30 Ekim 2013 Çarşamba

Vampire Weekend - Modern Vampires of the City (2013)

Hani bir kız ve ya erkek çocuu ile tanışırsınız. Öyle ahım şahım güzel/yakışıklı değildir. Ama egzantirik kıyafetleri dikkat çekiyordur: kız büyük ihtimal dallı budaklı elbiseler, Komançi kilimi desenli hırkalarla erkek de yaz kış taktığı atkısıyla dolaşıyordur. Bir de saçları sol yarım küreden sağ yarım küreye uzanırcasına bir atılım içindedir, tabi şapkasından görebildiğimiz kadarıyla söylüyoruz. Üstelik karakteristik özellikleri de vardır, misal her söylediğinize şirin şirin gülüyor, sesli kahkahalar atıyor ya da ne biliyim mırıl mırıl kendi kendine konuşuyordur. İçleri de nereden baktığınıza bağlı olarak doludur bu arkadaşların. Belki bir kaç şair adı biliyordur, belki de politikanın muhalif tarafındadır, sebeplerini anlatamıyor olsa bile. Ama bir kere gözlerdeki ışıltıyı aldınız, çekildiniz dalgaya yani. İşte bu benim için Contra albümü oluyor. Gel zaman git zaman aranızdaki ilişki erozyona uğramaya başlar. TEMA kampanyası kapınızda. Yafu resmi bir davete gideceğiz, çıkar şu basmayı, yahu ciddi bir şey anlatıyorum, bir gülme, biraz ciddiyet yaw, ne o kendi kendine konuşmayı konuksuz talk şova çevirdin, kafam şişti bir sus Allahını seversen. Sonunda adam/kadın ol'a bağlanan beni en bi patriyarkal yaptın nidaları! O şiddette olmasa bile Modern Vampires of the City'deyiz işte tam bu noktada. Değişen bir şey yok aslında. Sadece büyü bozuldu. Sevgilim, sorun sende değil ben de, en iyisi biz ayrılalım.
Worship You ve Ya Hey klas şarkı ammavedelakin amin.

6.75+/10

29 Ekim 2013 Salı

RETRO: Europe - I'll Cry For You (1991) / Prisoners in Paradise (1991) Single

Final Countdown (tabi ki) ve usandırıcı Carrie baladı ile bilinen Europe'un 90'larda çıkan singlelarından (TDK deyişiyle tekçalar) I'll Cry For You, akustik , buna rağmen yavaş yavaş yaya yaya söylenmemesi sebebiyle takdir teşekkür kazanan, bir bakıma da Mr. Big'i hatırlatan hoş bir rock çalışması. Aslında Europe'un şöyle güzel bir tarafı var: Müzikleri kulak tırmalamıyor, hem rock dinleyeyim hem ruhum dinlensin doysun afiyet olsun diyorsanız bu ihtiyacınızı çok ala karşılıyor. Ha, durup dururken bir Europe dinleyeyim kendime geleyim der misiniz durup dururkene? Ben demem.

6.75/10

Prisoners in Paradise single'ı da aynı senede I'll Cry For You gibi aynı albümden çıkıyor. Albümün adı, zor değil hemen söylüyorum: Prisoners in Paradise. Şarkıda distorşıını duyuyoruz.  Nakaratı güzelce romantikce yükseliyor. Tıpkı onlarca yüzlerce benzeri 80ler parçası gibi. Ama yine piyano var, yani ne diyeyim: glam hard rock karışımı ortaüst seviye bir şarkı. Kısacası bu iki şarkı dönemlik ihtiyaçlara hitap ediyor.

6.50+/10

28 Ekim 2013 Pazartesi

Murray Bookchin - Üçüncü Devrim 2 : Devrimci Halk Hareketleri Tarihi - Fransız Devriminden İkinci Enternasyonale

Bookchin ikinci ciltte Fransız Devrimlerine ve devrimin öznesinin zanaatçılardan proleter işçilere kayma sürecine odaklanıyor. 1789'dan itibaren ardı ardına gelen ve her seferinde düzene yenik düşen devrimlerdeki üçüncü seçeneğin olanaklılığı araştırılıyor. Yazar, 1848 devriminin Paris komünü olarak da bilinen 1871'deki devrimden sunulduğunun tersine çok daha ileride durduğunu belirtiyor. Doyurucu bir Fransız tarihi aktarımının ardından Marksizm'in doğuşunu ve Enternasyonal vasıtasıyla sol muhalefete hakim olma süreci anlatılıyor. Kendi içinde homojen olmayan anarşizmin de ilk dönem Marx gibi reel problemler karşısında pragmatik tavır alıyor ve bu yaklaşım Marx ile ayrımların netleşerek ideolojilerin kemikleştiği bir noktada sonlanıyor. Nihayetinde Alman sosyal demokratların Marksist akım içinde hegemonyasını sağlayıp sendikalar aracılığıyla reformist çizgiye hızlıca çekilmesi ve bu hattın tüm Enternasyonal yapıyı da etkileyerek 1. dünya savaşında ihanet çizgisine bürünmesiyle Ekim Devriminin hemen öncesinde soluklanıyoruz.
Devrimler tarihini okumamış ve olaylardan çok oluşları merak eden biri olarak Bookchin'in propagandaya boğulmamış, hani neredeyse objektif bir eleştirellikte, bu tarih anlatımının oldukça doyurucu ve ibretlik olduğunu belirtebilirim. Fakat yazarın akıcı ve renkli bir anlatım tekniği ortaya koyamadığı da bir gerçek.

