28 Şubat 2016 Pazar

Thy Catafalque - Sgùrr (2015)

Thy Catafalque, önceki iki albümün çizgisini burada da ufak tefek değişikliklerle devam ettiriyor. İlk dikkati çeken şey kaydın ilk yarısının folk ve elektronik öğelerle birlikte bayağı bir light tınlaması. Hatta bir an bigbeat felan mı dinlediğimden şüphe duydum. Özellikle bazı yerel enstrümanların sesiyle birlikte düşünüldüğünde folk, elektronik ve deneysel metal (ki oldukça sulandırılmış bir metal versiyonu olarak) sentezinin markete yönelik gücü hemen idrak edilebiliyor. Sanki dediklerimi duymuş gibi, grup albümün ikinci yarısında tepkisel bir sertliğe başvuruyor. Black kökenleri selamlayan metal cazırtısı için diyebileceğim şey 'benzerlerini önceki albümlerinde de duyduğum' olacaktır. Maalesef bu kısım pek heyecanlara sevketmiyor. Ki bu da her şeye rağmen ilk yarıda dinleyiciyi memnun edecek heyecan dalgaları, şapırtıları, baloncukları olduğu manasına geliyor. Başka bir Thy Catafalque kaydında görüşmek üzere!

7,75/10

27 Şubat 2016 Cumartesi

Fela & The Africa 70 - Shakara (1972)

Duyguları harekete geçiren itkiler aşırı yoğunlaşmadıkça hissetmenin zorlaştığı günümüzün dünyasında, elbette Fela Kuti'nin bu kayıtlarını yeterince funky ve eğlenceli bulamayacağım şaşırtıcı değil. Bir de ustanın bir ses rengi var ki ülkesi Nijerya'nın topraklarını, taşın taşa sürtülmesini kulağa getirdiği için eğlence faktörü fazlasıyla basitleştirici bir kriter olacaktır. O usta ki batı kültürü etkisinde kalan kadınların akıllarında gelişebilecek cinsiyet eşitliği gibi fikirlere karşı bu albümde olduğu gibi acımasızca mücadele ediyor. Emperyalist kültür yayılmacılığına karşı yerel gerici kültür direnişi. Global bir şey olsa gerek.  Kadınlar tren olmuş, Afrika kıtası olmuş, 7 olmuş, sıfır olmuş, merkezde ise bir adam:Fela oturmuş. Swastika Geceleri'nde kadının indirgenmesi denen mefhumu okuyorum bu aralar. Fantastik değilmiş yani.

7,0+/10


Ajda Pekkan - Ajda Pekkan (1968)

Süperstar'ın, daha önce mutlaka yazmışımdır: etrafımda kimse Ajda Pekkan dinlemez, etrafımın etrafı da bilmezken sanki  yukarıdan bir empozeyi siz de hissedebiliyor musunuz?, ilk uzunçalar kaydı o günlerde gelenek olduğu üzre aranjman şarkılardan müteşekkil. Dünya Dönüyor, Boşvermişim Dünyaya, İki Yabancı gibi bilindik şarkıların yanısıra tam bir Türkişi fransızcayla söylenen ki yine de sevdim Et C'est felan filan ile o ünlü Bang Bang yorumu da kayıtta yabancı sözlü şarkılar olarak yerlerine teşrif ediyorlar.
İlk Aşkım ve Üç Kalp özellikle vokal yorumu ile en biçok hoşuma giden parçalar oldu. İki Yabancı ise tam tersi tam bir şakaaaaaa.

7,25/10

24 Şubat 2016 Çarşamba

Viet Cong - Viet Cong (2015)

Müzik camiası, özellikle o an için bazı karakteristiği temsil etmeyi başarmış (ya orjinalliğiyle ya sentez gücüyle ya da tam da zamanın ruhuna hitap eden bir lö vintajj atmosfer uyandırmasıyla) indie rock gruplarını çoğu zaman da debü albümleri yayınladıkları zaman bir göğe çıkarıyorlar ki sonra da takip eden albümleri esnasında ı-ıh olmamış havalarıyla dudak bükmenin o muhteşem hazzını yaşasınlar. Viet Cong da ilk albümü ile selamün aleyküm diye Allah'ın selamını getiren bir grup. Post-punk felan deyular ama çok daha ötesi var. Noise ve deneysel gibi öğeler de bi hayli baskın. Hatta 3. şarkıda Animal Collective tarzı psyche'yi bir ben mi duyuyorum acaba? Neyse basit ama hoş melodiler uyumsuz ve uyarsız seslerle tezat bir birliktelik oluşturuyor albüm boyunca. Sonra bir bakıyorsunuz Cure konuk oluyor. Ama gürültülü prodüksiyon devam etmeye bir an ara vermiyor. Kafam allak bullak oldu doğrusu. Melodik misin, sert misin, in misin, cin misin? Abartıldığı kadar var mı, abartıldığı kadar yok mu? Maalesef aklımda kapanış parçası Death ardından kafamın zonklaması ve midemin bulanması kalıyor. İyi bir şey değil bu.

7,25/10

21 Şubat 2016 Pazar

Peyniraltı Edebiyatı # 32 - Hürriyet Gösteri # 317 - Samsa #2 - Nepal #1 - Hiç #4 - Keşke #15 - Anafor #3

Peyniraltı Edebiyatı

Peyniraltı Edebiyatı geçen ay dosya konusu olarak beat edebiyatının öncüsü Jack Kerouac'a yer verdi. Yolda ismi romanıyla bütün bir kuşağa ilham vermekle beraber savundukları ile takip edenlerinden farklı bir yerde durmanın sıkıntısını hayatı boyunca duyduğunu okuyoruz. Dosya oldukça farklı bir muhteva içeriyor. Yazar'ın Tanrı adındaki şiiri, bir Can Bonomo yazısı, Kerouac üzerinden beat kuşağına tiyatral bir bakış içeren bir makale, yazar üzerine aykırı şair Allen Ginsberg ile yapılan bir söyleşi gibi başlıklar bu çeşitliliği sağlamakta. Yine öyküler ve şiirler var. Bir çoğu yine olabildiğince asık suratlı. Abrakadavra gibi bir kaç öykü ironinin boşa düşmesini engelliyor. Güzel bir Akşam ismindeki şiirde de bu tarz bir yönelimin işaretlerini okuyabiliyoruz. Plastik Destan'ı okumamış mıydık biz, devamı mı, yeniden gözden mi geçirilmiş, önceki nüsha elimde olmadığı için kontrol edemedim.

ben,
hiçliği yok olarak doğurdum
ve hiçliği doğurarak var oldum. (Tan Babür)
..


şimdi dur yanımda
bakarken soğuk ve büyük bir aynaya

her şey yok olacağına varır (Emre Varışlı)

Hürriyet Gösteri

Arayıp bulmanın zor olduğu, bir çoğunun hala yayınlanıp yayınlanmadığını unuttuğu ve hatta umursamadığı derginin 2015'in son üç ayını kapsayan sayısı yine her sayıda olduğu gibi Doğan Hızlan girizgahını bir kenara bırakırsak, bir Yaşar Kemal değerlendirmesi ile açılıyor. Bu sefer merceğin odağında İnce Memed duruyor. Poetikada ise Tevfik Fikret, Cevat Çapan, Ataol Behramoğlu, Garip şiiri, küçük İskender, Edip Cansever, röportajıyla Şeref Birsel, 80'ler kuşağı yazı dizisi vasıtasıyla Murathan Mungan konuk ediliyor. Tabi bu şairlere hangi mercekle bakıldığını öğrenmek için dergiyi almanız lazım. Misal küçük İskender yazısının başlığı Aziz İskender'in Din Bilgisi. Şairin Niyeti ve Okurun Niyetinde Tozan Alkan'ın Duvardibi şiiri ele alınıyor. Çalışma Masası köşesinde Gültekin Emre öykü kitaplarına yer vermiş. Klasik yazar Panait Istrati üzerine oldukça kişisel bir yazı ile sayfalar şenlenmiş. Kendini bolca tekrar Nedim Gürsel ve Enis Batur üzerinden de yaşanıyor. Marksizm ve Dil başlıklı yazı dizisi de bütün hızıyla devam ediyor. Gelelim ilgi uyandıran diğer makalelere: Sinema müzisyen işbirliği konusunda bu sayıda yer bulan isimler De Palma ve Pino Donaggio. De Palma filmlerini izlemek istedim doğrusu. Ayrıca Ararat ve Kesik filmleri kıyasında, Ermeni sorunu üzerinden çözümsüzlüğü vaat eden Türk karşıtı sinemacılığın da ismi konması önemli. İlginç bir kurgu işleyen Aseksüel Koloni ya da Antiope isimli romanı konu alan son yazı da konu aldığı buroman dolayısıyla oldukça dikkat çekici.

Duvardibi / Tozan Alkan

şimdi sen öldün
şimdi tüm seherleri yeryüzünün
ölüyor bende

duvar dibinde bir avuç adam
atlardan konuşuyoruz uzun uzun
taşın yoğunluğundan
ve suyun nasıl yürüdüğünden betonda

evi boşaltacaklar evi
kimse eriklerden söz etmiyor
sanki erikler hiç yokmuş gibi

bir kadın elleriyle saçını tarıyor
yanı başında kutsal kitaplar yalvaçlar
kadının öpüştüğü yanık orman

durup durup başlıyoruz birbirimize
çizik bir plağa bozuk bir saate
aslında her şey güne gecikmek için
arada erikler oluyor
erikler ölüyor

biz duvar dibinde bekleyen adamlar
toprağın ağzına bakıyoruz dalgın
topraktan çıt çıkmıyor,

çıt.
çıkmıyor.

Samsa



İkinci sayı olarak imlenen bu sayıdan önce başka sayıların olduğunu bildiğim için, yakın dönemlerde baştan başladıklarına kanaat getiriyorum. Kapaktan anlamayacağınız gibi Italo Svevo'ya bir saygı duruşu mevcut. Calvino ile karıştırdığımın şu an itibariyle farkına vardım. Yaşlılık ve Zeno'nun Bilinci gibi eserleriyle bilinen yazarı başka yayınlarda konuk edildiğine pek sık tanık olamazsınız.
Dramatik bir bakış açısıyla başlayan Yazgı ismindeki hikayenin evrildiği noktayı çok beğendim, günler sonra ara ara aklıma gelen nihayetiyle bayağı keyiflendiğim oldu. Umarım bu beni psikopatlar sınıfına dahil etmiyordur. Bir bisikletin dilinden, ne demekse, dökülenleri aktaran bir hikaye ile bir haşerat firmasının işkenceli ölüm vaat ettiği el ilanı formatındaki diğer bir hikayeyi de düşününce dergideki egzantrik öykücü tavrın biraz öne çıktığını görüyoruz. Başrollerinde Tom Hanks'in oynadığı Cast Away filmindeki modernizm eleştirisine de 6 sayfa ayrılmış durumda. Kapaktan ziyade iç dizaynın daha göze hoş göründüğünü söylemeden de gçemeyeceğim..

Gözlerini açtığında, soğuk bir nezarethanede duvara sırtını vermiş titriyordu. Karşısında ise ayakkabısını yastık yapmış ve olduğu yere kusmuş baygın iki adam yatıyordu. O an içindeki derin sıkıntının farkına vardı. Kadının ölmesinden ziyade en büyük kederi insanlara kendini anlatmak zorunda kalacak olmasıydı. Anlamayacaklardı...
Yerinden doğruldu. Yerde yatan baygın adamların yanına giderek hangisinin kustuğunu anlamaya çalıştı ve kusmayan adamın karnına sağlam bir tekme yerleştirdi. (Yazgı'dan/Sinan Yaşar)

Nepal


2016'nın gelişiyle fanzin, okuyucularına merhaba diyor. Daha ilk dakikalarda gösterilen özeni hissedebiliyorsunuz. Sayfa tasarımları da sergiledikleri modern tavırla uyum içinde. Bununla birlikte anlaşılmazlık, anlamsızlık içinde kaybolmuyorlar. Fanzin'in en büyük sürprizi ise uzunca bir Osman Konuk şiiri: yazmak istedim. Öyle destek olsun diye verilmiş eften püften bir şey değil. Osman Konuk şiirine bütüncül açıdan yaklaştığımda hayranı olmamakla birlikte bu şiir gayet iyi, iyinin iyisi. Diğer şiirler, ustanın işiyle doğrudan karşılaştırılamasa da gözlemleri, samimiyeti, tutarlılıkları ile oldukça sıkı bir görünüm sergiliyor. Modernist bakış açısı sadece şiirler değil öykü ve diğer yazılara da sinmiş durumda. Okuması keyif veren bu ürünlerden Fatih Çünkioğlu'nun şiiri (hangi dizeyi alacağımı bilemedim: bir şeyler olduğunda bir şeyler olmuş gibi davranmanı engelleyen müzikler biliyorum diyeyim şiirine başlangıç olsun) ve Fazıl Hüsnü Dağlarca ile senkronize yüzme üzerine röportaj ismini taşıyan kurgusal yazısı ve Sevil Tekin'in öyküsü gözüme daha bir hoş görünenlerden. Kusuruma bakmayın ama Osman Konuk'un şiirinin tümüne yer vereceğim. İkinci sayıyı merakla bekliyoruz.

Not: fanzin editörlerinden Enes Kurdaş'tan gelen talep üzerine şiiri sünnet ettim. Çok yanlış ve gereksiz ve manasız bir politika, yine de saygılıyız efendim.

yazmak istedim

ne yaparsan yap, ne olursa olsun, nerede ve ne kadar kötü ve ne kadar korkunç kötü
nefes almaya devam et,devam et, nefes almaya devam et; yanına benim nefesimi de al
bir kesekağıdına doldurulmuş iki nefes, üstünde adım yazıyor;
eski ahit'e inanma, yeni ahit'e de; en son ahit'e göre nefes almaya devam et
şairler işlerine baksın, herkes işine baksın, nefes almaya devam et

yaşlı, kambur bir kadın akşam namazına yetişmeye çalışıyor; yetişirse ertelenecek
bir kıyamet sorumlusu gibi;
yetişiyor, erteleniyor
nefes almaya devam et, farzın ikinci rekatına yetişiyor; devam et
tarih coğrafyayı yeniyor; yaşlı, kambur kadın kıyameti yeniyor
çay içmeyi otuz iki yıl önce bıraktım, kumsal henüz yaratılmamıştı, sudan çıkmamıştık
kumsalı yaratan kumsalı görmüyor mu; kumsalı neden görmüyorsun
kızmakla üzülmek ayrı söylenmemeli; şairler nerde
farzın ikinci rekatında kıyamet erteleniyor; devam et, nefes al, hayatta kal

dostoyevski'yi yanlış anladıkları için ruslar hep ölüyorlar ve hiç gülmüyorlar
tekil ve şahıs olanlar biz diye konuluyorlar ve siyam ikizi bile değiller
kızmakla üzülmeyi birlikte ifade eden bir kelime yok; şairler nerde
m.s.'yi herkes milattan sonra diye yanlış okuyor; şairler nerde
bütün çöp bidonları, düşünce özgürlüğü bidonları ve huzurlu zamanlar ağzına kadar doluyor
romantizm romantikleri; 19. yüzyıl bütün yüzyılları ve sonsuz türde soslar ana yemekleri yendi
sonunda kendi kanıyla soslanıyor tekil şahıslar, mektup yazamadığı için sanatı icat eden; şairler nerde

yersiz dipnot:
en çalışkan şair de o şiiri yazamadı, ruhunu ve en güzel gömleğini sattı, zaten artık yeni soslarımız ve acılarımız var.

daha sakin ve teorideki yerine bakılırsa, klasik roman yeni romanı yener
bilinçle kullanılmış ve atılmış poşet çaylar ne acıklıdır
sonunu ve başlangıcını gördüğüm iki yüzyıldan
aklımda kalan tek resim, bir ayrılık sahnesi
hakkını helal et!, hakkını helal et!

halep

cemal'den bahsetmiştim, (yedi çocuk), halepli, kaçak gece işçisi,
akşamları görüyorum: "keyfe hal, cemal" diyorum, hemingway'e benziyor
sormadım ama dünyayı gezmek istemiyor kesinlikle, roman yazmıyor,
yedi çocuk, sabah evine vardığında,
çocuklarını saydığında, eksiksiz çıksın istiyor

yüzümdeki yeni çizginin bir isme ihtiyacı olacak
anlık bir iyimserlikle, diyelim ki yeni bir alfabenin ilk harfi
değilse de kolayı var, çizgisiz yüz unutkanlık işareti
yine de derinliğine düşününce
...
bu kadar düşünce özgürlüğü gereksiz

yazmak istedim

.
.
.


Hiç


Cengiz Aytmatov temalı dördüncü sayı, yine gelenekten beslenen ve tarihin parçası olarak merak uyandıran yazılarla zenginleştirilmiş durumda. Elbette içeriği eleştirecek bilgiye sahip değilim. Ama şair padişahlar ya da Mihri Sultan namındaki kadın divan şairi üzerine bir kaç sayfa bir şey yazıldıysa onları okumak, tekdüzeleşen ve gittikçe karamsarlaşan küçük dünyamdaki ufkun sınırlarını zorlamaya yarayacak olumlu bir harekete dönüşüyor. Aynı zamanda  Melih Cevdet Anday'ın  Olsun Da Gör başlığını taşıyan şiirinde olduğu gibi ustaların daha önce basılmış şiirlerine de yer verilmesini kesinlikle sayfa ziyanı olarak görmüyorum. Ömer Erim'in Ben Kazandım ismindeki öyküsü öne çıkan yazılardan. Artık folklor tarafında aidiyete dönüşen sözcüklerin etimolojik açıklamalarına yer verilmesi de gözden kaçmayan şık hareketlerden biri.

Keşke


15. sayıyla birlikte yeni bir formatta okuyucunun karşısına çıkıyor dergi. Boyutu ve profil resimli kapağıyla benzerleriyle benzeştikçe benim de dikkatimi çekebiliyor. Bu benzeşmeleri eleştirsek de fontlar dahil kapağıyla dergi, sade bir güzellikle beni mest ediyor. Belki Haydar Ergülen söyleşisi değil ama Hasan Ziya'nın kaleminden çıkan Haydar Ergülen de Nerden Çıktı Deme, Gün Gelir Elbet Sen de Düşersin O Küle başlıklı yazı oldukça kapsamlı. Öykülerden Beşeriyet Bahçesi ve şiirlerden aşağıda yer verdiğim örnek gözüme çarpanlardan. Kolektif kimlik olarak olmasa bile kimi yazılardaki dile bakınca muhafazakar bir anlayışın izlerini görmek mümkün.

'oniki çiçek' yarası / Aziz Kemal Hızıroğlu

                                              -göçe zorlanan bütün güzelliklere-

çocuktuk, afacandık, biz altı kardeş
terli bir temmuzdan beş gün çalınıp
yayladaki sütannemize götürüldük

yılan yollardan sesli bir gemiyle
bulutların üstünden gittik, sağ salim
aynı sesli gemiyle babaevine döndük

yandık yaylada, bronzlaştık, üşüdük
vargel çiçekleriyle karşılanmıştık
vargit çiçekleriyle uğurlandık

dönerken oniki farklı çiçek kopardık
çocuk başına ikişer güzellik olsundu
Karadeniz'le öpüşen bahçemize ekmeye kalktık

hiçbiri tutmadı çiçeklerin
iki gün geçmeden öldüler, usul usul ağladık
köpeğimiz Villis'in ulumasını günlerce durduramadık

o gün bu gün biz altı kardeş
ne zaman yayla sözcüğü duysak
göz göze gelmekten utanırız, hep utandık

topal ömrümüzle fındık kabuklarına girdik
çay bahçelerine karıştık çoluk çocuk
çiçek yetiştirmeye soyunamadık

anılarımızdaki kıyımla kaldık sis içinde
çiçekli evlere tahammül edemez olduk
kırlaştık kırklandık yaşlandık

yaramızı hala kapatamadık

Anafor


Sanal dergi üçüncü sayıyla sona ermiş görünüyor. Makalelerin başlıklarını sayalım: Antikapitalist ve Antiotoriteryen bir Politik Hareketi Düşünmek ve Şimdiden Hazırlıklı Olmalıyız(Occupy-Gezi gibi hareketlerden fazlasıyla beklenti içine girip kapitalist krizi abartan iki yazı), Üstün Faşizmi ya da Türcülükten Kurtulmak (neredeyse primitivizme  varacak hayvan hakları savunusu), Kimliklerden Sıyrılmak için:Queer Kuram, Camcorder (öykü), Dilenci (öykü), Bir Hristiyan Ölmek (şiir), Yaşamın Manipülasyonu, Thatcher'dan Bugüne Premier Lig, Marx ve Marxizm için: Kostas Axelos ile Bir Görüşme, Kök-Faşizm (Umberto Eco çevirisi), Çizgisel Olmayan Tarih, Toprak İnsana Değil, İnsan Toprağa Aittir (bu tarz kızılderili şefi mektupları bana fabrikasyon gibi geliyor da neyse). Ürettikleri değil ilettikleri ile fena değilmiş aslında.


Jefre Cantu-Ledesma - A Year With 13 Moons (2015)

Bir: saf ambiyans müziğini o kadar sevmiyorum. İki: neyse ki ağbimiz çeşitlendirmeyi iyi biliyor. Belki de gereğinden fazla. Özellikle albümün başında ilk dikkati çeken şey birbiriyle harmonik şekilde ilerleyen iki katmanın mevcudiyeti. Biri doğa ile içiçe belki de Tuvalı gırtlak şarkıcılarının yaptığını andırır şekilde doğayı taklit eden bir ses etrafında ilerlerken diğerinde standart sinyal vızıltısı gibi modern sesler içeren ambiyans müziği hakimiyetini koruyor. Fakat bu durum uzun süre devam etmez. Uzaysı atmosfer, beatlerle birlikte ağır ve yavaş kara-tekno, post-endüstriyel gürültüler, ayakkabı müdavimi hayalperest uykusu girip çıkar ve ilk duruma geri dönmüşken albüm sonlanır. Bir kaç istisna dışında parçaların ortalama süresi bir kaç dakikayı geçmediği için konsantrasyon eksikliği büyük problemlerden biri. Dolayısıyla bu çeşitlilik her ne kadar üst metinde ortaklık sağlasa da kolaj etkisi yaratıyor. Sanatçının deneyimli bir isim olduğu kolayca duyulabiliyor, gördüğüm kadarıyla yirminin üzerinde kaydı uzunçalar kaydı bulunuyor. Öyle işte, fazla uzatmayalım.

6,75/10

20 Şubat 2016 Cumartesi

Baroness - Purple (2015)

Korkunç prodüksiyonu ( hatta Desperation Burns isimli parçayı dinlerken kulaklığı çıkartıp bu ses nereden geliyor diye etrafıma bakınmadan edemedim, düpedüz sabotaj bu) bakiyeden düştükten sonra pek de eleştirecek bir şey bulamıyorum şarkılarda. Ticarileşip ana akıma yüzlerine döndükleri çok aşikar. 80'ler arena rock dedikleri alana yapılan göndermelerin ve bugünlerdeki; nereden geliyor bu his bilmiyorum ama bariz var,, My Chemical Romance ve Fall Out Boy gibi tükaka popüler grupları hatırlatan izlerin olduğu kadar. Üstelik misal Fugue'nun girişi tam da bizim yerli gruplarımızın elinden çıkmış gibi durmuyor mu? Bunları yermek için söylemiyorum, bilakis sev-v-dim. Bir önceki albümleri radarıma bile girmemişti örneğin. Çünkü stoner ve sulandırılmış sludge'ın ortodoks kanallarda takip edeceği güzergah kısıtlı. Yeni denizlere açılıp bu tekdüzeliği bu albümde başarıyla aşmış görünüyorlar. Vokal diğer kayıtlara göre leziz bir performans sunuyor, hani kendini aşmış derler ya, öyle. Benim favorim The Iron Bell oldu, sevmediğim ise hiç olmadı. Herkese yetecek kadar şarkı var, sizde seçin birini.

9,0-/10

19 Şubat 2016 Cuma

Unkle - Never, Never, Land (2003)

90'ların ruhunu taşıyan milenyum çağına geçiş albümü, fazlasıyla.
Önceki albüme nazaran hitlerden yoksun. Maalesef Eye For an Eye görseli olmadan soluklaşan parçalardan biri. Yine de In a State, Safe of  Mind ve özellikle Reign gibi vurgulu şarkılar bulunuyor. Diğer yandan katkıda bulunan isimlere bağlı olarak albümün tümünü kapsayan bir tanım kümesinden çıkmamak şartıyla bir serpinti hali sergileniyor. Ve bu kısıt kafadaki dağınıklığın önüne tam anlamıyla geçemiyor. Sonuçta hüzün barındıran slow elektronika şarkılara karşı da bir uyarı tabelası yok. Trip hop, ambiyans, inditronika (uydurdum var mı böyle bir şey, olsun akustik gitar tınısı duydum ya ondan şeyettim) gibi diğer alt türevler de eklenebilir. Evet, ortaklaşılan kelime ağırbaşlılık olabilir. Bazılarının uykusu gelebilir. Fakat derleme toplama metoduna göre şarkıların albüme duhulü mantıksal bir sıra izlemediğinden uykuyla buluşmanın da pek bir mümkünatı görünmüyor. Üstelik on üç seneden sonra eskimeye başladığı da gözlerden kaçmıyor.

