30 Ocak 2017 Pazartesi

Michael Moorcock - Elric: Melnibone'nin Son İmparatorunun Tarihçeleri:Cilt I

6.45'den çıkan ilk kitabını okumuştum. İthaki'nin sanırım üç ciltte topladığı koleksiyon ise bu ilk çevirilerin tersine hikayenin kronolojisinin tersine basım tarihi sırasını izlemekte. Çok da emin değilim. Dergilerde fanzinlerde yayınlanan hikayeleri ve kısa romanları içererek bu ilk ciltte hikayenin başlaması, ilerlemesi ve sonuçlanması diğer ciltleri okuma şevkini yitirmek için çok büyük bir sebep oluyor. İşin güzel tarafı ise yazarın bu seri ve kahramanı ve bilakis tür ile ilgili yazdığı makale ve polemikler, mektuplar, hatta erken döneme ait Elric ile alakasız bir hikaye ve resimler gibi zengin unsurlarla dolu olması. Bu da koleksiyon mantığı ile yaklaştığımızda harikülade gibi sıfatlarla nitelendirmemiz için yeterli. Conan gibi karşılaştırıldığı dönemin eserlerinden karakterin biraz daha karmaşık olması ve kötü kaderi gibi özellikleri ile ayrışsa da lineer doğrultuda takip ettiği konusu itibariyle dopdolu içerik ve karmaşık entrikalarıyla kafası karışan modern fantastik kurgu okuruna keyfinden alıkoymadan dinlendirecek bir okuma sunuyor. Irkına ihanet ederek kendi uygarlığını yıkan aslında zayıf bünyeye sahip albino büyücü prens Elric, kaosdan beslenen ve bazen başına buyruk kılıcının öldürdüklerinin ruhunu emmesiyle güç kazanabiliyor. Bir dost ve bir eş kazandıran aynı zamanda kendi kötücül kılcının nice arkadaşının ölümünesebep olmasına tanık olduğu dağınık maceralardan sonra dünyanın kaos ve düzen ile savaşında kilit bir rol üstleneceği asıl mevzu neticesinde kitap sonlanıyor. Sonlarda şeytanlar, ifritler, tanrılar, lordlar derken ölçeğin gittikçe büyümesi benim biraz daha kendi halinde, mazbut anlayışıma ters düşmekle beraber kendi içinde az çok tutarlı bir hat tutturmuş durumda. Yine bir miktar mekanikleşme de sözkonusu, özellikle sihirli büyülü silahlarda çok belirgin. Bu arada keşke daha küçük insanların küçük meseleleriyle uğraştığı bir kurguyu konu alan fantastik romanlar yazılsa ilginç olmaz mıydı? Belki de sıkıcı, neyse. Bu cilt temel olarak 5 hikayeden oluşan Ruh Hırsızı ve 4 hikayeden oluşan Fırtınayaratan bölümlerinden meydana gelmekte. İlknoktada 9.90.

8/10

28 Ocak 2017 Cumartesi

BTS - The Most Beautiful Moment in Life: Young Forever (2016)

Batılı kulağına biraz daha fazla hitap etmesiyle dinleyici kitlesini oldukça genişleten Kore pop grubu BTS'in ismini duyurmasını sağlayan klipleri içeren iki EP The Most Beautiful Moment in Life Part 1 ve Part 2'nin hep beraber ele ele tutuştuğu bu toplama albümü, grubun daha önceki dönemlerine ait bir kaç güçlü şarkıya yer vermemekle beraber grubu tanımak için çok önemli bir kaynak oluyor. K-pop hakkında bir kaç kelam etmiştim. Şu an en gözde grubun da BTS olduğundan da. Ancak genç kızlar gibi abartıları ciddiye almamak lazım. Şarkıyı söyledim, parayı kaptım anlayışından ziyade elemanlar şarkılara danslara kendi katkılarını koymaya çalışıyor olmakla beraber, bu pay bir yere kadar. Sonuçta arkasında çok büyük bir prodüksiyon, dansç eğitmenlerinden pazarlamacılara makyözlerden bestecilere büyük bir endüstri yatıyor grubun. Katkıları rap bölümlerinde ve gençlerin yaşadıklarını ileten sözlerde ağırlık kazanıyor. Şu imajın ötesine de geçmeye çalışıyorum. Bu sene yeni çıkardıkları albümle parmak ısıran seksi pozlar vererek büyüdük adam olduk promosyonuna sığınsalarda Tarlabaşındaki travestiler çok daha erkeksi bu çocuklardan. Çocukların vokal tonu bile yeniyetmeliği aşamamış durumda. Yine de müziklerine odaklanmaya çalışsam da şarkıları kliplerinden ayrı düşünmek de zor. Tür içindeki şarkılar ve kayıtlar, sadece besteden ibaret olmayıp danslar ve zengin kliplerle bir bütün halinde sunuluyor. Konserler, fanlar için video ve kısa klipler, şovlar da cabası. Dolayısıyla işitsel öğeye indirgediğinizde youtube'da rastladığımız etki bir ölçüde erozyona uğruyor. Enerjik ya da güçlü şarkıların çoğuna zaten klip çekilmiş durumda. Dope, elektronik tınılarda Fire, Justin Bieber'in DJlerle yaptığı işbirliği dönemini andıran duygusal Save Me, Run ve I Need You gibi. Ancak belki de en eğlenceli şarkıları Baepsae'ye neden kliplendirmediklerini anlamıyorum. Matrak dans provasını yine de yeter artar bile. Buradan çıkardığımız sonuç temposu değişken, sık sık slow örneklerinin de sergilendiği ve her şarkının hip-hop bölümlerine sahip olduğu yine de dinlerken yormayan, gürültüye boğulmayan ama canlı efektlerle zenginleştirilmiş bir albüm olduğu Young Forever'ın. Ma City, Butterfly, House of Cards gibi diğerleriyle kıyasladığında bunların gölgesinde kalan ama hoş şarkılar da mevcut. Diğer yandan vasat şarkılar da yok değil ki hiç olmazsa orasından burasından nakaratından felan dinleyiciye olta atacak hoş tınılar içeriyorlar. Rap demişken grupta üç eleman bu rolü üstlenmiş durumda. Agresif tınısıyla pek hoşlanmadığım Suga ki August D namıyla solo çalışmalar da yapıyor, borazan sesiyle farklılık yaratan ve şarkılarda gereklice görevini icra eden Rapmon ve daha gözardı edilen ve dansçı kimliğiyle bilinen J-Hope ki matrak söyleme tarzı ile benim favorim. Geriye 4 eleman daha kaldı ki ben pek de ayırt edemiyorum. En gençleri Jungkook, Jimin, Jin ve V. Çift CDlik bir albüm olunca boşluklar bolca remikslerle doldurulmuş. Farklılık yaratmaktan uzak oldukları için bu bile puan kırmaya yeter bir sebep. Yine de bırakın K-popu herhangi bir pop kaydı için dahi zor vereceğim bir puan vereceğim. Zira youtube'da felan bir süreliğine beni eğlendirmesini bildiler. Hala bakıyorum da Kore, Psy'nin saçmalıklarından öte eğlenceli şarkılar sunabiliyor. O yüzden bu türde dinlemelerime bir süre daha devam etmeyi düşünüyorum. Arz ederim.

8,0-/10

26 Ocak 2017 Perşembe

Coldplay - A Rush of Blood to the Head (2002)

Bu adamlar şarkılarını icra ederken, çalar ve de söylerken daha yarısındayken nasıl oluyor da uykuya dalmamayı başarıyorlar diye sormak isterdim istemesine de şu kaydı dinleyince şarkılarda illa ki hoş bir dalga yarattıklarını duyunca vazgeçiyorum. Yine de dilimin ucunda saklı tutuyorum. Bir kaç kadeh içip kafa kıyak duruma geçince bu sakin sular koyunda ben de kendimi güvende hissediyorum. Çünkü yaptıkları bu. Sükunet içinde hiç tehlikesiz, heyecansız bir ritim tutturmuşlar gidiyorlar. Whisper da bunu bozuyorlar biraz ya benim için kafi.

7,0/10

24 Ocak 2017 Salı

Amayenge - Amayenge (1989)

Ama yengee, 70'lerdeki erotik film furyasının ortasında çekilmiş güzide bir Aydemir Akbaş filmidir. Değil midir? Hmm, karıştı sanırım. Geri saralım, Amayenge , Afrika'nın güzide ülkelerinden Zambiya çıkışlı bir grup. Kapağında da gördüğümüz üzere günlerde biraraya gelen annelerimizi teyzelerimizi kısırın başından kaldırarak oynatacak ritimlere sahip. Bir Mezdeke değil yalnız. Çok da kıtanın güneyinden kayıt dinlememekle birlikte Sahra altı Afrika'daki kültürel geçişmeleri özetleyen ses benzeşmelerini kulağım seçebildi. Çok coşturan çiçek açtıran bir çalışma da değil elbet. Yine de Chifuchi Cha Zambia ve devamındaki iki şarkı dinlenesi.

7,50-/10

23 Ocak 2017 Pazartesi

Hacı Şair (3 sayı) & Hertz (2 Sayı) & Hürriyet Gösteri #320

Postmodern bir anlayışın temsilcisi olarak Adana'dan yayınlanmış ve çok da uzun süreli olamamış şiir ağırlıklı dergi Hacı Şair sayılarına farklı bir numaralandırma sistemi oturtmuş. Benim sanal alemde okuma fırsatı bulduklarım 6son, plaka51 ve sayı38. Yanılmıyorsam derginin çizgisi bugün Japonya ile daha oturmuş bir formatta ve geniş bir çevreyle devam ediyor. Dergi grafik ve tasarımı ile öne çıkıyor. İçerik olarak ürüne sıkışmış bir hattı zorlamasıyla en fazla 6son sayısı ilgimi çekti. Sami Baydar'ın resimler, sosyal medya analizi, Osman Özbahçe söyleşisi, Osman Erkan hakkında makale verilebilecek bir kaç örnek. Dergiyi sırtlanan Liman Mehmetcihat ve Nazmi Cihan Beken'in yanısıra şiirlerine yer verilen İpek Mecit, Nebil Bülent, Kadir Yanaç, Boran Gündoğdu, Münir Yenigül, Denge Esenterk, Salim Nacar, Orkun Destici, Duygu Öktem, Melih Tuğtağ, Serkan Gezmen, Enes Özel, Hayriye Ünal, Servet Turan, Onur Bayrak, İsmail Kemal Durhan'ın isimlerine rastlanıyor. Elbette plaka51 başlıklı sayıda Sami Baydar anısına ayrılan sayfalardan bahsetmeden geçmek doğru olmaz.

Hacı Şair'de de örneklerine rastlanan görsel şiirler tam anlamıyla sanal dergi
Hertz'de kendi yerini buluyor. 2 ve 3 nolu sayılarını internette bulabilmişim. Görsel ve somut şiir üzerine tartışmalar biraz da bu alanda faal sanatçıların zorlaması ile ara ara yapılageldi. Ben de şahsen daha çok grafik sanatlarına benzetiyor ve şiirin alanı içine dahil edilmesini çok idrak edemiyorum. Yine son söz bu alanda kafa kol yoranların. Hertz'in emekçisi Serkan Işın. 2 nolu sayının kapağına da yansıyan Barış Çetinkol'un Sözün En Çok Gittiği Yerler ve 3. sayıda Karl Hempton'ın Interlude isimli çalışmaları dikkat çekici. Ürünler dışında Infusoria sergisi ve Karl Hempton üzerine yazılan tanıtıcı makale sayılarda sırasıyla yer almış durumda.
320. sayısında Hürriyet Gösteri'de belli başlı başlıklar şu şekilde:
Ionna Kuçuradi-İnsan Haklarının Felsefi Bakışla Temellendirilmesi, Terleyen Sular Aşkına (Adonis ve Habip Aydoğdu işbirliğine dayanan sergi üzerine),Psikodinamik Açıdan Adnan Özer ve Şiiri, Veysel Çolak ve Zehra İpşiroğlu söyleşileri, Nedim Gürsel'in Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı romanı için kısa bir yazı, Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm isimli romanı üzerine belki de aşırı irdelenmiş şeklinde değerlendirilebilecek bir analiz, Cenk Gündoğdu'nun yeni şiir kitabı Harap ve Reşad Ekrem Koçu'nun Yeniçeriler'i hakkında değerlendirmeler, Yves Bonnefoy Ardından, Can Alkor'un Sekseninci Yaşına Armağan, Edebiyat Sosyolojisinin İmkan(sızlığ)ı, Abdülkadir Budak'ın Çatışmalarla Büyüyen Şiiri, Jeanette Winterson'da Son Bakışta Aşk, Mimari Estetik Yoksulluğunda ve polemik olarak da Şiir Politikaları Düşünmeden mi Yazılır. Gültekin Emre Çalışma Masası'na , Yavuz Özdem ise Rüzgar Odası'na uğrayan kitapları yazmaya devam ediyor. Yönetmen-müzisyen birlikteliği köşesinin konukları Kusturica ve Goran Bregoviç. Şairin Niyeti ve Okurun Niyeti köşesinde Baki Ayhan T., Nilay Özer şiirine yer veriyor. Şiir namına Gülseli İnal, Hüseyin Atabaş, Sina Akyol, Adil İzci, Arife Kalender, İsmail Cem Doğru, Zehra Betül ürünleriyle sayfalarda yer bulabilmiş.

21 Ocak 2017 Cumartesi

Mozart - Violinkonzerte: No. 3 G-Dur KV 216; No. 5 A-Dur KV 219 (1978)

Belki de dünyanın en iyi keman virtüözlerinden Anne Sophie Mutter'in 15 yaşındayken Karajan desteğiyle arkasında ünlü Berlin Filarmoni Orkestrasıyla kaydettiği bu ilk çalışması Mozart'ın 3 ve 5 nolu keman konçertosunu içeriyor. Bu kadar dahinin bir araya geldiği bir çalışmayı performans açısından değerlendirmenin şartları bile oluşmadığından burada konuyu kapatıyorum. Tamamıyla öznel yaklaşımım ise şu şekilde. Bir, keman o kadar da sevdiğim bir enstrüman değil. Bir grubun parçası değil de solo icrada kulağıma tonlaması fazla keskin geliyor. Konçertolarda da bildiğiniz gibi arkada orkestra desteği baki olmakla beraber şov kemana ait sonuçta. İkincisi ise Mozart. Bana fazla Avrupai, katı ve snob geliyor dinlediğim kadarıyla. Türk Marşı adıyla bestesi olan biri için bunu söylemek kulağa garip gelse de öyle. Hatta yeri gelmişken söyleyeyim, 5. konçertonun son parçasındaki farklı ve güzel pasajı ve çalma tekniği sebebiyle Türk konçertosu diye bile adlandırılıyormuş bu beste. Üçüncüsü, Karajan mükemmelliyetçiliği.

7,0-/10

20 Ocak 2017 Cuma

RETRO: Satyricon / Enslaved - The Forest Is My Throne / Yggdrasill (1995, split)

İki büyük black metal grubunun (o zamanlar öylelerdi en azından) demolarını biraraya getiren bu ortak derleme, sadece grupları yada plak şirketini memnun etmedi, bence dinleyicilerine de ziyadesiyle keyif vermeli. Bir kere kabul edelim, prodüksiyon rezalet. Satyricon kısmında cılız ve tiz sesler öne çıkıyor. Sivrisinek vızıltısında gitar ve teneke çınlaması ile bateriye alışmak sabır istiyor. Enslaved kısmında ise sound bir boğuk. Ayrıca vokallere de alışamadım. Ama biraz kazarsanız altından güzel şeyler parıldıyor. Ya da ben böyle ortodoks işleri özlemişim. En güzel tarafı da her iki grubun eserlerinde dinleyiciye geçirebildiği o epik hissiyat. Özellikle Enslaved bunu güm güm davul gibi yankılanan baterinin katkısıyla zenginleştiriyor. Yine de nicelik olarak derlemenin küçük bir tarafını işgal etmesine rağmen kazananın Satyricon olduğunu söyleyebilirim. Üstelik hoşuma giden diğer bir öğe de kar fırtınası gibi efektlerle birlikte göz dolduran akustik pasajlar da içeren atmosferik sözsüz parçaların ayrı bir güzel olması. Evet, böyle şeyler çiizi haylayf gelebilir kulağa. Ama dışarısı buz gibiyken, doğalgaz faturaları şişmişken hiç de öyle hissetmiyorum. Albümün bombası bence baştaki zevten inleyen kadınlarına rağmen (evet bir dönem black metal grupları böyle ucuz numaralara başvuruyorlardı, bildiğin terbiyesizler yafu) Night of the Triumphator. Bu güzel güfteyi seslendiren güzide grubumuz ise kırlarda panayırlarda şen şakrak dans eden Satyricon. Geçmişe mazi retro bölümümüze Satyricon ile devam edeceğiz.

