30 Haziran 2015 Salı

Rimsky-Korsakov: Scheherazade / Borodin: Polovtsian Dances (1987)

Klasik müziğe fersah fersah uzak birini bile mest edecek bir kayıt bu. Hani yeni başlayanlar için tavsiyeler olur ya, onlardan biri. Şehrazad, Nikolay Rimsky Korsakov'un en bilindik orkestral çalışması ismi üzerinde Binbir Gece Masalları'ndan esinlenerek bestelenmiş dört bölümden oluşuyor. Bununla birlikte aslı 50'lerde kaydedilen bu çalışma albümün çoğu süresini kapsıyor. Özellikle klasik müzik albümlerinde her ne kadar ses kalitesi yeniden gözden geçirilseler bile o karakteristik eskiliği çok seviyorum. Bırakın, enstrümanlar ışıl ışıl parlamasın, sesleri patlamasın. Hafif boğuk kalsın. Stüdyonun tozlarıyla birlikte nostalji ve enstrümanların odunsu kokusu hipergerçekliğin üstesinden gelmede birebir çareler. Binbir Gece Masalları'ndaki bazı hikayeleri konu alarak tematik isimler taşıyan bu dört parçada duyabileceğimiz gibi oryantalist bir açılım saçılım gösteren melodiler bu bestenin özünü oluşturuyor, fantastik içeriği vurguluyor. Diğer yandan romantik kaygı özellikle yaylı çalgıların ağırlığı ile temsil ediliyor. Bunun doğal sonucu olarak öne çıkan ara ara hülyalı tempo düşüklüğü, albümdeki diğer beste olan ve kısa ve öz kısacası çok daha çarpıcı parçalardan meydana gelen Polovtsian Dances ya da Prince Igor'a kıyasla, bakınız göreceliğin altını çiziyorum, Şehrazad'ı bir miktar gölgeliyor. Temponun yükselişi ise büyük oranda üflemeli çalgılar ve perküsyon eşliğinde olup renkli bir karakter gösteriyor. Alexander Borodin'in natamam operasının üçüncü sahnesinden alınarak albüme dahil edilen ikinci kısım ise bu renkliliği canlılıkla birleştirerek üst noktalara taşıyor. Okkült bir yankı uyandıran seslerle örülü bu koral çalışma Kumanların saldırısına karşı zafer kazanan bir Rus prensin hikayesini anlatarak Rus tarihini destansı bir şekilde dinleyiciye soluksuz bir şekilde aktarıyor.

9,0/10

29 Haziran 2015 Pazartesi

Peyk - Teslim Olma (2014)

İlk albümleri ile hayli dikkat çeken Peyk, geçen sene sonlarında oldukça eklektik bir esere imza attı. Albüme ismini ve resmini veren tavır öz ile sözü buluşturan etkileyici balad Ölümsüzler, madencilere ithafen Göçük, funky Kare Kafa gibi şarkılarda, sadece onlardan ibaret olmamak kaydıyla, tavan yapıyor. İlk albümden Ne Oldu Bana ve İstanbul, ikinci albümden İçimdeki İz yeniden yorumlanıyor. İşte ses anlamında burada bir karmaşa başlıyor. Ciddi şarkılar, eğlenceli parçalar, alaturka yorumlar, reggaelar, yetmişler, yetmişlikler, tempolular, temposuzlar bu albümü tek seferde dinleyebilmek tam bir beyin istilası ile karşılaşmak demek. İstanbul'un yorumunu beğenmedim ne yalan söyleyeyim. Maksatlarının o olmadığını söylemek bile zul, adam gibi adamlar ama Paslı Bıçak mıydı Keskin Bıçak mıydı neler doluştu aklıma Allahım koru beni. Şarkı bazında  ilk dönemdeki özgünlüğün hala bir ölçüde devam ettirildiğini duyabiliyoruz. İlk albümünü sevmeme sebep olan tarza yakın yetmişlerin havasını taşıyan marşımsı Yürüyor Sokak (Sobe), Ölümsüzler, Azrail'e Gülümsedim, Karnım Aç ve Göçük bu manada hayli güçlü parçalar. Ama albüm konsepti açısından bakacaksak darmadağışık bir iş.

6,75/10

27 Haziran 2015 Cumartesi

Hot Chip - Why Make Sense? (2015)

Önceki albümün rengarenk tadını bir türlü veremiyor albüm. Sound anlamında çapı azalmasına rağmen benzer bir değişkenliğe burada da rastlamak mümkün. Hep örneklerle kanıtlarla belgelerle giderim: Need You Know 90'lar elektronik house parçası ki severim bu şarkıları şahsen, bu albümde işi ne dedirtmekle beraber iyi de olmuş da dedirtiyor ki dinleyeni ne de çok konuşmaya teşvik ediyor bu şarkı yafu. Vokal, sınırlarının farkına vararak gayet olgun bir performans sergiliyor. Kendine özgü vokalin cesaretini önceki albümde eleştirivermiştim. Hatta yeri gelmişken Dark Night'taki ışıl ışıl vokal performansını öveyim. Övdüm. Fakat bu albümdeki sıkıntı üzerine işte budur diyebildiğim, parmakla gösterebileceğim bir sebep bulamıyorum. Slow şarkı koymasalar desem, anladığım kadarıyla her albümüne özellikle böyle bir şarkı ekliyorlar. Dinledikçe sıkılma gibi bir derdiniz yok desem, bu hem iyi bir şey hem de yine grubun alameti farikası olmuş bir özelliği. Sanki grup zoraki kaydetmiş bu albümü de o kadar işlerinde iyi çocuklar ki yine de dinlemesi, yerinde sallanması - dans edilebilmesi zor oluyor indie türü elektronik işlerde, biliyorsunuz - gayet keyifli olmuş gibi.

6,75/10

25 Haziran 2015 Perşembe

Tim Hecker - Virgins (2013)

Hakim bey, Tim Hecker için önceki kayıtta dediklerime bir eklemem yok. Yok yok yalan söyledim var, bazı değişiklikler var çünkü. Sanki şarkıların yapılarının kompleksliğini bir ölçüde kaybettiğini düşünüyorum. Aynı anda aslında iki şarkı dinliyor havası veren bol kesintili Live Room bu tezimin dışında. Aynı zamanda bu şarkı vasıtasıyla sanatçının ürkünçlük dozajını artırma gayreti güttüğünü söyleyebiliriz. Bununla birlikte bir kaç kez farklı frekanslara da giriyor. Bol atımlı pulsarlı Stab Variation namındaki uzayı da misafir odasına buyur eden şarkının bünyede yarattığı değişik değişik hissiyatlar ile bu frekans başka bir boyuta evriliyor. Şapkamız varsa tarzında büyük bir isim olan Tim Hecker'a çıkarır, saygıda kusur etmeyiz. Amma ve de lakin önceki yorumumdaki son sözlere dönersek uygun ortam, uygun psikoloji, uygun ısı gibi faktörlerle elele yürüyen bir dinleme sürecinden milim şaşmıyoruz. Bana bu kadar Tim Hecker ise kafi geldi.

6,75-/10

23 Haziran 2015 Salı

Ed Sheeran & Rudimental - Bloodstream (2015, Single)

Sadece bir şarkı için o kadar zaman ayırıp kilobitleri saçmaya gerek var mıydı gibi düşüncelere kapılmamak lazım. Bu şarkı ilgi alakayı hak ediyor. Gittikçe ünlenen ve popüler piyasada da ismini duyuran genç folk-popçu Ed kardeşimiz, drum'n bass sanatçısı Rudimental ile işbirliğine giderek bu şarkıyı yapıyor. Daha doğru bir ifadeyle remiksletip yeniden yorumluyor, eee mmm kendi şarkısını... Kuşkuyla yaklaştığım her iki türü popüler normlarda birleştiren bu çalışma, sentezlemenin nasıl bir sinerji yaratma potansiyeli taşıdığına dair güzel bir örnek oluyor. Drumlı baslı kreşendolar tam ayarında tam zamanında patlıyor, vokal ile güzel bir harmoni şeklinde kulaklar şenleniyor. Enerji hiç düşmüyor. Akustik girizgah ve mırıldanmalar ile birlikte vokalin de hoş ve de duygusal performansından uzak kalmıyoruz. Tabi ki bu aniden hızlanmaların, delişmen temponun ve elektronik müdahalenin şarkının orjinal halindeki incelikleri götürdüğüne şüphe yok. O yüzden musiki otoriteleri nasıl karşılıyor, hiç umurumda da değil. Gözden düşmüş bir şarkıcının dile getirildiği sözlerle uyumlu yeşilçam geyiği imgeleri ile dolu klibine sık sık rastladığımızı vurgulayalım yeri gelmişken.

