5 Temmuz 2015 Pazar

Teorik Bakış - Michel Foucault (Sayı 3)

insan edimselleştiren hayvandır ve yoluna çıkan tüm potensiyellikleri gerçekleştirir.

Dergide yer alan makaleler şu şekilde sıralanabilir:
ÖNSÖZ | BUGÜN FOUCAULT - ALİ AKAY
GİRİŞ | FOUCAULT’DA MİNÖR HATLAR -SİBEL YARDIMCI, SANEM GÜVENÇ SALGIRLI
DANIEL DEFERT İLE SÖYLEŞİ | “ÖYLE BİR HAKİKAT Kİ, SÖYLEYENİ
BAĞLAR...”
MICHEL FOUCAULT | ÜTOPİK BEDEN
PAUL VEYNE | FOUCAULT YA DA TARİHTE DEVRİM
MICHAEL HARDT | MİLİTAN TEORİ
FÉLIX GUATTARI | İKTİDARLARIN MİKROFİZİĞİ VE ARZULARIN MİKROPOLİTİKASI
PIERRE ZAOUİ | YOKOLUŞ NEŞESİ VEYA DELEUZE VE FOUCAULT’NUN TUHAF “MÊ PHUNAÏ”Sİ
ALİ AKAY | FOUCAULT VE ENDİŞEDEN ÇIKIŞ: STULTİTİA
STEPHEN J. COLLIER | İKTİDAR TOPOLOJİLERİ FOUCAULT’NUN ‘YÖNETİMSELLİKTEN’ ÖTE SİYASİ YÖNETİM ÇÖZÜMLEMESİ
ENGİN SUSTAM | “FOUCAULT’DA İKTİDARIN JENEOLOJİSİ: BİYOPOLİTİĞİN DOĞUŞU VE YÖNETİMSELLİK

Foucault, Ütopik Beden isimli makalesinde bugüne kadar bedenin ruhun hapishanesi olduğu görüşünü tartışmaya açarak bedeni çocuklukta, eski Yunanistan'da ve dövmelerle bedeni değiştiren ilkel kültürler ışığında ameliyat masasına alıyor. Paul Veyne ise Foucault'un oldukça eleştirilen tarihçi kimliğini uzun bir yazıyla savunu mahiyetinde ele alıyor. İmparatorların hristiyan oldukları için gladyatör dövüşlerini kaldırmadığını, sürü lideri anlayışını terkedip kral-baba rolüne büründükleri için yani ataerkil oldukları için hristiyanlığı benimsediklerini ve bu aaterkillik sebebiyle gladyatör dövüşlerini kaldırdıklarını ileri sürüyor. Zira rehberlik etmeyi içeren çoban sorumluluğundaki hayvanlara bedava ekmek dağıtır, mümkün olan en az kayıpla sürüsünü varacağı noktaya götürmeyi hedefler. Bir hükümdar yönettiğini ya da hükmettiğini düşünürken aslında dalgalanmaları idare etmekte çocuklara ihtimam göstermekte ya da bir sürüyü gütmektedir. Bir aslanın aslan gibi davranması için aslan olduğunu bilmesi gerekmez, avını nerede bulacağını bilmesi kafidir. Kralın da bu dalgalanmalardan haberi olmasına gerek yoktur. Konuşanlar geniş ve özgürce konuştuklarını zannederken söyledikleri farkında olmadan insicamsız (tutarsız:TDK) bir gramerle (o çağın grameri çocuklara ihtimam göstermek örneğin) sınırlanmış ve daraltılmıştır. Diğer taraftan akılcılaştıran ve idealleştiren, kapsayıcı bir tül olan ideoloji daha geniş ve özgürdür. Ve söylem, ideoloji değil neredeyse bunun tersidir. Bilim, felsefe, ideoloji gibi tüller kaldırıldığında, insanların söyledikleri yani söylem titizlikle incelendiğinde ifşa edilecek gramer ortaya çıkar. Dolayısıyla siyasalar görkemli ilkelerden sistematik olarak üretilemez,bunlar bilincin ya da aklın değil tarihin yaratımlarıdır.
Şeyler, ancak ilişkiler vasıtasıyla mevcudiyet kazanırlar ve şeyleri açıklayan tam da bu ilişkinin belirlenimidir. Kısacası her şey tarihseldir ve sadece üretim ilişkilerine değil diğer her şeye bağlıdır; hiç bir şeyin tarih-aşırı bir mevcudiyeti yoktur ve sözde-nesneyi açıklamak bunun hangi tarihsel bağlama bağlı olduğunu göstermektir. Bu arada Foucault dört şey hatırlatır: ilerleme diyebileceğimiz bir vektör yoktur (örneğimizde sürü halktan çocuk-halka geçiş), itici güç akıl, arzu ya da bilinç değildir. Akılcı seçimler için tercih etmek yeterli değildir, aynı zamanda karşılaştırma yapılabilmelidir. Son olarak akılcılaştıran akılcılıklar imal edilmemelidir. Yani iki buzdağını karşılaştırırken birinin sualtında kalan kısmını gözardı etmemeli, eşyanın tabiatı diyip çarpıtmamalıyız, zira eşyalar değil sadece pratikler vardır. Bu evrende, asla aynı olmayan pratikler farklı noktalarda, asla aynı olmayan nesnelleştirmeler doğurur, daima değişen yüzler. Her pratik diğer tüm pratiklere ve bunların dönüşümüne bağlıdır. Her şey tarihseldir ve her şey diğer her şeye bağlıdır. Hiç bir şey eylemsiz değildir, belirlenimsiz değildir ve açıklanamaz bir şey yoktur. Bu dünya bilincimize bağlı olmak bir yana, onu belirler. Verili herhangi bir zamanda insan pratikleri tarih onları nasıl kurduysa öyledirler ve dolayısıyla verili bir anda insanlık kendisiyle upuygundur ki bu kesinlikle insanlığı pohpohlamak değildir.
Metinsel bir yapıtın mevcudiyeti üzerinden yazar aradaki ilişkiyi şu şekilde kurar:
Peki ya yapıt diye bir şey mevcut değilse? Ya anlamını sadece ilişki dolayımıyla kazanabildiyse? Ya hakiki olduğuna hükmedilen anlamı sadece yazarıyla ya da yazıldığı dönemle ilişkili olarak sahip olduğu anlamdan ibaretse? Benzer şekilde gelecekte atfedilecek anlamlar yapıtın zenginleşmesi değil de farklı ve birbiriyle yarışmayan başka başka anlamlarsa sadece? Ya geçmişteki ve gelecekteki tüm bu anlamlar bunları kayıtsız br biçimde buyur eden bir maddenin farklı bireyselleşmeleriyse? Bu durumda ilişki sorunu yapıtın bireyselliğiyle birlikte ortadan kaybolur. Çehresini zaman içinde koruduğu varsayılan bir bireysellik olarak yapıt diye bir şey mevcut değildir (sadece yorumcularından herbiriyle olan ilişkisi mevcuttur) fakat bundan hareketle yapıtın bir hiç olduğu da söylenemez; her ilişkide yeniden belirlenir yapıt;mesela kendi zamanında taşıdığı anlam müsper tartışmaların konusu olabilir. Diğer taraftan mevcut olan yapıtın maddesidir ancak bu madde, ilişki onu şu ya da bu şey haline getirmediği müddetçe bir hiçtir.
Cinsellik, iktidar,delilik,devlet ve daha bir dolu şey de mevcut değildir o zaman. (Baudrillard?) Nesne bizzatihi kendisi koşullanmış bir olaydır.
T. Negri ile birlikte Foucoult'dan hareketle pratik bir siyaset üzerine uzun yıllardır ter döken Michael Hardt analizini Kant'dan itibaren başlatıyor. Minoriteden çıkış, özerklik için çabalamayı demokrasi için çabalamakla birleştiren, düşünüp kendimizle ilgili kararları verdiğimiz bir duruma işaret ediyor. Potansiyel olarak içimizde barındırdığımız bu çıkışı gerçekleştirebilmek için Kant' için bir emir sözcüğü yeterlidir. Paradoksal olarak entellektüel ve toplumsal liderler, özerklik vaat ettiklerinde bile yalnızca otoriteleri olduğu için itaat yaratıyorlar. Burada Hardt Foucoult'ya danışır: Boyunduruğa alışmış olanlar, onları özgürleştirmek isteyen liderleri boyunduruğu yeniden inşa etmeye zorlarlar. Ve sonuç olarak, bütün devrimlerin yasası devrimi yapanların illa ki de onları özgürleştirmek isteyenlerin boyunduruğu altına girmeleridir. O zaman ilk anlamdaki minoriteden çıkışımız için, yani kendi adımıza düşünmek ve hareket etmek cesaretini edinmemiz, otorite karşısındaki edilgenliğimizi ve itaatkarlığımızı geride bırakmamız için aynı zamanda da ikinci anlamdaki minoriteden çıkmamız, yani itaati sürekli kılan hiyerarşiyi ve otoritenin toplumsal yapılarını yıkmamız gerekiyor. Diğer yandan Foucault'nun bu yönde Kant'ın görüşlerini koruduğunu ancak bunun yani evrensel özgürlük tasarısının eleştiri yerine militan felsefi ve politik pratik tarafından gerçekleştirebileeğini vurguluyor yazar. Yeni bir yaşam ve yeni bir dünya yaratarak yönetmeyi amaçlayan Militanlık kavramı ise özünü Kiniklerden alıyor. Minoriteden çıkışın iki anlamını öğrenebilmek için ise makaleyi tümüyle okumanız gerekecek artık.
