20 Şubat 2013 Çarşamba

Günümüzde Yeni Siyasal Yaklaşımlar: Eleştiriler-Farklılıklar-Çözüm Arayışları (ed. Hilal Onur İnce)

Doğu Batı Yayınlarından yayımlanmış olan kitap zengin içeriği ile dikkat çekiyor. Modern çağın siyaset felsefecileri hakkında Ankara'da farklı  üniversitelerdeki akademisyenler tarafından yazılan makaleler, aslında çok güç olmayan diliyle konuya yabancı okuyucuyu da dışlamıyor bu manada. Ancak tersine pek çok düşünürün fikrini 20-30 sayfaya indirgeyebilmenin ve bunu aktarabilmenin zorlukları bu kez okumayı zorlayıcı bir etken olarak karşımıza çıkarıyor.
Carl Schmitt: Almanya'daki romantiklerin sağ kanadının üstadı, aydınlanma sonrası akılcılığa karşı bir fikriyat geliştirip tarihi idealliştirmiş ve Nazizmin köklerine öyle görünüyor ki kendini toplumun ruhu olarak gören liderlik anlayışıyla bir taş da kendisi koymuş.
Hannah Arendt: Farklı fikir sistematiğinden ziyade fırtınalı hayat hikayesi çok daha hayranlık uyandırıyor doğrusu. İnsani, zorunlu ihtiyaçları gidermek için yapılan eylemlerİ emek, insanın doğal çevreden farklı olarak yaratıcılığını koyduğu üretim etkinlikleri iş, logos'un hakim olduğu söze dayalı etkinliklerle insan olmanın koşul ve sonucunu yaşamayı ise eylem olarak adlandırıyor. "İdeal olan, eylem düzeyindeki insandır. Emek hane halkı, iş agora ve eylem polisin kamusal alanında üretilir." Kölecilik başta olmak üzere kendi özgünlüklerine sahip Antik Yunan şehirleri bu idealleşmenin vücut bulmuş hali olarak gösterilmektedir. Makale özellikle emeğin belirleyiciliğine inanan Marx ile Arendt arasındaki farklılıkların izini sürmesi ile hoş bir hale geliyor.
Frankfurt Okulu: Horkheimer'ın otorite'nin bireye, ekonomik sebeplere dayanarak sözsahibi baba olan aileden itibaren empoze edildiği, usçuluk ve usdışıcılığın ikisinin de reddedilip yerine diyalektik materyalizm (sözkonusu makale öztürkçe kullanmaya önem verdiği için ya da eytişimsel materyalizm [aslında maddecilik olmamalı mıydı?]) fikrini öne sürmesi işleniyor. Adı geçen metodun negatif diyalektik adıyla Adorno tarafından bir kademe ileriye taşınarak ortodoks Marksizm'den uzaklaştırılmasına değinerek okulun spesifik olarak ünlendiği kültür konusundaki görüşleri tekrarlanıyor. "Akılcılığın dogmatik halde liberal demokrasinin elinde araç olduğu günümüzde, tek boyuta indirgenen bireysellik çağında işçi sınıfı da artık egemenlerle aynı hedefi kovalıyor." Neticesinde liberal demokrasi mülk sahibi sınıfların korkmadıkları, faşizm ise korktukları zamanki çehreleridir saptaması yapılıyor.