7,25/10

16 Şubat 2016 Salı

Deafheaven - New Bermuda (2015)

Deafheaven üzerine ekleyerek yürümeye devam ediyor.İlk şarkıda vokalin tükürür gibi söylemesi oldukça hoşuma gitse de albümün sonlarına doğru s yerine ş'lemesi tekdüzelik yaratıyor. Grup bu albümde farklı tarihselliği olan her bir tınıyı bir arada kullanarak bir sentez oluşturmaya çalışmış. Sevmeyenlerin belirttiği gibi buradaki süreç diyalektik olarak pek başarılı olmasa (cümbüş değil ama klik diye ses çıkaramayıp oturmayan bir şeyler var yahu kimi kimi) bile oldukça ilgi çekici anları dinleyiciye sunabiliyor. Bir post rock pasajı, bir gitar solosu, bir metalkor rifi, ucuz dur kalkları, piyano dokunuşları, progresif zaman çizelgesi, shoegaze titreşimleri, indie rock kafası gibi , olduğu kadar artık. Sound olarak altyapıda bu sorunlarla karşılaşmamız grubun üstte kabataslak bir kapsama alanı oluşturamadığı anlamına gelmiyor. Üstelik bu albümde sertliği   pekiştirme yolunu da seçmiş görünüyorlar. Misal Baby Blue bolca ucuz hareket içeren tribünlere yönelik basit bir şarkı. Bayıldımmm. Bir tane daha bunun gibi bir parça olsaydı gönül rahatlığıyla on numero verebilirdim.
Bu da albümün kendisi gibi dengesiz bir yazı oldu. Ama kendi içinde bir tutarlılık var...var gibi duruyor sanırsam.

8,50+/10

15 Şubat 2016 Pazartesi

Barış Soydan - Türkiye'de Anarşizm : Yüz Yıllık Gecikme

Tanıklar ve aktivistlerle doğrudan yapılan söyleşilerle Türkiye'de Anarşizmin neden geç geliştiği etrafında bir soruşturmaya dönen kitaptaki sorular ister istemez çeşitlenemiyor. Alt dallarıyla birlikte farklılıkları iç tartışmaların ele alınması ise kitabı zenginleştiyor. Bu ana soruya verilen cevapların benzer olması doğruluğundandır. Cevaplar, yaşanmışlıklara dair olduğu için söyleşilere derinlik kazandırıyor. Üstelik bildiriler ve resimler de es geçilmemiş. Gördüğüm bir eksik ise son dönemlerde görünür olan belirli gruplara değinilmemiş olması. Yine de  gay hareketinden feministlere, müslüman anarşistlerden sendikalistlere olabildiğince geniş tutulan bir kişi ve çevrelerle yelpaze oldukça geniş.

Sekiz.

14 Şubat 2016 Pazar

Robert Silverberg - İçeriden Ölmek

Bir bilim kurgu yazarının kaleminden tür ötesi bir mecraya kayan müthiş bir modern kurgu. Geniş kitlelere ve entelijansiyaya ulaşamadan kaybolan bir eser. Bilim kurguyla olan bağı sadece romanın kahramanı Selig'in yavaş yavaş gücünü kaybettiği zihin okuma becerisi üzerinden oluyor. Bir yandan röntgencilik olarak değerlendirdiği diğer yandan bağımlısı olduğu bu gizli yeteneği hayatı boyunca onu suçluluk duygusuna boğmuş. Maddi manevi çıkarları için kullanmanın sıkıcılığını kabul etse de bu gücün zayıflaması karşısında bir dehşet duyuyor ve sosyal ilişkilerini diğer "normal" insanlar gibi kurmaya çalışırken güçlükler yaşıyor. Jest ve mimiklerden tahminlerde bulunmak, Edip Cansever'in normallik belirtisi olarak addeddiği şaşırmak gibi yeni deneyimlerin yaşanması kaçınılmaz. Düzenli bir ilişkiye sahip olamamış, zeki olmasına rağmen üniversite öğrencilerine dönem ödevi hazırlayarak geçimini sağlayan, kısacası dibe vurmuş bir karakter olarak Selig'in çocukluktan gücünü kaybettiği son günlere kadar yaşadıklarına, geri dönüşlerle tanık oluyoruz. Dil ironi gibi kara mizah öğeleriyle zenginleşmiş durumda. Roman bazı bölümlerinde Selig'in yazdığı misal Kafka üzerine ödevini içererek ya da sıkça karşımıza çıkan alıntılarıyla yazarın belli bir türe hapis kalmayarak edebiyatta da iddiasını gösterme amacında. Bunu da başarıyor doğrusu. Dolayısıyla bu tuhaf adamın beyninden geçenleri okumak ister istemez o kadar da sürükleyici olmuyor. Sindire sindire okumak bir seçenekten fazlasına dönüşüyor. Nihayetinde cebimden üzerinde dokuz yazan bir kart çıkıyor. Ben de beklemiyordum.

