30 Nisan 2012 Pazartesi

Pelican - City of Echoes (2007)

Şöyle nete baktım da bu albümden hoşlanan bir ben varım galiba. Albümü anlatılanın tersine enerjik de buluyorum, yeri geldiğinde sert de. Riflerin dolu dolu olduğunu da görüyorum o devasa bas sayesinde. Bateriste de hayran kalıyorum.Sonlara doğru soundda yumuşama ile birlikte zaten var olan akılda kalmama sorunu daha da depreşiyor. Hatta albümü kapatıp biraz nefes aldığınızda canınız cancağzınız tekrar dinlemek de istemiyor. Bu da belli başlı kusuru bu kaydın. Biraz da ruhsuz renksiz ne depresif ne hüzünlü ne neşeli fazlasıyla orta ayar. Bir kaç parça haricinde böyle de bir problemi var. Yine de dediğim gibi anlatılanları hiç haketmiyor. Biraz gayret gösterdikten sonra kulakların pasını silmeyi başarıyor. Konserine gittin mi, hayır. o da benden ötürü.

8,0--/10

29 Nisan 2012 Pazar

Garbage - Garbage (1995)

90'ların efsane rock albümlerini dinlemeye Garbage ile devam ediyoruz. Nirvana prodüktörünün kurduğu grup sadece soundu ile değil vokalin ses rengi ve tekniği ile de dikkat çekmişti. Albüm genelde orta tempolu şarkılardan oluşuyorken altyapıda grunge'ın etkilerini duyumsamak da mümkün. Derinlerde ta dernilerde... Baskın olanı ise alternatif rock diye tarif edelim özetle. İlginç olan ise endüstriyel tınıda bir elektronikanın ritimlere sızması. Örneğin muhteşem şarkı Milk tam bir trip hop atmosferliği sergiliyor. Grubun en önemli özelliği olan karakteristik vokal ise hep bir kuul hep bir buğulu söyleyiş tarzı sebebiyle negatif de ekleniyor. Bunu aşmak hatta ileriye götürmek de bestelerin güçlü melodik yapıya sahip olmasıyla aşılıyor. Ama bunu ilelebet yapabilmek elbette güç ki bu yüzden Garbage hala aynı Garbage değil popülarite anlamında. Diğer yandan yıllar önce tav olarak dinlediğim o fevkalade damar şarkıların, Only Happy When It Rains,Stupid Girl, Milk, Queer, şimdi aynı etkiyi vermediğine tanık olmak da oldukça düşündürücü. Her nasıl ki çocukluğumuzun baş döndürücü güzellikte çizgi dizileri, Clementine ya da haftasonları gittiğim matematik (ahh matematik! hala hiç sevmem seni) kursu yüzünden hep kaçırdığım, sonra da Arkadia Arkadia diye internette yıllardır arayıp nihayetinde isminin Kayıp Dünyalar olduğunu öğrendiğim o ürkünç dizi gibi, ya da bu kadar kötümser olmayalım Voltran, Lazeryon, Robotekleri tekrar izlersem yaşayacağım hayalkırıklığının o eski naif güzelim anılarımı yerle bir edeceğini biliyorsam burada da, yine yanlış anlaşılmasın bu şarkılar gayet güzel keyifli ve depresif (depresif nasıl keyifli oluyorsa artık), bu şarkıları ilk dinlediğimde içimin ürpermesine sebep olan aynı etkiyi hissetmediğimi söylemeye çalışıyorum. (cümle bitmedi yafu). Keşke zaman 90'larda dursaydı!

7,75-/10

27 Nisan 2012 Cuma

RETRO: Helloween - Judas (1986) EP

Bu EP'nin değişik değişik versiyonları mevcut. Bendekinde yer alan parçalar Judas, Ride the Sky, Guardians ve canlı kayıt olarak da A Little Time ile Dr.Stein. Açıkcası parça seçimi çok iyi. Hatta Dr.Stein bile canlı kayıt sayesinde eli yüzü düzgün hale gelmiş. Vokalin, Kai Hansen'in son kaydı, tizliği bazen cansıkıcı olabiliyor. Lakin zıpkın gibin fırtına gibin bir kısa albüm bu. Beğenilmemesinin imkanı izahatı yok.

8,0+/10

26 Nisan 2012 Perşembe

Opera IX - The Black Opera: Symphoniae Mysteriorum in Laudem Tenebrarum (2000)

Grup her albümünde ufak tefek değişiklik yaparak güncel kalmayı başarıyor. Bu 3. albümde de sound bir miktar modernleşmekle beraber bestelerdeki melodik yapı sürdürülegelmiş. Bununla birlikte dozaj olarak az olsa da o 90'ların ıscacık gotik ezgilerine keyboardda duymaya devam edebiliyoruz. Enerjik ve can sıkmayan şarkılar sayesinde 50 dakika hiç 50 dakika gibi gelmiyor dinleyene, 30 bilemedin 35 dakka. Özellikle Congressus Cum Daemone çok şık ve sıkı bir parça. Albüm İtalyanca bir parça içermesiyle diğrlerinden de farklılaşıyor. Üstelik sonda yer alan Bela Logosi Dead şarkısının, her ne kadar bestenin biraz düz olduğunu düşünmekle beraber, asıl sahibi Bauhaus'tan daha iyi yorumlandığını söylemek çok mu iddalı olur diye düşünüyorum. Vokali zaten çok güzelledik. Yani sevdiğim takip ettiğim gruplar arasında rahatça yer aldıklarını bu albümle birlikte dünya aleme ilan edebilirim.

8,25/10

25 Nisan 2012 Çarşamba

Robert Olen Butler - Cehennem

Gerçeküstü bir hikayeye sahip bu kitap oldukça grotesk bir eğlence sunuyor. Ünlü bir spiker, Hatcher McCord öldükten sonra da cehennemde ana haberleri sunmaktadır. Her daim kellesini kaybetmesine sebep olmuş olan kocası Kral bilmem kaç Henry'i sevecek olan Anne Boleyn (Tudors dizisi yani) ile birlikte yaşadığı cehennem her daim eziyetin çekildiği bir mekan olmasına rağmen klişe tasvirlerden uzak bir resim sergiliyor. Her zaman sıcak ve nemli, ancak günde bir kez ateşten sülfür yağmurları yağıyor. Acıyla canlı canlı yanan sokaktaki insanlar daha doğrusu meftaların vücutları yavaş yavaş tekrar meydana geliyor ve acılarını çekmeye devam ediyorlar. İntihar etmiş kimseler aynı acıları yaşayarak her gün ama her gün tekrar kendilerini öldürüyrlar. Buradaki eziyet daha çok psikolojik, kafada bitiyor yani. Hiç bir şeyi doğru yapamamak, hep bir hayalkırıklığı, hep geçmişe özlem ve anıları tekrar tekrar bir daha gelmeyeceği bilinciyle yaşama, Bu sıkıntıları çekmek için cehenneme gitmeye gerek yok halbuki. Üç aşağı beş yukarı içindeyiz zaten. Neyse, Hatcher cehennemden çıkış ümidi peşinde bir ucu şeytanın kendisiyle yapılan röportaja diğer yanıyla tarihte yer almış onlarca karakterin maksimum 1 sayfa süren kısa ama muhteşem iç çekişlerine (yani hayatlarını sorguladıkları retrospektif pasajlar) daha doğrusu iç sayıklamalarına uzanan bir maceraya atılıyor. Bill ve Hillary Clinton'dan şeytanın korumalığını yapan Hitler ve Stalin'e, bilindik bilinmedik bu yan karakterlere Hatcher'ın eski eşleri, ebeveynleri, konusu komşusu da dahil olunca isimler, onların hikayeleri ve anakonuya eklemlenen anekdotlar okumayı ilginçleştirdiği kadar zorlaştırıyor da. Traji komik dil yine de daral atmosferi tamamiyle dağıtamıyor. Sonunda Hz.İsa'nın cehenneme baskın yaparak destekçilerini kaçırdığı efsanenin cehennemde periyodik olarak mizansen şeklinde ortaya koyulduğunun ve insanların bunu unutarak her seferinde büyük bir ümitle sonradan paramparça patlayacak bir füzeye tıkışmalarının ifşası oldukça çarpıcı. Ancak Hatcher absürd bir şansla, belki de her cehennem ehline tanınan bir şans, boş bir hamburgercinin kapısının ardından kendi cennetini keşfediyor. Her istediğinin anında varolduğu bu ıssız kentte fazlaca da oyalanmadan cehenneme geri dönüp şeytanın hamamböcekleri tarafından tezahüratlarla karşılanacağı ana kadar ıssızlığına dayanabileceği bir cennet bu.
Kitabı tanımlayacak tek kelime sarsıcı olabilir herhalde.

24 Nisan 2012 Salı

Estrella Morente - Mujeres (2006)

Flamenco (öznelde flamenco nueva) nasıl bir müziktir arkadaş! Bu kadar sene nasıl da ihmal etmişim. Yıllar önce ilk Amon Amarth dinlediğimde yerimde duramaz olmuştum. Elime balta alasım, kafama boynuzlu miğfer (halbuki Vikinlerin böyle miğferleri yokmuş aslında ) takasım gelir yağmalanacak köy arardım çevrede. Tabi Anadolu köylüsünün karşısına böyle çıktığınızı düşünün. Çifteyi saçmayı münasip yerinize yersiniz artık. Şimdi de dinledikçe, özellikle La Gazpacho-La Repompa-La Tia Concha (evet aslında hepsi bir parça, potpuri olabilir), Zambra ve Yerma başta olmak üzere, yerimde zıplıyorum, bir oturup bir kalkıyorum. Ne tutkudur ne arzudur bu arkadaş! Ancak her şarkı böyle değil, tersine genel olarak temponun ağır olduğunu söylemek mümkün. Vokale alışmak da biraz zaman alabilir. Ancak pesteki duygulu performansı ses tonunun önüne geçiyor. Ayrıca bu bestelerin mantığını anladığımı da söyleyemeyeceğim. Sanırım pekçoğu beki de hepsi cover aslında. Araştırmaya erindim. En sondaki ünlü Fransız şarkısı Ne Mö Kötö Pua yorumu da tahminlerimizi destekliyor. Ancak arkadaş, bu yorum olmamış.

7,50/10

23 Nisan 2012 Pazartesi

Alcest - Les voyages de l'âme (2012)

Alcest, en iyi bildiği şeyi yapmaya devam ediyor. Dolayısıyla metale yakın durdukları kısımları, kantitatif olarak azalmakla birlikte, ayakkabı seyrettikleri reverblü dreamy atmosferli kısımlara göre daha çok tercih ediyorum. Misal  Faiseurs De Mondes güzelliğini büyük oranda albümün en sert parçası olmasına, albüme adını veren Les voyages de l'âme ise rifle birlikte başarılı parça kompozisyonuna borçlu. Ama en etkileyicisi benim için açıkcası 2. parça La Ou Naissent .. oldu. Nakarattaki ağlamaklı clean vokale hayran oldum. Sonuçta grubun 3. albümü bu. Kendi kurdukları türün sarmalı içinde kendi kurdukları alanda oynuyorlar. Bu yüzden gerçekten de grubun geleceğini merak ediyorum. Nereye kadar gider böyle?

7,50/10

22 Nisan 2012 Pazar

RETRO: Morbid Angel - Altars of Madness (1989)

Pek de sevdiğim ve takip ettiğim bir tür olmayan eski skuul death metalin ilk ve en etkileyeci yapıtlarından biri Morbid Angel'ın debüü albümü. Dikkatinizi çekerim yıl 1989. Alt-tür içinde çok da fazla değişiklik olmadığını gözönünde bulundurursak etki alanı daha iyi anlaşılabilir. Tercih etmediğim bir albümü neden tekrar dinlerim? RYM ve benim derleme/toplama obsesyonum kahrolsun. İlk dinlediğimde tek bir parçayı kavrayıp sevebilmiştim. Monarşiyle yönetilen bu albümün kralı onca yıla rağmen değişmemiş görünüyor. Lord Of All Fevers and Plague, türü ortadoğu kültürü ile sentezleyen gruplara ilham kaynağı olmuş bir parça olarak hala dimdik ayakta. Ancak şu an evreka modu yaşıyorum biraz. Çünkü diğer şarkıları da, yine de türün aşuğu değilim elbet, artık anlayabiliyorum. Sımsıkı ritimleri ile bateristin ya da sımsıkı rifleri ve kısa net sololarıyla gitaristlerin emeğine sağlık diyebiliyorum. Lord of bilmemne'nin hemen önünde ve arkasında sıralanan diğer birkaç parçayı da sevmeye başladığımı eklemem lazım. Yine de hatırımda Covenant kalmış. Takipçileri sevmiyorsa benim ilgimi çekecek demektir. Belki geçen seneki albümlerine de bir kulak vermem lazım, bu mantıkla düşünürsek benim için yılın albümü olma potansiyeli mi taşıyor ne!
Bir de bu albümü dinlerken aklıma Elder Scrolls'un bir pc oyunu geliyor. Darmadağınıklığı yüzünden yarıda bıraktığım RPG oyunun atmosferine çok güzel uyuyordu. Şartlandım koşullandım.

6,25+/10

20 Nisan 2012 Cuma

RETRO: The Blood Divine - Mystica (1997)

Grubun son albümünde bestelerin melodik yapıyı sürdürdüğünü görüyoruz. 70'lere dayanan keyboardın ağrılığı da devam ediyor. Şarkılar her ne kadar benzer hızlı ritimlere sahip olsa da iki albüm arasında bazı  incelikleri kaybetmiş görünüyor. Bu yüzden de ilk albümü dinlemiş biri için bu albüm biraz yüzeysel kalıyor. Yani daha güzelini daha iyisini daha hasını Awaken'da duymuştuk zaten demekten kendimi alıkoyamıyorum. Diğer cihette ilk kez dinleyecekleri ise böyle gotik rock, ham metal ( tonlar yumuşamakla beraber), 70'ler havasında gayet tatmin edecektir.

6,75+/10

18 Nisan 2012 Çarşamba

Michel Foucault - Büyük Kapatılma

Kitabı özetlemekten ziyade Ferda Keskin'in önsözüne kısmen de olsa yer vermek çok daha anlamlı olacaktır.
'..Foucault, akıl hastanesi, hastane ya da hapishane gibi modern kapatma kurumlarının 17. yüzyıla kadar var olmadığına dikkat çeker. Üstelik deliler, hastalar, suçlular ve çalışamayacak durumda olan ya da çalışmak istemeyenler başlangıçta hiç bir ayrım gözetilmeden aynı yere kapatılmışlardır. Foucault'ya göre bu büyük kapatılma sürecinin arkasında doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi bir neden vardır...Focault böylece kapatılmanın ikili bir işlev yerine getirdiğini söyler. Böyle bir ekonomik kriz anında aç kalan işsiz ve aylak kesimin başkaldırması tehlikesine karşı güvenli bir önlem almak ve kapatılmış olanların kriz geçtikten sonra ucuz ve kolayca denetlenebilir bir işgücü oluşturmasını sağlamak...Foucault'ya göre bu döneme kadar (17.yy) pratik anlamda hapishane diye bir kurum olmamıştır. Suçluların kapatıldığı hücreler kendi başına bir cezalandırma aracı değil, bir tür mahkeme bekleme odası olarak işlev görmüş; insanlar hücrelere başka bir şekilde cezalandırılmayı ya da özgürlükeelrine kavuşmayı beklemek üzere kapatılmıştır. Etkin bir önlem olarak kapatmaya ancak kapitalizm el emeği, işsizlik gibi sorunlarla karşı karşıya geldiğinde ve on yedinci yüzyıl Avrupa toplumları büyük isyanlarla tanıştığında başvurulmuştur. İsyanları bastırmak için bir ordu göndermek, insanları katletmek, yakıp yıkmak gibi eski yöntemler, aynı zamanda büyük toprak sahiplerinin vergi toplamasını da engelleyen genel bir ekeomik felakete yol açacak önlemler haline geldiğinde daha ekonomik ve etkili bir önlem ve cezalandırma tekniği olarak hapishaneye başvurulmuştur; çünkü hapishaneler nüfusun tehlikeli bir bölümünü feci ekonomik sonuçlara yol açmadan elemeye imkan tanımıştır. 17. yy da başlayan bu kapatılma pratiğinde 18. yy sonu ve 19.yy başında yani Fransız devrimi döneminde önemli bir değişim daha meydana gelmiş ve kapatılanlar içinde ayrım yapılmaya başlanmıştır: akıl hastaları tımarhaneye, gençler ıslahevlerine, suçlular hapishaneye...Ancak Foucault'ya göre başlangıçta bu tür bir ekonomik tasarruf işlevi görmek üzere geliştirilen kapatma teknikleri ve kurumları giderek daha pahalı ve verimsiz hale gelmiştir...Çalışamayacak durumda olan veya çalışmak istemeyenlerin tedavi ya da ıslah yoluyla çalışabilir hale getirilmesinin ekonomiye olan katkısı, bu amaçla yapılan harcamaların altında kalmaya başlamış; üstelik yapılan her türlü reforma rağmen bu kurumlar görünür amaçlarını gerçekleştirmede de ciddi başarısızlıklara uğramıştır.(Bu kurumlarda) ısrarın nedeni Foucault'ya göre kapatma pratiğinin güçlü bir toplumsal denetim sağlamak ve kapitalizmin ihtiyaç duyduğu işgücünü üretmek için görünürden çokdaha ince ve etkiki bir işlev yerine getirmesidir...Bu yeni teknik Foucault'ya göre kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği disiplin ve uysallığın insanlar tarafından benimsenip içselleştirilmesine ve gönüllü olarak uygulanmasına dayanır...Bu iktidarın uysallaştırma ve verimli hale getirme yöntemi ise şiddet ve bedensel zorlama değil, insanlara belli öznellik biçimleri dayatılmasına dayanır....Büyük Kapatılma başlığı altında toplanan yazılar Foucault'nun ..(özneyi kendi içinde bölen ve başkalarından bölüp ayıran pratikler anlamındaki) ikinci nesneleştirme kipi üzerine yaptığı çalışmaların kapsamına giriyor...Deli ile akıllıyı, hasta ile sağlıklıyı, suçlular ile iyi çocukları bölüp birbirinden ayıran sınıflandırmaları örnek veriyor. Kuşkusuz bu pratiklerde sözkonusu olan delilik, hastalık, suç gibi belli varlık veya davranış biçimlerinin sorunsallaştırılarak özel bir deneyim haline dönüştürülmesidir.(İnsanların onlar üzerinden tanımlanmış deneyim biçimlerini kendilerine dair hakikatler olarak görmesi ise bu deneyimlerin öznesi olmayı kabullenmeleri anlamına gelir. Böylece insanlar öznesi haline geldikleri deneyimlerin içerimlediği bilimsel, ahlaki, hukuki, siyasi normlara göre hareket eder ve kendini sınırlar).. Yani modern kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu disiplini içselleştirecektir...İnsanların delilik yada benzeri kavramlar altında tanımlanan varlık veya davranış biçimlerinin 18.yyın sonundan itibaren bir yandan psikiyatri, psikoloji vb. bilim alanlarına dönüşecek söylemsel pratiklerin, diğer yandan daha sonra akıl hastanesi adını alacak olan kurum çerçevesinde söylemsel olmayan pratiklerin nesnesi haline gelmesinin ve bu süreç sonunda deliliğin akıl hastalığı deneyimi olarak yeniden kurulmasının bir tarihidir...(Bu) aynı zamanda akıl ile akıl-olmayan arasında derin bir yarılmanın, deliliğin dışlanıp, kapatılıp, sessizliğe itilmesinin ve aklın akıl-olmayan üzerinde tek yanlı bilimsel (psikiyatrik, psikolojik) doğruluklarla bezeli ve normatif bir monolog üretmesinin de işaretidir.
Akıl hastalığının sakin dünyasının ortasında, modern insan artık deliyle iletişimde bulunmuyor.Ortak dil yok, daha doğrusu artık ortak dil yok..Aklın delilik hakkındaki monoloğu olan psikiyatrinin dili ancak böyle bir sessizlik üzerinde kurulabilirdi
..Foucault'ya göre hapishanenin asıl işlevi suçluları ıslah etmek değil, suçu sorunsallaştırarak suça eğimlilik adı verilen bir öznel deneyim kurmak ve iyi çocukları bu yeni ve bilimsel olarak tanımlanmış deneyimin içerimlediği normlara göre koşullandırmaktır. Foucault 19.yy Avrupasına özgü bu disiplinci ütopyanın eksiksiz biçimini Panoptikon kavramında bulduğunu söyler. İngiliz filozof Jeremy Bentham'ın ideal hapishane olarak tasarladığı Panoptikon, halka biçimli bir binadır, ortasında bir avlu ve avlunun ortasında bir kule vardır. Halka hem içeriye hem dışarıya bakan hücrelere bölünmüştür. Bu küçük hücrelerin her birinde, kurumun hedefine uygun olarak yazı yazmayı öğrenen çocuk, çalışan bir işçi, ıslah edilen bir mahkum, deliliği yaşayan bir deli vardır. Merkezi kulede bir gözetmen vardır. ..gözetmenin bakışı tüm hücreyi kat edebilir,..sonuç olarak bireyin yaptığı her şey gözetmenin bakışına açıktır, ..(gözetmen) kimsenin kendisini göremeyeceği şekilde panjurlar, yarı açık bölme pencereleri arasından gözlemde bulunur. Panoptikon aslında bir toplum ve iktidar türünün ütopyasıdır. Panoptikon'da gözleyenin kendisi gözlenenler tarafından görülmediği için gözlenenler tam olarak ne zaman gözlendiklerini bilemezler. Bu yüzden her zaman sanki gözleniyormuş gibi hareket etmek ve davranışlarını sınırlandırmak zorundadırlar...Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu disiplin, hapishanede ve benzeri kapatma kurumlarında geliştirilen bu teknik ve prosedürlerin tüm toplumsal kurumlara yayılmasıyla mümkün olmuştur...Büyük kapatılmanın gerçekleştiği asıl mekan insan ruhudur...'

Derrida ile tartışmaya girdiği Descartes okumalarının, Descartes'ın metninin de kitapta yer almamasına bağlı olarak oldukça havada kaldığını itiraf etmeliyim.Gövdem, bu kağıt, bu ateş isimli bu makale üzerinden özne inşasının temelleri atılıyor bir anlamda.
 'Delilik, kuşku duyan özne tarafından kuşku duyan özne olarak nitelenebilmek için dışlanmıştır.'
Konuyu somutlaştırmak için ilkel (ve o kadar uzağa gitmeye gerek yok köyleri ve köy hayatını şehre taşıyan küçük mahallelerdeki köyün ya da mahallenin delisi rolündeki insanlara gösterilen hoşgörüyü ve sahiplenmeyi düşünün) toplumlarda delilerin dışlanmanın tersine şamanist statülerle tanımlanarak pozitif anlamlara bile büründürebildiğini ekliyor Foucault. Bu eserde aynı zamanda Foucault'nun entellektüelizme takılıp kalmadığını özellikle toplumdan yalıtılıp bağları kopartılan güç koşullardaki Fransız tutukluların yaşamlarının iyileştirilmesi için kampanyalara aktif şekilde destek verdiğine tanık oluyoruz. Polis gibi iç güvenlik kurumlarının temelini burjuvazinin taşınmaz mallarını yağmacılara karşı korumak için tuttuğu adamlara kadar götürüyor Foucault. Ve sistemin hapishanelerden çıkan plebler ile işçi sınıfı arasına ayrımcılık tohumları ekerek hükümlüleri kendi sistemini koruyan adamlar haline dönüştürdüğünü ekliyor. Diğer yandan karşısına grev kırıcı , polis muhbiri, fedai olarak çıkarılan eski hükümlülere istinaden, işçi sınıfı bak uysalca çalışmazsan, aylak gezersen, kanunlara uymazsan sende hapishaneye düşersin ve sonun böyle olur tehditiyle sistem içine çekiliyor, burjuva ahlakı benimsetiliyor.
Oedipus tragedyası'na getirdiği çözümleme ile farklı bir noktayı öne çıkaran Foucault, sözkonusu metnin enseste dayalı libidal kompleksden ziyade iktidar hukuku konusundaki değişimi sergilediğini düşünüyor. İlkel toplumlarda kişisel anlaşmazlıkların sınama (bir yemin karşısında tereddüt gibi basit bir alamet bile olabilir) yoluyla çözülme tekniğinden sorgulama tanık gibi öğelerin başat önem kazandığı modern hukuka evrildiğini bu metinde izlerini görebiliriz der. Roma Hukuku ile ilk olarak sistematikleşen günümüz hukukunda kişiler arasındaki anlaşmazlıklar artık yukarıdan dayatılan bir adalete teslim edilir. Kendi dışlarında bir iktidarın çözümüne boyun eğecektir taraflar. Diğer yandan kurbanın yerine geçen savcı yoluyla siyasi iktidar bu sefer de masum kurban rolünü oynayacaktır. Kişilerin haksızlığa uğradığı düşüncesiyle ortaya çıkan anlaşmazlıklar soyut yasalara dayandırılıp yasa ihlali uğranılan haksızlığın önüne geçecektir. Dolayısıyla cezalandırma artık kurbana ya da yakınlarına yapılan suçu telafi etmenin ötesinde, devlete ve yasaya karşı işlenen saldırının  telafisini ister konumuna gelecektir. Panoptikon dönemiyle birlikte soruşturmayı da geride bırakıyoruz. Artık toplumun gözetlenmesi, incelenmesi, potansiyel yasa ihlallerin engellenmesi işlerlik kazanan kavramlar haline gelmiş durumdadır.
'Emeğin insanın somut özü olduğu, bu emeği kara dönüştürenin, aşırı-kara ya da artı-değere dönüştürenin kapitalist sistem olduğunu varsayan geleneksel Marksist analizin doğrudan kabul edilebileceğini sanmıyorum. Aslında, kapitalist sistem varlığımıza çok fazla nüfuz etmektedir. 19.yyda inşa edildiği şekliyle bu rejim, insanın çalışma gibi bir şeye bağlandığı siyasi teknikler, iktidar teknikleri bütününü hazırlamak zorunda kalmıştır; insanların bedeninin ve zamanının çalışma zamanı ve işgücü haline geldiği ve aşırı-karın olabilmesi için alt-iktidarın olması gerekir. İnsanın varoluş düzeyinde bile, mikroskobik, kılcal siyasi bir iktidar örgsünün,insanları üretim aygıtına bağlayarak, onları üretimin failleri, emekçiler yaparak oluşmuş olması gerekir.İnsanın çalışmayla bağı sentetik, siyasidir; bu, iktidarın yaptığı bir bağdır. Alt-iktidar olmadan aşırı-kar olmaz. Alt-iktidar diyorum; çünkü biraz önce tanımladığım iktidar söz konusudur, yoksa geleneksel olarak siyasi iktidar diye adlandırılan değil; ne bir devlet aygıtı, ne de iktidardaki sınıf sözkonusudur, bu, küçük iktidarlar, daha alt bir düzeye yerleşmiş küçük kurumlar bütünüdür.'

17 Nisan 2012 Salı

Mor ve Ötesi - Gül Kendine (2001)

Grubun çalışmaları ikiye hatta üçe ayrılır bıçakla kesilmişçesine. Eski böyledi, sonra popüler oldular, gittiler geldiler sentezdiler bıybıy bıybıy. Kategorize etmek işleri kolaylaştırıyor belki. Belki de böylesi gerekli. Bu albümü geç de olsa dinlerken ise karar veremedim.Gül Kendine'yi takip esound olarak elbette Dünya Yalan Söylüyor takip eder derken bir yandan diğer taraftan DYS'yi gayet uç bulabiliyorum. Lakin görebildiğim kadarıyla bu albüm oldukça tutarlı bir sounda sahip. Arada fark açarcasına öne çıkan parça bulunmaması parçaların birbirine fazlasıyla benzeşmesi sonucuna yol açsa da benim için sorun yok. Samimi, dingin ve sade şarkılar görmüş geçirmiş hissiyatı veriyor. Tam depresif değil, o ayakları geçtik birader tadında. Zamanlı dinlenebiletesi varmış yani.

8,50-/10

16 Nisan 2012 Pazartesi

Easy Star All-Stars - Radiodread (2006)

Günlerdir melodram müzik dinlemekten içim kıyıldı. Elektronik dinleyeyim keyfim yerine gelsin dediğimde seçtiğim albüm de Radiohead'in OK Computer'ünün baştan sona reggae lisanında yorumlandığı bu çalışma oldu. Bünye çekiyor ne yapayım. Her ne kadar sözkonusu proje Pink Floyd'un Dark Side of the Moon'u coverladıkları albüm ile daha bi sevilse de bu da güzel bu da can. Bir kere OK Computer'ı özlediğimin farkına vardım bu vesileyle. Nostalji yani. Diğer yandan bazı şarkılar sökülmüş tekrar kurulmuş ayrı bir anlam kazanmış. Misal Let Down. Geri kalanların bir çoğu orjinaline çok yakın yorumlanmış, bir kısmında da reggae ve indie rock arasında kan uyumu sağlanamamış. Yine de Paraniod Android, Karma Police, Subterranean Homesick Alien ve her daim favori parçam Exit Music güzel güzel riddimi tutturan parçalar. Farklı ve ufuk açıcı olması bile dinlemek için yeterli bir sebep.

7,0/10

15 Nisan 2012 Pazar

Mediterranea 1-6

İlk 6 sayısını okuduğum ve maceranın bir hayli sonlanmaktan uzak olduğu bu çizgi roman yüksek teknolojinin de sergilendiği alternatif bir antik Yunan dünyasında geçiyor. Hatta Türkler de İzmir şehriyle birlikte kısa süreliğine bu sayfalara konuk oluyor. Ve kötü resmedilmiyoruz. Çünkü tüm insanlığın düşmanı Aphritaslara karşı (ah, ah! yine sallıyorum bu isimleri) birlik olacağız inşallah. 6. sayı da yeni yeni tehlikenin farkına varıyor insanlık ama olsun. Elbet, hikaye sonlanır birgün. Aslen İtalyanların projesi olan bu kitabın hikayesi Alonisso etrafında ilerliyor. Alonisso, kendisi gibi kız olan ve enteresan bir ilişkide ortaklaştığı (bir sahnede neredeyse öpüşmek üzereler misal) Eleni, yerden bitme büyücü-alim-diplomat Auraki ve uçan bir robot eşliğinde ada ada geziniyorlar. Diplomatik görüşmelere çıkan bir gruplar aslında. Yoldayken rengarenk kanatlı peri kızı gibi yaratıklar özellikle Alonisso'yu ele geçirmek için saldırdığında ortadoğulu bir adam onu kurtarır. Konuyu araştırmak için Limnos'a vardıklarında ada saldırıya uğrar. Bu kanatlı insansı kızlar, Aloniso ve Eleni gibi tangalarla dolanıyorlar ortalıkta, arı gibi kovanlarda yaşayıp arı gibi bir hiyerarşiye sahipler. Arı gibi bal yaptıklarını zannetmiyorum ama. Adadayken kızlara bu doğulu alimin öğrencisi olan başka bir savaşçı yardım eder ve gruba katılır. Artık dünya Arphitasları öğrenmeye başlamıştır. Grubumuz da Atina'daki yüksek konseyi iknaya yola çıkar.
Çizimlere gelince Akdeniz'in ışığını yansıtmada başarılı aydınlık renklendirmeler ve fantaziye uygun perspektif çok güzel olmakla birlikte hala bu tonal ayrışmaların yaşanmadığı modern ve bilgisayara dayalı çizimler beni rahatsız ediyor. Ayrıca yapılan abartılı seçimler karşısında ağzımı kapatamıyorum. Göğüs görmekten mütevellit Hanzo rolündeki rahmetli Kemal Sunal gibi kendimi memememe diye tekrarlamaktan alıkoyamıyorum. Tamam, anladık, hedef kitleniz hayal dünyasında yaşayan genç ergen erkek çocukları ama göz çıkarmıyor musunuz? Günlük kıyafeti tanga ve bikini olan ve kare kare erotik sahnelerde resmedilmiş büyük cicişli kahramanlar! Kamera bir kıçlarına dönüyor, bir degajeden alıyor. Şaka gibi. Çizimlerin kalitesi belli bir yere kadar idare etse de hikayenin ucuzluğu bana bu kadar yeter dedirtiyor. İlk bir kaç sayısında okumaktan keyif almadım da değil hani.

Kafabindünya - Obi (2012)

Can-ı gönülden zombi olup dirilmesini istediğim bir Radar Live enstantanesi esnasında şanseseri duyup bu ne olaki diye kulak kabartmak zorunda hissettiğim, ve her ters giden işim gibi konserlerinin son 10 dakikası ile sınırlıydı bu kabartışım ve tabi ki ilk Radar Live'im de son olandı, performansları , kısacık süresine rağmen hem beni post-rock türüne hem de grubun kayıtlı işlerine yönlendirmeye yetmişti. Kayıtlı dediysem demo, internet vessair. Sonra Dallas gibi dağılmalar bayılmalar, yeniden kurulumlar neticesinde 10 yıl belki de daha uzun bir sürenin ardından ilk bandrollu böyle etiketli afilli albümlerini piyasaya sürdüler. Naturlich, kayıt eski, hatmettiğimiz şarkıları içeriyor. Bir de parantez açayım, grubu Mono'ya Mogwai'ye benzetirler. Şarkıların post-rock kalıbı, tonlar, tir tir titreşen gitar felan. Aslında bir kademe farklı olduklarını hissetmişimdir hep. Biraz daha yerel, dibinde gerisinde bıraktığı deneysel rock bir tat gibi. Zaten kendileri de bunu vurgulamışlar. Bu albümün ardından tarzlarını da değiştireceklermiş. Yani aslında bu albüm buraya kadar ne yaptık abicimin elde avuçta plastik kapta somutlanmış hali. Ne kadar doğru bilmiyorum ama açılış parçası Anger Circus ya da When We Were Young görece yeni parçalarsa eğer, ki önceki demolarda yer almıyorlar, belki bu sound değişikliklerinin ipuçlarını taşıyor olabilir diye büyütecimizi çevirdiğimizde biraz daha gürültülü ve ritmik olduklarını görebiliyoruz. Ama bence yeni tazrlarını daha sonra, eğer ayakta kalabilirse duyacağız. Tekno trans kıvamında birşeyler olmasın, Tanrı'dan tek dileğim. Gelenek olageldiği gibi herkes nasıl favori parçalarını sayıyorsa ben de belirteyim efendim: Hipnotizmanın can hali Yapılabilecek Bir Şey Yoktu, Binlerce Özür, İlk Buluşma ve Platonik Aşk. Neyse, parantez de kapanacak bir yer bulur kendine artık.

8,25/10

13 Nisan 2012 Cuma

Melanie Rawn - Ejderha Prens I - Ejderha Prens

Üçleme daha doğrusu altılamanın ilk kitabı maalesef okuyucuyu şaşırtacak seçenekler sunmada başarısız. Bu haliyle vasat, vasat kötü demek değildir ortalama yani, sıfatını fazlasıyla hakediyor. Her ne kadar hikaye isminde geçse de ejderha odaklı olmamasına rağmen (iyi bişi) ve elf-cüce değişik ırkları barındırmayarak emsallerinden farklı bir yerde dursa da (yani, iyi sayılır) ayrıca orada durmayarak hikayeyi entrikalarla zenginleştirse de (entrikalara kafam basmasa da bu da iyi) deneyimli bir fantasik okuru heyecanlandıracak öğeyi toparlayamıyor. Yoksa eli yüzü düzgün bir çalışma.Bu yüzden de türe başlayan okuyucuların ilk okunacaklar listesine, tiineyç kitaplarının hemen arkasına, dahil etmesi daha iyi olacaktır zannımca. Bu kitapta yazarın bayan olmasından kelli bir bayanın gözünde has erkek nasıl olur sorunsalının da Prens Rohan kişiliğinde gayet net cevaplandığını görüyoruz. Şiddetten nefret eden ama gerektiğinde çok iyi savaşan, tökezlese de eşi yani bir kadın sayesinde toparlanan, romantik mi romantik, eşine kulak veren, aptalca yaptığı daha çok libidal hataların arkasından pişmanlığını hemencecik ortaya koyan vs.. Yani gerektiğinde maçonun kralına dönüşebilen ancak güncel hayatta duyarlı nazik bir süpermen.
Orta çapta bir ada kıta değişik prensliklere bölünmüştür. Bir tanesini ise ki manipülatif bu karakterin ismi Roelstra büyük prens seçmişlerdir. Çöl prensi ise ejderlerle kapışmasında ölmüş ve oğlu Rohan iktidara geçmiştir. Her ne kadar deneyimsiz görünmekteyse de kendini ilmen de yetiştirmiştir Rohan. Kızkardeşi Milar, onun eşi Lord Chay en önemli destekçileridir. Ejderler ise gözalıcı hayvanlardan başka bir şey değil. Kendi aralarında dalaşan, üreyen, koyun sürülerini hüpleten. Gelenek olarak Çöl prensi tarafından avlansalar da Rohan buna da karşı. Sonradan yumurtalarının aslında altından olduğunu öğreniyoruz zaten. Altın yumurtlayan ejderha misali. Rohanın teyzesi ise bu kıtanın dini/büyüsel makamı Tanrıçanın tapınağını yönetiyor. İsmi Andrade. Bu Güneşefendileri güneşin ve ayın ışıklarını örerek birbirleriyle haberleşiyorlar, düşmanlarına ateştopu felan fırlatabiliyorlar. Ama dereden denizden geçerken hasta oluyorlar. Kendi kendilerine de biz prenslere yardım eder barışı sağlarız, politikaya karışmayız, insan hayatına tokunmayız diye sözvermişler. Ancak Andrade yıllar boyunca bir güneşefendisi prens için çabalamış. Kızkardeşini Çöl Prensi ile evlendirmesinin ve Rohanı da güneşefendisi Sioned ile evlendirmesinin amacı bu. (Güneşefendisi becerileri genlerle taşınabiliyor) Ancak Sioned ile Rohan zati birbirlerini delücesine sevmiştir. Babası ölünce Roelstra başta olmak üzere diğer pensliklerin kendi topraklarını elegeçrmesini önlemek için Rohan bir plan devreye sokar. Roelstranın kızları ile flört edecektir. Erkek halefi olamyan Roelstra ise kızlarından birini evlendirip erkek torun vasıtasıyla Çöl'e el koymayı düşlemektedir. Rohan hele bir erkek çocuk yapsın, sonra hayata gözlerini yumucaktır tez vakitte. Rohan ise kızlarla flört edip Roelstra'ya umut aşılarken anlaşmalarla kendi yerini de sağlamlaştırmaktadır. Roelstra'nın sarayı da entrika yuvasına dönmüştür. Metresi yine hamiledir. Ve yine kız doğurursa hayatından endişe etmektedir. Roelstranın önceki eşlerinden olma kızları Pandala ile Ianthe ise Rohan'ın eşi olmak için alavere dalvere içindedir. Sarayın güneşefendisi dranath denen uyuşturucuya alıştıralarak Roelstra'nın ve metresinin kuklasına dönüşmüştür.Metres bu kızlarla anlaşır. Doğum yapacağı esnada 4 hamile hizmetçi yanına taşınır. Erkek doğacak çocuk Roelstranın ilan edilecektir. Ianthe müthiş bir kıvraklıkla metres ve Pandalaya suçu atar.Metres diri diri yakılır.Andreda Pandala ile yeni doğan kıza sahip çıkar. Tabi bu arada Sioned ile Rohan evlenmiştir. Ancak Sioned güneşefendisi sorumluluğu ile prenseslik arasında bocalar. Sonra prenslik için asarım da keserim de noktasına varır. Aradan böyle bir vakit geçer. 6 sene felan. Veba dünyayı kasıp kavurur. Rohanın kızkardeşinin 3 tane erkek çocuğu büyümüştür. Ali, Veli, 49-50 diyelim şimdilik sonraki ciltlerde önem mahiyet kazanacaklar sanırım. Sioned'in kısır olduğu ortaya çıkar. Sonra savaş tamtamları çalar. Çölün eski hakimleri Merridalar (isimleri kafamda kaldığı kadarıyla sallıyorum) kuzeyden atağa geçerler. Ama öncesinde Ianthe, Rohanı kaçırtır, kendisine tecavüz eder! Erkek evladı olur sonra. Rohanı da salar. Sioned bir kaç kafadengiyle çocuk doğduktan sonra Ianthe'nin kalesini başına geçirir. Ianthe mefta, çocuğu ise sahiplenip Rohan'ın çocuğu olarak büyütürler. Adı Pol olur. Güneyde de Sioned'in abisi Syr Lordu Çöl tarafına geçer. Uzun ve zorlu bir süreçle Roelstra'nın ordusu bertaraf edilir. Roelstra ile düelloyu da kazanır Rohan efendi. Bu sırada ilk kez Sioned yıldızları gücünü kullanır. Roelstra tabi mefta. Bu savaş öncesi Pandala, Andreda'dan kaçıyor gibi yapıp babasına yardım eder. Aslında gizlü gizlü babasını yanlış yönlendirip Sioned'e bilgi sızdırmaktadır. Neticede babasının topraklarını Rohan'ın çocuğu büyütene kadar vekalen yönetmekle görevlendirilir. Rohan böyyük prens olur. Bayağı da yardımcı karakter mevcut, anlatmayalım hepsini gayri.

RETRO: Helloween - Walls of Jericho (1985)

Helloween EP sinin uzatılmış versiyonu olan grubun bu ilk albümü aynı tempoyu ve sıkı, işlenmemiş besteleri sergilemeye devam ediyor. İlginçtir bu EP'den hiç bir parça içermiyor. Farklı olarak da baladımsı diye niteleyebileceğimiz How Many Tears ile kulaklarımız bir ölçüde bayram ediyor. Lakin kısa bir albümde şukela duran ham vokali uzun solukla dayanabilmek çaba gerektiriyor. Sonuçta türün temellerinin atıldığı bu albümü dinlemeyi tavsiye etmek gibi EP'nin gerisinde kaldığını söylemek de benim için bir farz.

8,25+/10

12 Nisan 2012 Perşembe

Opera IX - Sacro Culto (1998)

Bestecilikte ve kayıtta amatörlükten sıyrılındığını ve hafif senfonik ve gotik dokunuşdan muzdarip melodik olmayan melodik black metal yapmaya devam ettiklerini söylemek mümkün. Okkült atmosfer özellikle üçüncü parça The Naked and the Dance ile tavan yapıyor. Sadece 3-5 brütal bayan vokal dinlemekle birlikte favorimin Opera IX vokali bayan Kadavra olduğunu da eklemem lazım. Bir sonraki albümde dinleyiciye ne sunduklarını merak etmemek de mümkün değil işin özü.

8,50/10

11 Nisan 2012 Çarşamba

Lana Del Rey - Born to Die (2012)

Verdiğim geçici rahatlıkdan dolayı özür dilerim. Bozulan bir bilgisayarın komplosuna uğradık. Arayı da müzikle doldurdum demek isterdim. Tersine müzikten de uzaklaştık. Öyle işte.
Lana Del Rey bu sene bayağı bayağı ses getiren bir isim oldu. Bununla birlikte ecnebi sitelere gözatınca hanımkızımızın pek bi eleştirildiğini görüyoruz. İndie taklidi yapan piyasalara oynayan sanal bir pop projesi olmakla felan suçlanıyor. Ki aslında sound günümüzün dumtıs popundan hayli uzak. Bu bile takdire şayan bir seçim aslında. Sonuçta şekilci insanlar da değiliz. Ne imajına ne de niyyetine takılıyoruz. Nihayetinde çıkan ürün kendini dinletiyor, bazı şarkıları hele dile pelesenk oluyor mu, yeter gayri. Özellikle ilk iki klibi, Video Games ve Born to Die gibi tüyler ürpertici parçaları örnek verebiliriz. Burada durmayarak iddiamı diğer şarkılara dek genişleteceğim. İlk 5 ve Million Dollar Man'in enteresan çıkışı ve bonus olarak Lolita. Bu kadar rahatlıkla şarkıların ismini zikredebilmemin sebebi şu ki, bu şarkıların hepsi aynı basit formülü izliyor, hatta ve de hatta birbirinin kopyası. Şarkılardaki baskın vokal tekniği bile aynı. Dolayısıyla hoşlanırsanız hoşlanırsınız. Beğenmediyseniz pek durmayın üzerinde, binbir tane albüm var, başkalarıyla şansını deneyin. Albümün farklı ve karakteristik bir yanı dengesiz bir karanlık yapıyı muhteva etmesi. Kuul bir atmosfer yani. Misal sözlerde bahar börtü böcekten, ki aslında tam da öyle değil, bahsettiğini varsayarsak sound aklımıza birbirini delicesine seven bir çiftin doğan güneşin umuduna sarınıp o güzelim bahar gününde mutlu mesut bileklerini kesip birbirlerinin üzerinde sigara söndürmek gibi nice işkenceyi takiben kendilerini tren rayına attıkları gibi enteresan görüntüler getiriyor. Sinister diyor ya ecnebiler. Öyle bir şey. Bir de nasıl Duffy, Adele, Amy Brit nostaljisi yapıyorsa Lana da nostaljinin amerikancası ile meşgul etmiş kendini.

7,25/10

5 Nisan 2012 Perşembe

Pelican - The Fire in Our Throats Will Beckon the Thaw (2005)

Neurosis, Isis gibi gruplar arasında en az dikkatimi çeken Pelican olmuştu. İlk dinlediğim EP'leri de beni o kadar sarmamıştı. Daha doğrusu biraz tatsız bulmuştum. Bu 2. ful albümleri de yine kolay bir dinleme sunmuyor. Popülerliğe, şablona teslim olmayarak klişelerin dışına konumlanıyor. Her zorda olduğu gibi keşfettikçe ehl-i keyif insanı oluyorsunuz. Özellikle ilk üç şarkı, başta March to the Sea olmak üzere, dikkatleri celp ediyor. Acayip orjinal işlere bulaşmamakla birlikte post rock/post metal arasında ince bir ayar tutturmuş gittikleri bu yolculuk bu ay sonunda İstanbul semalarında bir mola verecek. Bekliyoruz.

8,0-/10

3 Nisan 2012 Salı

Týr - The Lay of Thrym (2011)

Faroe adalarını duymuş olanınız var mı? Belki futboldan? Efenim, Danimarka'nın özerk bir bölgesi. İzlanda ile arasında kalıyor hemen. Ama İskoçya'ya daha yakın. 50 bin nüfus ya var ya yok. Dilleri yazılış itibariyle İzlandacaya telaffuz bakımından Norveççe'ye yakın.Koyun keçisiyle ünlü. Bir de Tyr'i ile. Progresif folk metal yaptığını bildiğim grubun bu son albümü ne o kadar progresif ne de bu kadar folk. Hatta death tarzında folk yapıyorlar diye bekliyorken yine ters köşelerden birine yattım. Ortada hızlı, gitar riflerinbaşı çektiği, bir hayli melodik bir power metal mevcut. Vokalin kendine has değişkenliğe sahip hoş sesiyle birlikte keyifli bir dinleme ortaya çıkıyor elbet. Dinlerken Sabaton'dan, Blind Guardian'a, Powerfolf'a hatta System of A Down'ı anımsatan vokal harmonilerine rastlamak mümkün, kısa bir süreliğine parça başına bu etkiler değişiyor. Bir yandan kendilerine ait bir soundu geliştiriyorlarken diğer yandan da ufak tefek farklılıklarla ilgi alakayı ayakta tutabiliyorlar. Ancak bu bestelerin akılda kalıcı olduğuna dalalet etmiyor ne yazıkki. Albümden en sevdiğim parça Nine Worlds of Love oldu. Ardından, Shadow of the Swastika, Hall of Freedom ve Ellindur Bondi.. geliyor.

7,50+/10

2 Nisan 2012 Pazartesi

Lost Dogs (Jeff Lemire) - More Than Human (Theodore Sturgeon, Alex Nino,Doug Moench)

Jeff Lemire ismindeki bir çizerin kendi imkanlarıyla yayınladığı bu grafik roman olabildiğince basit bir hikayeyi olabildiğince karamsar bir tabloyla buluşturuyor. Çizimler o kadar kaba ki, bir ressamın eline sadece kömür tutuşturup çizmesini emretmişiz gibi. Ee, ne var burda derseniz, ressamın her bir parmağını kırdığımızı hatırlatmalıyım. Dolayısıyla sadece siyah, beyaz ve kan kırmızısı renkleri barındıran çizimlerin şeker bayramı havasında olmayacaktır. Konu ise kısaca şöyle: Üç-beş adam kalınlığında ama karınca incitmekten imtina eden bir köylü abimiz eşi ve çocuğu ile mutlu mesut çiftliğinde yaşarken şehri ziyarete karar verir. Rıhtımda akşam karanlığına oyalanınca bir çetenin saldırısına uğrarlar. Karısı bir köprü altında tecavüze uğrar, kızının boğazı gözleri önünde kesilir. Kendi de tarumar denize atılır. Balıkçılar bulduğunda mecnın haldedir. Kafası tırlak yalnız bir adam tarafından sahip çıkılır. Daha doğrusu bu yaşlı adam karısının yaşadığını ve istediğini yapmazsa yerini söylemeyeceği konusunda şantaj ve hile yollarına başvurur. İstediği şey ise kimsenin yenemedeği bir merdiven altı dövüş kulübü maçına şampiyonu olarak katılmasıdır. Bu kırmızı beyaz tşörtlü mahzun arkadaşımız ise pasifist çıkar. Bir noktada kabul eder. Döüş esnasında tam yenşliyorken, çünkü elini kaldırmayı bile reddeder, tek yumrukla rakibine yeri öptürür. Karısının hastanede son anlarında yanında olur. Çıkışta ise bu rakip ve menajeri tarafından kaçırılır. Onu dövüştüren adamla birlikte bir yer altı mahzeninde zincirlenir. Onun adına dövüşmeyi eddedince bu menajer arkadaş her ikisini de pıçaklar. Son nefesini verirken kahramanımızı dövüşlere sokan yaşlı adam af diler. Kahramanımız, ölü bir kahraman haline dönüşerek tıpkı Gladyatör de olduğu gibi kızına öte dünyada kavuşur.

Bir insandan fazlası eh yani iki insan manasına tekabül eden More Than Human ise Theodore Sturgeon isminde bir yazarın 50'lerde best-seller olmuş bilimkurgu romanı aslında. 70'lerde ünlü dergi Heavy Metal desteğiyle çizgiye aktarılmş. İlginç bir şekilde yoğun yazıma da yer vermesi sebebiyle romanı hatmetmiş gibi de oluyorsunuz bir yandan.Özellikle psikolojik bir konu işlemesi ve dil olarak de edebi bir tavır sergilemesi okumayı hiç de kolaylaştıran etmenler olmuyor. Yine de konunun derinliği sayesinde akılda kalıcı bir okuma gerçekleşiyor.
Özet itibariyle bir grup gencin zihinsel evrim geçirerek toplum ile bağlarını koparması ve kendilerini tamamlayarak ayrı bir yaşam topluluğu meydana getirmesi etrafında hikaye genişliyor. Idıot isminde konuşamayan, insanları kelimelerle değil telepatiyle anlayabilen bir genç sonunda ormanda köşkte kalan bir kızla iletişime geçer. Fakat aşırı mutaassıp baba, çocuğu döver, kızı ve kendini öldürür. Diğer kızı da daha sonra kendini bu psikolojik dramadan kurtarmaya çalışır. Idiot, daha sonra yaşlı bir çift ile birlikte kalarak onlara yardım eder, üç beş kelime etmesini öğrenir, medeniyet görür. Gel zaman git zaman yaşlı kadın hamile kalır. Biz çocuğumuza bakacağız artıkın derler. Idiot ayrılır ormanda bir mağarayı eve çevirir. Bu sırada telekinetik yani eşyaları dokunmadan hareket ettiren 8-9 yaşındaki bir kızla (Janie) iki ufak siyahı ikiz kızkardeş onun yanına taşınır. Bu ikizler genelde çıplak dolaşmayı seven ve ortadan kaybolup başka bir yerde ortaya çıkma  yani kendilerini ışınlama yeteneğine sahipler. Bunlar da konuşamıyor aynı zamanda. Kendi aralarında bir tür organizasyon kurmuşken yaşlı çiftin yanına uğrayan Idiot, yaşlı teyzenin öldüğünü ve amcanın da hafiften tırlattığını görüyor. Bebekleri down sendromu ile doğmuştur, bakıma muhtaçtır. Bebeği de yanına alıp mağaraya dönüyor. Janie bebekle bağlantı kurup diğerlerine aktarabiliyor. İşin aslı bu bebek bilgisayar zekasına sahip biri yani organizmanın beyni olma potansiyeli taşıyor. Hikaye sonra Gery adındaki gencin bir psikologla seansına odaklanıyor aniden. Gery'nin ağzından Idiot'un Gery'i gruba dahil ettiğini ve bir süre sonra ölünce onun rolünü devam ettirdiğini öğreniyoruz. Idiot'un vasiyeti üzerine ormandaki köşkte kalan kadının yanına taşınırlar. Bu kadın babası tarafından öldürülen kızın ablasıdır. Ve Idiot'un ikna gücünün altında kütüphanelerde felan araştırma yaparak gruba bilgi sağlamaktadır. Fakat grubunun gittikçe normalleşmeye başladığını gören ve statüsü sarsılan Gerry kadıncağızı öldürür. Bu arada insanların zihnini ve anılarını emme gücü olduğunu kavrar. Son bölümde ise aradan yıllar geçmiştir, ordudan delirip atılan Hip ismindeki mühendisin Janie tarafından sahip çıkılarak yavaş yavaş iyileştirilmesini okuruz. Zira Gerry onu bu hale getirmiştir ve Janie artık grubun izlediği yoldan tiksinmektedir. Hip, dünya tarihini değştirecek bir anti-yerçekimi edevatını bulmuştur. Bu edevat ise bebeğin direktifleri doğrultusunda Idiot tarafından yapılıp bir yerlerde unutulmuştur. Amacı yani güç arzusu için her şeyi yapmak isteyen Gerry ise bebekle irtibata geçebilmek için Janie'ye ihtiyaç duymaktadır. Bu alet edevatı bulmaması için her şeyi yapmıştır.Sonunda Hip de terazinin kefesini dengeleme amacıyla ahlaki yüzü olarak gruba dahil olur.
Çizimler detayı oşvermişliğiyle biraz İtalyan çizgisini ve 70'lerin renkli/hipnotik/saykedelik geçmişini sık sık yansıtsa da hiç fena değil.