir dünya ki neden sonuç ilişkisinden bağımsız eşanlı olarak birden fazla yerde bulunma olasılığını barındıran, ölçüm araçlarının ölçüm eğilimini yansıtan, hem parça hem de dalga özelliklerini gösteren parçacıkların hükmü sürüyor. Aklı çelen soru şu? Bilinçaltı nasıl çalışıyor? Hangi fizik kurallarına bağlı?


Peyniraltı Edebiyatı


Günümüzde ilginç bir şekilde Kürk Mantolu Madonna romanıyla çok satılanlar listesinde yer alan Sabahattin Ali'nin ümitsiz aşk hikayeleri yazarı zannını ortadan kaldırmak için ki aslında politik bir figürdür tarihimizde, sayfalarının yaklaşık yarısını ki bu da hep beklediğimiz bir gelişmedir, Sabahattin Ali'ye ayıran derginin 26. sayısını okumak elzem. Yazar, şairliği, yayıncılığı, romancılığı, öykücülüğü ile bir bütün halde resmediliyor. Yalnız  siyasi kişiliği biraz eksik kalmış gibi sanki. Şair olarak bu sayıda konuk edilen isimler yine yeni yeniden İsmail Sertaç Yılmaz, Cem Ardıç, Doğuhan Uzun, Çağrı Topsöken, Eren Bozkurt, Emre Varışlı (yaşam tehditleri alıyorum diyor), Mehmet Oktay Buğa, Mustafa Uysal, Ali İhsan Bayır, Öykülerden hoşuma gidenlerin ismini sayarsam şöyle derim: Cem Tunçer (Hicran) ve Tunahan Kahraman (Yarım Piç).

beni öldür, kendine göm / doğuhan uzun

sen beni keseceksin yasal olmayan öpüşmelerle bilenmiş dudaklarınla
ben seni yuvarlayacağım ruhumdaki onarımı süren asansör boşluğuna
sonra oturup ayaklarımızı sallandıracağız aramızdaki uçuruma
ben senin uzaydan fotoğrafını çekip haritadan ismini arayacağım
sen bedeninde beni gömeceğin bir yer seçeceksin şöyle kalbine yakın
sonra ayrılık bu şiire çarpmadan el ele tutuşup bu gezegenden atlayacağız
kutsal kitaplar okuyup kıyamet senaryoları yazacağız duvarlara
bak çok paramızda olmayacak sen susadıkça ben ağlayacağım
sevgilim asıl düşlerimizi çaldıklarında yoksul kalacağız
bir gece yarısı polisler baskın yapacak tedavisiz yalnızlığımıza
çünkü ben senin saçlarını daha çok sevdim bu ülkenin bayrağından
çünkü senin dudaklarında ruj yerine hürriyet şarkıları
sen beni keseceksin körelmiş bir bıçak gibi tuttuğun o yabancı el ile
ben seni asacağım bir gökdelene çarpan güvercinin ojeli ayaklarına
birbirimizi kırıp dökmeden rahatlamayacağız sanırım sevgilim
sen ikimize de birer demli çay daha koy
sonra gel birlikte ölelim

Karga Mecmua


Kadıköy'deki o ünlü Karga Bar tarafından yayınlandığını düşündüğüm ve her ne kadar ben internet sayesinde tanışsam da basılı nüshalarını da orda burda bulabileceğiniz yayının Temmuz sayısı, Burak Şentürk'ün çizimleri ile açılıyor. Musiki dünyasından sadece son albümleriyle Hot Chip ve She Past Away gruplarına yer verilmiyor ayrıca yeniden toparlanan 13th Floor Elevator isimli bir grubun gelmişi geçmişi de irdeleniyor. Azeri Jazz'ı üzerine inceleme yazısının ardından kişisel serbest stilde denemeler, öykümsemeler başlıyor. Film, kitap,dizi,albüm değerlendirmeleri ile birlikte günceli yakalayan, türler arasında kendini kısıtlamayan bir yayın olarak yani güncel eleştiriye yer verdiği sürece, takip edilebilir bir seyir çiziyor. Müzik üzerine bir şeyler okumayı özlemişim. Üstelik 96 sayı olmuşlar bile.

Baauer - Harlem Shake (2012) Single

Her yaz aynı şey oluyor vay anasını sansür sansür. Kronik eleman yetersizliği yıllık izinlerle perçinleniyor, taçlanıyor, şahlanıyor yürü be artakalanlar eziyet çamurunda birikintilendiriliyor. Sağ ense kökünden omuz hizasıyla tam omuz başlığından sağ kola inen sızım sızım sızlama kalp yörelerine ve mideye doğru kaskıntırıcı bir yolculuğa davet ediyor. İcabımızdır ki nöbetçi eczane artık kas kaldıysa gevşetir bilmem. Ne ise ne görevimiz Baauer ki sallan yuvarlan global Harlem uf vayy Şeyk. Asla deme asla guilty pleasure. Vallah yeminle billah noterle illah sevdim orjinallikte önde tırıs tırıs. Hemi de en azından en başlarda viral videolarda cümle şahane de artıkın o kadar çal çal müzik ve videolar düşünülemiyor ayrı. Bir genç değildim bir okulda sabahlı akşamlı belki de yatılı hiç değildim o yüzden ayarında maruz kaldım bu debdebeye. Böyle iyi. Böyle güzel. Eğlencesi simada bir tebessüm, bana yeter. Kravatları çözmek değil kafi bazen atalım kenara. B yüzü, dijital çağda kaldıysa böyle bir ibare kısa kısacık Yaow!. Eğlencesi eksik kalmamış, süresiyle skeçte tıkanmış. Belki de bu spesifikasyon dö trap mrap bahsi mevzu tarz-ı icranın. Anası elektronika dans babası hip de hop, veledler bereket sürü sürü kim postacı kim çamaşır leydisi. Anlayıp kabullenmeyelim kabullenelim sen ben fark etmez. Arkasındaki maskeden arta kalan Harry Rodrigues, hem ismi Latin, hıı şimdi anladım Harlem esintisi Shake, ya da şok klişe isimden yükleme limanı ki wikipedia check, yanılgı yanılgı! latinden az latin, çok gezmiş dünya nihai brooklyn ve harlem egzantirik sanat bohemyası, bak bakarsan sepetine tekçalarlar, kısa albümler. Tek hit artist derler derler hele bak bi bak görmek istemeyen görmemek gözler açık bile. Çalışıyor adamlar püf kaybolmuyor.

8,0-/10

9 Temmuz 2015 Perşembe

Mory Kante - A Paris (1984)

Yeke Yeke şarkısının mucidi Mory Kante bu hitiyle bir kaç kez dünya müziğini daha doğru bir deyişle Batı Afrika müziğini Avrupa ve ötesine taşımıştı. Bizde çocukluğumuzda pek eğlenmiş idik. Görüyoruz ki 88'deki albümüyle şarkısını duyuran ve 90'larda yeniden dans remiksiyle kendini bir daha hatırlatan Mory Kante şarkısının arkasında durarak bayağı bir ısrarcı olmuş. Çünkü 84'deki albümünde de bu parça yer alıyor. Hatta o dönemde kendi yöresinden pek çok şarkıcı da bu şarkıyı kendi albümlerine dahil ettiğinden kelli bu şarkıyı halk musikisinin anonim bir örneği zanneylemiştim. Belki de öyledir, kim bilir? Buradaki ünsüz versiyonda ise sözler ve arkadaki müziğin uyumsuzluğu biraz göz önünde. Sesini yaktığı bir nakaratla söylediği slow Wqri Massilani ile birlikte temposu yüksek diğer üç şarkı, gelenekselden globale çeşitli enstrümanları ve 80'ler prodüksiyonuyla, kadınlardan müteşekkil korosuyla, renkli atmosferiyle Kuzey Afrika'dan Karayiplere uzanan bir geçişkenliğin parçası olarak devasa bir kültürün izlerini modern zamanlara taşıyor. Yalnız modernite ile yaptığı sentez mükemmelen işliyor dersek başta otantizm arayan dinleyiciyi yanıltmış oluruz. Yalnız dinlediğim albüm bana biraz kısa geldi. Ucundan tatmış olduk böyle.

7,50+/10

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Didem Madak - Grapon Kağıtları

Bu kitapta yer alan şahıs ve mekânların gerçekle alâkaları tamdır. Kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır. Kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları... hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır. Şiirden hazzetmeyenler, "Grapon Kâğıtları"nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler






Bazen ölmek istiyorum
Beni yeniden doğurman için
.
.
Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için,
Bu acımasız ölü anne sesini
.
.
Bahar, simit, salatalık, midye kokardı her yan
Dünya artık bir daha hiç
Bir okul çıkışı gibi kokmayacak mı?

Işıl. uzun siyah saçlı kız
Bu rutubetli mektup selamlarla doludur
Hüznümü assam kururdu ütü masasına
Ama çoraplarım kurumayacak sabaha
Hem bilirsin,
Yağmur kadar izmirliyimdir.
Plastik gardırobumun karnı deşilmiş.
Sanki kanat çırpmaya hazır bir martı.
İşe yine geç kalacağım.
Kızarsa, müdüre bir parça gevrek atarım.
İzmir'de simite gevrek derler,
Gevrek apayrı bir şeydir bizim burda.
Böyle mavi,
Böyle yeşil, böyle sarı değil.
Kara, kapkara büyü.
Ben de bundan sonra artık,
İnadına
Susamlı ve yoksul şiirler yazacağım.
Bazen pencereden baktığımda
Elma şekerleri asmışlar sanıyorum ağaçlara.
Ama saat beş buçuk olduğunda
Vallahi kalbimin yerinde hep bir elma şekeri vardır.

Sevinçli bir kalp, sevinçli bir çocuğa benzer ışıl:
Koşmak ister,
Salıncağa binmek ister…
Şubatta falan dağ laleleri çıkıyor ya
Alıp ıslıyorum koca bir kaseye.
Bazen yağmura bağırıyorum:
Bas ulan! bas evimi basacaksan!
Yaşım yirmi altı oldu bu sene.
Duvar döküldü rutubetten
Beton gri bir kabak gibi ortaya çıktı.
Bazen gecenin ortasında yağda yumurta pişiriyorum.
Dünyanın en ıssız cızırtıları bunlar ışıl,
Duyuyor musun?
Hayatı seviyorum yine de.
İstersen iki kalp çizer altını da imzalarım.
Bana beni kötülüklerden korusun diye verdiğin
Cevşenü'l kebir'i duvara astım.

Ölüm. siyah taşlı gümüş yüzük.
Bu mektup,
Rutubetli selamlarla doludur.
.
.
                                "Zenciler prensesi olacağım.
                                Hayat işte asıl o zaman başlayacak"
                                                              Pippi Uzunçorap


Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!

"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.

On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "orgazm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi'nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.

Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.
.
.
Mezuniyet gecelerinden,
Bilenmiş bir bıçak gibi çekilirdi insan
O zaman kızlar oğlanlara bakar
Oğlanlar dere otu kokardı.
Yağmur yetmezdi kimseye
Başka tılsımlarla ıslanırdı herkes
Ayak bilekleri incecikti yüreklerin.
Dudaklar rumdu, gözler palikarya
Hayat inatla gamzelerini saklar
Çerçiler yine de ayna satardı.
Sabah after-shave sürünmezdi o zaman
Şaşırtıcı ve kamaştırıcı yanakları
Seksen derece limon kolonyası kokardı
Dün epridi,
Hayat ucuz ağlayan çocuk resmi!
Zaman mavi yün bir kazaktı sanki.
.
.
Sevgili Pollyanna, 
Radyo tiyatrosu dinlenirdi bir zaman içimde, 
İçimde dünyanın en eski kedisi 
Eski bir sobanın yanında uyuyordu. 
Çocuklar bir köşede 
Yenidünya çekirdekleriyle beştaş oynardı 
Frenk elması da derler 
Sarılı kahverengili bir meyve. 
Annem işte öyle bir kadındı 
Çocuklar gökyüzüne bakar sorardı: 
Ay dede orada ne yapıyor anne? 
Annem öldüğünde ay dede içimde 
Yüzlük bir ampul gibi parçalandı. 
Annem işte öyle bir kadındı 
Aşure getiren çocuklara, 
Teşekkür eder gibi yaşardı 
Öldüğünde gül resimli bir takvim yaprağıydı. 

Pollyanna, 
Sana göre insan profiterol yer gibi yaşamalı 
Bir çamur deryasının içinde 
Küçük mutluluk topları yakalamalı. 
Bense vücuduma şiirler saplıyorum durmadan 
Sen de bilirsin ya Allah 
Dayanabileceği kadar acı verirmiş insana. 

Geçen yazı 
Bir dut ağacının altında roman okuyarak geçirdim 
Dut taneleri düşerdi sayfalara 
Tıpkı tatlı bir yaz yağmuru gibi 
Büyük taneli tıpırtılarıyla 
Kendimi dut ağacının gölgesini yiyen 
Bir ipek böceğine benzetirdim. 
Ucuz teşbihler beyaz atlı prenslerdir Pollyanna 
Bir şiire gelir 
Ve onu bu hayattan kurtarırlar. 

Ah Pollyanna, 
İçimde sanki hep aynı şarkıyı çalan bir laterna: 
Cancağızım basma perdeme bir çiçek de sen olsaydın 
Kaçarken yangın merdivenlerine 
Keşke grapon kağıtları assaydın.

5 Temmuz 2015 Pazar

Teorik Bakış - Michel Foucault (Sayı 3)

insan edimselleştiren hayvandır ve yoluna çıkan tüm potensiyellikleri gerçekleştirir.

Dergide yer alan makaleler şu şekilde sıralanabilir:
ÖNSÖZ | BUGÜN FOUCAULT - ALİ AKAY
GİRİŞ | FOUCAULT’DA MİNÖR HATLAR -SİBEL YARDIMCI, SANEM GÜVENÇ SALGIRLI
DANIEL DEFERT İLE SÖYLEŞİ | “ÖYLE BİR HAKİKAT Kİ, SÖYLEYENİ
BAĞLAR...”
MICHEL FOUCAULT | ÜTOPİK BEDEN
PAUL VEYNE | FOUCAULT YA DA TARİHTE DEVRİM
MICHAEL HARDT | MİLİTAN TEORİ
FÉLIX GUATTARI | İKTİDARLARIN MİKROFİZİĞİ VE ARZULARIN MİKROPOLİTİKASI
PIERRE ZAOUİ | YOKOLUŞ NEŞESİ VEYA DELEUZE VE FOUCAULT’NUN TUHAF “MÊ PHUNAÏ”Sİ
ALİ AKAY | FOUCAULT VE ENDİŞEDEN ÇIKIŞ: STULTİTİA
STEPHEN J. COLLIER | İKTİDAR TOPOLOJİLERİ FOUCAULT’NUN ‘YÖNETİMSELLİKTEN’ ÖTE SİYASİ YÖNETİM ÇÖZÜMLEMESİ
ENGİN SUSTAM | “FOUCAULT’DA İKTİDARIN JENEOLOJİSİ: BİYOPOLİTİĞİN DOĞUŞU VE YÖNETİMSELLİK

Foucault, Ütopik Beden isimli makalesinde bugüne kadar bedenin ruhun hapishanesi olduğu görüşünü tartışmaya açarak bedeni çocuklukta, eski Yunanistan'da ve dövmelerle bedeni değiştiren ilkel kültürler ışığında ameliyat masasına alıyor. Paul Veyne ise Foucault'un oldukça eleştirilen tarihçi kimliğini uzun bir yazıyla savunu mahiyetinde ele alıyor. İmparatorların hristiyan oldukları için gladyatör dövüşlerini kaldırmadığını, sürü lideri anlayışını terkedip kral-baba rolüne büründükleri için yani ataerkil oldukları için hristiyanlığı benimsediklerini ve bu aaterkillik sebebiyle gladyatör dövüşlerini kaldırdıklarını ileri sürüyor. Zira rehberlik etmeyi içeren çoban sorumluluğundaki hayvanlara bedava ekmek dağıtır, mümkün olan en az kayıpla sürüsünü varacağı noktaya götürmeyi hedefler. Bir hükümdar yönettiğini ya da hükmettiğini düşünürken aslında dalgalanmaları idare etmekte çocuklara ihtimam göstermekte ya da bir sürüyü gütmektedir. Bir aslanın aslan gibi davranması için aslan olduğunu bilmesi gerekmez, avını nerede bulacağını bilmesi kafidir. Kralın da bu dalgalanmalardan haberi olmasına gerek yoktur. Konuşanlar geniş ve özgürce konuştuklarını zannederken söyledikleri farkında olmadan insicamsız (tutarsız:TDK) bir gramerle (o çağın grameri çocuklara ihtimam göstermek örneğin) sınırlanmış ve daraltılmıştır. Diğer taraftan akılcılaştıran ve idealleştiren, kapsayıcı bir tül olan ideoloji daha geniş ve özgürdür. Ve söylem, ideoloji değil neredeyse bunun tersidir. Bilim, felsefe, ideoloji gibi tüller kaldırıldığında, insanların söyledikleri yani söylem titizlikle incelendiğinde ifşa edilecek gramer ortaya çıkar. Dolayısıyla siyasalar görkemli ilkelerden sistematik olarak üretilemez,bunlar bilincin ya da aklın değil tarihin yaratımlarıdır.
Şeyler, ancak ilişkiler vasıtasıyla mevcudiyet kazanırlar ve şeyleri açıklayan tam da bu ilişkinin belirlenimidir. Kısacası her şey tarihseldir ve sadece üretim ilişkilerine değil diğer her şeye bağlıdır; hiç bir şeyin tarih-aşırı bir mevcudiyeti yoktur ve sözde-nesneyi açıklamak bunun hangi tarihsel bağlama bağlı olduğunu göstermektir. Bu arada Foucault dört şey hatırlatır: ilerleme diyebileceğimiz bir vektör yoktur (örneğimizde sürü halktan çocuk-halka geçiş), itici güç akıl, arzu ya da bilinç değildir. Akılcı seçimler için tercih etmek yeterli değildir, aynı zamanda karşılaştırma yapılabilmelidir. Son olarak akılcılaştıran akılcılıklar imal edilmemelidir. Yani iki buzdağını karşılaştırırken birinin sualtında kalan kısmını gözardı etmemeli, eşyanın tabiatı diyip çarpıtmamalıyız, zira eşyalar değil sadece pratikler vardır. Bu evrende, asla aynı olmayan pratikler farklı noktalarda, asla aynı olmayan nesnelleştirmeler doğurur, daima değişen yüzler. Her pratik diğer tüm pratiklere ve bunların dönüşümüne bağlıdır. Her şey tarihseldir ve her şey diğer her şeye bağlıdır. Hiç bir şey eylemsiz değildir, belirlenimsiz değildir ve açıklanamaz bir şey yoktur. Bu dünya bilincimize bağlı olmak bir yana, onu belirler. Verili herhangi bir zamanda insan pratikleri tarih onları nasıl kurduysa öyledirler ve dolayısıyla verili bir anda insanlık kendisiyle upuygundur ki bu kesinlikle insanlığı pohpohlamak değildir.
Metinsel bir yapıtın mevcudiyeti üzerinden yazar aradaki ilişkiyi şu şekilde kurar:
Peki ya yapıt diye bir şey mevcut değilse? Ya anlamını sadece ilişki dolayımıyla kazanabildiyse? Ya hakiki olduğuna hükmedilen anlamı sadece yazarıyla ya da yazıldığı dönemle ilişkili olarak sahip olduğu anlamdan ibaretse? Benzer şekilde gelecekte atfedilecek anlamlar yapıtın zenginleşmesi değil de farklı ve birbiriyle yarışmayan başka başka anlamlarsa sadece? Ya geçmişteki ve gelecekteki tüm bu anlamlar bunları kayıtsız br biçimde buyur eden bir maddenin farklı bireyselleşmeleriyse? Bu durumda ilişki sorunu yapıtın bireyselliğiyle birlikte ortadan kaybolur. Çehresini zaman içinde koruduğu varsayılan bir bireysellik olarak yapıt diye bir şey mevcut değildir (sadece yorumcularından herbiriyle olan ilişkisi mevcuttur) fakat bundan hareketle yapıtın bir hiç olduğu da söylenemez; her ilişkide yeniden belirlenir yapıt;mesela kendi zamanında taşıdığı anlam müsper tartışmaların konusu olabilir. Diğer taraftan mevcut olan yapıtın maddesidir ancak bu madde, ilişki onu şu ya da bu şey haline getirmediği müddetçe bir hiçtir.
Cinsellik, iktidar,delilik,devlet ve daha bir dolu şey de mevcut değildir o zaman. (Baudrillard?) Nesne bizzatihi kendisi koşullanmış bir olaydır.
T. Negri ile birlikte Foucoult'dan hareketle pratik bir siyaset üzerine uzun yıllardır ter döken Michael Hardt analizini Kant'dan itibaren başlatıyor. Minoriteden çıkış, özerklik için çabalamayı demokrasi için çabalamakla birleştiren, düşünüp kendimizle ilgili kararları verdiğimiz bir duruma işaret ediyor. Potansiyel olarak içimizde barındırdığımız bu çıkışı gerçekleştirebilmek için Kant' için bir emir sözcüğü yeterlidir. Paradoksal olarak entellektüel ve toplumsal liderler, özerklik vaat ettiklerinde bile yalnızca otoriteleri olduğu için itaat yaratıyorlar. Burada Hardt Foucoult'ya danışır: Boyunduruğa alışmış olanlar, onları özgürleştirmek isteyen liderleri boyunduruğu yeniden inşa etmeye zorlarlar. Ve sonuç olarak, bütün devrimlerin yasası devrimi yapanların illa ki de onları özgürleştirmek isteyenlerin boyunduruğu altına girmeleridir. O zaman ilk anlamdaki minoriteden çıkışımız için, yani kendi adımıza düşünmek ve hareket etmek cesaretini edinmemiz, otorite karşısındaki edilgenliğimizi ve itaatkarlığımızı geride bırakmamız için aynı zamanda da ikinci anlamdaki minoriteden çıkmamız, yani itaati sürekli kılan hiyerarşiyi ve otoritenin toplumsal yapılarını yıkmamız gerekiyor. Diğer yandan Foucault'nun bu yönde Kant'ın görüşlerini koruduğunu ancak bunun yani evrensel özgürlük tasarısının eleştiri yerine militan felsefi ve politik pratik tarafından gerçekleştirebileeğini vurguluyor yazar. Yeni bir yaşam ve yeni bir dünya yaratarak yönetmeyi amaçlayan Militanlık kavramı ise özünü Kiniklerden alıyor. Minoriteden çıkışın iki anlamını öğrenebilmek için ise makaleyi tümüyle okumanız gerekecek artık.
Guattari makalesinde Deleuze ile birlikte yazdıklarının Foucault ile paralel noktalarından bahsediyor. Gösterenin özneyi başka bir gösteren için temsil etmesini öngören Lacan'ın görüşlerine muhaliflik gibi. Foucault'nun bedenin siyasi teknolojilerine, iktidarın mikrofiziğine, söylemsel polisliğe yönelik çözümlemeler;, Guattari, mikropolitika dediği şeye yani bizi iktidar oluşumlarından arzu yatırımlarına taşıyacak moleküler analize eşdeğer tutuyor. P. Zaoui'nin makalesi ise Deleuze ile Foucault'nun kıyasını tam da en olması gereken yerde gerçekleştiriyor. Deleuze coğrafyada, belirsiz ve yersiz-yurtsuzlaşmış kocaman yeryüzünde kaybolmayı denerken Foucault ise anonim ve sefil bir tarihte gerçek anlamıyla şöhretsiz olana kulak veriyor. Ölmek yerine yok olmayı öğrenme ihtimaline yani daha yaşarken yok olmayı nasıl denediklerine bağlanıyor her şey. Hangi yaşama sanatı aracılığıyla hangi arzu ve neşeleri (Deleuze), hangi hazlar ve talimlerle (Foucault) yokoluş meselesi anlam kazanmıştır? Öyle bir yaşama sanatı ki ölüm bile nihayetinde üzerine düşen rolü oynayabilsin!
Erkekler ciddi bir tavır takınır,hepsi giz şövalyeleridir. Ağırbaşlılık, ağız sıkılığı..Bakın ne kadar ağır bir yük altında eziliyorum derler ama sonuçta her şeyi söylerler ve bu pek matah bir şey de değildir. Buna karşılık her şeyi söyleyen kadınlar vardır, hatta korkutucu bir tekniklik içinde konuşurlar, ama konuşmalarının sonunda başında bildiğimizden fazlasını bilmeyiz, ivedilik ve berraklıkla her şeyi saklamışlardır
Mesele; kimlik karşısında anonimliği tercih etmek değil de bu alternatiften çıkmak; yine, görünür karşısında gizli olanı seçmek değil de sırrı, gizli ve görünür olan arasındaki karşıtlıktan çıkarıp onu hem görünmez hem saklanmamış hale getirmek olarak konduğunda üstteki alıntıda belirtildiği gibi cuk oturan bir örnek düşünemiyorum. Nihayetinde iki düşünür arasındaki fark Spinoza'dan hareketle çözümlenebiliyor: Spinoza'da arzu temel duygu-etkidir ama yalnızca kendinde var olmaz. Çünkü en birincil düzeyde ya neşeye (kudret atışı) ya da kedere (kudret azalışı) bağlı bir değişikliğe uğramış bulur kendini. İki düşünürün ortak arzusu ise yok olma arzusudur. Hiç doğmamış olsaydım'a yönelik temenni, Deleuze'de kişiselleşmemiş, inorganik ve kozmik o büyük yaşamın, ölçüsüz ve gayri-insani kudretine mümkün olduğunca katılabilmek adınadır. Foucault için ise söylemin, yeniden üretimin ve toplum savununusunun geniş düzenine katılmamak adına. Deleuze'de esasen olumlayıcı ve Spinozacı neşeler, yani büyüklüğün, bir çeşit zaferin, ölçüsüzlüğün,kendilikten daha yüksekte olanın neşesi: Focault'da kaçamak hazların, küçük iddiaların neşesi, her türlü derinlikten azade,yalnızca sahip olduğu farklı toplumsal konumların aynadaki aksinden ibaret bir kendilikle ilgilenmekten doğan neşe. Yokoluştan doğan Foucault'cu neşelerin Deleuze'e nihayetinde ancak kederler gibi görünmesi bundandır. Ve karşıt uçta Deleuzeyen yokoluş arzusunun son kertede Foucault tarafından bir buyruk ve görev olarak görülmesinin nedeni budur.
Stephen Collier, makalesinde Foucault'yu disipliner teknolojiden düzenleyiciliğe uzanan çözümlemelerinin tarihini izliyor. Biyoiktidarın düzenleyici gücünün disipliner teknolojiyi dışlamadığını, eklemlendiğini, bu iki kipin birbirinden bağımsız olmadığını  diğer yönetimsellik konusuna eğilmiş makalelerde olduğu gibi tekrar ediyor yazısında. Yalnız bu iki kipin eşbiçimliliğinin Güvenlik Toprak Nüfus isimli geç dönem eserinde heterojenleşip birbirine zıt hale geldiğini iddia ediyor yazar. Hapishanenin Doğuşunda Foucault egemenlikten disipline doğru bir geçişin analizini yaparken Toplumu Savunmak Gerekir'de ise egemenlikten normalleştirmeye geçişin. Normalleştirme = disiplin+düzenleyici iktidarken son dönemde egemenlik-disiplin-güvenlik olarak yeni bir dizi meydana getirir. Farklı iktidar teknolojileri arasında korelasyon örüntüleri olarak tanımlanabilir.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Yusuf Atılgan - Aylak Adam

Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.

İşini soranlara aylaklık diyerek cevap veren mirasyedi bir adamın hikayesi bu. Huysuz, tavizsiz, takıntılı birisi. Toplumun karşısında olmakla tanımlanabilir. Babasının, kendisini anne gibi yetiştiren teyzesinin gölgeleri hep üzerinde. Bir vakit resimlere, bir vakit sokak isimlerine merak sarıyor. Sıradanlıktan, tekrardan sıkıldığı için hiç bir meşgaleyi devam ettiremiyor. Tüm kalbiyle var olduğunu hissettiği ruh eşinin arayışında İstanbul'u adımlıyor. Daha ilk sayfalarında ebadına bakıp aldananlara karşı kendi yavaş temposunu okuma serüvenine de aşılayan bu etkileyici roman, yazarın psikolojik çözümlemelerle dolu olduğu söylenen diğer kitabı Anayurt Oteli'ni de okumak için yeni tanışan okuyucuyu teşvik ediyor.

-Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırılıydı. Herkesin "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur" demesini isterdi...

3 Temmuz 2015 Cuma

Ne Obliviscaris - Citadel (2014)

Ne bekleyeceğimizi biliyorduk, beklediğimizi de bulduk. Keşke biraz şaşırtabilselerdi. Black metal tarzından uzaklaşıp brütal progresif çizginin oturduğu, kendi soundlarını buldukları bir yapıtla karşı karşıyayız. İlginç konseptler etrafında besteler şekillendirilmiş. İlk dinlediğinizde kemanın hakimiyetini arttırdığını duyuyorsunuz. Hissettirdiği Orta ve Doğu Avrupa hassasiyeti ile birlikte nüziğin metal tarafıyla yağ ve su arasında olduğu bir uyum yaratılıyor. Katmansal olarak farklı yerlerde, karıştıkları yerde ise bir gökkuşağı yaratmakla beraber kesinlikle sentez olarak değerlendirilmekten bir o kadar uzak bir sese ulaşılmış. Salladı ama devirmedi.

8,0-/10