Walter Benjamin: Retrospektif bir bakış açısıyla post-yapısalcılık daha ismini almadan ve post-modernizm sürrealizm ile alaca bulaca olmadan yıllar önce bu akımlarin ilk dönemlerine dahil edilen düşünür (en azından makale yazarı tarafından) aslında büyük ölçüde Frankfurt okulu içinde de düşünülmektedir. Benjamin, adaletin hukuk ile ilgisi olmadığını ileri sürerek yasalar ve istisna hali konusunda görüşlerini açıklıyor. Olağanüstü hal olarak sunulan baskıların aslında kural içinde olduğunu öne sürerek olağanüstü durumların direniş noktasının da olağanüstü haller yaratmakta yattığını belirtir. Alman faşizmi döneminde yaşayan düşünür için bu görüşlerin oluşumu büyük ölçüde zaman ve mekan uzamında değerlendirilebilir elbet. Marksizm ile bir tür materyalist romantizmi ve teolojiyi birleştirmeyi amaçlamaktadır yapıtlarında. Marksizmin ekonomist görüşlerine karşı pozitivist ilerlemeciliğe karşıdır, yapıbozuma benzer şekilde tarihe ezilenlerin gözüyle bakarak yeniden değerlendirme peşindedir. Kullandığı yöntemi durağan diyalektik ismiyle tanımlar. İşbölümü ve uzmanlaşma neticesinde insan da metalaşır, mekanik hale gelir. Ancak düşünür kitle kültürü konusuna Adorno kadar olumsuz yaklaşmaz.
Robert Nozick: Liberal manada libertaryan düşünür devletin varlığını minimal ölçütlerde olmak kaydıyla  meşru görmüştür. Amacı da bu meşruluğu izah etmektir. Devletin oluşum süreci ise gözlemlerden uzak farazi noktada bir miktar kurgusal kalmıştır. Doğa durumunda insanlar bireysel haklarını koruyarak adaleti sağlayabilmek için bir tür adalet sağlayıcı birimlere üye olurlar. Ücret karşılığı koruma hizmeti güden birimler, yaygınlaştıkça egemen koruma birimlerine dönüşürken minimal boyutunu korumayı başarabilir. Bu birimler bölgesinde tekel olduğu takdirde ve hizmetini herkesi kapsayıcı hale getirdiği durumda ultra minimal devletlere dönüşür. Bu dönüşümü anarşistlerin iddiasının tersine ahlaki bir değişim olarak algılar. İkna olmadığımdan dolayı detaya girmiyorum.
Antonio Gramsci: Başta hegemonya teorisi olmak üzere görüşleri sadece yeni sola değil post-yapısalcı teorilere de ilham kaynağı olmuş Gramsci'nin praksis felsefesi konu alınmıştır. Ekonomizm başta olmak üzere Marksizmin sağ ve sol dogmatizmine karşı özne nesne birlikteliğine dayanan görüşleri, teori ve pratik arasındaki organik bütünselliğe vurgu yapar. Tarihsel bloğun inşasıyla egemen sınıfın sınıfsal üstünlüğüne dayalı olarak hegemonya, en üst düzeyine ulaşır. Bu aşamada egemen sınıf, diğer sınıfları  kendine ekonomik ve kültürel düzeyde bağlar. Diğer sınıflar egemen sınıfın dünya görüşünü ortak duyu olarak kabul eder. Bu durum hegemonik kriz döneminde alt üst edilebilir. Tarihsel blok dağılıp yapı ve üst yapı birlikteliği çökerken teori ile pratik arasındaki denge pratik lehine değişir. Gramscici devrim anlayışı işçi önderliğinde ilerici (işçi köylü örneğinde olduğu gibi) grupların ittifakına dayanarak örgütlenmiş bir hegemonyayı işaret eder. Uzun ve yorucu çalışma saatleri ve beyin yıkama derekesine varmış ağır propaganda saldırısı altında işçi sınıfı ancak aydınların müdahalesi ile kendi hegemonyasını oluşturabilir. Aydın, rıza ve iknayı örgütleyen mensubu olduğu sınıfın hegemon güç haline gelmesine yardımcı olan kişidir. İşlevselliği ile değerlendirilir yani. Bununla birlikte aydınların burjuvaziden kopamama hali veri iken büyük bir soru işareti belirmektedir. Sivil toplumculuğa geçiş yapanların bayraklaştırdığı Gramsci, aslında neden devrimin batı avrupa'da başarılı olmadığını incelerken sivil toplum terimini , tam tersine, devleti çepeçevre yapıcı ve güçlendirici mahiyette saran bir tabaka olarak devrim karşısında bir engel olarak tanımlar aslında.