Guattari makalesinde Deleuze ile birlikte yazdıklarının Foucault ile paralel noktalarından bahsediyor. Gösterenin özneyi başka bir gösteren için temsil etmesini öngören Lacan'ın görüşlerine muhaliflik gibi. Foucault'nun bedenin siyasi teknolojilerine, iktidarın mikrofiziğine, söylemsel polisliğe yönelik çözümlemeler;, Guattari, mikropolitika dediği şeye yani bizi iktidar oluşumlarından arzu yatırımlarına taşıyacak moleküler analize eşdeğer tutuyor. P. Zaoui'nin makalesi ise Deleuze ile Foucault'nun kıyasını tam da en olması gereken yerde gerçekleştiriyor. Deleuze coğrafyada, belirsiz ve yersiz-yurtsuzlaşmış kocaman yeryüzünde kaybolmayı denerken Foucault ise anonim ve sefil bir tarihte gerçek anlamıyla şöhretsiz olana kulak veriyor. Ölmek yerine yok olmayı öğrenme ihtimaline yani daha yaşarken yok olmayı nasıl denediklerine bağlanıyor her şey. Hangi yaşama sanatı aracılığıyla hangi arzu ve neşeleri (Deleuze), hangi hazlar ve talimlerle (Foucault) yokoluş meselesi anlam kazanmıştır? Öyle bir yaşama sanatı ki ölüm bile nihayetinde üzerine düşen rolü oynayabilsin!
Erkekler ciddi bir tavır takınır,hepsi giz şövalyeleridir. Ağırbaşlılık, ağız sıkılığı..Bakın ne kadar ağır bir yük altında eziliyorum derler ama sonuçta her şeyi söylerler ve bu pek matah bir şey de değildir. Buna karşılık her şeyi söyleyen kadınlar vardır, hatta korkutucu bir tekniklik içinde konuşurlar, ama konuşmalarının sonunda başında bildiğimizden fazlasını bilmeyiz, ivedilik ve berraklıkla her şeyi saklamışlardır
Mesele; kimlik karşısında anonimliği tercih etmek değil de bu alternatiften çıkmak; yine, görünür karşısında gizli olanı seçmek değil de sırrı, gizli ve görünür olan arasındaki karşıtlıktan çıkarıp onu hem görünmez hem saklanmamış hale getirmek olarak konduğunda üstteki alıntıda belirtildiği gibi cuk oturan bir örnek düşünemiyorum. Nihayetinde iki düşünür arasındaki fark Spinoza'dan hareketle çözümlenebiliyor: Spinoza'da arzu temel duygu-etkidir ama yalnızca kendinde var olmaz. Çünkü en birincil düzeyde ya neşeye (kudret atışı) ya da kedere (kudret azalışı) bağlı bir değişikliğe uğramış bulur kendini. İki düşünürün ortak arzusu ise yok olma arzusudur. Hiç doğmamış olsaydım'a yönelik temenni, Deleuze'de kişiselleşmemiş, inorganik ve kozmik o büyük yaşamın, ölçüsüz ve gayri-insani kudretine mümkün olduğunca katılabilmek adınadır. Foucault için ise söylemin, yeniden üretimin ve toplum savununusunun geniş düzenine katılmamak adına. Deleuze'de esasen olumlayıcı ve Spinozacı neşeler, yani büyüklüğün, bir çeşit zaferin, ölçüsüzlüğün,kendilikten daha yüksekte olanın neşesi: Focault'da kaçamak hazların, küçük iddiaların neşesi, her türlü derinlikten azade,yalnızca sahip olduğu farklı toplumsal konumların aynadaki aksinden ibaret bir kendilikle ilgilenmekten doğan neşe. Yokoluştan doğan Foucault'cu neşelerin Deleuze'e nihayetinde ancak kederler gibi görünmesi bundandır. Ve karşıt uçta Deleuzeyen yokoluş arzusunun son kertede Foucault tarafından bir buyruk ve görev olarak görülmesinin nedeni budur.
Stephen Collier, makalesinde Foucault'yu disipliner teknolojiden düzenleyiciliğe uzanan çözümlemelerinin tarihini izliyor. Biyoiktidarın düzenleyici gücünün disipliner teknolojiyi dışlamadığını, eklemlendiğini, bu iki kipin birbirinden bağımsız olmadığını  diğer yönetimsellik konusuna eğilmiş makalelerde olduğu gibi tekrar ediyor yazısında. Yalnız bu iki kipin eşbiçimliliğinin Güvenlik Toprak Nüfus isimli geç dönem eserinde heterojenleşip birbirine zıt hale geldiğini iddia ediyor yazar. Hapishanenin Doğuşunda Foucault egemenlikten disipline doğru bir geçişin analizini yaparken Toplumu Savunmak Gerekir'de ise egemenlikten normalleştirmeye geçişin. Normalleştirme = disiplin+düzenleyici iktidarken son dönemde egemenlik-disiplin-güvenlik olarak yeni bir dizi meydana getirir. Farklı iktidar teknolojileri arasında korelasyon örüntüleri olarak tanımlanabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder