30 Haziran 2014 Pazartesi

Enver Gökçe - Bütün Şiirleri

Toplumcu gerçekçi şiir denince akla gelen Ahmed Arif'in haksız bir şekilde gölgesinde kalmış şair, tıpkı karşılaştırıldığı isim gibi az şiir üretmiş, hayatın ezasını cefasını çokça çekmiştir. Şiirleri politik olarak, sosyal olarak keskin uçlar taşıyan, destansılığa yer veren, dalga dalga heyecan taşıyan bir sese sahiptir. Özellikle son dönemlerde hiç de bestelenme zahmeti gerektirmeyen bir iç harmoniyi, ahengi yakalamıştır. Hırçın dalgaların kıyıları dövdüğü devinim halindeki bir nehirdir sözleri. Dürüst, sözünü sakınmayan haliyle aşağıdaki satırlar bu duruma örnektir.




Çığlıklar getirdim
Üzümleriyle beraber çürür gibi düşen
İnsanlarımdan
Sıcak tuzsuz gevreklerinizi yemişim
Alaca karanlıkta..Buca'lı işçilerim.
Unutur muyum seni
Derdini, ekmeğini bölüştüğüm
Türküleriyle bizi ağlatan memleketlim.
Karadeniz'in Rumelikarı tütünü,
Bende türküler oldu ağlamaklı,
Bende türküler oldu dizim dizim.
Doldurdum sineme, ciğerlerime
Doldurdum derdi mihneti
Pamuk tozunu, kömür tozunu;
Memleketimin şarkıları kadar acı çektim

Yurt ve insan sevgisini şair yapmacıksız bir şekilde yukarıda dizelerde olduğu gibi yansıtıyor. Anadolu'nun dili, kelimeleri şairin kalemine pervane gibi üşüşüyor.


İkinci Dünya Savaşı'nın sonuçlandığı günlerde heyecanını dizelerinde tanık olmak mümkün.

"Benim olsun,senin olsun,bizim olsun,
Hani kardeşlerimiz vardı ya
Bu dünyada.
-Kızkardeşlerimiz,annelerimiz,şairlerimiz-
Dumdum kurşunuyla vursalar da
Her zaman böyle döğüşeceğiz:
Gırtlak gırtlağa, diş dişe, tank tanka
Demokrasi için,
Eşitlik ve hürlük uğruna"
Bir mermi de benden aslanım
Bir mermi de benden
Bir mermi de benden
Zafer topları, mübarek namlular!

Başka bir şiirinde de ..yalnız insanlar/Yani kardeşler vardır diyor ve dünyaya yayılan zafer heyecanını insanlarla paylaşıyor:

Bayram şenliklerine,
Demokrasi şenliklerine gitmeliyim
Uğruna şiir yazılan, döğüşülen, ölünen insanlar!
Yeter değil bana
Zaferlerin,
Yıllardır gece hücumlarına
Sokak savaşlarına katlandığım.

Bir dostunun arkasından Ölüm, adın kalleş olsun! diye seslenirken
Dost adındaki şiiri, düşüncesinin diyalektiğini sergileyen bir nevi amentü oluyor.

Ben berceste mısraı buldum
Hey ömrümce söylerim
Gözden, gezden, arpacıktan olsun
Hey ömrümce söylerim!

Bizsiz Ilgaz'ın çam ormanları güzel değildir.
Hayda günlerim hayda
Sırtını düşmana verdikçe
Murat dagları güzel değildir,
Dost dost ille kavga!

Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova'nın tütünü, Kütahya'nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi
Güzel değildir.

Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim,
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan Kemah'tan
Düşmanlar selam ister
Gözden, gezden, arpacıktan!

Adana'nın pamuğu dokumada;
Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada
Ümit işkencede mahzun
Tenim, ayaklarım uryan
Ekmek işkencede mahzun
Ve Divrik'in demiri arabada
İşçi-köylü ve işçi birarada

Söyle türküler yadigarı kardeş
Söyle ağrılar yadigarı kardeş
Neden alınterleri
Nimetler, haklar haram oldu sana
Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim
Gel aslanım Mamak'tan 
Erzincan'dan, Kemah'tan
Düşmanlar selam ister
Gözden, gezden, arpacıktan
Sana selam olsun
Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya
Canım Türkiye,
Memleketimiz!
Calışan halklarıyla ümmi
Calışan halklarıyla garip,
Irgadı, esnafı, madencisi, iptidai aletleri
Kadınları, erkekleri, hapishaneleri;
Başı boş suları, dumanlı vadileri, yoz topraklarıyla,
İşsizleri, realist şairleri, mücahitleri,
Sokak şarkısı, keten helvası,
Akşam Haberleri satanlarıyla memleketim

Sana selam olsun
Sürgünler, mahkumlar, hastalar
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selam olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler,
Öğretmenler
Sizlere selam olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller
Sizlere selam olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler
Bu gülünç, aşağılık,
Namussuz şeyler dışında,
Sana selam olsun
Zincirin zulmün kar etmediği,
Kırbacın kar etmediği
Büyük tahammül!

Gel günlerim gel de dol!
Gel Aydınlım, İzmirlim,
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan, Kemah'tan
Düşmanlar selam ister
Gözden, gezden, arpacıktan


Meğer 
Müşkil işmiş hürriyet
Savunmayla yetmiyor
Bir başka sevda!
diye nitelendirdiği hürriyet mücadelesinde bugünleri, bugünün zalimlerini görmüş gibi
o günlerden bir çığırtkan gibi avaz avaz haykırıyor
Ayaklar baş olacak
Ayaklar baş
Haydi ha...

Ve geleceğe dönük umudunu yitirmeksizin yaşıyor, yaşatıyor.

Açmaz
Açamaz
Deme
Hiç
Bir
Zaman
Bu
Nar
Çiçeği.
Açacaktır
Elbet
Bizim
Caddelerimizde de
Bayram
Olacak
Halkın
Üstüne
Böyle
Kalsa da
Faşist
Namlular
Namert
Ellerdir
En
Sonda
Bir
Bir
Kırılacak

Yine de gelecekte göreceğimiz güzel günlerin sürekli yürütülecek bir kavgaya bağını tekrar tekrar hatırlatıyor.

Yaşamak
Değişir
Yaşamak
Ölümden Üstün
Sadece
Unutma
Sen
Şu
Bitmeyen 
Kavgayı



and olsun şart olsun

Ben
Böyle
Taşların
Çukurların
İçinde
Kalmışsam
Yalnızsam
Hor
Görülmüşsem
Arkasızsam
Ve
Böyleyse
Bahtı
Siyahım
Yemin
Kasem
Olsun
Ve
And
Olsun
Şart
Olsun
Yerde
Kalmaz
Ahım

gözüm başım üstüne

Şu 
Dünyada
Ayrılık
Var
Ölüm
Var
İlle de
Zulüm 
Var
Gözüm 
Başım
Üstüne
Hangi 
Kitap
Yazıyor
Kardaş
Ben
Calışam
Eller
Ala...


29 Haziran 2014 Pazar

Black Wing - Black Wing (2013) Single

Gümbürdeyen bir beat kayıtta teneke gibi, mistik söyleme tarzı sadece tembellikten öteye gitmeyen cansıkıntısı vaat ediyor, karanlık desen yapaylık akıyor, shoegaze diye diye ayakkabı körü olmuşlar ne diyeyim. Yani witch house albüm kapağına böyle enteresan resimler basmakla olmuyor ki şarkı zaten dijital bir tekçalar. Beni de kendilerine benzettiler. Geçen sene ikinci bir single daha yayımlayıp sessizliğe bürünen arkadaşlar elektronik müziğin Have A Nice Life'ı olmaya çalışıyor diyecektim ki biyografilerine baktım zaten o grubun elemanıymış. (Cümleyi yazmaya başladığımda cidden bu bağıntıyı bilmiyordum) Tek kişiymiş. Öyle görünüyor ki bu tarza, ancak şarkıların daha uzun versiyonlarını içermesini ümit ettiğim ve benzeri bir atmosferi kendi aralarında farklılığı da sağlayacak şekilde temin edebilen bir uzunçalar dinleyerek bir kez daha şans verebilirim.

5,25/10

David Wingrove - Chung Kuo I: Göğün Oğlu

80'lerin sonunda ilk basılmaya başlayan ve yıllar içinde 8 kitaba ulaşan Chung Kuo serisinin ilk kitabı kendi içinde güzelce sonlanmakla beraber devamını okutma konusunda da bünyeye bir doz merak duygusu aşılamayı biliyor. Neyse ki yayınevi ikinci kitap Demir Dağdaki Güneş'i de çevirmiş bulunuyor. İnşallah o kitabın da çevireni Yusuf Dem isimli arkadaştır diye ümit ediyorum. Tercümeyi Türkçe'nin deyimlerine göre esnetebilen ve küfürleri alenen çevirmekten kaçınmayan bu tarzın okumayı keyiflendirdiğini söyleyebilirim. Kitap aslında alternatif bir tarihi konu alan gelecek bilim kurgusu. İnsanlığın düştüğü hal kitabın ilk yarısı ile zombe dizisi Walking Dead'in atmosferini hatırlatıyor biraz. Meğerse insanlığın düşüşü kastiymiş. Ama koşullar çoktan kendi elleriyle hazırlanmış.
Jake oğlu Peter ile birlikte İngiltere'nin gözlerden uzak bir köyünde dostları Tom, onun eşi ki ölen karısının kızkardeşi olur, Mary ve kızlarıyla komşu olarak yaşarlar. Kızlardan biri de genç Peter'ın yavuklusudur. Gençler pek hatırlamasa da o geçmiş günleri; medeniyet ansızın çökmüş, insanlar birbirine düşmüş, Londra cehenneme dönmüştür. Ufak sözde krallıklar ile köyler diğer yabancılara öldüresiye düşman izole bir yaşam tutturmuşlardır. Londra başta olmak üzere büyük kentlerden gelen yabancılar ise hırsızlık yapan ve cinayet işleyen çetelerdir aslında. Köylüler pazara kente güvenlikli olsun diye konvoy şeklinde giderken saldırıları savurururlar vessair. Hava gergindir, çeteler kalabalık sayılarıyla mobilize olmuştur ve bilinmeyen bir tehlikeden bahsedilmektedir. Köye vardıklarında ölümcül hastalığını arkadaşından gizleyen Tom son nefesini verir ve iki aile birleşir. Jake ile Mary dahil. Arkasından hava araçlarıyla Çinliler işgale başlar. Bu noktaya kadar genel gidişata etkisi olmayan pek çok yan karakter ve öyküyle kırsal post-apokaliptik toplumun sosyal yaşantısı aktarılmaya çalışılır. Kitap bu noktadan sonra ise bu medeniyet çöküşünün başlangıcına  ve Jake'in hayatının zirvede olduğu günlere döner. Jake sanal ama üç boyutlu borsayı andıran enteresan bir piyasada (teknolojik manzara) çalışan oldukça başarılı biridir.Evlenmek üzeredir, zengindir vessair. Londra'da insanlar ise ikiye ayrılmıştır. Nüfus planlamasına tabi tutulan orta ve üst sınıf duvarlarla çevrili kendi mahallelerinde yaşamaktayken diğerleri politik haklarını dahi kaybederek çetelerin ve şiddetin insafına terkedilmiş durumdadır. Aslında düşüş öncesinde başlamıştır. Bu çok korunaklı piyasaya bir gün virüs sızıntısı gibi bir şey olur. Kaynağını bulamamakla birlikte araştırmalara başlarlar. Sonradan Çin'e bağlantısı kurulan saldırılar yoğunlaşır ve tüm dünyadaki ekonomi çöker. Jake'de uzmanlığı sebebiyle Çin'in hedefindedir. Aslında Çin hükümetinin başına geçen Tsao Ch'un nükleer silahlar kullanmadan Abd başta olmak üzere nasıl batıyı nasıl yokedeceğini düşünürken bu planı geliştirmiştir. İlla ki Çin de etkilenecektir ama yapılan hazırlıklar neticesinde çabuk toparlanacaktır. Plan yürürlükteyken batıda düzeltme yapabilecek kilit konumundaki insanların çevresine de ajanlar yerleştirilerek etkisiz hale getirilmişlerdir. Jake suikastı atlatır ama müstakbel eşi vahşice öldürülmüştür, arkadaşlarının kaçtığı yazlık evin de boş olduğunu görünce umutsuz umutsuz dolanırken Tom'un sayesinde hayatta kalmış ve o köyde yeni bir hayata başlamıştır. Eski arkadaşları ise sonradan öğrenecektir ki Çinliler tarafından işkenceyle katledilmiştir. Kitabın güncelliğine dönersek Çinliler yükselişe geçmiş ve küresel imparatorluklarını kurmak için İngiltere'ye de uğramışlardır. İşlerine yarayan İngilizleri zorla alıkoyarak inşa ettikleri dev şehirlerin vatandaşları yapacaklardır. Elbette beyin yıkamaya dayalı bir eğitim programını bitirdikten sonra. Yaşlılar, suçlular ki Çinliler dünyanın tüm bilgisayar kayıtlarına da sahip olduklarından herkesin geçmişini bilmektedirler, sakatlar direkt öldürülmektedir. İlginçtir İngiltere seferinin komutasını yapan General Jiang konumunun aksine şair ruhlu birisidir. Görev bilincinden öte yapmak zorunda olduğu için bu cenderenin içindedir. İmha edilecek insanların hayatlarını kurtarıp vatandaş konumunu kazanmalarını sağlayarak vicdanını rahatlatmaya çalışsa da yanında ondan sorumlu acımasız bir ajan vardır. Wang ismindeki ajan tüm Çinli olmayanlardan nefret eder ve görevi parti komiseri gibi bir ünvanla komutanlar hakkında raporlar tutmak, onları denetlemektir. İşte bu esnada General, Jake'in kimliğini keşfeder ve onu korumaya karar verir. Zaten bu kadar yetenekli biri öldürülmemeli kendileri için çalışılmaya ikna edilmelidir, siz bunu zorlanmalıdır diye okuyun. Wang öğrenir ve ikisi arasındaki gerilim General'in soruşturmasıyla sonuçlanır. O esnada, başına geleceklerini hissettiğinden dolayı yaptıklarını anlatıp özür dilediği Çin'in lideri de ikinci adamını gönderir. İki tarafa da anlaşın der ama Jake ve ailesi bağışlanmıştır ve yeni kente adımlarını atarlar. Wang ise General tarafından helikopterden aşağı sepetlenir.

Michel Foucault - Seçme Yazılar 5: Felsefe Sahnesi

Eğer Seçme Yazılar'ın koleksiyonunu yapma gibi bir fikriniz yoksa ve metodoloji üzerine meraklı değilseniz gayet es geçebileceğiniz bir kitap olmuş. Bu arada biliyorsunuz kendi yöntemini bilginin arkeolojisi olarak tanımlamakta Foucault. Üstelik felsefenin hemen hemen hiç meraklısı olmadığım alt dalları, dil ve bilim felsefesine ağırlık verilmesi önerdiğim bu tavsiyeyi kuvvetlendiriyor. Yalnız kitapta Deleuze ve Nietzsche üzerine yazılan makaleler pek bir ilgi çekici. Yine de not aldığım bir kaç saptamayı aşağıda alıntılayacağım:
..edebiyat söylemek istediği şeyi söylüyor olsaydı, basitçe "Markiz saat beşte çıktı" derdi. İyi bilmekteyiz ki, edebiyat bunu demez, dolayısıyla edebiyatın, kendi üstüne katlanmış, söylediği şeyden başka bir şey söylemek isteyen ikinci bir dil olduğunu bilmekteyiz; alttaki bu diğer dilin ne olduğu bilinmemektedir, bilinen tek şey romanı okuduktan sonra, bunun ne anlama geldiğini, yazarın söylemek istediği şeyi neye bağlı olarak, hangi yasalarla söylediğini keşfetmiş olmamız gerekir; metnin hem yorumunu hem de göstergebilimini yapmış olmamız gerekir.
Yorumlamanın tam anlamıyla başlangıcı olabilecek hiç bir şey yoktur, çünkü aslında zaten her şey yorumdur, her gösterge kendi içinde yorumlansın diye sunulan bir şey değil, başka göstergelerin yorumudur...Sözcüklerin kendileri yorumlardan başka bir şey değildir...Sözcükler bir gösterilen belirtmezler, bir yorum dayatırlar...Her hakikatin gizlemeye çalıştığı yorumu dile getirdiği için "hakiki"dir o.
Bence günümüzde felsefe artık yoktur, kaybolduğundan değil, büyük miktarda çeşitli faaliyetler içinde dağıldığından böyledir.
Her belirgin söylem önceden söylenmiş bir şeye gizlice yaslanır, fakat bu önceden söylenmiş olan, yalnızca önceden dile getirilmiş basit bir cümle, önceden yazılmış bir metin değil, hiç söylenmemiş bir şey, bedensiz bir söylem, nefes kadar sessiz bir ses, sadece kendi izinin boşluğu olan bir yazıdır. Böylece söylemin ifade etmesi gereken her şeyin, ondan önce gelen, onun altında inatla koşmaya devam eden, fakat onun kapsadığı ve susturduğu bu yarı-sessizlik içinde önceden eklemlenmiş bulunduğu varsayılır. Hasılı, görünen söylem, söylemediği şeyin bastırıcı mevcudiyetinden başka bir şey olmaz; ve bu söylenmeyen, söylenen her şeyi içeriden harekete geçiren bir boşluk olur.
Klinik tıbbın, bir betimlemeler toplamı olduğu kadar siyasi buyruklar, ekonomik kararlar, kurumsal yönetmelikler, eğitim modelleri de olduğunu kabul etmek gerekti.
İnsanlar başka insanları tahakküm altına aldığında değer farklılıkları doğar, sınıflar başka sınıfları tahakküm altına aldığında özgürlük fikri doğar, insanlar yaşamak için gerek duydukları şeyleri ele geçirdiklerinde, bu şeylere ait olmayan bir süreyi onlara dayattıklarında ya da onları zorla bir araya topladıklarında mantık doğar.
Bilme isteği evrensel bir hakikate yaklaşmaz, insana doğa üzerinde kesin ve soğukkanlı bir hakimiyet vermez, tersine riskleri çoğaltmaya devam eder, her taraftaki tehlikeleri büyütür, yanılsamalı korumaları yıkar, öznenin birliğini bozar, öznenin içinde, onu parçalamaya ve yok etmeye hevesli her şeyi serbest bırakır...Bilgi tutkusu belki insanlığı da yok edecektir.
1. Marksizm bir bilimdir ve 2. psikanaliz bir bilimdir. Bu iki önerme beni düşündürmektedir. Esas olarak bilimi bu kadar önemli bir fikir olarak görmediğim için. Bilimi Marksizm gibi önemli bir şeye ya da psikanaliz gibi ilginç bir şeye bilim etiketi takacak kadar önemli bir fikir haline getirmemek gerektiği kanısındayım. Marx'ın nerede yanıldığını, bu bilim adına bana gösterdiğiniz gün Marksizmi bir bilim olarak uygulayabileceğiniz kanısındayım.
Kapitalist olmayan bir kültürün Batı dışında doğması şimdi gerçeğe daha yakındır. Batı'da, Batı bilgisi, Batı kültürü kapitalizmin demir eliyle ezildi. Biz, kapitalist olmayan bir kültür yaratamayacak kadar çok yıprandık kuşkusuz.
Kurucu bir özneye felsefi başvuru reddetmek, özne yokmuş gibi davranmak ve saf bir nesnellik uğruna onu soyutlamak değildir. ..(hakikat) oyunları özneye zorunlu bir nedenselliğe veya yapısal belirlenimlere göre dışarıdan dayatılmaz, öznenin ve nesnenin ancak eşzamanlı, belirli koşullar altında birbirini kurdukları, ama bir diğerine göre değişmekten ve bu deneyim alanının kendisini de değiştirmekten geri kalmadıkları bir deneyim alanı açarlar.

27 Haziran 2014 Cuma

Murat Çelik - Seyyah (2002)

Özellikle amerikan kökenli singer-songwriter denen şarkıcılar alternatif çevrelerde çok beğenilir ki anlamakta değil ama beğenmekte zorluk çekerim. Aldım elime sazı tarzında lokal müzikten beslenerek yürüyen bu sade müziği sözleri ve kültürel altyapısı ile birlikte düşünmek gerekir. O coğrafyanın uzağına düştüğünüzde ise yapılan işle irtibatlanmanız güçleşir. Misal bizde de Bülent Ortaçgil vardır bu manada düşündüğümüzde. Düş Sokağı Sakinlerinin daha az popüler olan diğer yarısı Murat Çelik'i dinlerken de bunlar aklıma geldi. Hayli hayli hakkı yenen ve es geçilen bir müzisyen. Besteler sade, sözler şiirsel, tempo yavaş, şarkılar akustik ağırlıklı. Aynı zamanda yerel esintiler batı tarzına nasıl taşınabilir sorusuna bu topraklardan ender bir doğru cevap. Özellikle anlam katan ama müziği boğmayan yerel enstrümanlar. Albümün her yanına sinen tasavvufi etki de müzisyenin özel hayatının yansıması. Sesi bazı yerlerde tıkansa da ( misal Bana Geldiğin Yöndeyim yine de albümün en şık şarkılarından) şarkılar kendinin olunca dinletiyor. Ha keza albümdeki ağır parçaların zamanı geldiyse Seyyah'ı da, can çekiştiren ve nihayetinde öldürücü Bir Sen Bir De Ben'i de sayalım. Bir de bir ilginçlik; albümü açan İtirazım Var'ın girişi bir hard rock parçası olan Wildchild'ı hayli anımsatıyor. Sonra apayrı bir yere gidiyor zaten. Bildiğim kadarıyla sanatçının son albümü bu. Nerelerde ne yapıyor bilmem ama müzik yapmaya ve daha önemlisi paylaşmaya devam etmeli. (Müzisyen'in internet sitesine pansiyonun bağlantısının yavaşlığı sebebiyle ulaşamadığım için son durumu hakkında bir şeyler belirtemiyorum maalesef)

8,25/10

26 Haziran 2014 Perşembe

CSS - Planta (2013)

Keskin noktaların törpülendiği, parti havasının bir miktar durulduğu bu albüm aynı zaman da pek de takmadıkları profesyonel tutumun hemen hemen toptan reddini temsil ediyor. Bu arada yine yeniden Olimpos'tayım. Sıcak, çook sıcak olsa da İstanbul'da da olmak vardı şimdi aynı sıcakta. Almayayım, kalsın bir süreliğine. Yalnız gideceklere duyuru, Çıralı'daki pansiyonlar hem ucuz hem daha kaliteli odalara sahip hem ücret ödemeden Olimpos ile paylaştığı aynı sahile ulaşabiliyorsunuz, hem sahile çok yakınlar, hem restoranlara yakın. Kaç kere hem dediysem o kadar iyi. O Olimpos'un kendine özgü otantik havası eksik sadece. Neyse geçelim, grup saldırgan melodili ve çılgın tempolu şarkıları geride bırakıp 80'lerin synth popuna selam çakan bir elektronik albüm kaydetmiş. Göndermeler aslının gölgesinde kalmış. Yine de örneğin giriş şarkısı Honey bu tarz bir parça olarak albümün en iyileri arasında yerini buluyor. Bazı şarkılardaki amatör, kaydettim oldu anlayışı rezalet ile sonuçlanmış. İsim vermek gerekirse , Frankie Goes to North Holywood diyebilirim. Hangover da o kadar değil ama bu kalem dahilinde. Bir kaç hoş melodi mesela In The Sun'ın sonlarında çıkan, ya da Sweet'deki karanlık tonlar, Dynamite'de eski günleri anmaları, Teenage Tiger Cat'de sonradan çuvallayan parti modu, işte bunlar ara ara çıkıp dinleyicinin dikkatini toparlayan şeyler oluyor. Yoksa sönüklüğüyle kaybedilmiş bir davanın karşısındayız. Diğer yandan kapanış parçası Faith in Love gruptan hiç beklenmeyecek bir derinlik sunuyor ki artık çok geç. Bu dibe doğru yönelim grubun bestecilerinden birinin gruptan ayrılmasına bağlanıyor, laf arasında verelim.

5,50+/10

23 Haziran 2014 Pazartesi

RETRO: Running Wild - Ready for Boarding (1988)

Aynı sene çıkan Port Royal haricinde ilk üç albümden şarkılar içeren bu albüm aslında bir konser kaydı. Prodüksiyon kalitesi olarak pek de başarılı olmasa da konser izleyicilerinin heyecanı bir ölçüde yansıtılabilmiş. Bir ölçüde çünkü seyirci tepkisi genelde aralarda farkedilebiliyor. Her ne kadar şarkılara eşlik edilse de grubun yüksek soundu altında duymak zorlaşıyor. Bununla birlikte grubun ve vokalin performansı çok iyi, hatta bazı şarkılar stüdyo albümlerindeki kaydı bile geçiyor desem yeridir. Enerjik ve eğlenceli bir albüm. Albüm, kapağında belirttikleri gibi yeni bir şarkı da barındırmakta. Ne yazık ki Purgatory isimli bu şarkının büyük bir fark yarattığını söylemek mümkün değil.

7,50+/10

22 Haziran 2014 Pazar

RETRO: Bathory - Hammerheart (1990)

Bathory maceramı şöyle kısaca özet geçeyim: eskiden black metal dönemiyle de viking metal dönemiyle de hiç ayırt etmeksizin her hallerini sevmiş idim, bu yüzden favori gruplarımdan biri olmuştu. Çok da dinledim zamanında. Aradan ben diyeyim yıllar sen de seneler geçti. Şu anki durumda önemli bir güncelleme şart oldu. Black metal dönemlerinin etkisi hızla azaldı. Baştan sona sounduylan olsun ruh ve tavır ilen olsun viking metal yaptıkları bu albümü dinlerken ise son dönemlerini sevmeye devam ettiğimi görmekteyim. İtici gelebilecek ne brütal ne traş kaydı temiz, scream desen eh bir bağırış çığırış var ama boğaz temizleme sesine daha çok benzettiğim vokal de tarzın dramasına cuk oturuyor. Drama derken viking metalde dramanın ne işi derseniz Amon Amarth ile kıyaslamanın yersizliğini bir kez daha vurgulamak isterim. Burada atlar koşuyor, yağma boruları öttürülüyor, dalgalar gemilerin pruvasına vuruyor, şimşekler çakıyor felan. İster atmosfer de ister ne biçim bir tür egzotizm. Koroyu da hesaba katarsak vokal partisyonların harmonisinin insanı vurmaması imkansız bir hal alıyor. Vikinglerin acımasız savaşçı psikopat ruh halleri haricinde köylerinde ne yaparlar, nasıl türkü tuttururlar, ağıtları nasıl yakarlar öğrenmek için, kimi zaman acılarını hüzünlerini paylaşmak için birebir bir kaynak. Yalan söylüyorum tabi etnolojik olarak birebir gerçekçi olmasa bile o sulardan beslendiği, yeniden kurgulandığı bir gerçek.
Şimdiii, bu albüme kadar yeniden değerlendirmelerde eski günleri de katarak notlarımda bir abartmaya gitmiş olabilirim. İtiraf diyebilirsiniz. Burada ise gayet nesnelim. Kafama takılan tek bir şey var, onu da paylaşayım. Father to Sun'daki ana melodiyi çocuk tekerlemesine benzetiyorum. Muhteşem bölümleri ile kendi içinde garip bir tezat oluşturuyor. Buradan kırıyorum notumu. Ve One Rode to Asabay'ı grubun gelmiş geçmiş ve maalesef gelmeyecek en iyi parçası seçiyorum.

9,50+/10

Mark Morgan - Vault Archives (2010)

Bu sefer de Dalyan'dan bildiriyorum. Mark Morgan'ın ismini efsanevi RPG oyunları Fallout 1-2'nin müziklerinde duymuştuk. Yine hatırladığım kadarıyla dijital platformlarda ulaşılabilen bu albüm, önceki iki albümdeki şarkıların toplanarak yeniden masterlanmış hallerinden öte bir şey sunmuyor. Kıyamet sonrası atmosferin rüzgarları uğursuz bir şekilde kara kara bu yöne doğru esiyor, esmeye devam ediyor yani. Kağıt üstünde özellikle ikinci albümden dolayı bu derleme-toplamayı da baş tacı etmem gerekliydi. Ancak belki de bu yazın delişmen sıcağından olsa gerek, evet duydum İstanbul için pek geçerli değil, bir türlü konsantre olamıyorum bu albüme. Dolayısıyla Fallout için ne dediysem bunun için de geçerli diye belrtip kolaycılığa kaçayım.

7,50+/10

19 Haziran 2014 Perşembe

Johannes Brahms - Symphony No. 1; Gesang der Parzen (1991, Berliner Philharmoniker/Claudio Abbado)

İlk ve dördüncü yani son bölümüyle daha ilk dinleyişte Beethoven'ın senfonilerine benzettiğim ve havalara girdiğim anda Brahms'ın kendisine yönelik bu eleştiriye verdiği cevabı okuma fırsatı yakaladım. Usta diyor ki: bir dötlek ( ass yani) bile bu benzerliği görebilir. Diğer bir deyişle tamamlanması tam tamına 21 sene süren bu senfoni aslında Beethoven'un onuruna bestelenmiş bir saygı çalışması. Şimdi ben ne oldum: Ass'in diğer tercümesini almayı tercih ederim: eşek. Ya da İlber hocanın deyişiyle bir cahil diyelim, evet evet bu daha medeni oldu sanırsam. Bir dönem ünlü Berlin Filarmoni Orkestrası ile çalışma imkanı bulan şef Abbado'nun bu kaydının ise görebildiğim kadarıyla sevenleri kadar sevmeyenleri de var. İçerdiği dinamizm, sessizlik ve yoğunluk arasındaki kontrastlar bence iyi aktarılmış. Özellikle bir kaç dinlemeden sonra yaylı çalgılara bel bağlayan kreşendo anları dinleyenin dikkatini çekmekle kalmıyor, tüm senfoninin dinlenirliğini arttırıyor. Ki defaaten söylemiştim, klasik müzik içinde alt-tür olarak senfonileri dinlemek için bu doğal karakteristiğinden dolayı pek de can atmam. Enstrümanlar kayıt anlamında biraz cilalanıp göze batırılırsa zararı olur muydu, sanmam. Senfoninin orta kısmını oluşturan nispeten kısa parçalar ise bir bakıma daha sakin ve tatlı esintiler taşıyor, bir noktada keman alıp salon danslarına eşlik edercesine alıp başını gidiyor. Albümü  ise senfoninin sound olarak değil de dramatik ruhunu bir ölçüde paylaşmasıyla oldukça farklı yerde duran ve koroya dayanmasıyla dini duyguları hatırlatan, cidden bir requiem'in parçası mı değil mi bilmiyorum artık, 12 dakikalık süresiyle Gesang der Parzen bitiriveriyor. Senfoninin genel modunu ılıman, canlı, dramatik özellikleri yansıtmakla beraber negatifliğe teslim olmamış gibi eveleme gevelemelerle tarif edebilirim. Göreme'den yazılan bir entry bu kadar oluyor, cidden güzel gidilesi bir yermiş. Neden bu kadar bekledim bilmiyorum. Ama aklıma takılan bir şey oldu: Bazı peribacalarında pencere var ve öyle görülüyor ki basit bir niş veya oyuk değil, bariz arkadaki bir odanın parçası. Gel ve de gör ki kapı yok, erozyon, deprem bunu açıklamaz arkadaş, bir şeyler dönüyor burada, demedi demeyin.

7,0/10

17 Haziran 2014 Salı

One Love 2014 - Ömer Süleyman ve Mogwai

Hükümete ekonomik çıkar sebebiyle ki gönülden olsa gam yemem, göbekten bağlı olmasının ezikliği altında Soma katliamı karşısında kendi vicdanlarını temizlemeye prodüksiyon şirketleri vasıtasıyla One Love'ı alet eden Doğuş Holding zihniyetine (ki devletin sorumluların tüm mal varlığına el koyup her şeyi mağdurların ailelerine tahsis etmesi gerekirken devlet kanalı vasıtasıyla başlatılan yardım kampanyaları sefaletine ne demeli?) ya da doğuyu batı aracılığıyla bir kez daha keşfederken Omar Souleyman gibi gaydırık guyduruk isimlendirme tercihinde ısrara giydirme pozlarına bürünmüş bir huysuz adam formatında bu mevzuları üstüne basa basa dillendirecekken, amaaaan boş ver deyiverdim gayri. Ölümlü dünya! İşte Suriye'li düğün şarkıcısı Ömer Süleyman'ın performansından sonraki halim. Bi o yana kıvır, bi bu yana, halay başı burma burma... Ulen, eş dostun düğününden kaçmak için bin bir mazeret uyduran, hakeza katıldığında da oyun alanının en uzağındaki masalarda saklanıp görülme ihtimali karşısında kuul durup caka satan gençlik! Gördük halinizi hepimiz, bu kayıtları, videoları izleyen annelerinize kendinizi nasıl savunacaksınız, meraklar içindeyim. Performans iyiydi hakikaten. Hatta kendimi tutamadım, 2011'deki Glasgosmlasgos festivalindeki kaydı da yuğtupda izledim. Bizimkisi yeni ve popülist şarkıların setliste eklenmesiyle daha bi iyiydi. Tabi Ömer Süleyman'ın arkasında hakkı bir miktar yenen kapı gibi bir klavyeci arkadaş bulunuyor. Düğün şarkılarını kimi zaman darbukaya kimi zaman basa kimi zaman zurnaya bağlayarak tekno hızıyla güncelleyen bu arkadaş çok zeki. Kulağı da biraz açık, dünyada ne olup bitiyor anlamında. Çakkıdı çakkıdı yani. Bası da körükle pistler titresin. Şukela. Bubituzak sahnedeyken bitse de Ömer amcayı dinlesek modunda olduğum için hakkaniyetle değerlendiremeyeceğim. Türk işi ska rock gibi bir şeyler geldi kulağıma.Ya ben biraz daha ince bir şeyler beklemekteyim yerli rock gruplarından ya da grup çok iyi değildi. İyi nedir kötü nedir? Bilemedim.
Mogwai konseri de iyiydi. Bir kere performans sergileyen gruplardan bağımsız olarak post-rock türünün konserlere çok yakıştığını düşünüyorum. Grubu sadece birkaç belki üç, hatırlayamadım şimdi, albümünü dinlemiş biri olarak sergilenen çeşitlilik beni fazlasıyla memnun etti. Üç beş post-rock albümü dinlediyseniz eğer, belli bir süre sonra reverblü titrek gitar işi ve hep aynı gitar tonları sıkmaya başlamıştır. Bu noktada baterinin nasıl şarkıların, teknikten bağımsız konuşuyorum, iskeletini oluşturmada önemli bir görev üstlendiğine de tanık olma fırsatı yakalıyoruz. Bi ara Berlin'e kadar uzadım. Vışş alan hıncahınç dolu. Modeselektor ortalığı yıkıp geçiriyor. Hemen ayrıldım oradan.

12 Haziran 2014 Perşembe

Enslaved - RIITIIR (2012)

Enslaved'in black pagan metal yaptıkları erken dönemlerini dinleme fırsatı bulmuştum. Benim için 'yaaani' bir gruptu. Ne zaman avangarttlaştılar ilgimi alakamı da kaybettim. Şimdi bakıyorum da bir o kadar toymuşum, hal bilmez imişim. Son albümlerinde görüyoruz ki black metalden o kadar da uzaklaşmamışlar. Modern bir yorumla ve elbette progresif düzenlemelerle oya kanaviçe gibi içli içli işlenerek dinleyiciye sunuluyor. Progresif değil de gruuvi anlamında Roots of Mountain'deki rif örneğinde türün aşırılığı sergileniyor. Her ne kadar brütal vokaller ile sert müzik sayesinde metalin ruhunu kaybetmediklerini ispatlasalar da asıl melodik temiz vokalin ustalığı bendenizi vuruyor. Açılış parçası Thoughts Like Hammer ya da Veilburner'daki nağmeler içimin yağlarını eritmekten geri durmuyor. Ve her nedense, bilinmez, uzun vakittir Opeth dinlemediğim aklıma geliyor. Katatonia da, ahh eski Katatonia!... Çapraşık ritimler ve içbölüm çeşitliliği parçaların karakteristik halini oluşturuyor. Bu bölümler o kadar çeşitli ki misal Materal'daki clean nakaratın ezgisi yerelliği işaret ediyor. Kimi yerde bir riff thrashy duruyor. Storms of Memories'in uzun egzotik girişinin brütallikle kavuştuğu an gayet memnun edici mırıltılara sebep olabiliyor, Forsaken'daki deli ritim ve yine aynı şarkıdaki eskileri andıran keyboard, bir sürü iyi örnek verilebilir. İşte burada benim genel olarak progresif metalle yaşadığım problemi aktarabilirim. Derinlerde ilginç, çalması zor işçilik sergilese de tüm şarkılar bir duru su gibi birbirine benzer bir ortak tabanı paylaşıyorlar da birbirleri arasında farklılığı çizmek için şok edici bir sürü dalga efekti vermek gibi bir şey. RIITIR bu olguya en başta örnek gösterilecekler arasında elbette yer almıyor. Ama bu kadar toplama fikir bir miktar gerçekçiliği, sahiciliği yaralamıyor mu?

8,25/10

11 Haziran 2014 Çarşamba

Savages - Silence Yourself (2013)

Portishead konserinin ön bi büyük grubu Savages oldu. Bayanlardan müteşekkil bu post-punk grubu ilk albümleriyle seslerini direkt Londra'dan duyurmayı başarmışlardı geçen sene. Post-punk demişken hani genel hatlar, genel kabuller: basların zenginliği, bağırış çığırışa yakın neyseki sopranoluktan uzak bir vokal, utangaç gotik atmosfer, klasikler tadında anlayacağınız. Bir yönüyle de gürültülü noise garaj rock etkisi var tüm hammaddeliğiyle. Albüme rifler açısından zengin diyemeyiz, idare eder. Neyse ki belli parçalar öne çıkıyor, vokalin hünerini konuşturduğu ağır balad Waiting for a Sign gibi. Asıl ama asıl öne çıkan parça ise nostaljik pop tınılarını taşıyan She Will. Cover mı değil mi bilmiyorum ama bir yerlerden fazlasıyla esinlenmiş gibi duran bu parça iyinin de ötesinde. Albümün cızırdak ve enerjik gidişatının tersine bitişinde sürpriz saksafon solosunun da katkısıyla görece kırılgan balad Marshal Dear da güzel bir kapanış parçası oluyor. Herhalde bir ben sevdim bu şarkıyı. Canlı kayıtlardan oluşan bonus CD'yi dinleme fırsatı bulursanız, orada da tüm düzlüğüyle Give Me A Gun'ın ismi zikredilebilir. Altı üstü 4 şarkı var zaten bu ekleme cd'de. Bayanlardan kurulu olmanın avantajıyla eski grupların tarzlarını taklit seviyesine varır derecede devam ettirmekle eleştirildiklerini de belirtmeden es geçmeyelim.

7,0/10

10 Haziran 2014 Salı

Lethe - When Dreams Become Nightmares (2014)

Black metalden deneysel işlere uzanan bir diskografi çıkaran Manes grubundan Tor Helge bayan vokal olarak yanına Eluveitie'den destek alır almaz bu hoş projeye imza atmış. Anna Murphy şarkıların çoğuna güzel sesiyle hükmediyor. Erkek vokal devreye girdiği anlarda Jay Jay Johanson (Ad Librum) tadı bırakıyor. Genelde erkek vokalin katkısı meze niyetinden öteye geçmiyor. Albüme hakim genel hava yeni the Gathering sularında geziniyor. Alt-metin ise oldukça zengin, trip hop'dan, gotik, endüstriyel ve deneysele hayli derin bir kompozisyon çiziyor. Besteler elektronik tabanlı ne bileyim Love Pass Filter'dan gitar ağırlıklı Come Look At the Darkness With Me'ye ki albümün şişko toplarından, farklılık göstermekle beraber sound öyle bütünlüklü ki hiç bir şarkı yersiz görünmüyor. İyi besteler bulundurmakla beraber besteciliğin grubun en zayıf yanını oluşturduğu söylenebilir. Yetersizlikten bahsetmiyorum ama henüz oturmamış. Ayrıca Anna'nın vokalinin gücü ister istemez şarkıların vokal performansı etrafında fazla odaklanmasına sebep oluyor. Bir de bu tarz atmosferik bestelerin 9 küsür dakikalık No Reason'da olduğu gibi daha uzun süreye yayılmasının etkileyiciliğini arttıracağını düşünmekteyim.

7,25/10

8 Haziran 2014 Pazar

Ah Muhsin Ünlü - gidiyorum bu

Ah Muhsin Ünlü mahlasıyla arada sırada yazdığı şiirleri yayımlayan senarist ve yönetmen Onur Ünlü'yü belki en ünlü işlerinden Leyla ile Mecnun dizisiyle tanıyor olabilirsiniz. Ben kendisini pek bilmem, ama değişik bir kafası var diyorlar. Celal Tan da onun işiymiş, izlemiştim.
Şiirlerinde de tersyüz edilen, üzerinde oynanan kelime ve tamlamaları şarjör niyetine ilk bakışta birbirinden bağımsız görünen çarpıcı cilalı modern dize tüfengine cephane ediyor. Modern şiir tanımı tarifte sık kullanılmakla beraber aslında yapılan işin muhafazakar entelektüel kaygı eleğinden geçirilmiş politik gözlemlerden ve ailevi yaşantıdan sızan acının konu edildiği bir tür kendi kendini tedavi ve terapi seansı işlevi üstlendiğini saptanabilir. Ferdinand Hodler'in tablosunun kapak olarak seçilmesi bu kitaba uygun düşen bir dışa vurum mudur bilmem ama durduğum manzaradan bakınca en bilindik ve sevildik (her okuduğumda yutkunmamı sağlayan) şiirinin, tirajikaranlık bir kahkahaya gebe humour haricinde yalınlığıyla kendi çizgisinin aksine bir örnek olması ironi olsa gerek.
Kelimelerle oynamayı seviyor dedim ya bir kaç örnek vermem şart:
Semerkandı denetleyen bir dedektif mor
dizesi ile kafiye yapabilmek için varın vor yapılması
Sakis dahi peşindedir bir Kur'an'ım vor
Opus magnum yerine opus magn mu kullanımın tercihi ile görünmeyen bir soru işaretinin eklenmesi ya da aynı şiirde sevgili güllük hitabı ile günlük girizgahlarının benzeştirilmesi
Periköy Fangaltı, tüyük bürk şairi gibi alan razı satan razı durumları,
İsa'yı polise doğru
Lttuğum zaman.
dize sonu ansızın kesintiler
kışbaharyaz günü gibi yakışıklı birliktelikler.
Belirli imgelerin çoğu zaman metaforik bir anlam kazanmadan , bildiğin kedi işte!, sık sık kullanımı
tiren, kedi, anne
Anne figürünün, hastalığı ve kaybının şiir yazmaya vesile olacak kadar yarattığı etki
Özel isimler ve göndermelerin, referansların, selamların bolluğu.
Ve nihayet hayatımda okuduğum en sert ve şoke edici politik mısralardan bir alıntı:

Seni öyle seviyorum ki Condeleeza, bebeğim
Ağzına veresim geliyor
Ağzımdaki dişleri

Şiirlere başlayalım mı?

resulullahla benim aramdaki farklar

resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim,
resulullah yolda ebu bekir’i görse ‘es selamu aleyküm ya sıddık’ derdi, 
ben yolda ebu bekir’i görsem tanımam. 
resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım. 
ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem 
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz. 

resulullah azrail’i yolda görse tanırdı; 
ben azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu, 
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı. 

resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi; 
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey allah’ın resulü; fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız? 

resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki ‘kızım ha gayret!’; 
ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki ‘anneciğim ölmesen…’ 

ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki ‘anneciğim seni ben…’; 
annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz

resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı; 
ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu. 

ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının 

anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf… 

resulullah çok şanslı bir insan 
annesi öldüğünde o küçücüktü; 
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim, 
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz. 

annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz! 

olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince 
verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz 
resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü 
nasıl olsa resulullah da ölü annem de ölü.

hatırlat da haziran sonlarında çocukluğumu yakalım

sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-senegalliler dahil değil


sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-yoksa seni rahatsız mı ettim?

sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar biçimidir şimdi göz göze gelmak
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-freud diye bir şey yoktur.

sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-haydi iç de çay koyayım.


sokağımız

sokağımızda olan ağaçlar:

toplam ağaç sayısı: 4
ağaçların renkleri: vücutları ağaç vücudu rengi, yaprakları yeşil.
vücutlarında kireç var mı? : hayır, yok
ağaçların cinsleri: bilmiyorum

sokağımızda olan kapılar: 

toplam kapı sayısı: 23
kaç tane kapı var? : 23 tane kapı var
kaç tanesi kırmızıdır?: sokağımızda kırmızı kapı bulunmuyor
renklerini sıralar mısınız? : sıralarım; yeşil, açık mavi, laciverd, gri, beyaz.

sokağımızdaki dergiler: 

sokağımızda dergi çıkartılmamaktadır.

sokağımızdaki kuşlar peki? :

evet,sokağımızda kaç tane kuş bulunur? : sayısını bilemiyorum, çok var.
ne yapıyorlar? : kimisi uçar, kimisi de iki ayağının üzerinde birden  -yahut  tek ayağının- dururlar öyle.
babaları var mı? : evet sanırım. babaları zengin değil.
öyle mi? : evet öyle.

sokağımızda yollar da var: 

nasıl bir yol bu? : basbayağı yol işte. üzerinde
insanlar var mı? : evet. var. yürüyorlar. bazen de hayır.
siz o yolu seviyor musunuz? : o yol beni okula götürür.


Ah o Gemide Ben de Olsaydım


alper’den 700 lira borç aldım bugün
israil devleti gömülsün diye karanlıklara!
çünkü eğer borcu varsa bir mazlumun
başka bir mazluma
bir mazluma
mazlum…
sevgilim
tam buraya uygun bir ayet bulamıyorum.
oysa ne çok ayet vardı 90’larda…
baktığımız her yerde ayrı bir allah
gördüğümüz her peygamber yeni bir mağara.
insan olmak bizatihi sansasyoneldir.
diline döktüğüm dilleri hatırlasana…


alper bana 700 lira borç verdi bugün
israil kaç mermi yapabilir bu parayla?
tarık ali’nin muhammed ikbal için söyledikleri doğru mu?
frengiden öldü diyor lahor pavyonlarında.
işte 90’larda böyle şeyler düşündük biz sevgilim
düşündük şiir yazınca temizlenir ülkemiz.
şimdi ikbal cennette, tarık ali ingiliz
merminin de biliyorsun, bini bir para
ve diyelim ki humeyni’yi de seviyorum jack daniel’ı da
diyelim ki ev kirasından muaftır bütün şehir
diyelim ki zalimler de centilmen olabilirler…
bana duyduğun sevgiyi azımsasana!
lira bana alper borç bugün verdi 700.
hemen iki paket malbora, biraz mızrak, biraz kuz.
bilhassa ecnebi reyonundan seçtim bunları sevgilim
fosforun pişirdiği çocuklarda bulunsun tuzumuz.
ah evet biliyorum demode lakırdılar bunlar
demode irrasyonalizm, antikapitalizm demode.
dünya kocaman bir köy, en iyi sigara malbora
araplar arkadan vururlar, meşru bir ülke israil.
eğer bir gemi dolusu hayvan
haksız yere böğürüyorsa
ölen her zaman suçludur ne yapabilir ki katil?
biliyorsun zalimin dediği olur ortadoğu’da
dur küfretme. zalimler de allah’a dahil!

söylemiş miydim alper’in bana borç verdiğini?
mızrak aldım, çok arabesk, fazla anakronik.
kuz desen; alnım açık, dolaşmam kuytularda.
belki de lirayı kapar kapmaz 700
yüzümü dönmeliydim olduğu gibi batıya.
bir bakmışım karşıdan tarık ali geliyor
hey bayım; şu var ya; şu koca london bridge…
90’larda espriler hep böyleydi sevgilim
çok açık göstermeci, nobran, edepsiz ve kitsch!
90’larda zalimler biraz racon bilirdi.
karıları çocukları köpekleri olurdu.
yalnız kalan bir zalim allah’ı düşünürdü
dur gevşeme. zulüm, allah’tan hariç!
ah o gemide ben de olsaydım eğer
mızrağı sallardım aştot’a kadar
belki gider çirkin bir faşiste değer
belki de bir masumun tam kafasına.
ama savaş böyleymiş bazen siviller
ölebilirlermiş devlet uğruna.
90’lar bitti artık onlar var ve hey
siz devlete inanan bütün reziller
cehennemde karşıma çıktığınızda
öyle bir yumruk patlatacağım ki tam burnunuza
hayatınız gazze şeridi gibi geçerken gözünüzden
anlayacaksınız allah ne demek
ahlak ne demek
ve rüya…
bu sözlerimi cennet ehline aynen ilet sevgilim:
devletin bekasının da allah belasını versin
malboranın da!

****
kuyulardır, derindir, içinde adam vardır
Yusuf bile düşmüştür Aleyhisselam! 
(Kutub-u Şikeste)

annemin içinde kadınlar ağlar
duvarlar varlar 
(kardeşim kafası büyümek)

elma yerde onları hep Zehra toplar
elma yerde onları hep Zehra toplar
elma yerde onları hep Zehra toplar

Annemi üzdüm
Böylece hep bana tirenler çarpsın
Çirkin olduğum için aynaya bakmazsam;
Güzelim.

RETRO: Bathory - Blood Fire Death (1988)

Viking metale geçişin şıppadanak olmadığına bir kanıt. Ne klasik müzik senfonilerinin andıran intro ve hemen takibindeki A Fine Day to Die, ne kapanışını yaptığımız albüme ismini veren efsanevi Blood Fire Death ne de albüm kapağı ve sunusu albümü tam tamına viking metal örneğine dönüştürmüyor. Ama temeller atılıyor, harç ha babam ha babam terle emekle karıştırılıyor, bu açıdan sağlam bir girizgah. Söylemek istediğim hala thrash tabanlı black metal albümün geneline hakim. Eskisi gibi kısa ve öz, pankvari bir harekete hapsolmuş değil. Şarkıların süresi uzamış ve rifler görece sofistike hale gelmiş. Yine de hücum borusu ritimlerinden bir şey kaybetmiyor bu şarkılar, amansız ve şiddete meyilli. Viking metal derken akustik pasajlar, keyboard efektleri, orta ve yavaş tempolu destansı melodiler, arka vokal korodan gücünü alan atmosfer ile Amon Amarth'ın viking metalinden uzak bir profilin tanımlanmaya çalışıldığını her zaman vurgulamak gerekli. Savaş esnasını değil hemen öncesini yada sonrasını betimliyor bu şarkılar. Hissiyat daha kuvvetli bir bakıma.

8,25/10

7 Haziran 2014 Cumartesi

RETRO: Running Wild - Port Royal (1988)

Hatırladığım kadarıyla grubun en sevdiğim albümü buydu, yine dinlerken bu gücünden pek de birşey kaybetmediğini söyleyebilirim. Bir kere metal dünyasının önemli vokalistlerinden Rolf Kasparek partiye dahil oluyor ve müziğe eşlik ediyor. İnanın vokaldeki bu gelişme büyük fark yaratıyor. Grup, kendilerine ait bir sound oluştururken diğer yandan da o günlerin koşullarını ve etkilerini yansıtan Uaschitsun gibi bir şarkıyı da icra etmesini biliyor. Bütünlüklü bir açıdan zamanın ruhunu yakalamış ve bunu zamanda yitmeden başarmış bir yapıt bence. Aklıma Iron Maiden, WASP, Accept ve Judas gibi gruplar geliyor mesela. Açıkçası enstrümantal parçalar dahil pek de sözü edilecek eksiklik hissedilmiyor bestelerde. Korsanların küfrünü, sarhoş telaffuzlarını, denizin dalganın sesini yine pek duymuyoruz. Olsun. Enerjisi bol tam konser tadında bu şov, bakalım grubun en iyi yapıtı kabul edilen Death and Glory'de devam edecek mi? Etmiş ki en iyi albümleri diyorlar da benim için diyorum, benim için devam edecek mi?

8,50-/10

Zaz - Recto verso (2013)

Pop caz ritimleri daha geniş kitlelere yönelik bir değişime uğratması, hayranlarının ilk albüm karşısında gösterdikleri olumlu tepkiyi bu albüm karşısında da göstermelerini engellese de şarkıcının gayet sağlam ve de hoş şarkıların içerildiği bir albüm yaptığı gerçeği de göz ardı edilemiyor. Popülerleşme sayesinde boğaz gıdıklayan telaffuzun da zayıfladığını daha doğrusu ilk albümdeki uçların törpülendiğini görüyoruz. Bu sayede daha hafif bir albüm oluyor. Kısa ve bissürü şarkı yapmak biraz ters tepiyor yalnız. Ubili mubili saçma bir kabare şarkısı olan 11-12 . parçadan sonra hem şarkılar hem de bu şarkıların dinleyen üzerinde bıraktığı intiba uçurumdan düşercesine irtifa kaybediyor. Yine de henüz gelemediğimiz yaz günlerine yakışan bir eser. Yaz tatiline çıkmanın arefesinde bu hayatın ve havanın oynadığı oyunlar ayıp oluyor artık. Plan şu: önce biraz onelove, sonra kapadokya, dalyan düşünüyorum yer bulabilirsem, kapanış bozcaada olmalı. Araya bir olimpos mu katsam.

7,0-/10


3 Haziran 2014 Salı

Comma - Elusive Dreams (2001)

Bir şey söyleyeceğim: ben progresif metalden hiç anlamam. Pek kafam karışır, gözüm bulanır. Bestelerin karmaşık çormaşık olması zaten bütün esprisi olabilir bu türün. Yalnız kendini dinletmeyi başaracak bir çengel atamıyorsa müzisyenler, hepsi boşuna. Sanat sanat içindir diyolar bir bakıma. Comma ismindeki yerli grubumuz iki albüm üretebildikleri faal dönemlerinde, belki de bir süre sonra ufak çapta tanınırlığa ulaşmışlar ve olumlu eleştirileri hanelerine toplamışlardı. Hakikaten de besteleri dinleyiciyi misinaya getirecek cinsten. Dinletiyor yani. Türü sevenler ne derler bilmiyorum ama bence çok da tahmin edilebilir, sıkıcı melodilerle bezeli değil. Bir an bir rif parlıyor, bir an keyboard, bir an bir gitar solo öne çıkıyor, giriş şarkısı Clown apayrı bir şey zaten. Bu yüzden dinlemeler uzun soluklu olabiliyor. Tek sözü edilebilir dereceye varan eksiklikleri var, o da vokalin kimi zaman ve kimi zamandan da fazla kulağı rahatsız eden bir performans sergilemesi. Müziğe uyumlu, grubun ruhuna yakışan bir ses tonuna sahip olması neyse ki büyük ölçüde bu negatif etkiyi dengeliyor. Hatta çok iyi söylediği anları da göz önünde bulundurursak bu vokal arkadaşın kaydı dengeden uzak ve de ırak diyebiliriz sanırım. Dream mi Theater? Bir evet az.

7,0+/10

1 Haziran 2014 Pazar

Deniz Adalı - Tekelci Polis Devleti

Kaldıraç grubunu diğer sosyalist hareketlerden ayıran en büyük tespiti devletin karakteri ile ilgili olan tekelci polis devleti tezleridir. Mikro milliyetçiye dayanması ile anti-Alman hareketlerini hatırlatan bu grubun pratikteki sözkonusu faaliyetin gerekçelerini bu kitapta bulmak zor. Daha çok diğer grupların her fırsatta geçmişten beri devletin her organı ve faaliyetini faşist diyerek ve çoğunluk kitle gözünde hakaret seviyesine varan sıfatlarla pekiştirerek nitelemesine (belki de bugün olmadığı kadar cuk oturan manidar bir tanımlama: 21. yy'ın faşizmi Hitler'in kitle imha mantığı ile aynı olmayacak herhalde!) tepki olarak, arkadaş burjuva devleti dediğin şey zaten bu, diyerek tavırlarını ortaya koymuş ve bu tanımın aşırı kullanımının sonuçları üzerine gerekli uyarılarını yapmış bulunuyorlar. Tekelci Polis Devleti tezlerinin devrim stratejisinin oluşumunda etkisi sosyalist devrime yapılan vurguyla sınırlı. Kitabın günümüzde yakıcı bir hale gelen taşeron sorununa ya da çokluk diye adlandırabileceğimiz alt-kimlikler sorunsalına değinmemesi zamana yenik düşen karakterini özetliyor. Revize ediilen tespitlerin sonucu etkilemediği düşünülüyor olsa gerek. Marx'ın tespitlerinin aşılmadığını düşünmekle birlikte kendimi bu düşünceye adamış biri olarak görmediğimi anlamışsınızdır. Onların yazdıkları şu sözlere ek olarak "Seçimler, partiler, parlamento, hükümet gerçek devlet mekanizmasını örten bir şaldır."  peki iktidara karşı ortodoks Leninist örgütlenme ve stratejisi ile yapılan muhalefetin günümüzdeki kısır döngüsü neyi örtüyor diye sormaktan kendimi alıkoyamıyorum. Yaşasın post-yapısalcı küçük burjuva konformizmi diyerek kendimi sonlandırayım.
Biraz daha ayrıntılı kitabın özeti de aşağıdaki gibidir:

Devlet, toplumun uzlaşmaz çıkarlara sahip karşıt sınıflara bölündüğünün, sınıfların varlığının itirafıdır. İkincisi, onun görevi çatışmayı hafifletmek, düzen sınırları içinde tutmaktır yani toplumun diğer bir deyişle egemen sınıfın egemenliğinin devamını sağlamaktır. Devlet uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünüdür, ezilen sınıfın sömürülmesinin aletidir.Sınıf savaşımının bir ucunda işçi sınıfı var ise, diğer tarafında devleti ile burjuvazi vardır. Günümüzün devleti  tekelci burjuvazinin devletidir.
Tekeller kendi dışındaki burjuva katmanların artı-değerinin bir bölümüne pek çok mekanizma ile el koyar. Faşizm tanımının kendisi enlerle ifade edilen bir nicelik vurgusu olarak öne çıkar. Halbuki dökülen kanın miktarını işçi sınıfının mücadelesi belirler. Yani CIA'in, FBI'ın hüküm sürdüğü ABDdeki burjuva demokrasisi ile Hitler'in faşist Almanya'sı arasında bir dirhem fark yoktur. Diğer yandan faşizm, burjuva demokrasisini aklamanın aracı haline geldi. Faşizme karşı olmak demokrasiden yana olmak anlamına geldi. Burjuva demokrasisi, burjuva diktatörlüğüdür, burjuvazinin işçi sınıfı ve halk üzerindeki egemenliğini anlatan bir devlettir ve faşizm denilen şeyden daha az baskıcı değildir. Günümüzün burjuva devleti, günümüzün burjuva demokrasisi ise tekelci polis devletidir. Faşizm denilen şey, gerçekte tekelci polis devletinin ilk biçimidir, bir karşı-devrim saldırısı ve örgütlenmesidir. Tekelci polis devleti, tekelci burjuvazi için tam ve eksiksiz demokrasidir.Faşizm denen şey iktidara gelmiyor. İktidar burjuvanın iktidarıdır. Tüm burjuvazinin ortak komitesi gibi işleyen devletin iktidarında burjuva içinde değişimlerin olması ya da faşizmin hantal bürokrasiye tahammülsüzlüğü gibi olağanüstü hallerde geliştirdiği farklı taktikler onu burjuvazi diktatörlüğünden ayrı bir devlet tanımına sahip olduğunu göstermez. Olağanüstü durumlarda burjuvazinin kullanmaktan kaçınmadığı bir silahtır aslında. Bulanık tanımlamalar faşizme karşı birleşik cephede küçük burjuva ile sınırlı kalmayan geniş bir katılıma zemin oluşturur. Öncelikle faşizmin yıkılmasını amaçlayan aşamalı devrim anlayışı ile sonuçlanır, bu kafa karışıklığı. Faşizm iktidarda iken demokratik devrim gerekiyor, burjuva özgürlükler gelince de sosyalist devrim. Bu menşevik aşamalı devrim teorisine benzer. Burjuva egemenliğin yıkılabildiği durumda, proletarya, kendi elleriyle bir başka tür burjuva egemenliği kurulsun diye iktidarı teslim mi edecektir? Hitler faşizminin yenilmesi ardından Fransa, İtalya ve Yunanistan devrimleri bu açıdan satılan devrimlere örnektir. Bugünkü tekelci aşamada yoksul köylülük ve kent emekçileri devrimim müttefikidir. Faşizme karşı da işçi sınıfı ile birlikte savaşacak bu kesimlerden başka müttefik yoktur.
Temsili demokrasi artık işlevini yitirmiştir. Genel oy devletin halkı kandırmasının bir aracı olmaya indirgenmiştir. Seçimler, partiler, parlamento, hükümet gerçek devlet mekanizmasını örten bir şaldır.