Bob Jessop: Üstyapının görece özerkliğinden yola çıkıyor düşünür. Özellikle yapısalcı marksistlerden etkilenmiştir. Makale, büyük bir parantezle bu akım içinde yer alan Poulantzas'ın görüşlerine yer verir. Tarihselciliğe karşı eşzamansal analizin öne çıkarılması, evrensel hümanizm ve ekonomik determinizm karşıtlığı gibi fikirler etrafında bu görüşler özetlenebilir. Kapitalist devlet altyapıdan görece özerktir. Ekonominin yanı sıra siyasi ve toplumsal yapıların da analize dahil edilerek üretim ve tüketim kalıplarının toplumsallaştırılması neticesinde yeniden üretim döngüsünün istikrarlı hale geleceği (sermaye birikim rejiminin sürdürülebilmesinin toplumsal alışkanlıklarla desteklenmesi vs.)  tezlerini savunan ve Gramsci'nin terimlerinden beslenen Düzenleme okulu da Jessop'un kaynaklarından biridir. Teorisinin hammaddesi ise biyolojik bir kavram olan autopoiesis'dir. Herhangi bir komuta tepesi olmaksızın  belirleyen alt-sistem ve belirlenen üst-sistem ortadan kaldırılarak tüm sistemler alt-sistemler temelinde eşitlenir. İşleyiş olarak özerk bu alt-sistemler birbirleriyle bağlantılıdır da. Bu anlamda devlet çeşitli sınıfların mücadele verdiği ilişkisel bir alandır. Yalnız kapitalist devletin yapısal seçiciliği onu her sınıfa eşit mesafede konumlanmasına engel olur. Fakat hukuksal makyajla bunu gizler. Devletin Keynesyen tarzdan düşünürün afilli deyişiyle Schumpeterci Çalıştırmacı Post-Ulusal Refah Devletine dönüşümün seyri okuyucuya sunulur.
Laclau ve Mauffe: Radikal demokrasinin teoristleri özne sorununu temel alarak yola çıkarlar. Varoluşçuların özneliği saf bir deneyim olarak algılayarak öznenin kendi kendini kurmasının karşısında yapısalcıların öznelerin toplum üstü bir düzlemde belirlenen bir değişken olduğu tezleri konumlanır. Bu ayrım belli sınırlar içinde Marksistleri de bölen bir konudur. Laclau ve Mauffe ise alternatif olarak öznenin edimsellik-performans yoluyla kurulduğunu ileri sürer.Aslında herhangi bir öz yada öznenin dahil olduğu söylemsel yapılar bulunmamaktadır. Bu nedenle de öznelik bir olgu değil oluştur. Siyasal mücadele, aslı boş olan merkezin doldurularak merkezi rolün bir ilke veya özne ile ikame edilmesi, nesnellik öznellik sınırının çekilmesini ve öznelik izleniminin ortaya çıkmasını sağlayarak yapılara varoluş imkanı veren temel pratik olarak tanımlanır.  Ancak boş-merkez tam olarak doldurulamaz. Tekillikler ancak ikame-merkez olarak merkeze kendi kimliklerini taşıyabilirler. Bu pratik süreç de toplumsalın kurucusu siyasal alanı oluşturur.Kalıplaşmış eylemler olarak rutine bağlamış işler, örneğin eğlenceli amaçlı bir konser bile, bir tehditle karşılaştığında radikalliği besleyerek siyasalla tekrar ilişki kurabilir. Toplumsalın söylemsel merkezinin sürekli devinmek durumunda olan bir mücadele alanı olması ve günlük faaliyetlerin siyasallaşması radikal demokrat tezlerinin ana projesini oluşturur. Antagonistik biçimde birbirleri üzerinden kendi kimliklerini inşa eden tekillikler (burjuva ve proletarya, misal) diğer yandan da tam da bu sebeple kendi kimliğini tam anlamıyla kuramaz.