8,50/10

21 Haziran 2015 Pazar

İhsan Oktay Anar - Galiz Kahraman

Eski zamanlarda hiciv ve taşlama gibi edebi türler vardı. Bu türü günümüze kurguyla buluşturarak taşıyan yergi kurgu gibi bir anlatıma sahip bir roman. Gerçekçiliğin büyücü cenahının mistifiye edildiği eski eserlerine istinaden yergi amaçlı bir yirminci yüzyıl hikayesinin yazar tarafından kaleme alınması, okuyucularını neredeyse ikiye bölmüş durumda. Evet, çok açık olan hikayenin süreksiz katman katman bir seyir izlemesi ve okuyucunun ilgisini çekip sürükleyeceği çengellerin azalması, dilin kıvrak kullanımı açısından varılan üst zirveyi ya da biraz göze göze batsa da cesur eleştirel tutumu gözardı edeceğimiz manasına gelmemeli. Hedef tahtasına akademya, edebiyat çevreleri ve olmazsa olmaz siyaset çakılmış durumda. Bununla birlikte hikayesi anlatılan İdris Amil Efendi sıradanlığın bir prototipi olarak kendi çıkarı peşine düşen, bencil mi bencil bir yurdum insanı, daha doğrusu politikanın zirvesinde de temsil edilen coğrafyasına hapis, sıradanlığın temsiliyeti. Bitimde yer vereceğim arka kapak yazısı gayet net bir özet geçmiş durumda. Buna rağmen fazlasıyla idealize edilip biraz tat kaçıran Efgan Bakara karakteri ise doğrularını takip edip hayatta yenilgi ardına yenilgi yaşamasıyla diğer kutbu teşkil ediyor. Fakat evrensel bir bakışa tabi tutulduğunda yengi-yenilgi değerlemesinin yer değiştirdiğini görüyoruz.

Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikâyesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. Dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, Tanrı dahil herkesin ona borcu vardır. Vebâline girilen tüyü bitmedik yetim işte odur. Kadîm zamanlardan beri hakkı yendiğine göre, sonlu ama sınırsız bir evrenin engin ve derin merkezi olarak insan olmanın, ‘olmasa da olur’ hâlini icrâ etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Romantik bir insafsızlığın bâkir tâcizcisi olmak, sonuna kadar hakkıdır. Sıradanlığın üst insanıdır o. Âsiliğiyle asîlleşememesi umurunda bile değildir. Onun umurunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kâinâtı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur.

RETRO: Dio - Holy Diver (1983)

Çok da metale bulaşmayan biri ben küçükkene Dio'yu övdüğünde eh işte demiştim. Aptal kafam. Tabi o günlerde melodeath'i keşfetmiş black metalle uğraşıyordum. Küçümsüyordum böyle şeyleri. O yüzden çocukların geri zekalılığının bayağı bir müddet boyunca devam ettiğini düşünürüm. En azından kendi adıma konuşabilirim. İçinde artık efsaneleşmiş Don't Talk to Strangers, Holy Diver, Rainbow in the Dark gibi parçaları barındıran bu çıkış albümü heavy metal tarihinde de apayrı bir yerde değerlendirilmeli. Bu tür müziğe bulaşık her kişioğlunun da dinlemesi şart. Sadece nostaljik, arşiv gütme kaygısı sebebiyle değil, müzikal olarak hala saf ruhu temsil ettiğinden dolayı kulak verilmeli. Günümüze otuz yılın tozu dumanını katarak gelebiliyor yani. Ayrıca sözler bile felsefi aforizmalar beklememek kaydıyla basit şablonları tekrar etmekten uzak.

9,50-/10

20 Haziran 2015 Cumartesi

Mors Principium Est - Dawn of the 5th Era (2014)

Yine sorun sende değil bende durumuyla karşı karşıyayım. Gothenburgen soundunda melodik death hastasıydım yıllar önce. Hız, vokal, sertlik, melodik rifler aklımı başımdan alıyordu. Şu an yaşlandım, hayatın doğal sonucu olarak gürültüyü kafam kaldırmıyor demiyorum, zorlanıyorum eyvallah ama henüz kopmadım. Bu albümü ki grubun beşincisi oluyor, dinlediğimde ki grubun ilk işleri yıllık bazda en iyiler listemin başını çeker, o duvarın arkasını gayet net görebiliyorum. Rifleri, melodileri seçebiliyorum, ah orada piyano dokunuşu, hmm burada şöyle bir müdahale çözümlemek o kadar güç değil yani. Ama yıllar, türün bana ifade ettiği şeyler arasına derin bir boşluk sokmuş durumda. Başkalarının dediği gibi, geçen senenin en iyi melodeath albümlerinden birisi, iyi de hakkatten de dinledik bunları daha önceden yafu. Şahane bir prodüksiyon, performansa denecek bir şey yok. Fakat yaratıcılık anlamında sakınılan her dakikanın bendeki temsili de çekimserlik olacak.

7,75/10

Ataol Behramoğlu - Yeni Aşka Gazel

40 sayfa kadar süren bu şiir kitabı iki ana bölümden oluşuyor. Gözlerdi ve Yeni Aşka Gazel. Esere ismini veren ikinci bölümdeki şiirler gazel ölçütleri ile yazılmış. Politik kimliğiyle de tanınan şairin bu eserindeki şiirler yalın bir dil anlayışıyla ama daha çok bireysel temalar üzerinde ilerliyor. Bununla birlikte toplumsal şiir anlayışı en azından vurgulu tonlar, yukarıdan anlatım, hitabet pratiği vasıtasıyla gölgesini bırakıyor.






ALANYA GÜNLÜKLERİ

1.

Bir bereket tanrıçası gibi geldin kadınım
Sepetinde peynir, ekmek ve suyla
Akdeniz gibi çırpınıyordu eteklerin
Gözlerinde tuz ve mavilikler

Bir bereket tanrıçası gibi geldin kadınım
Vaadiyle yakın mutlulukların
Uzak denizlerin çağırışıyla

Sonra sessizlik ve çiçekler kapladı her yani
Kuşların ötüşlerinde ışıktan damlalar
Yaprakların birbirine dokunuşunda
Bizi aşka çağıran sözcükler var

Bir bereket tanrıçası gibi geldin kadınım
Çatlayan narlar, taşan ırmaklar
Ve kanımı köpürten bir salınışla

2.

Derinde, azıcık derinde
Hüzün var
Dokunulduğunda
Sızlıyor içimdeki derin fay kırığı…

Ama rüzgar, diliyle,
Yaraları iyileştirmede ustadır…
Ve Akdeniz
Tuzuyla…

3.


Çiçeklerin derin rüyasını
Bozamaz bir arının konuşu bile
Tıpkı öyle, bir yaz gününün
Büyüsündeyiz seninle

Bir çocuk ağlıyor, bir sandal
Usulca ayrılıyor kıyıdan
Fesleğen kokusu dağılıyor
Öptüğüm parmak uçlarından.

Denizin bitimsiz uğultusu
Yoğunlaştırıyor sessizliği
Uzanmak otlara yüzükoyun
Ve susmak..bir ağaç gibi…

4.

Tanıdığım bir deniz tutması bu
Çok eski zamanlardan
En uzak çocukluğumdan belki
Belki dünyaya geldiğim an

Tanıdığım bir başdönmesi bu
Bana gözlerinden yansıyan
Mücevher gözlerinin
Gizemli ırmaklarından

Tanıdığım bir yürek çarpıntısı bu
İçimde yükselip duran,
Bedenlerimiz birleştiğinde
Güneşi bir daha tutuşturan

5.

Denizi kadına benzeten
Dizeler anımsıyorum…
Oysa
Olanca gücüyle
Karaya yüklenen
Dalgalarda
Erkeği görüyorum ben..
Köpükler saçarak
Tenine toprağın
Çekilen geriye..
Bir an esrik ve şaşkın,
Sonra yine
Saldıran
Yeni bir güçle…

Ya da bitkin
Gelgitlerden
Uyuklayan;
Toprağın
Ayaklarının dibinde..

Topraktır
Dişi olan;
Bir rahim gibi
Güçlü, kıpırtısız
Doyumsuz
Beklemede…

Gece denizi,
Yükselip alçalan dalgalar,
Erkeğin çırpınışlarını
Ve gülünç kibrini anımsatan,
Bu bitimsiz
Birleşmede...


KAPININ ÖNÜNDE DURAN ÇOCUĞA GAZEL


Kapının önünde duran çocuk
Bir kır görünümünü andırıyor

Güneş tütüyor saçlarında
Gözlerinde bir deniz kımıldanıyor

Kapının önünde duran çocukta
Bütünleşiyor bütün zamanlar

Dağlar doğuyor çatırdayarak
Derinleşiyor okyanuslar

Aşklar başlıyor ve bitiyor
Dünya sürdürüyor dönmesini

İzliyor şaşmaz düzeninde
Gece ve gündüz birbirini

Kapının önünde duran çocuk
Habersiz bütün bunlardan

Hayat akıyor durmaksızın
Onun içinden ve dışından

18 Haziran 2015 Perşembe

V.A. - Putumayo Presents: Mississippi Blues (2002)

Putumayo'nun manasını, ne olduğunu bilmiyorum ama sürüsüne bereket karışık albümüyle birlikte dünya müziğini tanıtmada gayet iyi bir iş yaptıklarına dair bir intiba bırakmada başarılılar. Blues konusunda da fazla bir şey bilmediğimi itiraf etmeliyim. Misal, Mississippi ya da Delta blues gibi burada dinleme fırsatı bulacağımız alt türleri varmış. Kulağımıza gerçekten geldiği gibi türün ilk haline, köklere geri dönüyoruz. Bununla birlikte şarkılar kendi içlerinde yeterince çeşitlilik gösterebiliyor. Bir şarkıda trompetle jazzy bir havaya kadar uzansa da bu değişiklilik, ortalama belli ölçütler etrafında şekilleniyor. Mızıka var, o kadar canlı tempolar yok, hayatın içinden süzülen bir atmosfer, pek kulak vermesem de sözleri de bir o ölçüde gerçekçidir herhalde, slide gitar diye tanımlanan karakteristik enstrümanın sesi. Ben beğendim vallahi.

7,75/10

17 Haziran 2015 Çarşamba

Paul Lafargue - Tembellik Hakkı

Pek çok yayınevinden baskısını bulabileceğiniz bu ünlü eseri Telos'dan sonunda okudum. Mizahi giydirmeceli bir dille 'avam'a hitap eden bu kısa kısacık kitap, tercümenin uyumuyla  birlikte daha keyifli bir okuma sunuyor ki Vedat Günyol'un ismini gugullayınca (hepimiz google'un paltosundan çıkmadık mı?) bunun tesadüf olmadığını idrak etmiş oldum. Onca senedir bu kitabı okumayı ertelememin sebebi ise biraz komiktir. Bu kitabı 60'larda tembel hippiler tarafından yazılmış bir broşür zannediyordum. Ben de misal tam tersi biraz disiplinci biriyim, çalışmayı fazlasıyla da ciddiye alırım. Hatta tarihsel bağlamından, nasıl olacaksa artık ayrı yere koyarsanız, koyabilirseniz en sevdiğim sloganlardan biri arbeit mach frei'dır. Yeri gelmişken diğeri de bellum omnium contra omnes, söyleyeyim dedim. Böyle asalak bir yaşamı övüp beni sinir edecek bir şeyi niye okuyayım diye düşünmüştüm. Bazen düşünmemek iyidir. Halbuki 1880'de gazetelerde tefrikalaşan ve üç sene sonra kitap olarak basılan bir esermiş. 130 sene önce, inanananabiliyor musunuz? Burjuva sınıfına karşı güttüğü kinde anarşist geçmişini sezinlesek de sonradan Marx'ın bizzatihi damadı olarak kayınpederin bayrağını politikada da dalgalandıran bir yazar Paul Lafargue. Kısacası diyor ki, bak zenginler çalışmıyor günlerini gün ediyorlar, uşakları emirlerine amade. Biz işçiler ise çalışmanın erdemiyle uyutulup fabrikalarda yatıp kalkıyoruz. Halbuki kaynakların adil dağılımı ve teknolojik gelişme ile üç saatlik bir çalışma hepimize yeter. Yani hayatı güzellikleri ile olumlamaya çağrı yapıyor.
Okunmalı, ara ara bakmalı, hatırlanmalı, göğüs cebinde taşınmalı.

16 Haziran 2015 Salı

Avicii - Singles

You Make Me (2013)

DJ müziği günümüzün pop müziği oldu olmasına da sadece dinleyeni kulağından tutup müziklerine sürüklemediler, kendileri de müziklerini popüler normlara yaklaştırdılar. Bir bakıma uzlaşma söz konusu. Bazı isimler yıllardır ısrarı sürdürerek DJ müziğinin popülerleşmesine ön ayak oldular. Ama arkalarından gelen yeni genç isimler de bu fırsattan yararlanmasını bildiler. Bunlardan biri de Avicii yani Tim Bergling oldu. Ödüllere şana şöhrete paraya doymadı mübarek kısa sürede. Salem Al Fakir vokal desteğiyle çıkardığı bu single'ı ise hiç sevemedim. O yüzden öyle. Basit, klişe, vasat, güvenlikçi. Onunda çok da umrunda. Bir de sound olarak buna benzeyen ördekli bir klip var. Kiminse artık. O daha güzel.

2,0/10

Addicted To You (2014)

Vokallerde bu sefer Audra Mae, bilir misiniz bilmem. Soul ve folk tınılarında güzel nostaljik bir havası var. Thelma ve Louis temalı klibiyle de bu yüzden iyi gidiyor bu şarkı. Amy Winehouse'dan Lana Del Rey'e uzanan çizgiden biraz da biz nemalanalım anlayışında olsa da fena değil. Avicii'nin albümünün dördüncü tekçaları.

5,0/10



Wake Me Up (2013)

Hepimizin Avicii'yi tanımasına neden olan çıkış parçası bu başarısını yaratıcı ekip çalışmasına borçlu. Aleo Blacc isminde soul sanatçısı bir vokal, akustik gitarıyla Incubus gitaristinin katkısı ve altyapı olarak country. ALtyapıya uygun olgunlukta sözler. Akıllıca bir kulüp kreşendosu. Tabi üzerine ince ince işlenmiş bir marketing stratejisi. Son dönemde birbirini tekrar eden samplelarla asıl şarkıyı bırakın birbirlerini dahi sömüren  dans şarkılarını düşündüğümüzde, Faul&Wad Ad vs Pnau'nun Changes'ındaki melodiyi sonrasında kaç kez başka şarkılarda duydunuz örneğin, bu şarkı başarısını gayet hakkıyla hakediyor. Belli bir orjinallik taşıyor en azından.

5,75/10

One Love Festival 14 (2015)

Beklentilerimin yerlerde olduğunu daha önce belirtmiştim. Daha line ve de up açıklanmadan çook önce çifte günlük biletimi almış idim. Pişmanlığımı bir daha söze dökmeme gerek yok. Ama iyi de oldu bir bakıma. Değişik gruplar dinledim, tanıdım. Hiç bir grup kötü değildir elbette, elbette ama bu kadar isim bir festival eder mi? Hani de nerdeymiş benim headliner'ım? Böyle böyle sorular cevapsız kaldı.
İlk gün: The Away Days'e yetişmeye çalışıyorum. Yakaladım bir yerinden. Bu sahneyi sevdim, samimi şirin bir yer Union. Çimlere otur izle. Ya grup gününde değil ya da ben henüz uyum sağlayamadım. Saat de bu kadar melankolik bir grup için erken. Ses tertibatı kötü. Arkada huysuz bir fil homurdanıyor. Best Rebellious bile bir etki yaratmadı. Şimdi uzun bir ara vermenin sırası. Yemeğimizi yiyelim kahvemizi içelim. Para hesabı yapan pinti biri değilim, vallahi kesinlikle değilim. En ucuz yemek 15'den iki kez etti mi otuz, üç ucuz bira bir otuz daha, kahve ki Be kahve gibi bir isme sahip standdan alınmış gayet keyifli filtre kahve bu markanın tükkanları olup olmadığı yönünde soru işaretleri oluşturuyor akılda, 9 lira, neyse ancak kendime gelebildim. Kitap bile okudum biyerlerde. Sonra ana sahneye gidip Metronomy ne yapıyor dedim. Off ne karmaşa, uzun biracı kuyrukları sahnenin ortalarında, ulu orta konmuş fıçı masa taklidi yüksek masalar, ortalık yerlerde pufpufuduklar, yatan, zıplayan, dans edip langırt oynayıp muhabbet edip aynı anda bir şeyler içmeyi başaran hiperaktif gençler. Grup etkileyici ne yalan söyleyeyim. Bu sahnenin sesi de hep iyi oldu. Ama burada müzik dinlediğim süre toplasan anca bir saati ya bulur ya bulmaz , o yüzden iddiamın arkasında sağlam durmuyorum. Enerjik güzel bir performans. Lakin Fink bekler , fcuk the love, şimdi birlik beraberlik zamanı, union'a geçmenin vakti. Fink sahnede babacan tavırla biraz daha bluesy klasik rock soundunu urgulayarak bir performans sergiledi. Onlar da bir şeylerden şikayetçi oldu. Ayrıca oradan buradan başka müzik sesleri geliyordu. Sıkıntı yani. Buna rağmen çok olgun çok sıkı bir performans idi. Yeri gelmişken, bu kadar farklı standdan artı müzik yayını yapılmasını manasız buldum. Gecekondu disko havası anlayacağınız. Azaltılabilir. Love sahnesine James Blake için geri gittiğimde demin anlattığım tüm o karmaşanın derinleştiğini katmerleştiğini gördüm. Ortaya katlanır sandalyesini yerleştirip oturan da vardı yani. Ya sebep olarak ben biraz kuşak farkını görüyorum. Nasıl bizden öncekiler bize giydirdiyse, izin verin bende genç arkadaşlara giydireyim, şiştim gayri. Alınmak gücenmek yok. Biz ne bileyim konserlerde daha çok yüzümüz sahneye dönük eğlenirdik. Robot değildik elbet ama odak noktamız belliydi. Birlikte eğlenirdik yanımızdakilerle. Odaklanma sorunu yaşayan, yerinde duramayan bir gençlik var şimdi. Konser boyunca kıpır kıpır. Bir o yana bir bu yana. Bir de kendilerine ve kendi ufak çeperlerine, aile ve arkadaş grubu, dönükler. Kimse gezi felan demesin, üstüste yasaklar, zorlamalar, hatırlayın alkol kısıtlamaları, internet yasakları, ben kendilerine de artık dokunmaya başladığı için çoğu genç arkadaşın katıldığına inanıyorum. Elbette bu bir genelleme, öyle olmayanlar da vardır. Konser alanında ufak ufak halkalar. Kendi aralarında eğlenmeler, muhabbet, cep telefonu ki en az rahatsız olunulacak şeydi burda, bir uğultu dünya. Diğer yandan müzik için gelenlerde sahneye yakın konumlanmış, onların da arkalardan haberi yok. Fakat sırt ağrısı ayakta dikilmek gibi ceremeyi de onlar çekiyor. Kısacası ayrı dünyaların insanları. Ve bu sahne önü ahalisi gittikçe azalıyor, olay tamamiyle bir event'a event'e dönüşüyor. Ama olsun yine de sizi seviyoruz. Nerede kaldık, James Blake. Yanımdan en az 1578 kişi sürttünerek geçti yafu. Şarkı başlarken bir grup ilerliyor, şarkı bitmeden hurra geriye. Hayır güzel olsanız bir şey demeyeceğim. Güzel kızlar, yakışıklı erkeklerin oranında da düşüş vardı sanki. Ya da benim kafam iyiydi insanları seçemiyordum. Pazar biraz toparladı gibime geldi ama. Bir de kendimden biliyorum, o kadar da sürtülesi bir tip değilim. Vasat, o kadar. Yerimi değiştiriyorum. Mübarek, orası birden geçiş güzergahı oluyor. Ne iş anlamadım. Eyy James kardeş yaptığın müzik de hiç yardımcı olmuyor. Bası kıs git kapalı bir salona yap performansını. Uzun lafın kısası bende kalmayan konsantrasyonu bulmak için Everything ve de üstelik Everything'in yanına koyuldum. Bu vokale can dayanmaz. Burası da katlanılmaz. Vokal de grubun en çirkini herhalde . Nasıl cinsiyetler arasında ayrımcılık yapana seksist deniyorsa, bana da bir isim bulsunlar. Çünkü insanları güzelliğine göre ayıran birisi olduğumu keşfettim bu aralar. Sonra bekleyiş, uzun bekleyiş. Tam kırk beş dakika oldu, neredesin ot Chip. Çünkü ne H'ni ne de h'ni görebilmenin şerefine erdim. Bundan sonra benim için ot Chip'siniz. Haşmetmapları belediyemizin metroya gece 12 seferinden sonrasını İstanbul halkına uygun görmemesiyle alelacele ayrılmak zorunda kaldım. İyi ki de erken hareket etmişim. Shuttle kuyruğu ve ardından aksayan trafik'ten kaçış yok zira.
İkinci gün: Daha hazırlıklıyım, yemeğimi yedim kahvemi içtim. Union canım benim. Jose Gonzales performansını çimene oturarak izledim. Bu çimenler de hayın çıktı. Oturuyorsun kuru, kalkıyorsun ıslak. Atalarımız yaşa, taşa ehemm oturma demiş ama çok geç. Naif şarkılara kıyasla biraz ses yüksek geldi kulağıma. Onun dışında yine güzel bir seyirdi. Teardrop yorumunu da canlı izleme imkanı bulduk. Bu seferde oturduğum yerin önü transit yola döndü. O kadar çok çıplak bacak gördüm ki... Üç-dört kez git gel yapan arkadaş vardı, kurt kaçmıştı herhalde. Kim olduğunuzu biliyorum, hepinizi bacaklarınızdan tanıyorum! Sonrasında Austra'dan iki şarkı dinledim. Tekrar yuvaya geri dönüş ve Ringo Jets performansı. Grup hakkında hiç bir şey bilmiyordum, tam bir kör cahildim. Bu ses bu üç kişiden mi çıkıyor, bravo vallahi. Hepsi de mikrofonun başına geçti. Bluesy hard rock, rock'n roll, stoner ekseninde müthiş cazgır bir konserdi. Yırtıcı vokal yapan arkadaşın sesi pek duyulmuyordu yalnız. Davulun başındaki bayan arkadaşı ise tutabilene aşk olsun! Bateriyi kırdı. Performans o kadar enerjikti ki uzaktan dinlemesi izlemesi bile yorucuydu. O yüzden bitmesini beklemedim. Ancak eminim, gitarları kırıp sahneyi felan ateşe vermişlerdir sonunda. Şans eseri Tom Odell'den tek dinlediğim şarkı şu çıkış parçası oldu. Evet, artık eminim ana sahne sound, teknik zabazingo açısından gayet iyiydi. Tom Odell süperdi felan diyenler olabilir ama tarz meselesi, anladım ki Union bana daha fazla hitap ediyordu. Julian konserinden önce saykedelik Anadolu rock örneklerini dinleme imkanını bulduk. Ve canlı performansını oldukça merak ettiğim Julian Casablancas ve de Voidz arz-ı endam etti. Distorşınlı vokali sistem kaldırmadı yada albümdeki gibi olmadı, arada tonlar yükseldi, alçaldı, olmadı yani sound arada bir error error verdi. Ama yine de ne sempatik ne bir güzel şovdu. İyi ki sonunu beklemişim. Bis ardından da sevdiğim parçalarla izleyicilere veda ettiler. Gerçekten sıkı ve eğlenceli ve kaotik ve hastalıklı yani ortaya karışık bir şeydi. Bu arada kıvırcık uzun saçları ve bıyığıyla gitarist ağbimiz ki yetmişlerde eminim porno sektörünün vazgeçilmez elemanıydı, festivalin enbikuul insanıydı. Hatta böyle bir kavram icat olunmasaydı, onu icat eder diğer kuul geçinenleri pişirmeden canlı canlı yerdi. Adam gibi adam hah ha . Strokes da çaldılar.
Nihayetinde kalabalığı, ulaşımı, tuvaletleri (into the woods tuvaleti genel olarak iyi gibiydi, love tuvaletinde yer çamura döndü, lavaboda su akmıyordu, union tuvaletine lavabo koyma zahmetine bile katlanılmamıştı, işe çık misali. Keneflere girmeye cesaret edemedim. Bir festivali değerlendirirken olabildiğince kapsamı geniş tutmalı. Bir dahakine bacağımı kırıp sağlık hizmetlerini test edeceğim) kısacası altyapı olarak lifepark, one love'ı kaldıramadı. Niye bu kadar kalabalık vardı, onu da anlamadım. Yani line-up? Kam onn arkadaş, geçelim. Welcome to the summer party kafası en büyük sebepti bence. Ya ben niye ordaydım, onu da bilmiyorum. Şimdi gelgelelim televole kim rüküş benimle deyılsın köşesine. Kıyafet konusunda tek tip marka giyinme hususundaki geçmiş senelere göre ısrar zayıflamıştı. Herkes kafasına göre giyinip gelmişti işte. Ama medeni cesaret ödülümüz yeşil entari elbise ile iki gün de festivalde bulunan hippi arkadaşımıza gelsin. Kızlar ise genelde şortlu, kot şortlu idi. Bacağına güvenen paçaları kesmişti de gerçekten o bacaklar bu özgüveni kaldırabiliyor muydu, tartışmalı. Çeşitlilik iyiydi. Dans etmez diye yerilen erkekler pistlere alışmış durumda. Ormancı sakalı modası ise zayıflayarak da olsa devam ediyor. İşin aslı ben bu sakallı arkadaşlardan korkuyorum. Hele boyu da kısaysa ki bu durumda bel çevresi de normalin biraz üzerinde oluyor, her an sırtından çekici kaldırıp cücelerin savaş çığlığını atarak kafama çekici geçirecek gibi hissediyorum. Laf aramızda damarlarımda bir miktar ork kanı aktığını düşünürüm de. Güzellik konusuna değinmiştim. Bir de yaş ortalaması da beklediğim kadar genç değildi. Ya da bugünün 18'i dünün aslında 25'i felan.

14 Haziran 2015 Pazar

Düşünbil # 46, Aç Yazı # 1, Peyniraltı Edebiyatı # 25, UP # XIV3, Meçhul # 10

Düşünbil

Quantum üzerine yayımladıkları son sayıdan önceki dosya konusu Din idi sözkonusu bilim ve düşün dergisinin. Aktif pozitivist bir tutumu yansıtan makalelerin çoğu dine dayalı şiddetin kaynağına bizzat dinlerin kendilerini ontolojik olarak neden gösteriyor. Hatta kimi makaleler Marx'ın dinin sönümlenmesi düşüncesini yumuşak buluyor. Bu sebeple açıkçası, dini, dindarı, kültürel inançlıyı, köktendinciyi, köktenci teröristi birbiriyle karıştırıp eşitlenmesinden ya da farklılıkların basitleştirilmesinden pek hazzetmedim. Açıkçası ben benim ama Je Suis Charlie'den çok herhalde Je Suis Ahmed derdim. Charlie Hebdo yazarları çizerlerinin yanısıra Freud ile Marx etrafında şekilleniyor bu makalelerin çoğu. Kapak konusu dışında da dergi, ütopya kavramı, Hint kültürü, cinsiyetçilik ve Freud, Marx ile Kierkegaar üzerine karşılaştırma içeren yazıları sayfalarına taşıyor.

Aç Yazı

İlginç işlere imza atan Norgunk yayınevinin yılda üç kez yayımlanan şiir ağırlıklı dergisi güzel bir tasarıma sahip. Ortasında Rene Char'ın şiirinin aslını yeşil post-it gibi sayfalara entegre ederek bir renklendirme sağlanmış. Aslında sayfalara hakim soluk beyazlık daha da bir renklendirilebilse şık olurmuş. Ahmet Soysal'ın ve Enis Batur'un Dağlarca üzerine yazılarıyla açılıyor dergi. Can Alkor, Lale Müldür, Rene Char, Enis Batur, Eugenio Montale, Gonca Özmen, Andre du Bouchet, Ufuk Üsterman, Henri Michaux şiirleri ile yer buluyor sayfalarda. İki adet de şiir üzerine yazı yer alıyor. Ayrıca fotoğraf ve ilüstrasyonlara yer verilmiş. Derginin isminden de anlaşılacağı gibi düşünmeye sevk eden modern tarzda bir şiir anlayışıyla Dağlarca'nın izinden gidiyorlar.


Sonuncu Yunus  / Enis Batur

"Beni burada balinamın beklediğini
kimse bilmiyor" diye bitiriyor defterine
yazdığı son metinlerinden biri. Altta
bir tarih, okunmuyor. Onun da altında
yer belirtkesi: Yunus sokak, Yunus oteli,
oda numarası iki."Yalnız mısınız?"
diye sormuş resepsiyondaki yaşlı kadın,
"hem de nasıl" yanıtını vermiş. Gece,
odasına girip kapıyı kapattığında ışığı
yakmamış, çantasını yere koyduktan
sonra dosdoğru yatağa uzanmış sırtüstü,
içinde kabaran denizden dev bir huzur
dalgası sökün etmiş ve alıp onu en son
uykusuna götürmek için bir anda yutmuş.

Meçhul


Meçhul'un onuncu sayısı Ahmed Arif'i kapağına taşınmış. Dolayısıyla ilk sayfaları kapsayan yazıların da şairin dramatik hayatını konu alması tesadüf değil. Şiirlerinden örneklerle şairin hayatı betimleniyor. Fanzinin sürprizi ise şairin oğlu Filinta Önal ile söyleşi yapılması.  Dahası sohbetin odağında Ahmet Arif olmakla beraber Filinta Önal'ın da heykelcilik ağırlıklı sanat üzerine kendini ifade etmesinin teşvik edilmesi, sıkıntılı tekdüze röportajcılığın önüne geçmiş. Seyahat köşesi Floransa'yı anlatıyor. Alihan Varkan'ın Elçi başlığını taşıyan yazısı ikinci bölümüyle sonlanıyor. Son sayfaya tarihin yapraklarında unutulan Yaşar Nezihe Bükülmez'in hayatını ve 1 Mayıs başlıklı şiirini taşıyarak güzel bir farkındalık ve farklılık yaratıyorlar.

UP


Kapak sayfasını, çok beğendiğim Björk süslüyor bu sayıda. Son albümü üzerine samimi bir söyleşiye yerilmekle beraber yetmedi diyebilirim benim gibi birine. Yine kadın müzisyenlerden Sonic Youth kadrosundaki Kim Gordon üzerine detaylı bir söyleşi/makale yer alıyor. Şenol Erdoğan Nakarat ve Papağan ismindeki ilginç bir deneme yazmış. Şiir veya şiirimsi metin olarak sayfalara Diane di Prima, Jack Kerouac, Selcan Peksan, Devrim Altıkulaç, Gennadiy Aygi, Ayşe Özlem Elçi, Emra Aydın sızmış. Selcan Peksan'a dikkat diyorum. Mimari üzerine yazılan makalelerden biri , orak çekiçli mutfak fabrikası oldukça bilgilendiriciydi. Alper Çeker'in yazılarından zaten hoşlanıyorum, bir de ironide zirve yapan Yusuf Ünal, Yemek Aşkı ismindeki yazısı ile katılmış, ortalık şenlenmiş güzel olmuş. Şöyle başlıyor yazı:

Bazen günlerce aynı noktaya bakabiliyorum sevgili okuyucu. Gözümü dahi kırpmadan o kadar güzel aynı noktaya bakabiliyorum ki, inanır mısınız bilmem ama bu denli başarılı şekilde saatlerce aynı noktaya bakabilmeme hiç tevazu göstermeden yaptığım şeye duyduğum hayranlık ile bir o kadar daha bakıyorum..

Peyniraltı Edebiyatı




Peyniraltı Edebiyatı geçen ayki sayısını ünlü öykücü ve oyun yazarı Çehov'a ayırdı. On sayfa kadarını. Kütüphanemde Vişne Bahçesi duruyor, en kısa sürede yani bir sene içinde bitireceğimi düşünüyorum. Çehov ile ilgili yazılar Erdal Öz, eski bir yazı alıntılanmış, Emre Kundakçı, Erhan Kıvanç, Nabokov (tercüme) ve Elif Benan Tüfekçi tarafından kaleme alınmış. Bu sayıda yer verilen şairler ise Kerem Advan, Serhan Oktay, Alp Yenibalcı, Bora Cem Özay, Hafize Çıvkın, Ali İhsan Bayır, Berk Nursal, Berker Berki, İsmail Sertaç Yılmaz, Buğra Giritlioğlu, Neslihan Yalman ve İbrahim Serhat. Çok, değil mi? Bazı isimler sürekli hale gelirken çoğu yeni yeni sayfalarda yer alma şansı buluyor. Ama o uzun şiirler, epik değilse eğer hiç okuyamıyorum ama ben onları. Basılan öykülerden Umut Tugay Temel'in Bir Arap'ı Öldürmeye Giriş:101 ki kurgu ile isim ve arabaşlıkları hiç anlamadım, Koray Koral'ın Acı Deniz, Onur Güzeldiyar'ın Barbarlık Çağı Hikayeleri, Emirhan Burak Aydın'ın Hayalet Gözlerinle sürekleyici ve garip kurgularıyla hoşuma giden parçalar oldu ki bir sayı için gayet iyi bir rakama tekabül ediyor. Alp Yenibalcı'nın Action Man adını taşıyan şiiri farklılığıyla dikkat çekse de uzunluğu sebebiyle buraya taşıyamacağım. Farklı kulvarda yer alan aşağıdaki şiir ile idare edebiliriz artık.

Korku/Sevi (Buğra Giritlioğlu)

ölümden değil
ölümlülüğümden korktum ben hep

daha doğrusu
ölümden korktuğumu sanırlar
en doğrusu
yaşamı sevdiğimi anlarlar diye

korktum:

sarılıverir kurtarıverir ölümsüzleştiriveririz diye
biriyle
birbirimizi

ama sonunda da hep saldım içimdeki
şıpsevdi köpeği
donukluk kulübemden, normallik bahçemden dışarı

gene gitti buldu işte peşinden koşup havlayacak en olmadık birini:
yeni sahibini

sevdim onu
güldüm ettim
belli ettim
ama nafile

ben de
haykırıp
huy kurutup
düzyazıya geçtim

düz görünce yazıyı
geçti sandık
ben de o da
şıpsevip şıpunuttu
dedik

amma velakin sonra
telesekreterindeki mesajımda
titrek sesim
ele verdi beni:

meğer seviyormuşum hala





11 Haziran 2015 Perşembe

Fink - Hard Believer (2014)

Çağdaş folk tanımlaması Fink mahlasını kullanan şarkıcının yaptığı müziği tanımlamak için yetersiz kalacaktır. Neo-folk'tan atmosferik ve prog rock'a değişen, ozan stilinin sadeliğini stüdyo desteğiyle buluşturmuş bir duruş söz konusu. Şarkıcının sesi gönül telini tıngırdatan cinsten. Ağır ve hüzünlü hava birebir olmasa da hatır olarak Anathema türevlerini akla getiriyor. Albümün baştacı Pilgrim'deki hızlanan ritimler ve duygusallıkta bonkör vokal performansı örneğinde olduğu gibi. Evet, böyle şeylere çabuk tav olurum. Baterinin müziğe uyumsuz bir şekilde kısmen canlılık sunduğu anlar ilginç bir sound oluşturuyor. İşin aslı vokal ile müzik arasındaki gri boşluk depresif atmosfere katkıda bulunan bir etmen haline dönüşüyor. Albümün ağır topları Green and the Blue ya da mantramsı White Flag değişik orantıda bu durumlara güzel örnekler. Albümün bir diğer hoş parçası ise Şekspir ismini taşıyarak Current 93 tarzına yaklaşıyor. Yanılıyor da olabilirim bu benzetmede, iddialı değilim. Sonlarda ise standart bir formatta kendini tekrar eder duruma düşüyor albüm. Biri Hanya biri Konya değil ama hem enstrümansal bazda hem de vokal mahiyetinde şarkılar arasında bir tutarsızlık var gibi gibi. Dar zaman sebebiyle layıkıyla bir dinleme olmamasına rağmen yine de iyi çözdüğümü düşünüyorum bu kaydı. Görünen o ki Hot Chip'in yeni albümünü de festivale yetiştiremeyeceğim. Yalnız ilk bir kaç dinlememe istinaden uğradığım hayal kırıklığından dolayı belimi doğrultamadığımı söyleyebilirim.
Festival programım ise tembelliğimi yenebilirsem  şöyle olacak: Cumartesi The Away Days'e yetişmeye çalışacağım, Metronomy ve Fink arasında gelgitler yaşarım herhalde, James Blake ve biraz da Hot Chips'le günü kapatırız inşallah. Pazar Jose Gonzalez hiç fena olmaz, sonra The Ringo Jets ki hala dinlememek gibi bir ayıbı üstleniyorum ve Julian. Julian'ı geçe koymuşlar, bu kez ayıp organizatörlerde. Ama yakışır... Açıkçası bu grupların bir kısmı fon müziği gibi işleyeceği için belki de oralarda bir yerlerde elimde kitap dergi vakit geçiriyor olacağım. Böylede enteresan yani.

7,25/10

10 Haziran 2015 Çarşamba

Sina Akyol - Olmanın Halleri

Halk şiirinden ve tasavvufi bir halden etkilenen, sözcükleri kısıtlı kullandığı şiirleri ile kendine ait bir sesi yaratabilmiş bir şair Sina Akyol. Fazlasıyla kendine dönük bir durumun kelimelere döküldüğü bu kitapta olgunlaşmanın, durgunlaşmanın, unu eleyip eleği asmanın bir ruh halini okuyoruz. Yalnız itiraf etmek gerekirse okuyucunun kafasının şiştiği modern şiirler karşısında bu sadelik tatlı bir nefes gibi gelse de kimi zaman okuyucuyu tatmin etmenin uzağına da konumlanıyor.

SUYA

(2)

Daha saydam, daha yoğun,
daha içrek sulardaydım...
..şimdi imkansızım..kanamak
bu olsa gerek..deyip sustum,
ben susarım, sırtımı döndüm,
göğsüm bana darıldı; zaten
darılır bana göğsüm, hatta
seyran günlerinde, takmam
diye madalyamı, çünkü
vurur göğsü madalya, yalancıdır.. 
kalp onu.. kalp kepazedir
dedim.. ben derim, öpüşmek
daha sahicidir -yeter
epriyen söz eksik kalsın.

Şimdi kalk,suya gidelim,
yüzümüzü yıkayalım;içimiz
bize kederle baksın.

ÇAKIL

(1)

Sessizliği yazmak içindi
üç gün oturdum.

Baktım, bana bakan duvara;
gölgemi tanıdım.

(2)

Tosbağanın sesiydi, hayret-
etmenin sesi;

otun yeşil
gürültüsü

ağır
    yürür.

(3)

Ağaçtır, dalına yürür
-yaprağına diyordu:

'Bize rüzgar konuşur
bize cırcır böceği!'

'Islığı.. biteviye ıslığı
sessizlik, asıl.'

(4)

Olmanın sesiydi
öğrendim, nasıl:

Suya cup
diyen taşı..

dalıp derin 
içre aradım.

Bulduğum kıyı
baştan
başa
çakıl.


BAKA-

..Ruhum-
da eskidi.

Ona mera-
kile baktım.

Ona mera-
kile baktım.

Baka.

Kaldım.


DAĞ BENDE

Dağı anladım.
Çığlık derin yükselir,
orda durur dağ.

Yamacına oturdum,
eteğimi topladım.

Acı
ağır
ağır 
acır 
dedim.


KAVUŞUR

Kül dedim, kimler-
işitir?

Ateş ile su.
Onlar kavuşur.

Ağacın dalı
ağacın elbet
dalına değer,
öbür.

AĞZIM KANAR

Annemi uzak
dağa götürdüm, güzün.
Kendimle döndüm.

Ben şimdi kurtların
memesindeyim.

İZLER

Vurdum bana; izlerim
çırılçıplak sırtımda!

Bıçak değil, zincir-
değil; el kadar masum
ve hırslı; vurmak budur
vurulmak da!..Ben zaten
bitirmiştim beni..kanayan-
göğsümü de yıkayıp 
sarmıştım sarınmıştım
tertemiz patikaya!

Her şey eskir; kemiğim
kemiğime kalır, mor-
çiçektir yol bulur;
yol boyu yeşil duvar!

Dursaydım, keşke duvar-
olsaydım, taş yerine.

The Away Days - How Did It All Start (2012) EP

Bir süredir ismini duyduğum grubu güzel klip Best Rebellious'un ardından daha fazla gözardı etmek olmazdı. Acelesi olmayan dolayısıyla burada dinleyeceğimiz erken dönem şarkıları ile bu yeni şarkı arasında gelişimi kolaylıkla izleyebileceğimiz bir seyir ortaya koyan grup bir kaç EP bir kaç single'dan oluşan diskografilerini itunestan satışa, şarkılarını da diğer sanal kanallardan dinlemeye sunmuş durumda. Son dönemlerinde dreamy atmosfer ağırlık kazansa da şarkıların ortak noktası tonlardaki simli ışıltılı ruh hali. Bu yüzden de youtubeda da izleme fırsatı bulabileceğiniz videolarla ortak bir anlama bürünebiliyor, değerini katlayabiliyor şarkılar. Halbuki bir noktaya kadar kendi içinde görselliği yaratabilen karakter sergileyebiliyor bu parçalar. İlk ürünleri How Did It All Start üç şarkıdan oluşuyor. Dinleyici karşılayıp buyur eden Dear Blender fazlasıyla post-rock yanı ağır basan ve açıkçası ahım şahım farklılık ortaya koymayan bir parça. Dressing Room kaydında ise kendi yaratcılıklarını göstermek için can atan enstrümanların tümüne karşı vokalin bir miktar zayıf tınladığını duyuyoruz. Grubun üzerine sinen Brit tarzının ilk şarkıya kıyasla daha duyulur olması Mor ve Ötesi'nin sound olarak değil de ruh olarak ilk dönemlerini hatırlatır performans ile birlikte dinleyen üzerinde samimi bir his uyandırıyor. Son şarkı Hands'i dinlerken grubun neden kendilerini yavaş yavaş sahnelerde pişme sürecine  ve uzunçalar albümü niçin zamana bıraktıklarını anlayabiliyoruz. Farklı, kaliteli, esinlenen ama kendilerine ait ve en son olarak da mükemmel(-e en yakın) bir iş çıkarmak tek gayeleri. Bir de çiçekli berşka pullvedebear giymekte bu kadar ısrarcı olmasalar :)

7,0/10

9 Haziran 2015 Salı

Everything Everything - Arc (2013)

Ara açılmadan Everyting Everything'e bir kulak atalım. Bir kaç gün kaldı bu sene hayal kırıklığı yaratan o festivala malumunuz.
Vokali kafa sesine fazlasıyla tutkulu diye bir eleştiri getirmek anlamsız olacak, zira olayı bu. Maroon 5, 2. şarkıda misal Fall Out Boy, Coldplay gibi popüler gruplar akla geliyor. Sadece vokal sebebiyle değil pop-rock enerjisini bulaştırmalarından mütevellit bu benzetme. Ama canlı grup müziği icra etmelerine rağmen rock yapmıyorlar. Özellikle albümün başlarında bestelerin vokal dahil tüm üyelerin çabalarıyla birbirinden farklı yönlere savrulmaları pop soundunun bir progresif bir artsy rüzgarıyla buluşmasına sebep oluyor. Yaylıların devreye girdiği bir parça bilem var. Ama ruh bence rock. Hissediyorum vallahi. Dönüyorum dolaşıyorum vokale geliyorum. Benim için bir albümdeki en önemli şeydir çünki. Falçetto felan ama miksajda şöyle güzel bir törpülemeye ihtiyacı varmış gibi duruyor. Sadece durmuyor, gerekli. Bir de cesur arkadaş, değişik değişik şeyler yapıyor sesiyle. Kötü demiyorum vallahi de biraz daha hakimiyeti geliştirmek gerekli yani. Zevkime göre popa biraz fazla yakın durması hasletiyle çok sevdiğimi söyleyememekle beraber açılış parçası Cough Cough, Undrowned ve Don't Try gibi şarkıların kendisini keyifle dinletmesini bildiğini eklemeliyim. Biraz daha hızlı olmalı Fink atmalı, the Away Days'e varmalıyım, belki kim bilir Hot Chips'in 2015 yılı albümünü de yetiştiririm.

6,50/10

8 Haziran 2015 Pazartesi

Little Dragon - Nabuma Rubberband (2014)

İsveçli grup burada akıl uçuran dudak uçuklatan yaratıcılıkta sayılmasa bile ilginç bir şeyleri kovalamış. Soul vokali ki bittabi kadın bir vokali yer yer güçlü bir duruş sergileyen synthpop altyapısı ile birleştirmişler. Vokal ister istemez klasik formatın dışına yani o ağdalı amerikan standartın ötesine çıkarak biraz hız kazanıyor ve doksanların zenci gırtlağı taşıyan dans şarkılarına ile arasında bir denge kuruyor. Bununla birlikte vokalin peslere çıktığı bir kaç anı başarıyla atlatabildiğini söylemek benim açımdan mümkün değil. Şarkıların akılda kalıcı bir bestecilik ürünü olduğunu söyleyememek gibi. Klapp Klapp akılda yer tutsa da fazlasıyla basit. Vokalin müziğe katkıda bulunup bir üst seviyeye taşıdığı şarkılar da mevcut: Underbart'ta soğuk bir söyleme tarzı tuttururken takip eden şarkıda daha klasik soul tarzına yaklaşıyor. Arkada beatlerin ağırlaşarak vokale yer açtığı yatak odası gerilimi taşıyan bu parçanın adı Cat Rider. Bir bakıma albümün ortalarında enteresanlık anlamında bir tempo yakalayabiliyoruz. Zirve dans ritimlerinin hakimiyetindeki Paris olsa gerek. Kemanların da devreye girmesiyle tekrar tanıdık bir soundun bu sefer başka bir yönden yeniden evrimleştirilmesine tanık oluyoruz, albüme adını veren şarkıyla. Grup sofistike yönünü ise Only One aracılığıyla gösteriyor, soul bir balad olmaktan çıkıp yavaş yavaş pistleri coşturan dans ritimlerine boğulması etkileyici. İyi bir remiks olur bundan. Albümün kapanışı ise bence albümün en güçlü şarkısı. Çünkü basit ve hoş, kolaylıkla zihinlerde yer tutabilen tatlı bir nakarata şahip bu parça, isminden de anlaşılacağı gibi Let Go. Yabi ben anlarım Let Go'lar güzeldir velhasıl.
Nihayetinde altyapı olarak çok daha fazlasının yapılabileceğinin işaretlerini duymak bir ölçüde değerlendirmemde etkili oldu. Bir miktar da türler arasında bu bileşimin oturmaması neticesinde kendi elleriyle bir aralık, aradalık yaratmış olmaları etkenini gözardı edemem. Dolayısıyla Everything ve Everything diyorum, sıradaki grup için.


6,75+/10

7 Haziran 2015 Pazar

İlbay Kahraman - Fırtınalı Denizin Yolcuları : Sedat Göçmen Kitabı

Dev-Yol'un Karadeniz sorumluluğunu üstlenmiş Sedat Göçmen ile yapılan uzun röportaj neticesinde nihayet yetmişlerin politik hareketler tarihine ansiklopedik bilgiler haricinde de tanıklıklar üzerinden ulaşma imkanına kavuşuyoruz. Geç olsun güç olmasın anlayışıyla peşi sıra yakın tarih üzerine yeni röportaj kitapların basılmasıyla konuya meraklı okuyucuların iştahı bir ölçüde giderilmeye başlandı son günlerde. Ben de sektoloji denen tanım içinde mümkün olduğunca sol başta olmak üzere politik hareketlerin tarihini takip etmeye çalıştığım için şehir şehir kasaba kasaba sol güçlerin örgütlenmesi, bağlantıları, yerel mücadeleleri gibi ayrıntılarla donatılı bir metni okumakla yılların sabırsızlığını giderebiliyorum. Korkum o ki, o dönemin tanıkları kabul etmek gerekirse yaşamlarının son dönemlerinde. Çok geç kalınmış olmasın. Diğer yandan bu tarz anlatımlardaki öznelliği baştan kabul etmek gerekir. Bırakın sağı diğer sol gruplar bile pratikte Dev-Yol'un o kadar da kendi dışındakilerin, bahsettiklerinin aksine; yaşama demeyelim de rahat faaliyet gösterme olanağını yani politik atmosferi kısıtladığını iddia eder. Doğrudur belki de o günlerde böyle hareket eden örnek bir politik hareket var mıydı, peki bugün var mı gibi soruları da düşünmek gerekli.

Yüzyüzeyken Konuşuruz - Evdekilere Selam (2013)

Ezoterik gurur kaynaklarımızdan biri. İkinci albümleri Otoban Sıcağını da geçen sene piyasaya sürdüler. Basit bir mantıkla çıkış albümleri Evdekilere Selam oluyor. Konserlere çıkıp alttan tabandan isimleri duyulunca ilk ben duymuştumcuları hayli üzen, böyle garip huyları depreştiren bir grup oluyorlar kendileri. Beklenti yarattıkları akustik-küçük sounda tıkanmamış olmaları güzel. Cenaze Evi ya da Ateş Edecek Misin'de tutturdukları ritmik ege kokan gitar tonu pek eğlenceli. Aslında tezat duygularla birlikte hayatı olduğu gibi kabullenip kafa yapmaları, bunu dinleyiciye aksettirmeleri tesadüf olmasa gerek. Ne kadar üstüste bu şarkılar kendini dinletebilir, işte o konuda çekincelerim var. Detaya inemiyor, oy vermeye iniyorum. Hemen aşağıdaki okula. Her seferinde bu son diyip diyip kendimi ufak sıraların arasında buluyorum. Hadi...Hayırlısı...

7,75+/10

6 Haziran 2015 Cumartesi

Erbuğ Kaya - Giddar 2. Kitap: Beşlerin Çağı

Serinin ikinci cildi çok daha sürükleyici bir tempoda devam ediyor ve öyle görünüyor ki hikayemiz hemen hemen burada sonlanıyor. Yalnız uyarmak gerek, serinin ilk cildi okunmadan bu kitap pek de anlamlı olmayacaktır. Yazarın yaratıcı kurgu konusunda sergiledikleri defaatle övülmeyi hakediyor. Rahmetli Robert Jordan'ın, bu hikayeden 10 serilik yeni bir Zaman Çarkı yapması gayet mümkündü. Buna bağlı olarak karakterlerin sığlığı ve sevilecek bir karakterin (başka okuyucuların illaki en az bir tane vardır da bende yok vallahi) yokluğu gibi eleştirilerim bu ikinci kitapta da hala devam ediyor.
Aradan üç beş sene geçer. Gallien adasına kahramanlarımız yerleşmiş ve oradan yeni çağın habercileri yetiştirilerek Giddar'a tanrısızlık mücadelesinde çağrıda, tebliğde bulunmak üzere gönderilmektedir. Fakat özünü kolyeye hapsettikleri Eranil-Es ölünce eşi tanrı Arunagal ölümsüz çocukları ile Giddar'ın kuzeyini istila eder. Aslında Güneyli ilahlar tarafından çağrılmış ve Eranil-Es'in kolyesini teslim etme ve hükümranlık üzerine anlaşmışlar. Diğer yandan rakip ilahları da ekarde etmesi bekleniyor kendisinden. Sioux ile Venesis yardımcı oldukları genç bir çift tarafından kandırılıp ayrı ayrı tutsak edilir. Lien'in kankası Bebray öldürülür. Arkonyalı Anuk orman perisine benzettiğim kendine Baa diyen biriyle tanışır ve iyileştirici gücüyle grubumuza katılır. Dhrazma kaybolur ve imparatorluğu suçlayan Beslihed ordusu saldırmak için sefere başladığında bu sefer güneyli bir tanrının, yardımcı Ventor'un ve onlarla işbirliği yapan Arkonyalı ikizin, Wenda, de yardımı ve yönlendirmesiyle Elof adındabir sokak serserisi imparatoriçe İlpea'yı öldürür. Arkonyalı bir grup ise içlerinden gelen görev duygusuyla sarışın dev Rondeva'nın yavuklusu Ris, Nox, Bozou kardeşler ve Benji, yıkık piramidin yanındaki esrarengiz dokuz kadını aramak üzere yolculuğa çıkar. Sioux'un eski ülkesinden Karlem Bana, hiç istemese de tanrısı tarafından Sioux'yu bulmak için görevlendirir. Ardı ardına planlar işleme konmuştur. Dhrazma tanrılar tarafından deli olan ilk çocuklarını hapsettikleri Karnaval adındaki bir mekanda tutsak edilmiştir. Bu mekanda hem tutsak hem de yönetici olan Jada-El tanrıların tüm zayıflıklarını bilmektedir. Neyse Baa, S-V çiftini yapyaralı da olsa kurtarır. Rüzgar olur uçar toz olur konar. Sonra Arkonyalı Wedna ablası ile aynı anda hayatta kalamadığı için bir tanrıyla anlaşarak ablasını öldürğr, Azad'daki ölü halini (biliyorsunuz insanlar için üç hal vardır: yaşam hali, ölüm hali ve koma hali) terkeder. Aslında böylece Sioux'a da ihanet etmiştir. Orada durmaz onu öldürmeye de çalışır. Böylece Arkonyalıları kendi boyutunda tutan söz kırılmıştır. Sioux ile Karlem Arkonya'da belirir. Kalem şaşkındır, olanları bir türlü idrak edemez. Ama Tanrım benden Sioux'u yardım için, ki anlaşılan o ki Arungal'ın istilasını önlemek için Kuzeyli ilahların Sioux'a ihtiyacı vardır, istediyse ben bu adamın yanından ayrılmam düşüncesindedir. Sioux tüm Arkonyalılarla birlikte Giddar'a son savaş için geri döner. Güneyli ilahlar ise S ile V'yi birbirinden ayırıp güçsüzleştirerek Venesis'i kolyeyle birlikte yeni tanrıya takdim etmeyi amaçlarlar. Arungal ise Venesis'i Eranil-Es'e dönüştürüp ehmm sevecektir herhalde ne bileyim. Kuzeye giden Arkonyalı grubumuz ise istilacı ordu tarafından piramit yıkıntısı yakınında tutsak edilir. Bu dokuz kadın sayesinde meğerse Arungal'ın ordusu ölümsüz oluyormuş. Askerlerin anneleri olan bu kadınlar savaş meydanda ölüp önünde bedenleri beliren çocuklarını tekrar hayata döndürüp savaşa geri göndermektedir. Dolayısıyla istilacı ordunun kilit noktası burada yatmaktadır. Bu arada Azad parçalanmaktadır, sanırım ilk kitapta tanıdığımız ikinci Sioux mantıksal bir malfunction durumu yaratmış orada. Ilpea'yı dünyaya geri gönderir. Venesis, Rondeva, Lien, affettikleri diğer bir şaşkın hırsız Elof, Baa, Anuk sonunda Karnaval'a ulaşırlar. Felan filan Jada-El ile Dhrazma'yı kurtarırlar. Görünen o ki Rondeva geçmiş hayatında Dhrazma ile birlikte pişman tanrı Barak (mıydı neydi adı?)'ın ilk çocuklarıdır. Ilpea geri döndüğünde Ventor'u öldürüp ordusunun başına geçerek Dhrazma ile birlikte savaşı durdururlar. İki ordu diğer müttefiklerle birlikte kuzeye ışınlanarak kuzeylilerin ordusuyla birleşir ve  Arungal'a karşı savaşa yetişir. Aslında Sioux ile tüm bu ordular Arungal'ı dokuz kadından uzak tutarak savaş meydanında oyalamak için bir taktiktir. O sırada tutsak Arkonyalı grubu kurtulur ve ince bir manevra ile bu büyücü kadınları öldürmeyi başarır. Arungal sinir küpü oraya ışınlanır. Bozou kardeşleri doğrar. Oyuna geldiğini düşünüp S ile V'nin yanına ışınlandığında çiftimiz zamanı durdurup tanrıyla pazarlığa oturur. Bu pazarlık neticesinde tanrıları Arkonya'ya gönderip orada hapsedecektir. Meğerse bütün herkes S ile V'nin üç bin yıllık senaryosunda piyonmuş. Karşılığında Arungal ve ordusu geldikleri yere geri döner. Arkonya'ya gitmemek için direnen tanrı ve tanrıçalar ise Jada-El'in sırlarını yüzlerine beyan etmesiyle zayıflayarak bu savaşı da kaybederler.
Böylece gerçekten insanların çağı başlar Giddar'da.

Sanctuary - The Year the Sun Died (2014)

Bazı vokaller vardır ki duyduğumda tüylerim diken diken olur, kalbim bir heyecan dalgasına sarılır. Nevermore vokali Warrel Dane de onlardan biridir. Nevermore'un cillopötesi endüstriyel ve ruhsuz prodüksiyona yönelip kendi içinde sönümlenmesinin ardından öncül heavy metal grubu Sanctuary kadrosu tekrar toparlanıp yıllar ve de yıllar sonra bir geriş albümü yaptı. Tabi ki Warrel aga mikrofon başında. İşte sevdiğim vokaller biraz beklediğim çizgiye varamadığında düşüşleri de daha doğrusu üzerimdeki etkisi de fena oluyor. Çünkü sinirlenip bir tekme de ben atıyorum. Kabul ediyorum, böyle güçlü bir vokalden hız beklemek haksızlık olacaktır. Eze eze söyleme tekniği albümdeki en dominant  öge olacaktır. Ama tüm albüm orta tempo şarkılardan oluşunca, iki parça hariç, hepsinin birbirine benzemesi kaçınılmaz hal alıyor. İma ettiğim gibi belki de farklı bir isimle albüm kaydedilince safiyane bir şekilde yaptıkları işin farklılaşacağına inandım. Halbuki o kadar ekstrem noktaya taşımasalar da temiz, bu sebeple bir miktar suni kayıt kalitesi ve modern progresif metalin ki nedense sert sounduyla çok seviliyor, yansıması Nevermore'ın son hallerinden çok da uzaklaştırmıyor bu albümü. Neticede biraz da haksızlık ederek attığım o tekmenin etkisiyle düşüncelerim şu nümerik simgelerle temsil olunuyor. Sen iyisin ama sorun bende, belki de ben seni haketmiyorum...

6,75+/10

3 Haziran 2015 Çarşamba

Loreena McKennitt - To Drive the Cold Winter Away (1987)

Şu soğuk kış günlerinde... ha dört beş ay geç kalmışım. Ama zaten uykuya meyilli olduğumuz o günler için değil şu bir türlü gelemeyen yaz öncesi günlerde işimize yarayacak bir ilaç değil mi bu albüm? Uyku getirici bir iksir ve maalesef o gizli içeriği "sıkıcı" ile kafiyeli. Yaban ellerde ünlü şarkıcılar için bir Christmas albümü çıkartma geleneği var ne gariptir. Ne yazık ki Keltlerin Kraliçesi bu albümü çıkartmakta aceleci davranmış ve bu albümü diskografisinde ikinci sıraya yerleştirmiş. Vokaline güvendiğinden olsa gerek ses daha önde mikslenmiş. Sanki arkadaki müziğin vokali boğma gibi bir ihtimali varmış gibi. Zaten harp, lut, neyse modern öncesi çağlardaki enstrümanların sakin sakin ve bu örnekte duyduğumuz kadarıyla daha sakin terennümden öte bir aksiyonda bulunmak gibi niyetleri de yok. Diğer yandan ilahi denince Katolik ve Ortodoks kiliselerin kadim müziklerinin (bizim coğrafyamız için modern bir yorum olarak Om'un 2012 albümünü dinlemek lazım) yankılanan keyfiyeti veri iken bu protestan (şart olmasa da) eveleme gevelemelerden (carol) nasıl mutlak bir tatminliğe erişilebilir ki? Neyse ne, o kadar kötü elbette değil, bir noktaya kadar uykuya da yardımcı. Ama Loreena ablamıza tam yakıştıramadık. Şimdilerde nene galiba... aaa çok ayıp.

5,75-/10

2 Haziran 2015 Salı

Austra - Habitat (2014) EP

Bir grubu kısa albümü ile tanımaya çalışmak her zaman risk taşır. Bu seferde de göle maya tutturamadım. Habitat ismindeki şarkının lokomotif olduğu dört şarkı içeren bu EP ile tam anlamıyla grup hakkında bir fikir edinemiyoruz maalesef. Habitat, o kadar mistik esintiler taşımasa da hafiften witch house'u hatırlatan etkileyici bir elektro synth parça. Bayan vokal ile de bu minimalist şarkının etkisi daha bir pekişiyor. Takip eden Doepfer perküsyon etkili harmonik harmonik salınan ve bir yönüyle drumnbass, arkadan verdiği efektle de dubstep etkilerini çağrıştırıyor. Kulağa geldiği kadar güçlü değil aslında. Bass Drum Dance akerdeon kesintili dans ritmiyle en azından bir yüzüyle Yann Tiersen ekolünü takip ediyormuş gibi duruyor. Son şarkı Hulluu ile çalışma ilginç bir hale bürünüyor. Damarlara kan pompalayan dans ritminin tersine vokal fısıltıyla i took your microphone its in the river deyip deyip duruyor. Ağır parti modu ile dikkat çekici bir çalışma. Yani dördü de birbirinden farklı ve süreleri ile yetmeyen dört parça içeren bu çalışma ile grubu değerlendirebilmemin imkanı yok. Anlaşıldığı kadarıyla da sıra no bir ve dört diyorum.
Little Dragon ile proğramımımıza devam etceğiz.

6,75-/10