İnsanlık için umut olmadığını o zaman anladım; en iyilerimiz bile aşk adına, barış adına, eşitlik adına mücadele ederken zıvanadan çıkma kapasitesine sahipti.

Franz Schubert - Winterreise · 6 Lieder (1966)

Pencerenin pervazına yayılmış, lapa lapa yağan kar altında arabasından henüz inen misafirimizi izliyordum. Salondan gelen gürültüye bakılırsa annem piyanonun başına çoktan oturmuş ve bariton sesiyle şarkılar söyleyen babama eşlik etmeye başlamıştı. Konuklar piyanonun ve hemen yanı başındaki babamın etrafında hilal benzeri bir oturma düzeni almışlardı. Herkes kendi dünyasına dalmış görünüyor. Yaşı oldukça geçgin Alfred amca, belki de geçmiş günlerde başka bir gecenin hatırasıyla babama hırıltılı sesiyle katılmaya çalışıyor yer yer öksürüklere teslim oluyordu. İkiz halalarım kanepeye yerleşmiş annemin sırtına doğru bakarak kıkır kıkır gülüşüyordu. Baygın bakışların ardında yine annemi çekiştiriyorlar kesin. Gözleriyle her defasında beni süzmekten kendini alıkoyamayan avukat bey bu sefer sessiz düşüncelere dalmış, bir kolu şöminenin üzerinde avucunda tuttuğu şarap bardağıyla bir heykeli andırıyordu. Pos bıyıkları ile saçları arasındaki renk uyumunu bir türlü tutturamayan ihtiyar doktorumuzun kaygılı bakışları sırayla diğer konukların üzerinde dolaşıyordu. Bir kaç kadeh içki içse rahatlardı belki. Halbuki beni güldürmenin her zaman bir yolunu bilen sevecen birisidir. Demek ki geceye geç kalan şehrin polis amiri olsa gerek. Hiç sevmiyorum onu. Doktor Klaus beyin demesine göre diğer şehirlerin polis amirlerinden bir farkı yokmuş. Ne demekse... Pencerenin ardına karın çektiği ikinci perdenin aralığında gördüğüm kadarıyla arabası ahıra çekilmeye başlanmış bile. Sürücüler ve seyisler ise rüzgar almayan bir köşede tütünlerini tüttürüyorlardı. Daha doğrusu çabaları bu yöndeydi. Piyano ile babamın sesi arasındaki dansı dinlerken içime dolan huzurun etkisiyle gözlerim ağırlaştı.Rüzgarın uğultusu dışarının tekinsizliğini haber veriyordu. Zaten, çocukların kendilerini en güvende hissettikleri anılardan biri de böyle büyük toplantılar değil midir?
Aniden uyandığımda dumanlar arasında avukat beyin beni kucaklayıp dışarı çıkardığını hatırlıyorum. Dışarının soğuğu şok dalgası şeklinde bütün vücusumu yoklarken ahırda başlayan yangının eve yayıldığını görebiliyordum. Atların acı kişnemeleri sonlanmaya başlamıştı. Avukat beyin kurumla kaplı yüzüyle inci gibi dişlerini koca koca göstererek gülümsemesini yeni dünyadaki zenci uşaklara benzettim. Böyle anlarda bile insanın kendine ağlence bulabilmesi ne garip... Herkesin kendi canının derdine düştüğü o gece, sadece sonradan unutulduğu yerde kömürleşmiş bedenini bulduğumuz Alfred amcayı değil aynı zamanda tüm malvarlığımızı da yitirdik. Şehrin yosun tutmuş nemli apartman dairelerinden birine yerleşmeye çalışıyorken annemin bizi terketmesiyle aslında aralarında uyumun piyano başında şarkı söylediklerinin tersine ne kadar zayıf olduğunu idrak etmiş oldum. Hayatında hiç bir zaman çalışmamış olan babam da yaşadığı bunca acının ardında fazla yaşayamadı. Avukat beyin gözüne hitap edecek bir güzelliğim de kalmamıştı artık. İşte böyle bayım, benim hikayem bu. Şu soğuk gecede bir kibrit alır mısınız? Belki bir geceyi idare edecek param denkleşir. Yoksa gecenin ayazını kırmak için hepsini birer birer yakmak zorunda kalacağım.

**Piyano başında Jörg Demus, vokalde Dietrich Fischer Dieskau.
8,0/10

11 Şubat 2016 Perşembe

Musk Ox - Woodfall (2014)

Loş bir atmosfere sahip olması bu albümü bin bir hüzne boğmuyor maalesef. Kısıtlı bir çevrede de olsa ön saflara ilerleyen bu albüm karşısında aynı hissiyatı paylaştığımı söyleyemeyeceğim. Buradaki sonbahar hüznü teması büyük oranda Agalloch sevenlere hitap ediyor ki rastlantı değil zaten. Evet, bodoslama daldım , konumuz Kanadalı bir proje grubu Musk Ox ve onların sözsüz sadece akustik gitar, keman ve çello gibi enstrümanlarla kendilerini ifade ettikleri bu folk albüm. Cilalı steril bir sound, keşke kuşların rüzgarın fare fısıltılarının duyulduğu hışırtılı tarla kaydı olsaydı. Ritmi karanlık havayı bozacak bir hızda. Melodiler sondaki şarkıda çok tekrara düşseler de fena değil. Benim gibi o da belli tonlarda olmak üzere, piyanoyu seven birisini küsterecek kadar keman yoğunluğu var. Nedense piyanoyu sevenler, kemana çok da bayılmaz gibi bir kanı var bende. Bizzatihi kendimden biliyorum. Özellikle kaydın ortalarında bir kaç büyülü nağme bulunuyor. Onun dışında ise verdiği keyiften çok, keyif veriyorum ulan diye bağıran narası kalıyor akılda.

6,50/10

7 Şubat 2016 Pazar

Manilla Road - Invasion (1980)

Düzenlemeleri ile kayıt kalitesi ve bilimum diğer sebeplerle çıkış albümünden ziyade demoya benziyor bu çalışma. Manowar ile birlikte epik metalin öncülerinden sayılan ve lakin onun gölgesinden sıyrılamamasına rağmen sadık bir kitle tarafından sürekli takip edilen bir grup Manilla Road. Bu debüğ albümü, tabi ki karakteristik soundlarını birebir temsil etmese de belli başlı ipuçları taşıyor. Aslında hard rock'tan heavy metal'e geçişi saykedelik bir mecrada yürütmesiyle pekbirilginç bir yerde duruyor. Hani bilirsiniz seksenler bilimkurgu çizgi filmleri jenerik müzikleri vardır. Ucuz synthler, patır patır ritimler, sesi mağaradan geliyor gibi konuşan bir adamın girizgahı felan. Kullanmakta hiç tereddüt etmemişler burada da! Sözlerde de galaktik imparatorluklar, uzay savaşları vessair popüler konular arasında yer alıyor. Gel gör ki her şarkıyı enteresan hale getirecek bir kaç çengelle bezemişler. Bir yerde bir rif, bir yerde nakaratta vokal harmoni, bayağı bir yerde sololar gibi. Yalnız boğazını temizler gibi gorullayan vokal pek hoşuma gitmedi. Albümün öne çıktığı ileri sürülen slow şarkısı ya da 13 dakikalık epik şarkısı da hiç öyle akılda kalıcılık sunmuyor. Zaten başkaları da bu albümden sonra kendilerini aştığını ileri sürüyor.

6,75/10

4 Şubat 2016 Perşembe

The CNK & Snowy Shaw - Révisionnisme (2012)

Bu endüstriyel metal projesinin bir bacağından eski ve belki de Fransız milliyetinden olmalarından mütevellit kafası kırık elemanlardan kurulu eski black metal grubu the CNK tutmuşken diğer bacağını çekiştiren isim ise Snowy Shaw oluyor ki hakkında hiç bir bilgim yok, araştırma zahmetine girme isteği dahi diyaframımda kıpraşmıyor. Albümün güzel tarafı endüstriyel tarzda yeniden yoruma tuttuğu parçaların asıllarını dinleme yönünde getirdiği teşvik prim sistemi. Yorumlanan şarkılar Impaled Nazarene, Emperor, Slayer gibi sert ağbilerden Leonard Cohen, Nick Cave gibi hissiyatı kuvvatlı isimlere şaşırtıcı bir değişkenlik gösteriyor. Motley Crüe ve Guns'n Roses coverlarında fazlasıyla duyduğumuz gibi seslendirdikleri grupların moduna girmeleri bu dağınıklığı daha da artıran bir etmen oluyor. Selam çaktıkları Rammstein'ı anlarım da Beastie Boys'un ikonik parçası (tıpkı bu kaydın kapak resmi gibi) Sabotage gerçekten gerekli miydi, örneğin? Barbie Girl ile albümü kapatmadıklarına şükretmek lazım. Yine de bu karmaşaya rağmen hani en azından bir kaç kere dinlemeyi hakeden bir tecrübe sunuyor çalışma.

6,25/10

3 Şubat 2016 Çarşamba

Placebo - Without You I'm Nothing (1998)

Placebo'nun baş yapıtının bu albüm olduğu su götürmez bir gerçek. Sadece Without You I'm Nothing, Every You Every Me, Pure Morning, You Don't Care About Us gibi hitleri ile değil ki ilk ikisi hatta ilki suratta patlıyor resmen, daha az bilindik The Crawl gibi bir baladla ya da ekstazilenmiş Scared of Girls gibi bir şarkıyla taçlanmış ve de şahlanmış durumda, bu kaydın bizzatihi kendisi. Bir önceki albümdeki sinir bozucu seviyeye düşmemekle beraber basit bir yapı takip eden görece zayıf, görece diyorum bak, doldurma şarkılar da unutulmamış. Sonuçta sesiniz çatallanana kadar eşlik etmekten utanmayacağınız, tamam tamam bazı sözler yüz kızartabilir, şarkılarla doksanları yad etmenin en güzel bi güzel yöntemlerinden biri. İçindeki tatlı depresif hüznün renkleri de cabası.

8,75-/10