İmkansız-varlıklar olan varlardır. Hegemonik mücadele ise bu tekilliklere evrenselliği temsil eden, diğer tekilliklerden bağımsız, mutlak bir öznelik hali sunan merkezi hedef olarak sunarak tekillikleri bir anlamda cezbeder. Ancak bu söylemsel alan tamamiyle kapatılamaz. Örneğin merkeze oturan liberal refah devleti burjuva sınıfsallığından sıyrılamaz. İnsan hakları da bu durumda batı merkezci bir yeni sömürgeciliğin anahtar sözcüğü olur. Özgürlükler de bu temelin yokluğuna bağlı olarak doğar. Aslında mutlak bir olumluluğu temsil etmez. (hassasiyetlerin bahanesiyle linçe kalkışan kalabalığı örnek gösterir makale yazarı burada) Kısacası radikal demokrasi merkezdeki konjonktüre bakarak tavır alır. Pragmatiktir bir manada. Evrenselci tek tipleştirici iddialara karşı her tekillik siyasal alana çağrılır, heterojenlik çoğulculuk esastır. Dolayısıyla temel mücadele burjuvayla ile işçi sınıfı tekilliği arasındaki bir antagonizmanın tarafı olunmaya indirgenemez. İşin ilginci radikal demokrasi tezlerini kabul etmek de onu bir tekilliğe indirgemekte ve onu da siyasalın hegemonik mücadele alanı içinde konumlanmakta. Ayrıca çoğulculuğa dayalı örneğin etnik ya da dini tekillikler arasındaki mücadelelerin şiddeti de acı verici sonuçlar doğurmaktadır. Yani radikal demokrasi mutlak çözüm vaadinde bulunmaz.
Pierre Bourdieu: Ampirik araştırmayı sosyolojik teoriye dahil eden düşünür özellikle entellektüel çevrelere karşı takındığı eleştirel tutumuyla biliniyormuş. Sermaye kavramıyla  farklı alanlardaki oyunları kazanan failler tarafından biriktirilen kaynakların tümünü kastederken rekabet ve çatışma mekanı olarak alan tanımlamasını yapar. Sermaye, iktisadi, kültürel, toplumsal ve simgesel olarak dörte ayrılır.Failler, sahip oldukları farlı sermayeleri algı kategorileri aracılığıyla simgesel bir güce dönüştürürler. Böylece tahakküm, faillerin algısal evreninde meşru, uysal ve hatta masum bir niteliğe bürünür. Somut olarak, ekonomik açıdan zenginleşme, mezun olunan okul, estetik zevk ve kültürel ürünler üzerindeki tercihler, ekonomik gücü bastıran simgesel kazanç ve prestij sağlayabilir. Merkeze aristokrasiye benzeyen  grupların gücü yerleşmiştir. Alt sınıfların kaderci ve alışkanlık gösteren habitusa hapsolması neticesinde değişim engellenmiş olur. Diğer yandan sistem de sürekli olarak alternatifsizlik hissi üretir. Simge ve işaretlerin kanalıyla hem birey yapılardan etkilenirken hem de yapıları doğrudan eyleyerek dönüştürebilir. Habitus zamanla beden üzerinde de içselleşir, toplumun oluşturduğu normal sınırlar içinde davranmaya başlar insanlar. Bu da yatkınlıkların eylemi oluşturduğunu gösterir. Sonuçta birey statüsüne uyan rolü aile, okul vs.. gibi kanallar aracılığıyla oynamayı öğrenir.
Giorgio Agamben: Doğadan uygarlığa geçişin arasındaki eşiğe siyaset yerleşmiştir. Doğa çıplak hayat olarak hala siyasalın içindedir. Yani siyaset, kimlerin doğal zoe'dan insanların yaşam alanı bios'a geçeceğine dahi karar veren bir mekanizmadır. Kimlerin muhatap alınıp hukuka dahil edileceği gibi. Bununla birlikte istisna kavramı aslında yanılsamadır. Çünkü sistemin işleyişinin zorunlu sonucu olarak kuralın bizzatihi kendisidir. Zaten egemen kişilerin hukuk düzeninin hem içinde hem de dışında olmasına bağlı olarak istisna haline de karar veren onlardır. Hukukun askıya alındığı istisna halinin kararını verirken hukukun dışındadırlar aslında. Çünkü düzen  hiç bir zaman düzenin sınırları içerisinde kalınarak korunmaz. Kriz dönemlerindeki olağanüstü durumlar ve istisna hali ile birlikte doğan belirsizliğin ardından yasalara dönüş olduğu için, yani yasa kurulurken yasasızlık kullanıldığı için istisnadan yani doğadan içinde bir şeyler barındıracaktır. Bu yüzden hiçbir hukuk düzeni tümüyle akılcı değildir, içinde yasasızlıka eğimli bir yan barındırır. Hiçbir yasa tam olarak yasa olmadığı için, biraz da yasasızlık olduğu için yasayı çiğnemek akla karşı gelmek kadar akılcıl ve daha yasal bir düzen istemek anlamına gelir. Ancak günümüzde olağanüstü hal istisna olmaktan çıkıp kural haline gelmektedir. Hatta düşünür amerika'nın havalimanı kontrollerini bu doğrultuda eleştirerek o ülkeye girmeyi reddetmiştir.
Jacques Derrida : Yapısalcıların tersine bireyi edilgenlikten kurtaran post-yapısalcılığın önemli isimlerinden Derrida özellikle yapısöküm kavramını literatüre hediye ederek önemli katkılarda bulunmuştur. Bu doğrultuda bir metni okuyan okuyucu hem metinden etkilenendir hem de ona etkide bulunan bir etken konumundadır. Yani hem metin hem de okuyucu durağan değildir. Yapısöküm de anlamı değişken bir metnin özünü keşfetmek için metni söküp yeniden kuran bir metottur. Diğer yandan Derrida, batının ses-merkezciliğini differance terimi üzerinden eleştirir. Sesdeşi difference olmasına rağmen ancak yazıda ayrımı ortaya çıkar bu kelimenin.
Judith Butler: Son dönem feminist teorisyenlerin en önde gelenidir. İlk dönem liberal feministler eşit oy hakkı, mülkiyet hakkı, fırsat eşitliği gibi konular üzerinde mücadeleyi esas almışlardır. 60'lardan itibaren yaygınlaşan ikinci dalga ise doğumla belirlenen cinsiyet ile toplumun etkisiyle şekillenen toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımı ortaya koyarak cinsel rollerin zamanla kazandıldığını belirtiyor. Diğer yandan ataerkilliğin kapitalizmle bağlantılındırılması da bu dönemde marksist feministler tarafından yapılmıştır. 90'lı yıllarda ise post-modern feminizmin yükselişi görülmektedir. Kadınların konumunun ikincilleştirilmesinde sadece ekonomik ve siyasi değil dil gibi yapıların da etkisi analize dahil edilmiştir. Varoluşçu tezlere göre erillik evrensellikle bağdaşlaştırılmış ve dişilik hep öteki olmuştur. Butler ise Foucoult'nun tezlerini bir adım öteye götürmüştür. İktidar özneleri sadece kendine tabi kılmaz . Bu yolla onu kurar da. Öznenin iktidar karşısında savunmasızlığı onu sömürebilir bir varlık haline getirir. Bu bağlılık varlığın koşulu haline gelir. Aslında iktidar ve özne arasında karşılıklı bağımlılık olduğundan dolayı direniş de muğlaktır. Toplumsal cinsiyet, biyolojik olarak mutlak cinsiyet kavramına karşı dengeyi oluşturabilmek için erken dönem feministlerce geliştirilmişti. Kadın ve erkeklerin davranış kalıplarının toplum tarafından üretilmesini betimliyordu bu kavram. Daha sonra ise cinsiyetin kendisinin de kendini önceleyen toplumsal cinsiyet pratikleri, söylemleri vs.. ile kurulduğuna dair tezler öne sürülerek anatomik özellik ve işlevlere dayalı cinsiyet içeren erkek-kadın karşıtlığının temelsizliği ifade edilmiştir. Yani cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki farklar silinmiştir. Cinsiyet kişinin erkek ya da kadın olmasıysa, toplumsal cinsiyet maskülen bir erkek ve feminen bir kadın olmasıdır. Cinsiyet anatomiden başlayarak üreme işlevini esas alarak kurulduğu için de heteroseksizm ikili karşıtlığın sonucu olarak geri kalan kimlikleri dışlar. İktidar üretmeden önce de özne gibi cinsellik yoktur. Cinsiyeti yöneten pratikler, kültürel olarak anlaşılabilir bir kimlik nosyonu da üretir. Özneler performanslarına göre iki cinsten birine dahil edildiği için cinsiyet performatiftir. Yinelemeci söyleme bağlı olarak cinsiyet her gün farklı edimlerle yeniden oluşturulur. Bu yüzden bir töze bir bütünlüğe sahipmiş gibi görünür. Benzer şekilde beden , toplumsal cinsiyetin, ırkın, sınıfın işaretlerini permorfatif bir biçimde kazanarak beden olur ve maddeleşir.
Niklas Luhmann: Bob Jessop gibi görüşlerini biyolojik bir terim olan autopoiesis'i baz alarak geliştiriyor. Kendi kendini düzenleyen ve işleyen bir network gibi algılanabilecek bu terimi toplumsal sistemlere uygular. Her sistem kendi çevresiyle birlikte vardır. Politika, eğitim, kitle iletişim, hukuk vs.. toplumu oluşturan alt-sistemlerdir. Bu sosyal sistemler belirli fonksiyon ve kodlarla kurulur. Bu alt-sistemler spesifik olarak belli bir konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Alt-sistemleri kapsayan tek sistem toplumdur. Toplum, iletişimi kendisinin autopoietik anlamda yeniden üretimi için kullanır. Modern toplumdaki gelişmeler bir bakıma verimli iletişimin artarak işlevsel ayrışma neticesinde organizasyonel uzmanlaşmaya bağlanmıştır. Sonucunda belirli konulara aşırı hassas ama diğer konulara kayıtsız bir çok sosyal sistem türemiştir. Hatta kayıtsızlığın artışı daha fazladır. Toplum içinde hiyerarşik aşamadan oluşan tek merkez artık mevcut da değildir. Bu noktada sistemlerin tek kaygısı kendi varlıklarını sürdürmek için diğer sistemlerle farkını koruyup artıracak farklılıkları sembolik bir iletişim medyası ve tanımlanmış bir fonksiyon vasıtasıyla sağlamaktır. Siyaset düzleminde muhafazakar pozisyon muhafaza edebilmek için bir çok şeyi değiştirmek ve yenilikçi pozisyon ise yenileşme girişimlerinde kullanacağı araçları muhafaza edebilmek için muhafazakarca davranmak zorunda kalacağı için kendi karşıtını da içinde barındırıyor olacaktır. İktidarda ve muhalefette olmaya göre muhafazakar ya da yenilikçi politikalar farklı yerde konumlananlar tarafından izlenebilmektedir.
Okumayı bekleyen kitabım çok yokmuş gibi farklı isimlerle tanışmayı sağlayarak onların eserlerini de okumaya yönlendiren bir kaynak kitap niteliğinde olmasıyla oldukça özel bir yer tutuyor sözkonusu çalışma. Post-modern çağın yazarlarını ister istemez okuma listeme aldım kısacası.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder