31 Mart 2016 Perşembe

Mahmoud Ahmed & Imperial Bodyguard Band - Éthiopiques 26 (2010)

Bilemiyorum, çok da ısınabildiğimi söyleyemeyeceğim. Ya Etiyopya musikisine dinledikçe fazlasıyla alıştım ya da bu kaydı fazlasıyla standart buldum. Bir kaç şarkı dışında heyecanlandırmaktan uzzak olduğunu gözönünde bulundurursak ikinci şık ağır bassıyor sanki. Ever evvet, öyle olmalı.
Alem Alem, Esset Mera...

6,75+/10

30 Mart 2016 Çarşamba

Stromae - Cheese (2010)

Ebeveynlerinden biri Afrikalı olan Belçikalı şarkıcı doksanların havasını günümüze oldukça etkili bir şekilde taşıyor. Hepimizin bildiği bu albümde de yer alan Alors on Dance ismini taşıyan hit şarkısının yanısıra diğer parçalarda da hiphopa yakın vokal performansı, elektronik house düzenlemeleri ve doksanların popuna referansların bir birleşimi sözkonusu. Dolayısıyla benim için şeker gibi tatlı bir kayıt oluyor. Ta ki boğazda gıcık yaratana dek. Çünkü vokalin çeşit çeşit tonlamalarında, her ne kadar dilinden anlamasak da farklı bir duyguyu alıyoruz. Topluma eleştirel bakışın dillendirildiği şüphe götürmez bir gerçek ki sadece "haydin dansa" diye çevrilebilecek ismi hemencecik üstte geçen bu hit şarkının sözlerini kurcalamak bile yeterli. Sadece bu şarkı değil Te Quiero, Peace or Violence gibi hiç de boş olmayan şarkılar mevcut. Yine de tüm bu olumlululu özellikler albümün bir pop-dans kaydı olma gerçeğini değiştirmiyor. Çok dinleyince bir balon köpüğü elinizden kaçabilir.

7,0/10

28 Mart 2016 Pazartesi

Giovanni Marradi - Come Back to Me (1995)

Çocuk olsam, hastayım desem burnumu çekiştirerek, bir iki kuru öksürük, çeksem yorganı başımı kaplayana dek.
Evet, büyüdük ve ömrümüzü iş kapılarında tükettik, gözümüzün yaşına bakmıyorlar vallahi. Neyse, yeter bu kadar sızlanmak, ağlamak. Önceki albümdeki hatta yürümeye devam ediyor Ciovanni usta. Henüz new age synthlerine tutsak olmamış durumda.dır. Hala yeni-güzel melodiler yaratmayı becerse de etkileyicilikleri kademe kademe azalmakta.dır.Biri hariç.dir: Just For You. Romantizmin taçsız piyanistinin bu albümdeki kral şarkısı bu oluyor efendim.dir.dir.dir.

6,75+/10

27 Mart 2016 Pazar

Son Feci Bisiklet - Son Feci (2013, EP)

Ekşisözlüğün geleneksel bilmemne rezaleti başlığına malzeme olan bir davranışla grup öne çıksa da biz sadece müziğe bakıyoruz, bunlar şunlar mevzu bahis yapılmayacak ki 'bence herkes yanlış' dememek için kendimi zor tutuyorum ki aa demiş bulunmuşum. İlk tamtakım albümlerini çıkarmadan önce dicital ortamlara salıverdikleri bu kayıt yedi parça içeriyor. İlk dönemlerinde elimizde şöyle şöyle güzel şarkılar var, hadi kaydedelim anlayışıyla olsa gerek belli bir tutarlılık sorunu yaşansa da bunun çok da derin kesiklere sebebiyet vermediğini söylemek lazım. Bir kere diğer indie rock gruplarının tersine elemanların, genel olarak daha canlı ve ritmik bir altyapıda anlaştıkları duyuluyor. Bu hoş olmakla birlikte tezat şekilde kaydın en güzel şarkısı akustik bonus Bikinisinde Astronomi oluyor. En azından benim için. Grup, ilginç ve farklı ve zekice sözler yazmak gayretinde. İyi hoş ama bir kaç damla taşmış gibi, bana fazla geldi. Zurnanın zırt dediği yere gelmek gerekirse; vokal. İyi-kötü tanımının dışında ki bu örnekte vokalin bestelere uygun düşen anlık etkileyici performans sergilediği de inkar edilemez; ses rengi, telaffuz gibi etmenlerle birlikte düşünürsek bazı vokalleri dinleyebilmek için kişisel katlanma katsayınızın da yüksek olması gerekli. Misal; Redd grubunu sırf bu sebeple dinleyemiyorum. Amma tartışmalı bir vokal olan Robert Smith'in mikrofon başına geçtiği The Cure, gayet sevdiğim bir gruptur. Son ve Feci ve Bisiklet için de ibre negatife doğru kayıyor. Her ne kadar sıradanlıktan uzaklaştırsa da grubu Son Feci Bisiklet yapan bu karakteristik özelliği, önlerinde duran en büyük engele dönüşüyor. Eğer kitleselleşmek umurlarındaysa tabi.

6,75-/10

26 Mart 2016 Cumartesi

Memduh Şevket Esendal - Ayaşlı İle Kiracıları

Tahmin ettiğimden daha az baskı yapmış bu roman getirdiği toplum eleştirisi ile ilginç bir yerde duruyor. Cumhuriyet değerlerini ahlaki erozyon olarak yorumlayanların tefe konduğu bu roman yazıldığı parti devleti döneminde ödül dahi almış. İşin merak uyandıran kısmı ise yazarın yönetiminde yer aldığı partideki politik duruşu.
İsmi anılmayan genç ve başarılı bir bankacı, pansiyon olarak işletilen bir apartman dairesinde oda kiralar. Diğer odalardaki kişilerle, gidenlerle kalanlarla tanışmaya başlayıp samimiyeti arttırdıkça biz de onlarca kişinin endam ettiği bir podyuma davet ediliriz. Yalnız bu durum kafa karışıklığı yaratmaz, karakter tahlilinin yapıldığı paragraflardan ziyade bu kişileri bankacının yorumlarıyla ve yaptıklarıyla,edimleriyle tanırız. Zaten yer yer deyimlerle de süslü kısa diyalogların yoğunluğunu da düşünürsek roman, bu bol karakter sorununun önüne geçmesini biliyor. Bankacımız komşularıyla haşır neşir oldukça kumarın, zinanın, sadakatsizliğin, rüşvetin hakim olduğu bir dünya içinde kaybolmaya başlar. Doktor arkadaşının o evden ayrılıp birisiyle evlenme tavsiyesini de hep gözardı eder. Bankacının gözlemlediği gibi arkadaşı sonra bizzat o kızla evlenecektir. Turhan isminde odasını kumarhane gibi işleten evli bir kadınla yürüttüğü ilişkisi kadının işlerini büyütüp kumarhaneyi bir daireye taşımasıyla son bulur. Sonrası çorap söküğü gibi gelir, evden ayrılanlar, hasta olanlar, faili meçhul bir cinayet ve nihayetinde sevdiği bir tanıdığı olan Hasan abisinin ağır hastalanması. Ölüm döşeğinde vasiyetine uyarak Hasan'ın kızına sahip çıkar ve kızıyla yakınlaşmaya başlar. Kitabın vurgusu aralarında filizlenen bu aşkın dış görünüşe dayanmamasıdır. O dönemde yazılan diğer romanlar gibi akıcılık ve didaktizm sorunu yaşasa da farklı karakterler sayesinde göz önüne serdiği farklı sorunlara ince değinmeler metni zenginleştiriyor. Sonrasında bir tiyatro oyunu izlemişsiniz hissine kapılmamanız mümkün değil.

8

25 Mart 2016 Cuma

RETRO: Doro - True at Heart (1991)

Tam bir 'dönem hard rock' kaydı. Urfalı Doro, isot kokan buğulu sesiyle bolca balad söylüyor. Eski metalci günlerini aratıyor olabilir, küsmeye darılmaya hiç gerek yok. Bu şarkılarla da yüreğimize hitap etmesini biliyor aplamız. Bir bakıyorum da yöneldiği bu duygulu halini daha çok sevmişim. You Gonna Break My Heart olsun, Even Angels Cry olsun, ne bileyim I Know You By Heart olsun güzeller yani.

7,50+/10

23 Mart 2016 Çarşamba

William Shakespeare - Macbeth (çizgi roman)

Uzun zamandır çizgi roman okumamıştım. Geri dönüşü hayatta okumayacağımı bildiğim Şekspir uyarlaması ile yapıyorum. NTV bi aralar sıra sıra bunun gibi bir çok klasik eserin çizgi roman versiyonunu bastırıvermişti. İşte İskoç kralının en güvendiği kumandanlarından biriymiş bu Macbeth. Hainlik yapmış, ilk önce kralı sonra arkadaşlarını öldürerek tahta oturmuş. Anlamadığım ecüş bücüş cadılar büyü lanet işinde mastır çalışmaları felan yaparkene millet, tırt olmuş yeni krallarına. İşin içine dış güçlerden İngilizler de müdahil olmuş. Eski kralın oğlu başlarında bir orduyla Macbeth'e selam etmişler. Bu Macbeth ile karısı yaptıkları kötülüklerden böyle efsunlara felan karışmışlar, kafayı iyice tırlatmışlar zaten. Sonları da bu noktadan sonra tahmin edileceği gibi pırt, ötedünyaya acele kurye.
Son sayfalardaki bu eserin yazılış hikayesi ve tarihteki gerçek olaylarla kıyası oldukça faideli. Hatta çizgi romandan bile daha fazla ilgi çekici.

7

21 Mart 2016 Pazartesi

Visigoth - The Revenant King (2015)

Ağızlara çaldığı doomvari epik heavy metal lezzeti ile eski kafa metalcileri zevkten dört köşe yapan bu albüm, nedense benim üzerimde aynı etkiyi yaratmıyor. Promosyon stikırında belirttiği gibi Iced Earth, Manowar ama en çok da Grand Magus, Manilla Road, Brocas Helm, Omen gibi grupların dinleyicine hitap ediyor, aslında bunun ötesinde fazlasıyla izlerini taşıyor. Keyboardı kullanmadan harmonik olarak belli bir amosferi yaratabilmeleri artıları. Onun dışında nakaratlarda kafayı sallayıp yumruğunuzu göğe dikeceğiniz tam bir heavy metal albümü. Vokal dahil, hani şöyle bir farklılık var, şöyle bir imzalarını atmışlar diyebileceğim herhangi bir şey yok. Her şey güzel, her şey beklendik şekilde. Kısacası tam bir standart albüm. Şarkılar bir de uzun. Kısa olamaz zaten. Ayrıca Manilla Road coverı Necropolis'i dinlerken grubun bestelerinin bir miktar ağır kaçtığının, vokalin bir miktarcık diyaframını zorladığının, bir miktar eze eze söylediğinin farkına daha rahat varıyorsunuz. Tabi ki grubun diğer elemanlarına kıyasla baterinin de bir miktar geride kaldığını sezinlemek mümkün. Nihayetinde damla damla göl buharlaşıyor, çöl oluyor. Eski grupları yadetmeyi hakkımı kullanmak istiyorum efenim.

6,50/10

20 Mart 2016 Pazar

Frederick Copleston - Felsefe Tarihi Cilt 4 Çağdaş Felsefe: Kıta Ussalcılığı

Avrupalı felsefecilerden Pascal, Malebranche,Spinoza ve Leibniz'in konu edildiği bu kitap çöp kutusuna atılmayı haketmiyor. Dili zor, TDK'da bile olmayan öztürkçe kelimeler var. Ama İdea Yayınevi sitelerine bir sözlük ekleyerek gayet de yardımcı olmaya çalışmış.
http://www.ideayayinevi.com/2014/sozlukler/sozluk_copleston.php
Yalnız gereksinimimiz İngilizce-Türkçe değil de bilakis aynı dil arasında tercüme yapmaya dayanıyorsa, benim de bir yardımım dokunacak:

özdeksel:materyalist
belit:aksiyom, kendiliğinden apaçık olan ve diğer önermelerin temel dayanağı olan temel önerme
yetke:otorite
görgül:ampirik gözleme dayalı
tanıtlama:ispatlama
tansık:mucize
türe:töre,gelenek
tüze:hukuk,adalet
örgen:organ
ınak:dogma
ıra:karakter
an:zihin
anlık:anlama gücü
pekin:kesin
uslamlamak:akıl yürütmek,muhakeme,tümevarım
devim:devinim,hareket,ruh durumları arası geçiş
iveğen:çabuk,aceleci
sağın:doğruluk
sakınım:tedbir,ihtiyat
bengi:sonsuz,ebedi
ki belgitlenecekti:gösterilmek istenen şey de buydu
törebilim:etik
sayıltı:varsayım
saltık:mutlak
etker: etki üretme gücü/potansiyeli taşıyan
monad: teklik,bütünlük,töz

Pascal demiş ki: Tanrının varoluşunun felsefi tanıtları yalnızca katılaşmış tanrıtanımazcıyı inandırmak için yetersiz olmakla kalmayacak, ama erişilecek bilginin İsa olmaksızın Tanrı olması ölçüsünde ayrıca yararsız ve kısır da olacaktır. Deizm olacaktır ve deizm Hristiyanlık değildir. Mutluluk ne içimizde ne dışımızdadır, Tanrıdadır. Bu yüzden filozofların kendi içinize çekilin, iyiliği orada bulacaksınız demeleri yararsızdır. Felsefi düşünce yoluyla gerçek türenin ne olduğunu açıkça biliyor olsak bile tanrısal kayra olmaksızın onu yerine getiremeyiz. Filozof insanları sadece inançlı olmaya değil Hristiyan olmaya ikna etmeyi hedeflerken felsefe ve din arasında da bir çizgi çekiyor.
Malebranche demiş ki:örneğin kolumuzu devindirme istencimiz ile kolun devimi arasında hiçbir zorunlu bağıntı yoktur. Biz istediğimiz zaman devindiği ve böylece kolumuzun deviminin doğal nedeni olduğumuz doğrudur. Ama doğal nedenler hiç de gerçek nedenler değil ama yalnızca vesile nedenlerdir ki bunlar yalnızca Tanrının istencinin gücü ve etkerliği ile işler. Bu yüzden Tanrının kolumu benim kolun devinmesini istemem vesilesi üzerine devindirdiği vargısını çıkarmamız gereklidir. Tanrı öyleyse tek ve biricik gerçek nedendir. Tanrı kendi görkemini birincil ereği olarak ister ve yaratıkların sakınımını salt kendi görkemi için ister.
Spinoza ise Tanrı'yı dünyadan ayrı görmeyerek savunduğu panteizmin işaretlerini verir. Tanrı'yı doğa ile özdeşleştirir. Sonsuz töz sonsuz sayıda yükleme iye olmalıdır. Bir şey ne denli olgusallığa ya da varlığa iye ise, iye olacağı yüklemler de o denli çok olacaktır. Sonsuz bir varlık öyleyse iyi bir yüklemler sonsuzluğuna iye olmalıdır. Ve sonsuz yüklemleri ile sonsuz bu töz Spinoza tarafından Tanrı olarak adlandırılmaktadır. 'Tanrıyı saltık olarak sonsuz bir varlık, her biri bengi ve sonsuz özü anlatan sonsuz yüklemlerden oluşan bir töz anlıyorum' Eğer Tanrı doğadan ayrı olsaydı ve eğer Tanrı'dan başka tözler olsaydı, Tanrı sonsuz olmayacaktı. Evrik olarak eğer Tanrı sonsuz ise başka tözler olamaz. Varolan her şey Tanrıdadır ve hiç bir şey Tanrı olmaksızın varolamaz yada kavranılamaz. Sonsuz kiplerdeki sonsuz şeyler zorunlu olarak tanrısal doğanın zorunluğundan çıkmalıdırlar.
Spinoza'nın diğer bir önermesi ise anlar ve bedenler dizgesinin ayrılığını reddetmesidir. Bizim tarafımızdan iki yolda kavranabilse de aslında salt bir düzen vardır. İnsan an ve bedenden oluşur; ama insan bedeni uzam yüklemi altındaki bir kip olarak düşünülen insandır, ve insan anı düşünce yüklemi altındaki bir kip olarak düşünülen insandır. Bunlar öyleyse tek bir şeyin iki yanıdırlar. Dolayısyla ruh ve beden arasındaki etkileşimi araştırmak anlamsızdır. İlintili şekilde anın ölümden sonra ayrı bir kendilik olarak sonsuz bir süre sürmesi de olanaksızdır. Ayrıca Spinoza, yaratımda Tanrının bir amacının aranmasını da doğru bulmaz. Spinoza, dünyayı insanın rahatlığı için yapılmış olarak düşünmemiz için de bir neden bulmuyordu. Çünkü insanların eksiklikler ve kötülükler dedikleri şeyler ancak insan bakış açısından böyledir, der.
Her şey kendini korumaya ve güç ve etkinliğini arttırmaya eğilimlidir. Daha büyük bir eksiksizlik durumuna geçişin bilinçteki yansıması haz (laetitia) olarak adlandırılırken, daha alt bir eksiksizlik durumuna geçişin bilinçteki yansıması acı (tristitia) adını alır. Spinoza, iyi dendiğinde her tür hazzı doyuran ve isteklerimizi gerçek kılan şeyleri, kötü ile de acıyı ve isteklerimizi boşa çıkaran şeyleri algıladığını belirtir. Dolayısıyla bu yargı herkesin kendi öz duygusuna göre varolur. Ayrıca tüm duygular temel istek, haz ve acı tutkularından türemektedir. Bununla birlikte Spinoza anlağı tutkuların köleliğinden özgürlüğe giden yol olarak tanımlar. Anın en yüksek iyiliği ve erdemi olarak Tanrıyı bilmesini öne koyar. Örneğin acının nedenleri anladıkça, o bir tutku olmaya yani acı olmaya son verir, yani acının nedeni olarak Tanrı'nın görülmesi ölçüsünde sevince ulaşılır. Gerçekte Tanrının insanlar için sevgisi ve anın Tanrıya doğru anlıksal sevgisi bir ve aynı şeydir. Burada hatırlanması gereken şey ise Tanrı'nın ayrı bir varlıktan çok yine doğa ile özdeşleştirildiğidir.
Doğal hak, ancak istek ve güç ile sınırlıdır. Diğer bir deyişle doğa ancak elde etmeyi yada yapmayı istemediğimizi ve elde etmeye yada yapmaya gücümüzün yetmediğini yasaklar. Politik sahada ise filozof insanların karşılıklı yardımlaşma yoluyla zorunlu bir sözleşmeye varmaları gerektiğine kanaat getirmiştir.
Leibniz ise görüşleri ile Hristiyanlığı birleştirme çabasına girmiş bir filozof. Gerçeklik üzerine detaylı çalışmalarında us ve olgu gerçeklikleri olarak ayrıma giderek çeşitli ilkeleri tanımlamaya çalışmış. Karşıtlıkları olanaksız zorunlu olanlar us gerçeklikleri, olumsallığa dayanan ve karşıtlıkları olanaklı olanları ise olgu gerçeklikleri olarak tanımlar. Us gerçeklikleri varoluşsal yargılar olmamakla beraber tek istisnası Tanrı vardır önermesine sahiptir. Çünkü Tanrının olanaklı olduğunu bildirmek Tanrının var olduğunu bildirmektir. Tanrı, yaratmak için olanaklı dünyalar arasında özgür bir seçim yaparak bizim dünyamızı seçmiştir. Burada eksiksizlik ilkesi devreye girer. Tanrı insanı öyle bir yolda yaratmıştır ki insan kendi için ona en iyi görüneni seçmektedir. Yaratılış zorunlu değildir ama eğer Tanrı yaratıyorsa pekinlikle ama gene de özgürce olanaklı en iyi dünyayı yaratmıştır.
Görgül şeylerin kendilerinden oluştuğu yalın tözleri Leibniz, monad olarak tanımlar. Bir nevi doğanın gerçek atomları, şeylerin öğeleridirler. Metafizik karakterdedirler.
Leibniz'e göre Tanrı evrenin uyumunu şeylerin başlangıcından önce saptamıştır ki ondan sonra doğa fenomenlerinde her şey ruhların ve cisimlerin yasalarına göre kendi yolunda gitmektedir.
Kötülük metafiziksel, fiziksel ve ahlaksal olarak üç alt başlıkta tanımlar. Metafiziksel olan insanların yaratılmış varlık olarak eksikliğinden kaynaklıdır.
8

19 Mart 2016 Cumartesi

Peyniraltı Edebiyatı #33 - Artistik Bellek # 8 - Nisyan #12 - Parende #12

Peyniraltı Edebiyatı


Küçükken ufacıkken Varolmayan Şövalye'yi okumaya çalıştığımı hatırlıyorum. Hala Jules Verne, Kemalettin Tuğcu döneminde olduğum için bi hayli ilginç ve okuması zor geldiğini de...Bitirip bitirmediğimden de pek emin değilim. Şu an ise Italo Calvino'nun Görünmez Kentler'ine merak saldım. Okumadım, elimde basılı nüshası bile yok. Ama bayağı bir beklenti içine girdim hoşlanacağıma dair. Haydi hayırlısı!
Kapak,efendim, pek bir kuul. Meriç Tuna'nın ve Emre Ocaklı'ın hikayeleri oldukça sürükleyici,

Ne yazık ki ölü
Ne yazık ki ağaçtandır
ıslak tahta bar masası üzerinde uzanmakta hala,
uzanacak.

Artistik Bellek


Dergiyle ilk kez solda da yer verdiğim,çok sevdiğim Orhan Veli'nin ikonik fotoğrafını kapak yaptığı sayısıyla tanışıyorum. Tabi, tesadüf değil, dosya konusu pek çok sevdiğim şair Orhan Veli'nin bizzatihi kendisi. Çok işlenmiş, popüler taleplerle uyuşan tartışmalı bir başlık. Dergi, sadece Garip analizleri ile değil şairin mektuplarına, öykücülüğüne değinmesiyle, şair üzerine Yalçın Armağan ile yapılan bir söyleşiye yer vermesiyle farklılaşmaya çalışmış. Ayrıca eski bir dergiden alıntılanan Sait Faik ile Orhan Veli söyleşisi oldukça keyif katıyor sayıya. Dergide öne çıkan bir köşe 5 soru 5 yazar başlığını taşıyor. Yekta Kopan ile yapılan söyleşiye ben olsam hiç yer vermezdim, iyi olmadığını düşünüyorum. Şiirlerde ise genel olarak romantik bir tat öne çıkıyor.

Nisyan


Nisyan dergisi ile de tanışma şerefine 12. sayısı vasıtasıyla nail oluyorum, eski bir tablo veyahut çizim ile kapaklarını süslemişler. Sade ve çarpıcı... Derginin içeriğine baktığımızda öykü ağırlığını hissedebiliyoruz. Esprili bir dille yazılan Tenkit Defterimden Sahifeler ilk göze çarpan başlık, tabi derginin sayfalarını sondan başlayarak karıştırmaya başlamışsanız. Öykülerde özellikle dil mefhumuna dikkat edildiği fark ediliyor. Bu da bazı öykülerde hafiften kasıntılığa sebep oluyor. Edebi kaygıyı okuyucunun değil yazarın hissetmesi lazım. Benim için öykü okuması pürüzsüz akmalı, derdini yada dertsizliğini kolayca anlatabilmeli.
Geçmişi Ararken, Hepsi Hikaye, Hani Şimdi Bir Zıplasam namındaki hikayeleri diğerlerine nazaran daha fazla hoşuma gidenler oldu.

Parende


Dergi 1. yılını Ahmet Erhan ve Cüneyt Arkın kapağıyla kutluyor. Naçizane bir tavsiye, kapak grafiği emsallerine göre güzel bir estetik sergileyemiyor.
Kapağa taşınan isimler için dosya gibi bir tabir kullanılamaz. Çünkü bu kişilerle ilgili bir kaç sayfa yazı, içerik olarak ne kadar orjinal olursa olsun, doyurucu olmuyor. Ahmet Erhan ile ilgili yazılar, Acının Son Şairi, Türkiye'nin Gelmiş Geçmiş En Karamsar Şairinden Şiir, Şair ve Okur Üzerine, Adı Ahmet Erhan Konulan bir Yaşam Karikatürü, Ahmet Erhan Dizelerinde Yalnızlık başlıklarını taşıyor. Hepsi üç sayfaya sığıştırılmış. Cüneyt Arkın ise röportajı ve bir şiiri, evet Cüneyt Arkın'ın edebiyatı bir zamanlar da olsa takip ettiğini ilk kez duyuyorum, ile sayfalara konuk ediliyor.
Anayurt Oteli hakkındaki değerlendirme yazısı benim gibi okuma listesine dahil etmiş olan biri için sonunu ifşa etmesiyle hayal kırıklığı yaratıyor. Rüştü Kıran'ın Dede Yadigarı bir çocuğun anısına yaslanması sebebiyle oldukça etkileyici bir hikaye. Benzer şekilde nostalji ve anılar Ballı ismindeki başka bir öyküyü daha besliyor. Eserlerini psikodrama alanından yazan Yeşim Türköz ile Cahit Zarifoğlu'nun oğlu Ahmet Zarifoğlu söyleşi yapılan isimler. Şiirlerde tarz ve konu bakımından dağınıklık devam ediyor. Gerçi çeviri şiirler biraz daha öne çıkmakta. Bu sayıda ilk kez bir sayfayı çizgi grafik sanatına ayırdıklarını görüyorum.

RETRO: Burzum - Dauði Baldrs (1997)

DVD Romu yaptırdıktan sonra retrolara devam edebiliriz artık, yani yeniden dinlemelere. Burzum'un arkasındaki isim Varg Vikernes'in mahpus damlarında kaydedip yayınladığı bu mitolojik etkili albüm aynı zamanda tarz değişikliğini haber veren ilk kaydı oluyor. Yani RPG tarzı fantaazi oyunlarına fon müziği olabilecek bir midi klavye ambiyans müziği. Özellikle albüme adını veren selamünaleyküm şarkısı ve sondaki hoşçakal şarkısını dinlemek bence yeteryafukafi. Bu şarkılarda daha net duyabileceğiniz yankılanan davul sesi ya da trompet benzeri majestik soundun diğer black metal gruplarına nasıl ilham kaynağı oluşturduğu gayet açık. Ama albüme sinen bıktırıcı tekrarlar albümün ortalarında sıkıcı bir hale bürünüyor. Tekrarlar kendini tekrar ediyor, daha ne diyeyim. Halbuki yinelemelerin atmosferi vurgulamak için kullanılan silahlardan en güçlüsü olması gerek. Şöyle geriye dönüp baktığımızda o eski halini koruyamadığını yalnız hepten de çökmediğini görüyoruz.

6,50+/10

17 Mart 2016 Perşembe

Cake - Motorcade of Generosity (1994)

Kek güzeldir. Çikolata damlacıklı olanları,havuçlu, browni, cevizli, sufle, elmalı, hindistan cevizli.. Portakal limon rendeli olanları da pek severim böyle ferah ferah. Hatta burun kıvırdığım mozaik keki bile silip süpürmek için tek bir ısırık almak kafidir. Ama benim gerçek gözdem,favorim börektir. Yumurta sarısı sürülmüş, kızgın fırından yeni çıkmış kıymalı yada peynirli, misss. Bir maydanozlu olanları sevmem. Neyse ki bana göre su böreğini yapabilen bir annem var.  Yoksa su böreği yiyememek büyük bir kayıp olurdu.

7,25/10

14 Mart 2016 Pazartesi

Seal of Solomon - I the King (2014)

Yerli gruplarımızdan Seal of Solomon, I The King adını taşıyan bu çıkış albümüyle sesini oldukça güçlü bir şekilde duyuruyor. Kaydı dinlediğinizde müzisyenlerin sıfırdan yola çıkmadıklarını duyabiliyorsunuz. Melodik ve oryantal yapı vurgulu black metal çağrışımlı death metal yapıyorlar. Öpmeli sevmeli detaya kanmamak lazım. Ortaya çıkan iş oldukça standart, merkezi bir şey. Yine de oldukça değişik grupları ve akımları çağrıştıran bir dağılımı kendi bünyelerinde toplarken üç aşağı beş yukarı kendi sesini, karakterini bulduklarını, inşa ettiklrini söylemek mümkün. Bununla birlikte bu tarz bir kaydın  ortaya çıkmak için bir müddet geç kaldığı da aşikar. Elbette kaliteli müziğin zamanı olmaz. Ama eskime payının gerçekliği de, dolaylı yoldan söylersek ecnebice zeitgeist, inkar edilemez. Diğer bir deyişle metal musikide ortadoğu rüzgarları şu an dinlemeye ihtiyaç duyduğum bir şey değil.
Albümün kral şarkısı, ekstrem metale uzak kişilere bile kendini sevdirecek sevimlilikte A Leader's Indignation.

6,75-/10

13 Mart 2016 Pazar

Oğuz Öcal - Bir Şair, Bir Antigonist Tavır: Edip Cansever

yalnızlık umut dolu bir direniştir.

İçimden hiç bir şey gelmiyor şu andan sonra. Yas için sanal alemi karalara boyamak neye yarar, kendi vicdanını sahte bir avuntuya emanet etmek dışında? Hiç bir şey olmamış gibi davranmak ya neyi çözer, düzen savunucularının korkusunu dindirmek dışında? Herkes suçlu, herkes günahkar, ama unutmayalım bazıları daha suçlu, daha da günahkar.
Bir kaç kelam edip çekilelim: Usta şair'in hayatını ve daha çok eserlerini çeşitli başlıklar altında inceleyen aslı bir doktora tezine dayalı bu eser bazı çözümlemelerle ufuk açıcı önermelerde bulunabiliyor. Başlıkların bir kaçına değinelim: Şiirlerin tema ve yapı bakımından incelenmesi altında Umut (o da alt başlıklara ayrılıyor; Direniş,Karşı Koyuş ile Hüzün ve Sıkıntı) ve Yabancılaşma (Umutsuzluk) (ki bu öğenin altı da İsteyememe, Kayıtsızlık yahut Umutsuzluk, Değrlerden Yalıtılmışlık ve Yalnızlık, Tarihselliğini Yitirmek, İsyan/Aşma isimli bölümlerle dolduruluyor) konuları işleniyor. Diğer bir bölümde Dil ve Üsluba değiniliyor. Bu şekilde yapılan kategorizasyon, aynı şiirlerin farklı başlıklar altında çözümlenmesi gibi ilginç bir hacim arttırıcı sonuca varıyor. Zaten bir noktadan sonra aşırıya kaçma tanımının bu eser için kullanılabileceğini düşünüyorsunuz. Kalp ağrısıyla doğan, hayatla meseleleri olan sanatçıların eserleri çözümlenirken yapılan tespitlerdeki siyah-beyaz keskinliği, şüpheye yer vermeyen TİP dönemiyle ilgili acaba dedirten indirgemecilik, ideolojik mekanikleştirme gibi yöntemler, kendini tekrar etme ile de birleşince ister istemez sayfaları çevirip çevirip geçtiğiniz anlar oluyor. Hatırlatayım; bu eser 650 sayfayı buluyor. Diğer bir deyişle bu hacmin yarısı bana göre fazlalık. Cansever'in şiirlerine farklı gözle bakmamızı sağlayan tespitlerin varlığı elbette yadsınamaz. Yabancılaşma, uyumsuzluk, umut gibi temalara yapılan vurgu haricinde diyalektik ve dramatik yöntem, antagonistik yani hayata ve sisteme karşı uzlaşmaz tavır, kısa ve uzun şiirleri arasındaki fark, Cansever okurken hissetmeden geçemeyeceğiniz kuru ve soğuk anlatımın ardındaki kasıt gibi tespitler bunlar. Diğer yandan bazı şiirlerde  benim gibi imalardan pek anlamayan düz okuyucunun zihninde tamamlanmışlığın sesiyle klik etmeyen bazı karanlık kuytu yerleri aydınlatmasıyla iyi bir rehber olduğu da söylenebilir. Misal Ben Ruhi Bey ya da Bezik Oynayan Kadınlar'daki Seniha bölümünün sonu gibi. Yedi diyelim.

Buena Vista Social Club - Buena Vista Social Club (1997)

Küba müziği estetiğinden bağımsız olmak üzere beni yeterince etkileyemiyor. Melodileri, iç çekişleri beni ne aşka ne meşke yönlendiriyor, ne de ritimleri içimdeki ölü adamı kıpırdatıyor. Mevsimsel depresyona girdiğimden söylemiyorum, hep böyleydi. Sanırım böyle de olacak. Yaşını başını almış ehtiyar heyetinden mütevellit Kübalı orkestraların kaydettiği bu tarz albümler bir ara bayağı modaydı. Ülkelerinin derin kültürünü aslına sadık örneklerle dünyaya sunmaları bile dinlemek için önemli bir sebep oluşturuyor. Ve de illaki sevdiğiniz, beğeneceğiniz, sizin olacak bir şarkı çıkacaktır kaydın içinde.

6,75+/10

11 Mart 2016 Cuma

Tindersticks - Ypres (2014)

Pek de kelime, cümle harcamak istemiyorum. Acının müziğe yansımış halini duymak isteyen gelsin, kulak versin. Grubun söz içermeyen bu özel proje albümü, bildiğim kadarıyla Ypres savaşıyla ilgili bir müzenin ısmarlamasıyla kaydedilmiş. Dolayısıyla mutlu mesut bir şey beklemek zaten kel alaka bir şey olur. Yalnız arabeske, istismara düşmeden yada klişe, depresif tekrarlara girmeden kemanın tam da olması gerektiği bir tonda icrasının desteğiyle böyle ağır ve acıklı bir atmosfer yaratarak dinleyenin tüylerini bu kadar kolaylıkla diken diken edebilmesini de beklemiyordum. Sarsıldım. Ambiyans, orkestral modern klasik şeklinde tanımlanacak bu kaydın ağıtları andıran soundu sayesinde böyle duygusal allakbullaklamalar yaşıyoruz. Yatmadan önce dinlenmesi salık verilir. Zira gününüzü mahvedeceği kesin ve pekindir.

8,0-/10

10 Mart 2016 Perşembe

Cathedral - Forest of Equilibrium (1991)

Heavy metal kökenli doom metali death metal'e taşıyan albüm geçiş döneminin inceliklerini, çirkinliklerini mi demeliydim?, bütünüyle taşıyor. Hatta vokalin tonlaması bile tam arada, bir yerlerde. Ölümün, acının övüldüğü sözler ve yavaş ritimler ile ardından ve beraberinde pek çok grubun da geleceği bir yol açıyor grup. Bununla birlikte melodilerin, her ne kadar basit kaçsa da, önemi yadsınmamış. Fakat bu albüm en çok atmosferik yoğunluğu ile öne çıktığı söylenebilir. Sonuçta bunların etkisiyle kayıt, zifiri karanlığa yada klostrofobik etkiye teslim olmuyor. Dinlemesi de beklendiği kadar süründürmüyor doğrusu. Gel gör ki bu klasikleşmiş albüme bakarken durduğum yer tam 25 yıl sonrası oluyor. Ve kendi kendime sorduğum 'tekrar ve tekrar dinlemek ister misin' sorusuna cevabım pek de olumlu olmuyor. En azından 15 sene öncesinde ise fikrimin değişik olacağına eminim.

6,75/10

7 Mart 2016 Pazartesi

Uzay Yolu (sezon 1) , Dark Matter (sezon 1), Falling Skies (sezon 1-2-3)



Kayıt düşmek amacıyla bunları bunları ve bunları yazmam gerekliydi. Boş durmayıp biraz dizi izlemişim son bir senedir. Tesadüfe bakın ki hepsi de bilim kurgu. İlkin artık efsaneleşmiş Uzay Yolu'ndan diğer bir deyişle Star Trek'den bahsedeceğim. The Original Series olarak da bilinen en eski çevrimin ilk sezonu 1966-67 'ye dek geri gidiyor. Yanlış duymadınız elli yıl öncesi. Kaptan Kirk sarışın bir anglo saxon tanrısı gibi mürettebatına liderlik etse de, o yıllarda ırkçılığa karşı ilerici bir yerde konumlanmış bir kadro sunumu dikkat çekiyor. Uhura, Sulu ve ne idüğü belirsiz üstad Spock ekranları şenlendiriyor. Fakat kadınlara bakış açısı hala klişelere dayanan bir maçoizm örneği. Bayağı kıkırdamaktan kendimi alıkoyamıyorum. Bugünün bilim kurgu yapıtlarının tersine teknik imkansızlıklar kah kartondan kayalarla, kah plastik kostümlü yaratıklarla karşımıza çıkıyor.


Özellikle ilk bölümlerde biraz daha sosyolojik öğeleri irdeleyen konulara eğilinmesi, bu yetersizliği telafi ediyor. Sonraları ise ki ilk sezon ulaştığı 29 bölüm sayısıyla günümüzün standartlarından daha uzun, macera ruhu ağırlık kazanıyor. Çekimlerde ise karakterlerin yüzlerine odaklanan yakın çekime takılmalar, (kameraman bir kaç dakika çekim yaptığını unutup uyuya kalıyor yada tuvalet arasına felan gidiyor herhalde) nedense özellikle güzel bayanların yüzleri ışıltılı bir hale ile kaplı oluyor ve tabi ki kaptanımızın imalı gülümsemesi de karanlıkta kalmamalı, yerli dizilerimizin elli yıldır bir kalem yol almadığını kanıtlıyor. Kore dramaları da ama öyle, haksızlık olmasın. Uzay Yolu, başımızın tacı, ufak tefek kusurlara rağmen büyük bir zevkle bu klasik diziyi izlemeye devam edeceğim. Çünkü bağımlılık yapıyor. Ve evet Star Wars'a tercih ederim.



Dark Matter da bütçesiyle bir miktar amatör kalan bir dizi. Buna rağmen ilginç ve sürükleyici konusuyla dikkat çekiyor. Bir uzay gemisinde biri android olmak üzere 7 şahıs, derin uykudan çıktıklarında ne birbirlerini ne de uyandıkları gemiyi hatırladıklarının farkına varırlar. Hem kendilerini 'bulmaya' çalışırlar hem de ne maksatla uyutulduklarını. Dizinin ilginç bir özelliği ise savaş teknolojisinin hala mermiye, torpidoya felan dayanması. Konu aslında daha da çatallaşıp budaklanıyor. Kim olduklarını öğrendiklerinde, her şeye baştan başlayıp iyilik yoluna mı adım atacaklar? Yani bu insanlar demek ki kötüler. Senaryo biraz daha cilalansa gayet şık acayip bir şey olabilirmiş. Çünkü bir şeyleri gizemde bırakarak merak duygusuna hitap etmesini iyi biliyorlar. Fakkat bütün güzellikler buraya kadar. Diziyi izleyebilmek için o fevkalade kötü oyunculukları, oturmamış ve dengesiz karakterizasyonu gözardı etmeniz lazım. Favori karakterim 0 olarak yandaki resimde görünen android. Hem diğerlerinden daha temiz hem de ifadesiz suratıyla katlanmak daha kolay. Heyecanlı yerde bittiği için ikinci sezon için bir şans daha vereceğim.

Falling Skies bilmem kaç sezondur devam eden oldukça da beğenilen bir dizi. Konu ve çekimler fazlasıyla başka yapıtları andırıyor. Walking Dead başta olmak üzere. Uzaylılar gelmiş insanları toplayıp tepelerine nükleer bombaları fırlatmış, kalanların genç ve körpe olanları parazit bir yaratıkla köleleştirmiş durumda. Üç sezondur hala tam anlamıyla açığa kavuşmayan bir büyük planı takip ediyorlar. Kalan bir avuç direnişçi arasından öne çıkan tarih öğretmeni Tom ve ailesinin hikayesini izliyoruz. Bu aile işleri, uyuz küçük oğlan vessair ilk sezonu bayağı bir sakatlasa da hikaye ikinci sezonda kabak çiçeği gibi açılıyor. Birbirine düşman uzaylılar, uzaylı isyanı felan var yahu. Üçüncü sezonla birlikte artık dizinin kendini tekrar ettiğini ve sezon geçişleri arasındaki kopuşların hayalkırıklığı yaratmaya başladığını fark etmemizle bir duralıyoruz. Hep Tom amca kaçırılıyor, kurtuluyor, ailesine en iyi o bakıyor, günü kurtarıyor, kahraman oluyor, ağlarsa en iyi o ağlıyor, gülerse en iyi o gülüyor felan. İki oğlu çok yakışıklı, kızlar güzel, kocamış erkekler karizmatik, post-nükleer radyasyon izinden bahseden yok, yani gerçekçiliğini kaybettiği anlar oldukça fazla. Bilim kurguda ne gerçekçiliği diye sormayın Allah aşkına. 4. sezona da başladım ama cidden gitmiyor. Uzaylı insan melezi kızın tarikatı biraz bir ilgimi çekti ama, hadi bakalım.

6 Mart 2016 Pazar

Katharine Burdekin - Swastika Geceleri

Hala bu kitabın 1937'de ilk kez basıldığına inanamıyorum. Hitler diktatörlüğünün dört senedir ülkeyi istediği gibi yönettiği bir dönemde takma isimle de olsa böyle eleştirel metnin basımı doğrusu yürek ister. Bugün bu topraklarda buna cüret edebilecek kaç kişi var acaba? Daha doğrusu eleştiriyi estetize edebilecek, kayıkçı dövüşünden kurtarabilecek diye açmak gerekli soruyu. Dünyanın Almanya ve Japonya arasında bölüşüldüğü yedi yüz yıl sonrasına kadınların durumu ağırlıklı bir sosyolojik bakışı içerir disütopya çalışmasıdır Swastika Geceleri ve kıvılcımlanan bir umut ateşiyle sayfaları sona erer. Kendi içinde feminist mesaj kaygısı edebi süreci hafiften törpülese de ve mantıksal kuşkulara sahip olsa da (kadınların indirgenmesinin vardığı ekstrem sonuç, kadınları ev kadını olarak yücelten Nazi politikası ile ne kadar bağdaşıyor) bir olmasa bile bir kaç çırpıda okuyup bitirebileceğiniz bir okuma sunuluyor. Zaten unutulup, yeniden keşfedilmenin tadıyla tanıtımının ve övgüsünün ne ölçülere vardığını biliyorsunuz.
Almanlar büyük zaferden sonra Hitler'in tanrılaştırıldığı bir dinin yüceltmesiyle birlikte toplumsal yapıyı  asil kan şövalyeler ve Alman Naziler ile bağlı uyruklar ve piramidin en altında kadınlar olmak üzere katı hiyerarşik bir şekilde kurmuşlardır. Hala inançlarını yarım yamalak da olsa sürdürmeye çalışan Hristiyan köylüler bu piramitin dışında olmakla birlikte yazar, onların gözüyle de kadınları karşılaştırır ve Hristiyanları da bir nebze eleştiriye tabi tutar. Diğer disütopyalarda olduğu gibi kitaplar yakılmış; tarih, galipleri medeniyetin inşacıları olarak selamlayarak baştan yazılmıştır. Topluma erkek çocuk vermek dışında hiç bir rolleri olmayan kadınlar toplumdan tecrit edildikleri kamplarda birarada yaşarlar. Saçları kazanmış, tek tip elbiseleriyle çirkinlik abideleridir. Erkek evlatlarına da sadece bir kaç sene baktıktan sonra erkek gibi yetiştirilmeleri için Nazilere teslim ederler. Durumlarını sorgulayacak zihinsel kapasitelerini bile zaman içinde yitirmişlerdir. İster istemez homoerotizmin yükseldiği bu toplumda kadınları kurtaracak olan da onların dışından bir müdahaledir. Bu müdahalenin başlangıç kaynağı ise sistemin içinden olmalıdır. Alfred ismindeki muhalif bir İngiliz'in eski arkadaşı Herman'ı da ziyaret ettiği Almanya'daki hac yolculuğunda yüzyıllardır aile mirası olarak yazılmış bir kitabı ve Hitler'in gerçek fotoğrafını saklayan şövalye Von Hess ile tanışarak onun himayesinde kalıtları gizlice teslim alması o ilk kıvılcımı oluşturmaktadır. Von Hess'in şiddete başvurmayarak gizlice örgütlenip yayılmaları tavsiyesini gözardı ettiği tek anda hem kendisi hem de çelişki dolu karakter Herman hayatını kaybeder. Ama kız çocuklarına yönelik değişen yargısını ve kalıtları büyük oğluna geçirmeyi başarır. Sekiz buçuk.

Jean Michel Jarre - Oxygene (1976)

O dönem elektronik müzik camiasında bomba gibi bir etkide bulunduğunu düşünebiliyorum. Dans etmeye çok da elverişli olmamakla birlikte uzaysı bir atmosferi dinleyene geçirmeyi başarması, seksenlerin soundunu inşa etmesiyle müzik tarihinde klasik albümler arasında yerini alıyor. New age kıvamında temiz bir sesle icra olunan synth' dinletisi, kulaklarda (bir çift oluyor hepi topu) kadifemsi bir his bırakıyor. Bugüne ise haber ve aktüel programlarının jeneriklerinde bolca kullanılan 2 ve 4 nolu besteler akılda kalıyor. Yani daha önce defaatle anlattığım şekilde klasik albüm sendromundan muzdarip bir çalışma. 76'da doğmadığımdan mütevellit bugüne kalan haliyle değerlendirmek en doğrusu olacaktır.

7,25/10

4 Mart 2016 Cuma

Get the Blessing - Astronautilus (2015)

İlk dinlediğimde müziğin başlamasıyla ayağım yerden kesildi ve şehrin göbeğinde oturacak bir yer aradım. Zaten işin içinde Portishead elemanlarının olduğu bir projeden daha azını bekleyecek de değilim. Portishead'i de bilen bilir, cazın oldukça karanlık bir formu temellerden birini meydana getirir. Burada ise, burada dediğim 5. albüm oluyor bu, bir caz grubunun alternatif ve deneysel bir rock müzik icra ettiğini düşünün. Hayli canlı ritimlere sahip besteler farklı yönlere uzanıyor. Ki funky öğelerin baskın olduğu üçüncü şarkıda bu açılımın biraz fazla kaçtığını, bu ve Green Herring isimli şarkıda (yalnız bu şarkının sonlarına doğru metalik kopuş anı ardından kendini temize çıkardığını eklemeliyim) işlerin biraz laçkalaştığını düşünüyorum. Diğer aldığım izlenim zaten dinleyiciyi biraz sarsmayı hedefledikleri ki muhtemelenbu düşüncelerimi çok da iplemeyecekleri manasına geliyor. Diğer yandan saksafon, trompet, bateri, bas  gibi enstrümanların bu şekilde çalınabileceğini hiç düşünmezdim bile. Denizaltı yaşam konseptine gönderide bulunan efekt-if tarz ile birlikte aslında modern çağların hızlı dinleyicisini, kendimi tarif ediyorum, ağına bu kadar çabuk düşürebilmesinin bir sebebi de albümün her tarafına öyle yada böyle yayılmış elektronika mantığı. Doğal olarak bateri performansında bu izler daha belirgin. Neyse, uzatmaya gerenk hiç yok. Dinlenmeli kesinlikle. Kesinlikle dinlenmeli.

8,50/10

1 Mart 2016 Salı

Trivium - Ascendancy (2005)

Gençlik aşısı gibi bu albüm. Daha öncesinde dinlediğimden değil. Metalkor ve neo-thrash işlerine pek merak salmamıştım geçmişte. Ama enerjisi ki yıkıcılığa ve olumsuzluğa yol vermeyen bir enerji bu, dinleyeni etkiliyor. Gitar tonlamaları ve bazı melodiler öne çıkıyor. Heavy metal ve alternatif rock bu geniş ırmağı besleyen dereler. Yalnız o bet sesli vokale dayanabilmek de gençliğin vurdumduymazlığını gerektiriyor sanırım. Tersine temiz vokal de bir o kadar ana akıma yaslanmış durumda. Türün diğer örneklerinde olduğu gibi parçalar içinde riflerin ve melodilerin geçişliğinde , akıcılığında sorunlar yaşanıyor. Nihayetine bakarsam pişman değilim alın yazım. Dying In Your Arms, Declaration ve Pull Harder On The Strings bla bla bla sağlam parçalar. Bir süre önce bazı gruplar hakkında ilk işlerinden ve ardından son kayıtlarından örneklerle fikir sahibi olmaya çalışmıştım. Trivium'un ( yazmadan geçersem ölürüm, buraya kadar sabrettim: tiriviri) son albümünü de vakit geçmeden dinleme listeme dahil ettim ki aradaki beş farkı bulalım.

7,25/10