8,0-/10

19 Ocak 2017 Perşembe

Scorpions - Fly to the Rainbow (1974)

Grup ilk albümdeki çizgisinden çabuk sıyrılıp daha aşina bir sese yönleniyor. Bununla birlikte albümde progresif tınılar hiç de eksik değil. Ayrıca grubun imzası sayılabilecek o gitar soloları ve Klaus Meine'ın kendine özgü vokale de bu albümde sıklıkla rastlamak mümkün. Diğer yandan şarkıların bir kısmına başka bir vokalin de ses vermesi biraz kafa karışıklığı yaratmıyor değil. Şahsen benim biraz şirazem kaydı. Baladları ile daha çok bildiğimiz grubun bu erken dönem çalışmasında da henüz ilkel bir aşamada da olsa benzer izlekler bulunabiliyor. Henüz olgunlaşamamış ham meyveler gibim. Aptal kapağına rağmen dinlenebilecek bir kayıt olmakla beraber özellikle kendini aratacak cazibeden de yoksun.
They Need A Million'ı sevdim.

7,25/10

18 Ocak 2017 Çarşamba

Babylon 5 (4.ve 5. sezon) & Mr Robot (1. sezon)

Babylon 5 tam olarak bir dizinin sündürülünce nasıl cılkı çıktığının örneğini sergiliyor. Tadında bırakacaksın aga. O büyük savaşta Vorlonların da hiç de iyi olmadığını öğreniyoruz ve ardından lambur lumbur büyük savaş sona eriyor. Sonra dünyadaki komplo ile ilgili bir isyan başlıyor. O da sona eriyor. Telepat savaşı çıkacak diyorlar, onu layığıyla hiç de göremiyoruz. Bölümler bir ara kişisel hikayeler etrafında dönüyor. Aslında hatırladığım kadarıyla 4. sezon sonundaki son bölümde binlerce yıl sonradan Babylon 5'e yönelik retrospektif bakış açısının gösterilmesiyle iyice soğuyorum. Son sezon ise bitmek bilmiyor. Yani uzun lafın kısası tadında bırakacaksın aga. Yine de karakterlerin gelişimini ve sonlanmasını izlemek eğlenceliydi. Londo'ya acısam mı, üzülsem mi bilemedim ama akılda kalıcı bir karakter olduğu tartışılmaz bir gerçek.
Mr. Robot'u psikolojimin tepetaklak olduğu bir dönemde izlemek pek iyi bir seçim olmasa gerek. Çok laf etmeye gerek yok. Sorunlu genç hacker arkadaşımız boyundan büyük işlere karışıyor. Telefon defterimde kayıtlı isimlerden daha çok kişiyle tanışık olmasına rağmen yalnızım yalnızım diye ağlaması pek de inandırıcı değil. Ve bunların bazıları da gayet rahat arkadaş sınıfına dahil edilebilir. Neyse göreceksiniz. Ağır psikolojik dramanın tek sıkıntısı Fight Club ve Vendetta gibi filmlere belki de fazlasıyla göndermeler içermesi. Son bölümdeki belki de olması gereken hızlı ilerlemesi biraz rahatsız etmedi değil. Ancak öyle bir dizi ki bu arka arkaya izlemek zor, sindirme ihtiyacı uyandırıyor. En tatlı şey ise kendini diken üstünde izletmeyi başarması. Çok laf etmeye gerek yok. 2. sezona devam edeceğiz.z.z.z.

15 Ocak 2017 Pazar

Testament - Brotherhood of the Snake (2016)

Beklediğimden iyi çıktı. Metallica ve Megadeath karışımı bir sound ile her ne kadar son kaydını dinlemesem de Metallica ve Megadeth'in son yıllarda yaptığı işlerden bir kaç gömlek üstün bir iş kotardıkları aşikar. Günaydın dediğinizi duyuyor gibiyim. Ne yapayım, bir elimden tutan olmadı ki metal müziğini dinlemeye başladığım gençlik yıllarımda. Önce her türlü yabancı müzik, ordan anaakım rock, Metallica, Pentagram, Marilyn Manson ve numetal gruplarının ardından bodoslama daldım metal müziğine. Önce heavy metal babalar var, sonra thrash devleri diyen olmadı ki. Bu kadar ağlama yeter! Şarkılar enerjik, yıkıcı tempoda ve gayet hoş. Bazıları bazılarından üstün, bazıları bazılarından üstün değil. Yalnız çok thrash. Nasıl anlatayım bilemedim. Aşırıya kaçmamak şartıyla punk olur, heavy metal olur, başka dallarla iletişime geçip bir ilerleme sergilediğinde ya da çeperini genişlettiğinde thrash metali daha çok seviyorum. O yüzden Metallica külliyatından Kill'em All ya da Megadeth'den Youthanasia'ya genel olarak başkalarından daha fazla değer veririm. Bu ise thrash işte, gayet güzel icra edilen ruhu taşıyan bir kayıt. Taş taş üstüne koyuyor mu? Kesinlikle hayır. 80'lerden tonla dinlemediğim thrash kaydı varken sadece eski usulden yeni bir çalışma dinlemek dışında başka bir sebep sunmuyor kendini dinletmek için. Bu yeter kafi derseniz, buyurun, gayet memnun kalacaksınız. Bu vesileyle bana 80'lerden heavy metal/thrash namına bir şeyler dinleme konusunda teşvik edici bir unsur oluyor.
Favorilerim:Brother of the Snake, Black Jack

7,75+/10

14 Ocak 2017 Cumartesi

Irfan - The Eternal Return (2015)

Irfan, Pers müziği nirengi noktası olmak üzere Hindistan'a kadar uzanan bir coğrafyadan beslenerek çok çeşitli yerel enstrümanların da devreye sokulduğu senteze dayalı bir dünya müziği icra ediyor. Bulgaristan kökenli olmalarına rağmen hem kayıtta hem de icrada olması gerekenden belli bir miktar fazlasıyla tertemiz, ACE beyazlığında steril bir performans sergiliyorlar. Belki de oryantalizm eleştirisinden kaçınma dürtüsü kaygı olarak su yüzüne çıkıyor. O kadar her şey olması gerektiği gibi ki. Hani bateri için drum machine icat etmişler, ritimler için bilgisayardan destek alıyor müzisyenler ya. Acaba bu kadar çeşitli enstrüman için de mekanik bir şey mi icat ettiler? Sorun şu ki müziğin duygusallığını yeterince geçiremiyorlar bence. Her ne kadar ait oldukları Slavik kültürle birebir örtüşmese de gregoryan etkili Isparaz'ın istisna olmasını da buna bağlayabilirim belki. Bu yüzden dinleyen üzerinde sinematik/soundtrack etkisi bırakması kaçınılmaz oluyor. Kadın ve erkek iki vokalden elbette kadın olan daha etkileyici. The Eternal Return'ün üçüncü kayıtları olmasına bağlı olarak bahsettiğim sorunun üstesinden gelmelerini beklerdim. Ya da bir ben böyle hissediyorumdur, bilmem artık.

6,75/10

13 Ocak 2017 Cuma

Charles Bradley - No Time for Dreaming (2011)

60 küsur yaşına kadar sebat edip 2011 yılında anca çıkarabildiği bu ilk albümüyle funk soslu eski usul soul musikisini tekrar canlandıran Çarls amca ayakta alkışlanmayı hak ediyor. Benzetildiği James Brown ve hiç duymadığım Otis Redding ile aynı kulvarda olduğu söyleniyor. Beybiler, uuuğlar, canlı üflemeli nefesli çalgılar, funky ritimler, hammond org ve hatta yardımcı vokalde kadın koro. Kayıt kalitesi yeniyi, geri kalan her şey, her şeyin daha basit olduğu zamanları akla getiriyor. Çok beğendim. Özellikle amcanın şarkılara ruhunu ortaya koyması hemencecik hissediliyor. Samimi, ciğerden performans hakettiği ilgiyle karşılanmış olsa gerek Çarls amca arka arkaya albüm kaydetmeye devam etmiş bundan sonra. Helal olsun ne diyelim. İçimdeki mezarların üzerindeki ölü yapraklar bir havalandı şöyle. Övgüyü bir o kadar da şarkıcının arkasındaki orkestra Menahan Street Band'a da iletmeliyiz. Keyifliydi kısacası.

8,50/10

11 Ocak 2017 Çarşamba

Didem Madak - Pulbiber Mahallesi

Şair'in son kitabının yeni baskıları aynı zamanda dergilerde yer alan şiirlerin yanısıra Ardından başlığı altında özel bir bölümle birlikte yazdığı son şiir 128 Dikişli Şiir'i de içeriyor.
Arayış içinde sorguladığı, hayatını çözümlediği bir dönemden sonra şair, İstanbul'un olsa gerek kenar mahallelerinden birine yerleşiyor. Yurtlanıyor artık. Önceki eserlerinden bildiğimiz üslubu daha derinleşiyor, keskinleşiyor. Sözcükler artık ele avuca sığmıyor, kanatlanmaya yer arıyor her fırsatta. Uçmak için değil belki, zemin yönünde tahmin edilebilir sona doğru...Bu yüzden sükuneti daha fazla seven benim için de ardarda sıralanan mısraların ve deyişlerin takibi zorlaştığından Pulbiber mahallesi, içeriğiyle olmasa bile üç eseri arasında en az hoşlandığım oluyor.

6,5

PULBİBER MAHALLESİNİ TANIYALIM


Mahallemizde devamlı darbuka çalıyorlar
Erkes nedense asan'dan amile
Düm-tek çocuklar doğuracak kadınlar bahara
Burada aşklar fena şehla, şahane aşkları
İncesinden sosyeteye bırakıyorlar.
Acı yok bizim mahallede sanki hiç olmamış
Yalnız şarkılara fazla pulbiber atıyorlar.
"Kimbilir" çocuklar doğacak bahara
Babası "canı cehenneme" çocuklar
Pulbiber taneleri yapışmış dudaklarına
Saate bakıyorum düm-tek-düm-tek ilerliyor
Pulbiber kavanozunda bir akrep buluyorum kimsesiz
Küfrediyor yelkovana: Bensiz ne cehenneme gitti bu hayta!
Karaköy vapuru bize uğramadan gitmiyor asla
Bir elma tıkıp ağzına yolluyoruz, çok bağırmasın maksat
Sebepsiz kederlerdeyiz Leman'la
Bağırıyoruz esasında sustuğumuzda
Düdüğüz biz, düdük, valla billa!


İki yaşlı ve iki başlı iki gövel ördek gibi
Gölümüzde yüzüyoruz kanımızdan canımızdan
Mahalleli pulbiber ekiyor suyumuza
Nilüferler gibi açılıyor pulbiber taneleri
Güzel ve ağırdılar diyecekler
Oysa paytak ve kırmızı kanatlıyız
Bizim familya uçar, uçarıdır, uçacağız..


Yanlış da olsa fiiller için çekici bir kadınım


Pulbiber Mahallesinin düm-tek tarihinde
Acıdan sızlarken burnumuzun direği
Morarmış çarşaflarımızı bayrak diye asardık
Dokunsalar dağılırdı iyi pişmiş kurabiyeler gibi kalbimiz
Kıtırdı ve çıtırdı
Nedense iki kuşun ismine benzerdi kalbimiz
Biz böyleydik işte, lezzetimiz de böyle.. böyle.. böyle


Bu mahalleye ben Cenevizlilerden kalmışım.
Bir elli altı santimlik bir kule olarak
Ferman tarihinse
Göğe doğru uzanan bu beden de bizimdir icabında..


***
İstanbul'un kargaları İstanbul kadar kocaman
Bağırmak denen bir adam saltanatını kurmuş burada

***
Çünkü sahibini örmediği sesleri şiir sanır insan.

***

Turistlere inançsız dönen dervişler

***

Bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta
Odamdaki aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım
Musevi bir kadının ruhu dolaşıyor evde, ya da Müslüman
Ya da ateist bilmiyorum
Gelip yamuk tabloları düzeltiyor, biraz çorba içiyor mutfakta
Sanırım yağmuru yapısalcı bir yaklaşımla karşılıyor
Saçma bir kadın, anlaşılmaz
Ama iyidir saçmalamak dostlarını satmaktan
iyidir adanmak, yalandan
Bir çocuk romanı olarak anlaşılmışım artık.


VİRAJ
                                         Kara Panter'e, Leyla Teyze'ye

Öldüğünü kimseye söylemedim
Kırık dişli bir gülümsemeyle yalnızca yıllardır
Başka bir kadının hayatını taradım
Çocukluğumda yüzüme yarasa çarptı
Uzayan saçlarım karanlık façamı saklar mı?

İyilik dolu akşamlarım olsun istemiştim.
Başım bir kristal avizeye çarpmış gibi şıngırdasın
Şimdi bazı akşamlar kırmızı çiçekli başımı
İşten yeni dönmüş yorgun yastığımla karıştırıyorum.
Bira içiyorum aslanlı ve ejderhalı olanlardan
Senin resmin var mı orda, teneke kutularda bakmıyorum
Yalnız kalıplardan vurarak çıkardığım buz parçalarını
Bazı akşamlar kalbimle karıştırıyorum.

Öldüğünü kimseye söylemedim
Oysa inanmıştık aşkın bedelsiz kamulaştırdığı hayatımıza
Evimizin ortasından geçen baharat yoluna,
Tarçın koklar, salep olurduk
Küpelerimi sallasak dönmedolaba binmiş gibi olurdu insanın başı
Senin ruhun hep seslenirdi içerden
Siyah buluttan şapkana şimşekten broşunu takmayı unutma.
"İyi bir şeyler olsun artık hayatımızda" dedi geçenlerde Burcu
Kahvaltılarımıza esmer ay çörekleri doğmayacak mı artık?
Kaç zamandır yapay uydulardan umutsuz şarkılar yayıyorum
Öldüğünden beri yüzüme bir kere bile
Sarı yaldızlı çerçevesi Leyla aynasıyla bakmadım.

Öldüğünü kimseye söylemedim
Kırmızı oduncu gömleğinle, İnci Pastanesi'nin önünde
Kalbinin kapakları küçük yelpazeler gibi titredi, sonra kapandı
İçinde yakası açılmadık küfürler, ayıpçı Roman havaları kaldı.
O an mahallemizde kız çocuklarının neşeli evcilik tenceresine
Büyük bir futbol topu çarptı.
Kuru üzüm taneleri saçıldı havaya
Bu sebeple iyi olduğunu düşündük orda, şerbetli ve tatlı
Ama düğünlerde sen gibi güzel oynamaz kimse artık.
Orda kimsesiz bir mantar ile sohbet ettiğini
Bir gün zehrini bize tercüme edeceğini
Esmer bir kesinlikle biliyorduk
Orda tertipsiz bir melek gibi yoklamada
Buruşuk kanatlarını poker masasında unuttuğunu söylediğini safça
Ve tanrının sana gülümsediğini
Tekinsiz bir kesinlikle hissediyorduk.
Bir tek senin şiirin bu yüzden son dizesiz kaldı.

AĞRI

                                        -ağrımı anlattığım insanlara,
                                             alihsan'a, işıl'a, ayhan'a-

sonbaharların kralı gelirmiş meğer istanbul'a
ciğerlerimin filmini çektiler
ciğerlerim artiz oldular icabında
akut alevlenmiş kronik bir sonbahar gibi bakıyordu
sigara figüran falan.
ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak
uçuşuyordum, uçuşmakmış meğer benim anlamım
ben bunu geç anladım.
senin için şiir yazacaktım istanbul
ismini ağrı koyacaktım.
oysa bir şiir niyeydi sanki
yer içer sevişir miydi sanki bir şiir
hamsi ısmarlar mıydı mesela bir şiir insana?
fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?
rakı içebilir miydi samatya'da
bir şiir uyur muydu kuş gibi
başını alıp da kanatlarının altına?
oysa bir şiir neydi sanki
ben seni ciğerimin köşesindeki arıza kadar sevdim
bir şiir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun istanbul?

bağırdım sokaklarına kartondan postlar sermiş ayyaşlara
bana kerametinizi gösterin
kermatenizi gösterin bana!
bir dikişte içtim bir şişe geceni
yıldız komasına girmek istiyordum,
istiyordum dolunay çarpsındı beni
kurt adamlarım serbest kalsındı icabında
kimim fazladan puştluğu varsa bir sigara sarsındı bana
kin kusulsundu, öç alınsın
icabında modern kadındım, ne zaman şişmanlasa ruhum
hemen yarın yeni bir intihara başladım.
ben fazla yemesem diyorum baylar yani
bu kadar hınç bana fazla.
icabında bir allah bir allah daha
çok tanrılı bir din ederdi
bırak müridin olayım istanbul

sen beni hep bir şiir sanıyordun istanbul
oysa çakmaktaşları gibi kıvılcımlıydı gözyaşlarım
ağlamaktan kızaran bir örnek burnum ve gözaltlarımla
bu şiiri ben yaralı bir panda vaziyetinde yazdım
canım yandı
bu şiiri ben bir yangın vaziyetinde yazdım
şimdi bırak sana kedilerime süt getiren eski günlerimi anlatayım
kapıma gül bırakan adamları
ben de icabında bir hafıza mağduruyum
cumartesi günleri gayri annemlerle birlikte
sokaklarında eylemler yapayım.
benim ne sakal yanığı günlerim oldu
guruba bak ve beni an
öpüşmekten yorgun ve kızıl
bir şiir sana bunları söyler miydi sanıyorsun?
yağmurlarında yıkanan kırmızı banklarına baktım
bütün allar bir gün solarmış
ben bunu geç anladım
yağmur meğer tanrının zulmüymüş istanbul.
ağrı neydi, neremdeydi, neresiydi ağrı
kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık
ağrıdurmadanağrıdurmadanağrıdurmadan
ağrı benim durmadan doruğuna tırmandığım
meğer yüksek bir dağmış.

üstümü ara
cebimdeki şiiri usulca kaydırayım senden tarafa
ellerimi de kaldırdım bak
hazırım tutkumu tutukla.
şiirsizim
bu şiir senin ismini ağrı koyar mıydı sanıyorsun istanbul
ben bu şiiri kusarak yazdım.

ekim 2002, yakında kasımpatları da çıkacaktı.

9 Ocak 2017 Pazartesi

Thee Oh Sees - Mutilator Defeated at Last (2015)

Saykedelik tarafı garaj rock'tan bir gıdım fazla kaçan bu albüm beni şaşırtmakla kalmadı, çok mutlu mesut etti. Daha da bir şeyler istemem bu hayattan. Grubu hiç bilmem, bildiğim şey bu bilmem kaçıncı albümleri oldukları ve indie aleminde hatırı sayılır amigosu fanı olduğu. Bu kaydı onlar sevmiş, ben de sevdim. Hemfikir olmamız garip. Sevmeyene kadar dinlemeye devam mı etsem? Besteler yaratıcılık sergiliyor,  her biri kendine özgü bir karaktere sahip. Ben özellikle Lupine Ossuary'yi sevdim. Ama Web'i de süper bulabilirim, sorun değil. Bayan vokal şahane, gitar tonu şahane. Şarkılar paletten tuvale yansırcasına renklerle dolu. Ve garaj rock dedik ya, hayalperest harmoniye kaçmayan keskinlikte farkındalığa yarmakta bu tarzları da. Ne dediğimi ben de bilmiyorum, o yüzden sana bir adet Palace Doctor hediye edeyim. Holy Smoke da çok neşeli, bunu al istersen, sorun değil.

8,50-/10

8 Ocak 2017 Pazar

Deathspell Omega - The Synarchy of Molten Bones (2016)

Ahh, sonunda geldi. Hayatımda bu kadar sıkı bir albüm dinlememiştim. 29 dakika soluksuz, dört nala koşan kalp atışıyla bir anda bitiverecekmiş gibi dursa da demir leblebi kıvamı öyle hissettirmiyor. Her dakika kıymetle değerlendiriliyor ve de dolayisiyle daha fazla uzatmamaya karar vermiş olmaları doğru bir seçim. Daha fazlasına kalp dayanmaz zaten. Deneyimli kulaklar kaosun arkasında atılan kancalara yakalanacak ve ziyadesiyle memnun kalacaktır diye tahmin ediyorum. Sound olarak karanlık bir senfoninin parçası gibi duran şarkılarda, (Deathspell Omega mevzu bahis ise şarkı tabiri şirin kalıyor, parça diyelim) parçalarda death metal ağırlığının, black metal ile ayrılamaz bir bütünlük oluşturduğu duyuluyor. Bas gitarı bile bir kaç dakika net olarak duyabilmek büyük bir nimet abla. Ha, ne bir Paracletus ne de zemin titreten, ufukta belirip yeni çağları selamlayan bir kayıt. Şöyle de bir gerçek var; gruba öykünen bir kaç farklı albümü de dinledikten sonra gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki DsO, yemek yer, su içer gibi kolaylıkla müzik üretebiliyor ya da bu tarz kaotik müzik ruhlarına işlemiş görünüyor ve yanlarına kimsenin yaklaşabileceğini de zannetmiyorum. (Ulcerate dinleyeceğim henüz, ama death tarafında kişisel şüphelerim daha kuvvetli)

8,50-/10

7 Ocak 2017 Cumartesi

Ulver - Kveldssanger (1996)

Ruh halimin düzelmesine katkıda bulunan albümlerden biri de Ulver'in bu ikinci kaydı olmuştu. Şu an elektronik sahada kariyerlerine devam eden ve ilk albümde atmosferik black metal ile musiki hayatına başlayan grubun bu kaydında sergilediği tür değişimine artık şaşırıyorolmamız şaşırtıcı olurdu. Yağan ve biriken kara en bir uygun düşecek şekilde melodik olarak zengin ve biraz da melankolik folk ve neo-folk bestelerinden mütevellit bu albüm, renkli ve zengin bir atmosfer sunmakla beraber şarkıların kısalığı, belki de 18 saniyelik Ord süresinin kısalığıyla süper bir şarkı oluyordur kim bilir, bir yarım bırakılmışlık duygusu veriyor. Yani taslak şeklinde bırakılmış kısa süreli şarkılar arasında geçişin getirdiği tatminsizlik duygusu da dinlerken size eşlik edecektir. Öyle bir zayıf tarafı var. Kaydın sonlarında da şarkıların daha bir atmosferik yöne doğru evrilerek çarpıcılıklarını yitirdiğini söylemek de mümkün.

8,25/10

4 Ocak 2017 Çarşamba

The Art Tatum - Ben Webster Quartet - The Tatum Group Masterpieces (1958)

Henüz atlattığım ve bolca tartışmalara girmiş bulunduğum manik dönemimi atlatmada bana faydası en çok dokunan albüm bu oldu. Diğeri de Ulver'in ikinci kaydı, ona sonra geleceğiz. Yine de en büyük payeye sahip olan bu albümü özetlemek için iki sıfat yeterli: dingin ve sakinleştirici. Aklımda melodi namına bir şey yok. Ama harmonik olarak nasıl bir performanstır o Yarabbim! Piyano, tenor saksafon ve hafiften bateri ile bas dokunuşları. Piyanonun başında Art Tatum, saksafonuyla destan yazan ise Ben Webster. Albümün adı bile baskılarına göre değişiklik göstererek alışılmışın dışına çıkıyor. Nu jazz, lounge türlerinin atası olmalı bu kayıt. İşin ilginci piyanoda tuşlar arasında geçiş hızlı olmasına rağmen genel atmosfere ters bir etkide bulunmuyor. Her ne kadar saksafonda Ben Webster ağırlıklı rolü oynamıyor gibi duyulsa da aslında denge unsuru olarak albümü sırtlayan bir isim.

8,50+/10

3 Ocak 2017 Salı

Deep Purple - The Book of Taliesyn (1969)

2017'nin daha iyi geçeceğine inanan oldu mu? Aramızda o kadar gerizekalı var mı? Alınmayın sadece iq'sü düşük demek istedim sadece. Başka bir seçenek daha var. Ya da bizimle kafa bulan bir trollsunuz. Geçen sene başlarken astrologların yorumlarına bakmıştım. Yok Türkiye Neptün burcuna girecekmiş, yok Jüpiter'in gölgesi düşecekmiş. Tıpkı dedikleri gibi felaket üstüne felaket yaşadık. 2017 için de farklı şeyler söylemiyorlar, Plüton burcu şanssızlık getirecekmiş, yok ekonomik krizler derinleşecekmiş, terör artacakmış. Yahu niye biz Venüs burcuna girmiyoruz. Girmişken bir yıl kalalım, ülkece aşka doyalım. Ya da Venüs bize girsin, hangisi daha zevk verecekse artık. Biraz da Mars, Plüton başka ülkelere girsin yaw. Yarın dayu olacağım inşallah hayırlısıyla. Bebek bile dünyaya gelmek istemiyor, yattığı yerde rahat tabi. Başına gelecekleri biliyor. Olsun dayısı olarak görevlerim var ve görevlerimi çok ciddiye alırım. Bebişlere metalci tişörtü, metal grubu yamalı kot montu arıyorum, küçükten yetiştirmek lazım. Bilgisi olan varsa bir bilmeyene söylesin. Misal ben.
Deep Purple. İkinci albümü hard rock sınıfında değerlendirmek zor. Bolcana cover var. Örneğin Neil Diamond parçası Çaki Woman, bence lö horrible, geçelim. Demek ki saykedelik ve hatta klasik müzik bittabi dolayısıyla keyboard ağırlığı dışında en azından beni şaşırtan bazı bestelerin gereksizliği de oldu. Aslında yeniden yorumladıkları şarkıların orjinalini bilmediğim için asılları ile kıyaslama yapmam imkansız. Lakin Beatles şarkısı We Can Work It, grubun bestelediği intro ile birlikte oldukça keyifli ve capcanlı kan kaynatan bir şarkı. Rastlantı değil, introya Çaykovski'nin gölgesi düşmüş. İşin aslı albüm bu noktadan sonra şenleniyor desek yeridir. Progresif dokunuşlar her şarkıda öne çıkıyor. Hatta Anthem'de biraz abartıyorlar bile diyebiliriz. Şarkı form olarak barok poptan çok da farklı değil. Abarttıkları nokta ise barok kısmını klasik müziğe kadar taşımaları. Yine de hoş. Son şarkı ise soul tınılarını taşıyan bir cover. 60'lar pop şarkılarını içeren çocukken eniştemlerden hacıladığım kasetteki şarkılara benziyor, belki de içinde vardır, bilmem. Gitar ve synth'ten çıkardığım şey grubun kendi tarzlarını hayli yedirdikleri oldu. Youtube'a baktım da evet haklıymışım. Tina Turner yıkıyor yakıyor ateşe veriyor şarkının aslında yani River Deep Mountain High'da.

7,50+/10