27 Ekim 2013 Pazar

Paolo Bacigalupi - Kurma Kız

2010 yılındaki bilimkurgu roman ödüllerini silip süpüren amma ve de lakin tercümesinin yeterince reklamının yapılmadığını düşündüğüm bu kitap güme gitmesin. Aslında kolay bir okuma sunmadığını hemen eklemem lazım. Uzun ve başlarda hiç de akmayan hikaye örgüsü, karakterlerin hiç de ısınılacak tipler olmaması, şiddet ve seksüel olayların ağırlığında yetişkinlere yönelmesi, gri ve çıkarlarına göre hareket eden karakterler vessair. Yine de disütopik tasavvurun güncelden kopmadan bu kadar elle tutulur bir şekilde somutlandırılması ve nihayetinde aceleye gelse bile çok da iyi, gerçekçilik ve duygusallık arasındaki diyalektiğin senteziyle harmanlanan bir sona sahip olması kitabın öne çıkan başarılı özelliklerini teşkil ediyor. Böyle de bir cümle kurarım hani.
Gelecekteyiz. Dünya bir katastrof ardından bitki ve hayvan türlerini kaybetmiş durumda. Batıdaki kalori şirketleri olarak adlandırılan besin genetiğinde uzman tekelleri bu türleri yeniden yaratıyor. Bu sefer de labaratuarlardan salgın hastalıklar yayılıyor. Tarihin cilvesi Tayland sınırlarını kapayıp kapalı bir toplum şeklinde kalarak ve Gibson ismindeki firari bir genetikçinin yardımıyla ve tohum bankacılığı sayesinde bu süreci daha hafif atlatıyor. Sağlık bakanlığının beyaz gömleklileri sıkı tedbirler alıyor. Salgın görülen köyler yakılıyor, besi hayvanları hemen itlaf ediliyor. Petrolün tükendiği ve enerjnin yaylı burgular ve algler vasıtasıyla zar zor elde edildiği bu dönemde (niye güneş enerjisine gönderme yok, bana sormayın) her şey sıkı bir kontrol altında. Yalnız beyaz gömleklerin rüşvet alarak yozlaşmanın çamurunda olmaları toplumun tepkisini çekiyor. Tıpkı yabancılarla işbirliğini arttırmak isteyen ticaret bakanlığı gibi. Ticaret Bakanı üstelik, çocuk kraliçenin naibinin de desteğini almış durumda, saray da arkasında yani. İşte böyle bir ortamda şu karakterlerle hikaye ilerliyor. Anderson yaylı burgu fabrikası paravanı altında aslında batılı kalori şirketinin bir temsilcisi olarak Tayland'ın gen teknolojisini ele geçirmeye çalışıyor. Fabrika müdürü ise sarı kartlı bir Çinli. Malezya'daki İslamcıların soykırımından kaçarak ülkeye sığınıp yarı yıkık gökdelenlerde sefalet içinde yaşayan sarı kartlıların arasından sıyrılan bu yaşlı adam eski günlerin hülyası içinde bir ticari gemi almayı planlıyor. Bir yandan fabrikanın paralarını tırtıklarken diğer yandan kasadan yaylı burgu teknolojisini çalıp mafyaya satmayı düşünüyor. Beyaz gömleklilerin halk tarafından da sevilen şeflerinden Caydi, hiç bir kirli işe bulaşmamışken, kanunların uygulanmasında gözüpek tavırlarıyla ticaret bakanlığının zehirli oklarını üstüne çekiyor. Güvendiği yardımıcısı Kanya ise aslında çift taraflı çalışıyor. Sonunda kurma kızımıza geliyoruz. Japon teknolojisinin son ürünlerinden olan bu kız geyşa misali hem yatak odasında hem de sekreterlik ve tercümanlık gibi işlerde çalışmak üzere geliştirilmiş yapay bir insan. Sadakatı köpek genlerinden alınarak oluşturulmuş Emiko, kesik kesik hareketleri ile kurmalığı farkedilsin diye yaratılan bir genetik mucize. Japon elçisi ülkesine geri dönerken, yenisini almak eskisini ülkeye götürme maliyetinden daha düşük diye Tayland'da bıraktığı kız, gece kulüplerinde seks kölesi olarak çalışıyor. Şöyle bir şey var ki sadece mevcudiyeti bile aslında öldürülüp gübre yığınına dönüştürülmesi için bir sebep. Üstelik Anderson ile tanıştığında özgür kurmaların kuzeydeki köylerinin varlığını öğrendiğinde yaşama arzusuna da kavuşmuş durumda.  Bütün bu karakterler kendi amaçları için uğraşırken düğümlenen iç siyaset Emiko'nun tetiklemesi ile bir kılıç darbesi almışcasına çözülmeye başlıyor. Anderson sınır kapılarının açılması ve tohum bankasına giriş için anlaştığı kraliçe naibini kurma kızın zevklerini tatması için kulübe yönlendirir. Emiko kendini kaybettiğinde naip dahil yarım düzine kadar ölü bırakır arkasında.  Ticaret bakanı Anderson ile ilişkisini bildiği için hepsini bir komplunun parçası olmakla suçlasa da kısa sürede olayların bir tesadüf olduğu ortaya çıkar. Ancak bakan bunu beyaz gömleklere karşı kullanmaktan çekinmez. Darbe başlar ve şehir ordu, en azından çoğu, ile sağlık bakanlığı ve yandaşları arasında savaş alanına döner. Caydi'nın ticaret bakanlığınca vahşice öldürülmesinden dolayı şehri neredeyse bir sıkıyönetim havasında yöneten beyaz gömlekler yine de böyle bir şiddet beklemiyordur. Nihayetinde sağlık bakanlığının en rütbeli ismi Caydi'nin hayaletiyle de uğraşarak özeleştiri sürecine giren Kanya ile teslim olma anlaşması imzalanır. Limanlar hemen kalori firmalarının gemileriyle dolar. Bu süreçte Çinli, kasayı patlatamamıştır ama zafer atmosferini fabrikadan yayılan hastalığa yakalanması sebebiyle layıkıyla yaşayamayan Anderson'ın yardımcısı konumuna yükselmiştir. Tohum bankası olarak gizlenen mabede bu temsilcileri götüren Caydi ve ekibi rahiplere de danışarak kendiliğinden gelişen bir planı yürürlüğe sokar. Şehri yükselen okyanus seviyesinden koruyan bentler sabotajla delinir. Çinli, tüm bencilliğinden kurtularak o süreçte yakınlaştığı Taylandlı bir kız çocuğunu kurtarmayı seçer. Ticaret Bakanı kenti koruyamamanın utancıyla rahip olur. Anderson Emiko'nun kollarında hastalığın sonucunda can verir. Suların dolmasıyla halkın terkettiği kentte tek başına yaşamaya başlar. Ta ki Gibson ve onun shemale refakatçisi onu bulana kadar. Gerçeküstü bir sıcaklıkla dolu ilginç bir son.
Ayrıca kitabın burada anlatılanlaran çok daha fazla karakter ve yan hikaye içerdiğini eklemeden geçemeyeceğim.

26 Ekim 2013 Cumartesi

Sonic Youth - Daydream Nation (1988)

Yabancılaştırıcı ve itici tonlarından ötürü ilk dinlemenizdeki irkilmeyi bir süre sonra ve genelde bir keyfe dönüştürebilme gücüne sahip bu tarz noise rock albümleri. Bu da bu albümü tarihsel konseptin de ötesine taşıyan bir özellik. Evet, birilerinin gelmiş geçmiş , olmadı 80'ler, en iyi albümler listesinin başlarında yer alıyor. Çoğunlukla Thurston mikrofonlarda. Bayan kontenjanından Kim'in de vokale geçtiği anlar fark yaratıyor doğrusu. Bu anlamda Cross the Breeze favori şarkılarımdan biri. Albümü en iyi tarif eden şarkı ise melodisiyle düşündüğümüzde Teenage Riot. Aslında yalan söyledim, albüm bu şarkıya göre biraz daha sert ve uyumsuz harmonilere sahip. İtici demiştim ya, ondan.. Kissability de güzel ama artık melodinin bu noktada benzeşmeye başladığını görüyorsunuz. Bitiş parçası ise gayet iddialı bir meydan okuma. Üç alt başlıktan mütevellit 14 dakika süren parça ile albüm zirvede sonlanıyor. Punk'ın sonrasını ve grunge'ın öncesini görmemize fırsat vermesiyle hoş bir dinleme sunuyor albüm. Neden baştacı edildiğini anlamak ile birlikte zamanın ruhuna ne kadar uyduğuna dair çekincelerim var.

7.75/10

23 Ekim 2013 Çarşamba

Daft Punk - Random Access Memories (2013)

Grup Get Lucky gibi Pharell Williams'in kendini de aşan vokal performansı ile imza attığı senenin en iyi pop şarkılarından, belki de en iyisi, biriyle çıkış yaparak uzun süredir verdikleri aradan sonra bomba gibi bir geri dönüş yaptı. İyi bir stratejiydi doğrusu. Buram buram seksapellik tınlayan albüm aslında elektronik ve pop arasında oldukça hoş bir boşluğu dolduruyor. 70'ler diskosu elbette aşikar. Ama ben sofistike pop demek istiyorum. Çünkü albümde balad bile var. Diskonun Avrupa'daki en önemli temsilcilerinden Giorgio'ya ithafen yazılan uzunca parça synth yoğunluğuyla space disco alt-akımını andırıyor. Özellikle elektro gitara bağlanarak sonlanması pek coşkulu. Ödünç aldıkları isimler burada sonlanmıyor. The Strokes'dan Julian Casablancas destekli Instant Crush bu manada çok tatlı bir çalışma. Ha keza yine Pharell Williams destekli Lose Yourselves to Dance de öyle. Müzikten anlayan bir sevgiliye seksi hediye babında paket kurdelası. Ancak albüme getirilebilecek yamalı bohça eleştirisi bu şarkıda somutlanıyor. Yani şarkı basit ve tek bir melodi üzerinden gidiyor. Geleneksel bir şarkının yapısına sahip değil. Motoru içten tüketmeli . Ayrıca hareketli bir parçanın hemen ardından aniden yavaşlamak ya da en tatlu bir melodinin başka bir şarkının başlangıcındaki dramatik yaylılarla çakışmasına tanık olmamız da pek hoş hareketler değil. Kabul edelim robotik Daft Punk vokali de bir yere kadar. Pop müziğin iyice kısırlaştığı bu dönemde, ki özellikle yabancı pop şarkıları için günümüzü yeni bir yükseliş çağı diye nitelendirenler varmış, katılmıyorum hiç, elbette böyle güzel işler abartılı bir şekilde öne çıkabiliyor. Yine de iyi, Allah var yukarıda.

7,25+/10

20 Ekim 2013 Pazar

RETRO: Lux Occulta - My Guardian Anger (1999)

Mene Tekel Fares'i yeniden dinlediğimde aynı hazzı yaşayıp yaşamayacağıma dair içimde büyüttüğüm beklentiyle ve nihayetinde dinlemeye başladım albümü. Grubun tür içinde en yetkin olduğu anlara denk gelen albüm amatörlüğü aşarak okült-mistik atmosferi klasik senfonik black metal lehine bir miktar azaltmış görünüyor. Başkalarının hoşlandığı benim ise şüheyle yaklaştığım bir gelişme bu. Zira kendine has sesleri kaybedip dönemin senfonik melodik black metal gruplarına gerçekten de yakınsadığını görüyoruz. Yine de bu şarkı hala bir dev, ancak boyu kısalmış. Nagelfar'ı hatırlatan elektronik girizgah ile neo klasik melodiler ki grubun hiç olmadığı kadar keyboard'un emanetinde ilerliyor, nakaratın yıkıcılığıyla birleşince albümün en kral şarkısı yaratılmış oluyor. Grup benzer bir atağı ise Opening of Elevent Sephirah'da harcıyor. Olsun, o da en iyi ikincisi oluyor albümün. Bundan sonra grup hala ekstrem metal içnde kalmak suretiyle deneyselleşmeye başlıyor.

8.25/10

19 Ekim 2013 Cumartesi

Scott Walker - Tilt (1995)

Gerilim filmleri psikolojik bir mecraya dayandığı ölçüde hoşuma gidiyor. Bir de metafizik ya da bu yönde süpheci emareler gösteriyorsa ballı kaymak oluyor. Halka, misal sevdim. Gravity, fena değil. Gel gör ki işin içine kan vahşet böbrek bağırsak giriyorsa ben orada yokum arkadaş! Parasıyla cefa mı çekeceğim. Hiç bir Testere'yi izlemedim, kimse de izletemez. Scott abimizin tüm amacı da dinleyeni gerim gerim germek düğüm düğüm düğümlemek. Avantgartt işler peşinde. Ecnebilerin dissonance dedikleri türden vokale sahip, saksafon öyle. Neyse ki müzik çok kakafonik değil. Ses rengi arada JJ Johanson'u andırmıyor değil. Neticede dinleme zorluğu yok.Yok da niye böyle bir şey dinlersiniz, zevk meselesi demek ki yafu. Yani akşamları karanlıkta ürkünç müzikler dinleyip altıma hacet etmek en büyük zevklerim arasında diyorsanız buyrunuz, yapmış eloğlu öyle bir müzik.

6,75/10

17 Ekim 2013 Perşembe

Kazım Koyuncu - Hayde (2004)

Bu albüm o kadar popülerleşmiş melodi içeriyor ki ister istemez kayıtsız kalıyorum. Asiye, Ben Seni Sevduğumi hatta Hayde hani demeyelim benim için hiç bir şey ifade etmiyor diye, ama bir o kadar nötr bir tutum takınıyorum. Neyseki yerel enstrümanların ,tulum ve kemençe gibi,  kattığı lezzet ve yine yerel ezgiler albümün kilit taşlarını oluşturuyor da albümü özel bir yerde konumlandırıyor. Bu öyle bir yer ve mekan ki hem popüler kültüre maruz kesimler hem de müziğinde omurgalı bir duruş tercih eden özgün müzik sevdalıları albümü ve biraz da bu albümün gücü sayesinde (bildiğim kadarıyla rahmetli sanatçı sadece iki ki bu son solo stüdyo albüm çıkartma imkanını bulmuştu) Kazım Koyuncu'yu sahiplenme noktasında ortaklaşıyorlar. Benim memleketimin doğusuna düşen hep imrendiğim o toprakların, denizlerin albümde de yerini bulan o horon havaları albümde de benim için özel anları oluşturan şarkılar oluyor.

7,0/10

16 Ekim 2013 Çarşamba

Zizek, Badiou, Anne Ben Barbar Mıyım?, TİKB (Bolşevik) 1. Kongre Belgeleri ve Peyniraltı Edebiyatı

Cumartesi öğleden sonrası yaşayan en popüler felsefeci ünvanını taşıyan Slavoj Zizek ile pek de tanımadığım Fransız ekolünden Alain Badiou'nun gerçekleşen toplantısı Yunus Emre'ye bir kaç sefer dar gelen bir kalabalık tarafından hayli ilgi gördü. Bunla da yetinilmedi, toplantının sponsoru olması sebebiyle CHP lideri ve milletvekili, belediye başkanı gibi kişilerden oluşan bir protokolun da ilgisine mazhar oldu. Komünizmin (Leninizm dışı bir Marksizmden beslenen) vurgulandığı ve Gezi Direnişi ekseninde ilerleyen bir program olunca bu katılım elbette protestoların yükselmesine sebep oldu.Ama işin yıkıcı bir şova dönüştürülmeyerek daha doğrusu önlenerek bitirilmesi en iyisi oldu. Söz alan bir dinleyicinin dediği gibi: Komünizme bağlılıklarını açık açık dillendiren sözkonusu iki filozofun toplantısına siyaseten bu kadar üst düzeyde bir katılım elde tutulmalı, protokol olarak en öne oturtulmalıydı zaten. Organizasyon değil katılanlar ön sıralara davet etmeliydi. Ben de komünist değilim aslında. Kapitalizmin ışıltılı ve sersemletici kaotik dünyasının hayranıyım. Ben de ön sıraya oturmalıydım! Organizasyonun eksiklikerini yazmak gereksiz. Daha iyisini siz yapaydınız da göreydik deseler hakları var yani.Neyse günlük gazetelerin aktardığından farklı bir şey söylemeyeceğim. Badiou 4.bir seçenek olarak arkasında durulması gereken sol tahayyülden söz etti. Bizim topraklarda İslami kapitalizm diye adlandırılabilecek muhafazakarlık, aşırı muhafazakar çizgi ya da faşizm ve sistemin yenilmezliğine kanaat getirerek teslimiyetçiliğin ötesinde sistemin çarklarını yağlayan eski sol diğer 3 yol olarak mücadele edilecek odakları oluşturuyor. Zizek hikaye ve anılarla süslediği konuşmasında akıcı bir o kadar da dağınıktı. Toplumu yönlendirecek motivasyon koçu ayarında bir liderliğin önemini belirtti. Gezi direnişinin ileriye taşınacak kurumsallık yaratmadıktan sonra bir zaferle taçlandırılmış sayılamayacağından da. Kapitalizmin farklı ülkelerde o ülkelerin gelenekleriyle bağlantılı olarak geliştiğini, hatta İslamcıların kendi inandıkların aksine kapitalizmin taşeronu olduklarını ve kapitalizmin direniş için bu işbirliği içinden olanakları da yarattığını belirtti.
Bayramın ilk gününde de metruk bir yerlerde Bienale gittim. Barbar değilim galiba, vardığım sonuç bu.
Eski sol demişken programında Stalinci öğretiye bağlılığını vurgulayan TİKB(B) ismindeki grubun 98 yılında ana gruptan kopuşun ardından yaptıkları ilk kongre ile ilgili kitabı tamamiyle sektolojik saiklerle okuyuverdim. Kesintisiz sosyalist görevleri de içeren Antiemperyalist Demokratik Halk Devrimini savunan çizgileriyle bugün TİKB ve KDÖ'ye kıyasla duruşlarının köklere en yakın noktada olduğu göze çarpıyor. Programatik ve önderlik sorunlarından kaynaklı kopuş neticesinde grubun işçi kökenli sempatizanlarından destek almakla beraber nicelik olarak toparlanamadıkları hatta İstanbul ve Adana dışında pek de yayılım gösteremedikleri itirafı bir kültür merkezi dahi kuramadıkları ve politikalarının legal yayın organı etrafında daraldığı saptamalarıyla detaylandırılıyor. Bugün baktığımızda en azından lokalde bir kültür merkezine sahip oldukları görülebiliyor. Kongrenin gerçekleştiği ana kadarki üç yıllık süreç içinde başarılı bir cezaevi çalışması yaptıkları belirtiliyor. 11 Eylül ardından yeni bir emperyalist savaşın kaçınılmazlığı hakkındaki görüşlerin sıkça dillendirdikleri Genel Grev/Genel Direniş şiarında olduğu gibi reelde çok da karşılık bulmadığı, Ortadoğudaki parça parça gelişmeler gözönünde bulunsa dahi, şeklinde bir eleştiri getirilebilir.
Peyniraltı Edebiyatı ismindeki yalın ve sade fanzin dergi arası aylık yayın sayesinde süreli bir yayın takip etme alışkanlığı geliştirmiş bulunmaktayım. Psikoterapiye ihtiyaç duyan denememsi alternatif öykülerin sıkıcılığını bir kenara bırakırsak konsept mevzusunu daha da detaylandırmaları arzusuyla bir süre daha takip edeceğiz bakalım.

15 Ekim 2013 Salı

Bir Kaç Deep Purple single'ı (1970)

Speed King / Into the Fire (1970)

İkisi de buram buram dumanı üstünde hard rock parçası olan bu şarkılar grubun 4. albümünde yer alıyor. Aslında grup 1970 tarihli bu albümüyle iyi bir çıkış yakalamıştır. Dolayısıyla single olarak yayımlanan bu şarkıların da bir nevi albümün lokomotifi olduğunu yadsımak yanlış olacaktır. Ben ise biraz daha temkinliyim. Heavy metal yerine bluesy köklerin unutulmadığı ancak ağırlığın rock'n roll ritimleri üzerinde olduğu bu çalışmaları baştacı etmem beklenemez. Tabi ki o günün şartlarında, yarım asır öncesi yafu, şarkıların sertliği birilerinin kafasına yıkılan duvar enkazı gibi çarpmıştır.

7,50/10

Black Night / Speed King (1970)

Speed King Deep Purple in Rock ismindeki albümün en önemli parçalarından biridir. Black Night ise grubun hiç bir stüdyo albümüne giremez. Halbuki hafiften funky saykedelik ve çok daha renkli vokal kısımlarıyla eğlence dozajı yüksek bir parçadır. Neyse ki single olark hakettiği ilgiyi görür.

7,75/10

12 Ekim 2013 Cumartesi

Enter Shikari - Take to the Skies (2007)

Bazen genç hissetmek lazım. İşte bu anlara eşlik edecek güzel bir çalışma. Transkore demiştik bir aralar, trans cinsi mukabilinden tekno-elektronika, metalkor, post-hardkor ve biraz da emo. Karıştır bakalım, ne çıkacak ortaya: Enter Shikari. Clean vokal brütalden bir kaç numara daha hoş bir tınıya sahip. Büyük ihtimalle farkına varmadan Nevermore vokaline gönderme yaptıkları an gayet leziz. Geng vokal konusunda ise grup biraz daha çalışmalı. Şarkıların arasında serpiştirilmiş interludelar ile birlikte müziğin albüm boyunca kesintiye uğramadan devamı beklemediğim ölçüde hoşuma getti. Şarkıların kendi içinde dağınık olmasının sebebi ise büyük ölçüde birkaç fikrin grup elemanları tarafından bir kaç dakikaya sığıştırılmaya çalışılarak kontrolü ellerinden kaçırmalarından kaynaklanıyor. Bu durumda albüm bütünsel açıdan enerjisi sayesinde çekici olabiliyorken şarkı bazında o kadar da dillere pelesenklik sunamıyor. Yine de büyük bir hoşgörü ile baktığımızda Labyrinth  'e, hariç, kadar  başlangıcın çok güçlü yapıldığını, Return to Energizer'ın sertliğinin mestettiğini, Sorry You're Not A Winner'ın albümdeki en tamam parça olarak singlelık potansiyeli taşıdığını, belki de öyledir, araştırmadım, söyleyebilirim. Kamuoyunu yılın en umut vaaten albümü ödülü alacak kadar beğeni ve tam tersi yoğunlukta bir tiksintiyle dolu zıt tepkilere boğan albüm için ortada bir yerdeyim. Orta solda.

7,50-/10

10 Ekim 2013 Perşembe

Fatboy Slim - You've Come a Long Way, Baby (1998)

Bir french house'a bir eurodance a bayılırdım 90'larda, tabi bu etiketlemeler o zaman var mıydı yoksa ucundan köşesinden tarağından bezinden retrospektif mi bilemeyeceğim, bir de bigbeat vardı. Bu türün önemli isimlerinden biri de özellikle bu albümüyle ve güzel klipleriyle dikkat çeken Fatboy Slim lakaplı abimizdi. Albüm Right Here Right Now ve The Rockafeller Skank gibi iki hitle fırtına gibi açılıyor. Ardından Fucking in Heaven ya da Kalifornia gibi şarkılarla aslında eğlenmeye ve parti moduna ağırlık verildiğini anlıyoruz. Bu funk havalarını dinlemek iyi hoş da Praise gibi kısmen sofistike, eh olabildiğince, bir parçayı günceli ancak bir miktar koruyabilmesi sebebiyle tercih ettiğimi söyleyebilirim. Zaten gece 12 de balkabağı yolcusuna dönüşen Sinderella misali görsellikten uzaklaştığında değerini yitiren parçalar güncelliğini de yitirince o eski dinlemelerin havasına da girmek zor oluyor. Yine de basına kurban gürültülü Love Island eleştirileri yutturacak kudrette bir enerji salınımı sunuyor evrene. We ve come a long way baby, we are old.

7.75/10

Murray Bookchin - Üçüncü Devrim 1 : Devrimci Halk Hareketleri Tarihi - Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine

Dört cilde sığdırılan bu çalışma ortaçağdan günümüze devrinler tarihine farklı bir bakış açısı getiriyor. Geri addedilen devrik iktidar ile genelde ilerici olarak kabul edilen devrimci hareketler arasında 3. bir alternatifin sadece teoride değil bizzatihi ayaklanmalarla dışavuran bir dinamizmle bugüne kadar temsil olunduğu savı atılıyor ortaya. Öncelikle Bookchin, kendisine getirilen Avrupa merkezci suçlamalara cevap veriyor. Gerçek devrimci merkezin Rusya dahil Avrupa ve Amerika olduğunu, diğer ülkelerin devrimci ideolojilerinin de batı coğrafyasında doğan fikirler tarafından yönlendirildiğini belirtiyor. Siyasi partilerin ne görüşte olursa olsun ulus devletin ürünü olarak radikal demokrasi önünde engel teşkil ettiği saptamasını yapıyor. Üçüncü devrim olarak adlandırdığı kavramın içini bazı terimlerle dolduruyor. Merkezileşmiş hiyerarşik yapıya karşı doğrudan yüzyüze demokrasiye dayanan ve devrimci kurumlar vasıtasıyla yaşatılan bir özyönetim, diyerek bu terimleri içeren bir cümleyi bir çırpıda kurabiliyoruz. Ortaçağın sonlarında feodalleşmenin rayından çıktığı dönemlerde İngiltere ve sonrasında Almanya'yı kasıp savuran köylü isyanları ile kitabın çerçevesi çizilmeye başlanıyor. İngiltere'de kurulmasında dini çekişmelerin başat rol oynadığı Cromwell döneminde kralı alaşağı etmekle beraber Cromwell'in askerler arasındaki eşitlikçi talepleri nasıl etkisiz hale getirdiğinin altı çiziliyor. Ardından Düzleyicilerin liderlerinin idamı ya da komploların boşa çıkarılması neticesinde rejim yine eski haline geri dönüyor. Bugün sol hareketin belki de bilerek inkar noktasına düştüğü Abd'nin kuruluş dönemi devrim olarak nitelendiriliyor. Monarşik Britanyaya karşı o dönemin koşullarında en ileri yönetim şeklinin kurulduğu Amerika'da eyaletlerin kısa bir süre içinde konfederal bir yapı yerine federal bir merkezileşme neticesinde doğrudan demokrasiye en yakın yönetim şekillerini kaybettiğini hatta bazı eyaletlerdeki evrensel oy hakkının da mal  mülk sahipleri lehine daraltıldığı bir döneme tanık oluyoruz. Fakat İngiltere'ye karşı isyanın  ısrarcı bir çabayla tabandan yükselen devrimci komiteler önderliğinde yürütülmesi ve bu örgütlenmelerin ordu ile diyalektik ilişkisi pozitif örnekler olarak sunuluyor. Neticede 3. devrimin başarısızlığının çok daha rahat gözlemlenebileceği Fransız 1789 devrimine detaylı bir bakış okuyucu açısında öğretici oluyor. Monarşik demokrasiden cumhuriyete zoraki geçiş ardından önce kralcıların sonra da ılımlı cumhuriyetçi Jirondinlerin iktidardan düşürülerek gücün Jakobenlerin eline geçmesiyle sonlanan bir kaç senelik hızlı gelişip sönümlenen bir süreç bu. Fakat mahalle örgütlenmeleri olarak adlandırılabilecek ve öfkeliler hareketi ile baldırıçıplakların gücüne yaslanan seksiyonların tabandan baskısıyla radikalleşen Jakobenler aslında hiç bir zaman kapitalizm karşıtı bir tutuma sahip değiller. Hatta hizipler arası çatışmalarda halkın da desteğini alabilmek için göz boyamaya yönelik taktikleri bugün bile sol hareketin kafasını karıştırabiliyor diyor Bookchin. Çünkü Paris'de tek önemli güç haline gelen Robespierre kendi ahlaki tutumunu ideolojik bir yönelimle zorla halka dayatmaya çalıştığı ve binlerce kişinin öldürüldüğü bu dönemde önce bu politikalarını eleştiren diğer bir Jakoben Danton ve grubunu sonradan da yine aynı grupta olup seksiyonları manipüle eden ama daha radikal bir yerde duran Hebert'in grubunu yok etmekten geri durmuyor. Yazarın öne çıkardığı Varlet ile Roux gibi öfkeli hareketin sözcüleri ise politik taktikleri yönetemenin acısını daha öncesinde Jakobenlerin hareketi içinde çözünerek veya dağılarak ödüyorlar. Nihayetinde yalnız kalan Robespierre ve çevresi meclis kendilerine darbe yaparak onları da giyotine gönderdiğinde toplumsal desteğin hiç de arkalarında olmadığını acı bir şekilde öğrenmiş oluyorlar. Burada ilgimi çeken iki husus var: Özellikle köylülerin hızlı radikalleşme dönemlerinde gelenekciliğe tutunup önemli bir muhalefete dönüşmesi, diğeri de: ezilenlerin fakir fukaranın hak arayışının lümpenleşme ile ilişkisi ve lümpenleşmenin negatif etkilerinin gözardı edilmesi.

6 Ekim 2013 Pazar

Kuzey Kıbrıs'ta Medya ve Temsil (Derleyenler: Hanife Aliefendioğlu, Nurten Kara)

Muhalif bakış açısına da yer vererek bence objektif değerlendirme açısından gayet ortada bir duruş yakalamış olan (bence burada önemli bir kelime, başkalarınca ortadan sola doğru kayan bir mevzide demek de mümkün, hatta öyle) kitap dengeli ve dikkatli gözlemlere dayalı analizlere dayanan makalelere yer veriyor. Sözkonusu makalelerin isimlerini saymak kapsam konusunda da bir bilgi verecektir:
Geçmişten Günümüze Kıbrıslı Türk Yazılı Basını
(Üvey)Ana-Yavru Vatan Diyaloğunun Kuzey Kıbrıs'taki Değişen Temsilleri
Kıbrıslı Türk Gazetecilerin Mesleki ve Etik Değerleri
'Orda Bir Savaş Var Uzakta':Kuzey Kıbrıs Basınında 2003 Irak ve 2006 Lübnan Savaşlarının Temsili
Medyada Barışa Bir Şans Vermek:Kuzey Kıbrıs'ta Barış Gazeteciliği
Kuzey Kıbrıs Türk Medyasında Kadınların Temsili:Kadın Odaklı Habercilik İçin Öneriler
Travmanın (Yeniden) Üretimi:Kıbrıs'ın Sınır Anlatıları
Bir Suskunluk Metaforu Olarak Çamur

5 Ekim 2013 Cumartesi

Henryk Mikołaj Górecki - Symphony No. 3 (Symphony of Sorrowful Songs) / 3 Olden Style Pieces (1994)

Klasik müziği geçen yüzyılda, ne geçeni 2 yüzyıl önce, bırakanlara inat bu türde çok önemli besteciler ve eserler 1900lerde de yapılageldi. Bugün durum biraz daha karışık, post-rock ve elektronik öğeler klasik müzik ile içiçe geçebiliyor, standart kalıplar sallanıyor felan. Yine de Leh bestecinin 3 nolu senfonisi  klasik formata yakın bir havayı solumamıza imkan veriyor. Tam da diğer adlandırmasıyla kastettiği gibi dinleyici ağır tonajda hüzne boğan bir atmosfere tabi tutuyor. Arabesk soslu acıların çocuğu modundan ziyade sanki Halic'in Boğazla kesiştiği noktada bulutlu ve hafif soğuk bir havada İstanbul'u izlerken ve hayatı, kendinizden dışlayarak, değerlendirdiğiniz anda bünyeye sızan bir hüzne benziyor. İsyan etmeyi karakteristiğine dönüştürmüş bir çocukluğun yerine kabullenilmiş bir olgunluk ürünü bu hüzün. Kesinlikle yıkıcılıktan uzak nötr bir tavır sergiliyor. Belki besteci başka şeyler düşünerek yazdı eserini. Ama bende oluşan resim bu. Senfoninin 27 dakika süren ilk harekatı ilk başta sıkıcı gibi görünse de 16. dakikadan sonra, alışılmışın dışında ve kulak tırmalamayan kafa sesiyle, thank you Hadise, bayan vokalin katkısı göz ardı edilemez, boğaz düğümleyen bir ana varıyor. Bu birikme süreci kendini farkettirmeden gizlice saklıca bir doğrultu takip etmesiyle kendine hayran bıraktırıyor. Aslında klasik müzikte beni bazen afallatan karmaşa ve detaycılığı burada bulmak zor. Beste yalın bir seyir izliyor. Bulutların gölgesini, karaltısını taşıyan bir su gibi akıyor. İnişlere çıkışlara zorlama patlamalara pek rastlamayacağınız bu çalışma modern dönemin en iyi bestelerinden biri olarak biliniyor.
Kayıt eşantiyon tarzda 3 adet kısa parça da içeriyor. Değerlendirmesini daha uzman kulaklara bırakıyorum.

8.0/10

2 Ekim 2013 Çarşamba

The National - Trouble Will Find Me (2013)

Bir önceki çalışmasıyla kulak vermeye devam edelimler arasına eklenen grubu nson çalışması beni ziyadesiyle memnun etti. Zira daha fazla the National dinlememe gerek kalmadı. Çünkü diğer insanoğlu gibi ben de bu albümün öncekine kıyasla oldukça sönük bir yerde durduğu fikriyatındayım, hani utanıp sıkılmasam sıkıcı bile diyeceğim. En azından kenarlarında dolaşıyor. Aslında grupta hemencecik farkedilen kuul ve bariton ve ağır ve yavvaş vokaller ile ambiyansın olumlu etkisinin hala devam ettiğini, ettirildiğini söyleyebiliriz. Daha önce defalarca üzerinde yürüdükleri patikanın dışına adım atma meraklısı değiller diye tahmin ediyorum. Bu da demek ki bir noktadan sonra tekrara düşerek, aynı başarıyı devam ettiremeyecekleri gibi bir sonuca vardırıyor bizleri. Ha, sevenler sıkılmayanlar elbette olacaktır. Ama düz oturup eğri konuşmayalım: önceki albüm mü iyi bu mu?

Eyiler: Fireproof, Sea of Love, I Need My Girl

6,75/10