Cumartesi öğleden sonrası yaşayan en popüler felsefeci ünvanını taşıyan Slavoj Zizek ile pek de tanımadığım Fransız ekolünden Alain Badiou'nun gerçekleşen toplantısı Yunus Emre'ye bir kaç sefer dar gelen bir kalabalık tarafından hayli ilgi gördü. Bunla da yetinilmedi, toplantının sponsoru olması sebebiyle CHP lideri ve milletvekili, belediye başkanı gibi kişilerden oluşan bir protokolun da ilgisine mazhar oldu. Komünizmin (Leninizm dışı bir Marksizmden beslenen) vurgulandığı ve Gezi Direnişi ekseninde ilerleyen bir program olunca bu katılım elbette protestoların yükselmesine sebep oldu.Ama işin yıkıcı bir şova dönüştürülmeyerek daha doğrusu önlenerek bitirilmesi en iyisi oldu. Söz alan bir dinleyicinin dediği gibi: Komünizme bağlılıklarını açık açık dillendiren sözkonusu iki filozofun toplantısına siyaseten bu kadar üst düzeyde bir katılım elde tutulmalı, protokol olarak en öne oturtulmalıydı zaten. Organizasyon değil katılanlar ön sıralara davet etmeliydi. Ben de komünist değilim aslında. Kapitalizmin ışıltılı ve sersemletici kaotik dünyasının hayranıyım. Ben de ön sıraya oturmalıydım! Organizasyonun eksiklikerini yazmak gereksiz. Daha iyisini siz yapaydınız da göreydik deseler hakları var yani.Neyse günlük gazetelerin aktardığından farklı bir şey söylemeyeceğim. Badiou 4.bir seçenek olarak arkasında durulması gereken sol tahayyülden söz etti. Bizim topraklarda İslami kapitalizm diye adlandırılabilecek muhafazakarlık, aşırı muhafazakar çizgi ya da faşizm ve sistemin yenilmezliğine kanaat getirerek teslimiyetçiliğin ötesinde sistemin çarklarını yağlayan eski sol diğer 3 yol olarak mücadele edilecek odakları oluşturuyor. Zizek hikaye ve anılarla süslediği konuşmasında akıcı bir o kadar da dağınıktı. Toplumu yönlendirecek motivasyon koçu ayarında bir liderliğin önemini belirtti. Gezi direnişinin ileriye taşınacak kurumsallık yaratmadıktan sonra bir zaferle taçlandırılmış sayılamayacağından da. Kapitalizmin farklı ülkelerde o ülkelerin gelenekleriyle bağlantılı olarak geliştiğini, hatta İslamcıların kendi inandıkların aksine kapitalizmin taşeronu olduklarını ve kapitalizmin direniş için bu işbirliği içinden olanakları da yarattığını belirtti.
Bayramın ilk gününde de metruk bir yerlerde Bienale gittim. Barbar değilim galiba, vardığım sonuç bu.
Eski sol demişken programında Stalinci öğretiye bağlılığını vurgulayan TİKB(B) ismindeki grubun 98 yılında ana gruptan kopuşun ardından yaptıkları ilk kongre ile ilgili kitabı tamamiyle sektolojik saiklerle okuyuverdim. Kesintisiz sosyalist görevleri de içeren Antiemperyalist Demokratik Halk Devrimini savunan çizgileriyle bugün TİKB ve KDÖ'ye kıyasla duruşlarının köklere en yakın noktada olduğu göze çarpıyor. Programatik ve önderlik sorunlarından kaynaklı kopuş neticesinde grubun işçi kökenli sempatizanlarından destek almakla beraber nicelik olarak toparlanamadıkları hatta İstanbul ve Adana dışında pek de yayılım gösteremedikleri itirafı bir kültür merkezi dahi kuramadıkları ve politikalarının legal yayın organı etrafında daraldığı saptamalarıyla detaylandırılıyor. Bugün baktığımızda en azından lokalde bir kültür merkezine sahip oldukları görülebiliyor. Kongrenin gerçekleştiği ana kadarki üç yıllık süreç içinde başarılı bir cezaevi çalışması yaptıkları belirtiliyor. 11 Eylül ardından yeni bir emperyalist savaşın kaçınılmazlığı hakkındaki görüşlerin sıkça dillendirdikleri Genel Grev/Genel Direniş şiarında olduğu gibi reelde çok da karşılık bulmadığı, Ortadoğudaki parça parça gelişmeler gözönünde bulunsa dahi, şeklinde bir eleştiri getirilebilir.
Peyniraltı Edebiyatı ismindeki yalın ve sade fanzin dergi arası aylık yayın sayesinde süreli bir yayın takip etme alışkanlığı geliştirmiş bulunmaktayım. Psikoterapiye ihtiyaç duyan denememsi alternatif öykülerin sıkıcılığını bir kenara bırakırsak konsept mevzusunu daha da detaylandırmaları arzusuyla bir süre daha takip edeceğiz bakalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder