Şair tarafından reddedilen ilk dönem eserlerinde aylak hovarda gençliğin, garip günlerinin izlerini, bu reddedişe rağmen bu kitaba dahil edilmesi sayesinde sürebiliyoruz. Diğer yandan göze çarpan amatörlük, ilk kitabı İkindi Üstü 19, Dirlik Düzenlik 26 yaşındayken basılmış, reddedişte tarz tercihini aşan bir sebebi işaret ediyor. Yine de o günlerden temiz mısralara rastlanmıyor değil.
Hareket
Bu evde kim oturur?
Kim süpürür bu bahçeyi?
Oldum olası
Akşamları ateş yanar kapısında.
Kimler şarkı söyler içinde?
Soyunur, giyinir,
Yemek pişirir hergün,
Çarşıya çıkar?
Bir de ağaç vardı önünde
Kiraz ağacı,
Her yaz kirazlanadurur
Bıkmadan.
Deniz Şiirleri
III-Yaşamaktan Yana
İnsanlar yaşamaktan bahsediyordu:
Portakal dalından,
Kuş kanadından,
Meyhaneden,
Hatta denizlerden.
İkindi Üstü
İnsan her şeye alışıyor.
Sıcak bahar ikindilerine
Harbe, sevda çekmeye.
Küçük gazetecim hergün böyle mağrur.
Benim vanilya kokulu dondurmacım
Gene kapı önlerinde.
İşte taze ikindi güneşim.
Pencerelerde küçük sarışınlar,
Her şey iyi, her şey sade
Anlıyamıyorum şu iç sıkıntımı.
Yaşamak dersen yaşamak,
Sarhoşluğum sarhoşluk.
Ah! hatırlamak olmasa eski günleri.
Yaşamak Telaşı
Hiç böyle ısınmamıştım;
Daldaki vişneye,
Vitrindeki aydınlığa,
Salça kokusuna mutfağımın,
Akan dereye, uçan buluta,
Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.
İkinci kitabındaki çoğu şiiri derleme/toplama kitaplarına almamakla birlikte Dirlik Düzenlik'de hem dil hem de imge olarak bencil bireyselliği aşmanın izleri görülür. Bu kitabı üstelik şairin en ünlü eseri Masa da Masaymış Ha..'yı da barındırır.
Benlik Duygusu
o sağduyulu insan sen misin
göster öyleyse insan tarafını bize
senin mi pişen aşın gülen çocuğun sevinci
bizim mi senin sevincin senin hürlüğün
bu dağlar bu ormanlar senin mi
her şey senin mi dersin
tarlalar senin evler senin
davullar senin zurnalar senin
bayramlar şenlikler senin
gördüğün her şey senin işte
sen astığı astık kestiği kestiksin
sultanlık efendilik bile senin için
varsa sen yoksa sen
sen kimine göre insan
kimine göre benlik duygusu
sensin içlenen sensin duygulanan
sensin anlayan dostluktan hürriyetten.
oyundan resimden şiirden
sensin bizim iç dünyamızı ışıtan
varsa sen yoksa sen
sen değil misin yerle gök arasını
sen değil misin toplumu karıştıran.
Yerçekimli Karanfil adını taşıyan üçüncü kitabı, ikinci yeni akımının mensubu olarak sonrasında dinamizm içinde geliştirdiği anlatım ve imge yönündeki değişimin ilk habercisi olur. Birey içinden bir bakışla toplumun hiç de dışlanmadığı ama toplumsala da varamayan şiirler içeren kitap deneysel bir arayışın ürünü olarak belki de fazlasıyla bazı imgelerin kullanımına tabi tutuluyor: el, göz gibi insan, gök, güneş, deniz gibi doğa unsurları. Daha sonraki kitaplarında bu imgelerin, alkol, otel gibi diğer örneklerle beraber, daha ustaca kullanıldığına tanık olunabilir. Görme bakma gibi unsurlar da aslında bir rastlantı değil. Gözlem ve nesneler dünyası şairin şiirlerini yaratma sürecinde önemli bir yer işgal ediyor. Bu bağlamda nesnel bağlaşıklılık denilen kuramı pratiğe de sıklıkla taşıyor şair. Kısacası bu kitap bir geçiş döneminin eseri hüviyetini taşıyor.
...
Bir gün çok yürürseniz dikkat! sinekler şehirde kalıyor
Bütün taşıtlar paslanıyor ayrıca
Pencereli yıldız, misafirli oda; bol bol öttürüyorsunuz onları
Çünkü kırlara çıkıyorsunuz, şemsiyenizi bırakın ayıp!
Bana parmağınızdaki çiçekleri gösterin.
...
Derken bırakır mı hiç, bu öyle güzel ki;
Denizin yanında uykusuzluk gibi.
...
Diyorum, bir şeye karşı komaktır günümüzde aşk;
Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi
...
Yerçekimli Karanfil
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.
Güzel Atomların Yaptığı Ayak
Bir menekşe duyuyorum ellerimsiz
O kadar güzel ki, Amerika bile güzel
Sen bile güzelsin bensizce
Atomlar bile güzel
Moleküller bile
Toplanıp ayak oluyorlar bende
Ağız oluyorlar biraz
Diş oluyorlar keskince
İki göz parlakça
On tırnak sivrice.
Bir menekşe duyuyorum ellerimle
Bir molekül duyuyorum
Bir atom
Korkunç
Birleşip ayak olmuyorlar bende
Ağız, diş, tırnak
Göz olmuyorlar
Hep birden,
Hep birden bir şey oluyoruz işte
Ağzı, burnu, elleri, kolları
O korkunç güzelliğe karşı.
Buz Gibi
Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın
Hele don gömlek sabahları
Traş olacağını duyarsın
Yeni gömleğini giyeceğin gelir
Bir yeni biçim eklersin insan olacağa
Masaya, merdivene, aynalı dolaba
Derken ardından şıpın işi bir kahvaltı
Amanın dersin bu ne delice gidiş
Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı
İspinoz düşünür müydü
Deli olan kaşınır mıydı
Kolların upuzun Walt Whitman'i okumaktan
Ağzın desen bir karış açık
Sokaklar yok mu, o sokaklar
Önce bir yeşile işkilli
Evlerde büyümeler, alıp başını gitmeler olacak
Kızıp duracaksın üstüne başına konan toza
Televizyondaki ise
Usanmak, hızını eksiltmek dendi mi
Cin ifrit kesileceksin birden.
Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası
Alıp vereceğin olacak ille
Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın.
Kaybola
Sana her zaman söylüyorum senin yüzünde gülmek var
Bakınca bir yaşama ordusu çıkıyor aydınlığa
Bir çiçek geliyorsun yer altı çevresinden
Bir kartal gidiyorsun çıplağın ayaklarla
Şimdi bir pembeyi kovuşturuyor
Omzundan yukarıya üç polis
Deli ediyor onları saçlarında
Bir karanfil çok
Bir karanfil azala.
En saklı yerlerinden en güzelliğin çıkıyor
Ansızın doğan hayvanlar gibi güzel
Bakınca bir şiir canlıyorum dünyaya
Yapılan bir şeydir şiir, yuvarlak, kırmızı, geniş
En genişi en kırmızısı o ezilmişler katında
Şimdi bir gizliyi kovuşturuyor
Gözlerinden içeriye üç polis
Deli ediyor onları mısralarımda
Bir karanfil az
Bir karanfil çoğala çoğala.
Bilmem mi ellerin vardır, umuttan yuvarlar çizerler
Bakılan bir şeydir el, boşluğu dengede tutan
Bir uzantıdır işte umutla insan arası
Bir yönüdür ne belli, görmekle anlaşılan
Geceden gün yapılan o sevişme yakınlığında
Şimdi bir sevdayı izliyor
Uluslararası üç polis
Deli ediyor onları sonsuzda
Çok isimli bir çay
Çok yuvarlak bir masa.
Sanki bir tarih içindeyiz, günaydın minyatürler!
Üç köle uzanık bir dünyayı imzalayaraktan
Ansızın dört köşe, ansızın ehram
En duymalı yerlerinde bir sessizlik
Güneşin çok parladığı bir arka
Başları dünyadan dışarıya sarkıyor
Bozgunda çiçekler örneği duyulmaz bağırtılarla
Şimdi bir tarih sürdürüyor
Şimdi bir tarih sürdürüyor
Yüzünun gizlerinde üç polis
Deli ediyor onları Mısır’da
Bir insan az
Bir insan inana.
Duymakla atların çıngıraklarından duyduğunu
Bir ateş akımını dağda
En korkulu çağ bu, onu altımızdaki şehirlerden çıkarıyoruz
Küflü ev süsleri, geyik durmalı bir hayvan
Bizi bakmaya zorluyorlar ayrıca
Şimdi bir aydınlığı durduruyor
Beyazlar giyinmiş üç polis
Deli ediyor onları boşlukta
Bir pencere az
Bir pencere kaybola kaybola.
Bakmalar Denizi
Bakmalar görüyorum bütün gün türlü bakmalar
Pencere bakması, sabahlar bakması, yeşil otlar bakması
Hepsi de beni buluyorlar, hepsi de bir yagmur uysallığında
Gördüm suyun ki yumuşak, gördüm ağacın ki katı
Gördüm ama şey, gördüm ama nasıl, gördüm ama bu kadar göz
Ayni bir gözler denizi, ayni bir o kadar canlı.
Bakmalar görüyorum, gök ortası gibi karşımda
Bulutta göz, uçakta göz, derinlikte göz
Göz oluyorlar birden, bu gözler de yatağa iç yapanları
Masaya üst yapanları bunlar, atlara atça parlaklık
Yılandan çöreklenmeyi, kediden uyuşmayi çıkaran bunlar da
Iste uzunlardan ayak, iste beyazlar beyazindan kalabalığı
Bakmalar görüyorum durmadan göz olan bakmalar
Baslama gözleri, çocuklu, masallı, sinemalı.
Okşama gözleri vardi gel git eden parmaklarıma
Aşklardan gelenleri aşkı da bir kullanışlı yapan
Caz bakmaları, düğün bakmaları, dudaklar taşıyan bakmalar
Bakmalar, ateste, suda havagazında
_Ateşten, sudan, havagazındandi gözleri-
Kar gözleri, soğuk -güzel,buğu gözleri hamamlarda
En harlısı bu: savaşlarda, en ışıksızı ölülerdeki
Bitti gözleri onlar bitti.
Çok da uzun bir süre geçmeden 1958 yılında Umutsuzlar Parkı ile şiirlerini yayınlamaya devam eder şair. Şiirleri daha kapalıdır, muhalif bir tavır sergilemektedir. Şiirler roman rakamlarıyla ifade edilen bölümler halinde basılarak uzun bir hale bürünmüştür. Anılar ve izlenimler kesik bir anlatım tekniğiyle mısralara bölük pörçük yansıtılarak bir anlam bozumuna tabi tutulur. Bir ihtimal ilham perisi kitaplar, öyküler belki de kim bilir resimlerdir. Bu metinlerarasılık metne akıl kurcalayan tatlı bir gizem iliştirir. Okursunuz, kelimeleri mısraları anlarsınız, toplamda ise anlamı, temayı bulmak asla ulaşamayacağınız kıyılarında dört döndüğünüz bir ada seyahatine dönüşür.
...
Ve bir nehir o kadar nehir ki
Durmadan akar
Sonra en büyük denizler olur
İşte o en büyük denizler sonra
Denizin bittiği yerde başlar
Bu yol insana çıkar.
...
Denir mi, ama hiç denir mi, iş edinmişim ben
İş edinmişim öyle kimsesizliği
Kendimi saymazsam - hem niye sayacakmışım kendimi -
Çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
Konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
Süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi.
...
Belki de alıp başımı gideceğim
Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı.
...
Evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız
Ve konuşmalarımız, öylebüyüdüler ki peşi sıra
...
Yani ben ne yaptıysam, o sizin de yaptığınızdı biraz
Ben ki neyi yapmıyordum, o sizin de yapmadığınızdı.
...
Amerikan Bilardosuyla Penguen
I.
Elleri el gibi kocaman
Beyazda bir nokta gibi kocaman
Kocaman boşluğun küçülttüğü her şey gibi
Biriyle kendini artırıyor durmadan
Biriyle koyunlar gibi güdüyor ötekini
Ayaklarını gizliyor bir köpekle
Evine dönerken sonsuza geçen
Göğü kullanıyorken maviye
Günümüzden sesler alıyor, sesleri
Sürekli, dingin, acısız
Acımaktan kurtulmuş yerlerine
Sonra duvardan duvara çizilerek
Ölü bir korkunçluğu taşıyor
Sen, hey, duvarlar gibi öldürülmek!
En yeni tam-tamları dünyamızın
Ya da kendiyle bırakılması insanın
Sizi
Sizleri selamlıyor işte.
Doğrusu elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.
Çember
VI.
Ben işte, neye yormalı beni
Size kürdanla diş karıştırır gibi
Size uykular arası yarış atları gibi
Jandarmalı avlular gibi size
Müzeler gibi; çıkış kapılarında bir adam
Dünyayı ikiye bölmekle ödevli.
Müzeler, size anlatamam müzeleri
İşte en belirli noktası halkların
Diyorum ki zümrüt
Diyoruz ki altın
Sonra el üzerinde, ne tuhaf, akıl üzerinde yükselttikleri
Bir kıral
Bir kıral daha
Üretilmiş Napolyon altınları gibi
Ve kadına eğilimli ağızlarıyla
Çok bakılmaktan eskimiş yüzleri.
İnsan günün her parçasında yaşamıyor
Bu çok doğru
Evet bu çok doğru
IX.
Kim ne derse desin en iyisi
Gözleri durduramıyoruz
İşte bu kadar!
Üstelik ne de çok şey istiyor onlar
Üç aşağı beş yukarı biri
Bir uzaklığı istiyor
Oysa tam istediğimiz gibi uzaklar
Bir şey sonsuz mu, elbette istediğimiz gibi
Çünkü istediğimiz gibi aşk
Çünkü biz sadece
Maviler çalıyoruz doğadan
Elimiz değdi mi bir nehir kıyısını
Bir yüzük taşının parıltısını çalıyoruz biraz
Balolar, gökler, süvari boyunları
Kadınlardan ağız ıslağı, saçlar
Kıllı göğüsleri erkeklerden
Daha dün gibi bir martının süzülmesini
Çalıyoruz.
Ama hiçbiri istediğimiz gibi değil
Eve dönünceye kadar bitiriyoruz
Çaldığımız her şeyi
İşte bunun içindir ki bir yere gitme isteği içimizde
O sonsuz
Ve her zaman bir sokak yaratıyor karşısı
Rahata büyütülmüş bir oda
Yeni açmış akasyalarıyla
Bir bahçe bir bahçe
Genişe gülmek gibi
Avunuyoruz onlarla
O kadar avunuyoruz ki avunmak bile değil
Anlaşıyoruz çaresiz
- Bizi karşıya geçirin bay polis!
Sığınak
VI.
Biri bir gemici kasketi bulur
Bu arada akıldan geçen bir tramvay
Nedense ölümü düşündürür
Bize ne
Elbette bize ne
çünkü çok başka ölümler de var günümüzde
Güzelin en güzel olduğu yerde
Hızlının en hızlı olduğu yerde
Diyelim bir acılar ülkesinde
Ölüm.
Yok mu şaka gibi gelir size
Biraz da değişmek gibi gelir
Sıkılmak çok sıkılmak gibi gelir işte
Oysa akıldan geçen tramvay
Belli bir titreşim bırakır hepinizde.
Hücum öyleyse
Yeniden başlayan şeylere
Hücum!
Daha doğmamış çocuklara
Hücum!
Dallardan önce köklere
Ve hücum!
Yaşamaktaki ölmeye.
Takip eden eseri Petrol'de yer alan şiirler Umutsuzluk Parkı isimli uzun şiirdeki dışavurumu devam ettiriyor. Soyutlamalar kimi zaman kalabalıklaşarak somutlaşıyor. Kitap ince ebatıyla, şairin üslubunu ilerleten bir geçiş görevi üstleniyor.
...
Kendimi görmeye parklara gidiyorum
...
Hadi hep bir ağızdan bu kadar ağız
Hadi hep bir elden bu kadar el
Biz nerde oluruz böyle güzel
Biz nerde oluruz böyle güzel
...
Acı Bahriyeli
binlerce geyik ya da binlerce kuşun beraberliği
aşk, o benim en güzel hayvanımdır
en yeşil ormanların en yeşil mantığında
duyulmaz, öpülmez balığında deniz altlarının
ya da bir akşamüstü lokantası gibi
çöküp de köylülerin yorgun argın
aşk
çok belli bir dudakta iki kişi olmanın.
çok gördüm bir kadındır atlanıp gözlerinden
göz,o benim en deli hayvanımdır
bir fiildir ne zaman, durakalmış bir fiil
ucuza yaralanmış, vurulmuş serserilikten
gözdür, kim ne derse desin, bütün aşkların en serserisi
karasız, durgun ve küçülmüş bunca serüvenden
aşk
en bitirim acılarda en dayanıklı büyüyen.
tükenmez ağızlarda tükenmez seslenişler
ses, o benim en çoğul hayvanımdır
değil ki yaşarken, niteliksiz sevişirken
bendeki her şeye sizdeki her şeye bir uzanım
ya da bir sıkıntıya renk katar gibi
fışkırmış içinden bunca kısırlığın
ses
en kesin çığlıkları kendiyle konuşmanın.
duygular patronu, özeti meyhanelerin
laleler, onlar ki benim en çiçek hayvanların
elinde bir çakıyla her zaman bahriyeli
durup en değersiz yerinde kaldırımların
ya da bak kardeşim benim adım süleyman
orası karşı kaldırım, orospu bahçeleri..
bana kalırsa yan yana gelmeyelim
bahriyeli!
belki bir sıkıntı var denizsiz gemilerin.
bir sorumsuz kapı çalar her sabahleyin
kapılar, onlar ki benim en kadın hayvanlarım
oysa ben her türlü kıpırtının ardından
bir böcek, bir ışık ve yoksullar gibi korkarım
ya da bir yolculukta bunalmış gibi
varıp da farkına uzaklığımın
korkular
bak kardeşim benim adım ismayıl
kafamı kızdırma adamı bıçaklarım.
binlerce yıl da binlerce yılın niteliği
zulümler, onlar ki benim en kesin hayvanlarım
tunç öküzler içinde yanması esirliğin
en soysuz ağızları en katı mantıkların
ya da bir neron’un yeniden gelişi gibi
görüp de halini deşilmiş karınların
aşk
en bitirim acılarda en dayanıklı kalmanın.
sen miydin acı lale, cam dışları gibi gösterişli
laleler, onlar ki benim yakınlık arkadaşlarım
en canlı yüreklerin en canlı mantığında
sürüler, sürüler, insan sürülerinin
ya da bir sivaslının gölgesi gibi
karanlık, ağır, mahzun dönmenin
laleler
kim bilir nerde kim bilir kimi sevdiğimin.
Ben Bu Kadar Değilim
Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman
Bir güzel at durdukça gider
Gittikçe döner bir bir güzel at durdukça
Askerim, benim ağzım kuşlardan.
Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan
Dalları sormuyorum dallardan daha iyi
Yüzümü istiyorum bir süvari alayından
Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan
Gözlerim ormanlara asılı
Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan
O kadar geçiyorlar ki, sadece duruyorum
Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan.
Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman.
Nerde Antigone kitabıyla şairin ustalığı perçinlenir. Daha önce tarif etmeye çalıştığım tahrik edici kapalılığı lezzetli mısralarla harmanlayan güzel örnekler yer alır sayfalarda. Bununla birlikte sonraki kitaplarında kendi içine klostrofobik dönüşün yerine imgelerin açıklığı, geniş yayılımı göze çarpıyor. Dramatik şiirlerinde görüldüğü üzere bazen şairin kendini ifadesi ile yarattığı karakterler arasındaki ayrım silikleşir.
...
Bir tayın dişinde ince bir taflan
...
Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış birdeniz bulacaksam orada
...
Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Hiçbir şey ! Kimse bir gün gözlerimi sevmiyecek biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmiyecek, korkuyorum
...
Yılkı
Ben burada bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum
Benim atım her zaman.
Kim bilir kime sesleniyorum sessizlik
Yosunlar, taşlar, o mezar yazıtlarından
Yaz gelmiş, zakkumlar açmış, elimi bile sürmedim
Sürsem bile ne çıkar, ama sürmedim
Ölü bir şey kalıyor dünyadan, yapraklardan.
Ben burada bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum
Benim atım her zaman.
Ölü Öldü
dün bütün gün yağmurlardı, bugün yaprak
ben yaprak diyorum ya
bizim yıkık manastır yüreğimiz
ağrısı tutmuş bir tayfa, yalınayak
konuşmayı bitirmiş sessizliğe geçiyor
sessizliği bitirmiş ölümü kullanarak
bizim yıkık manastır yüreğimiz
bir pencere, üç iskemle ve ishak.
"ben, ben olanım" diyen tanrısı ishak'ın
bizim yıkık manastır yüreğimiz
sonu gelmiş bir dağ yolu gibi kendine katlanarak
bir kaçış, bir bıçak altı, bir zehirli su
ve bakışlarımız günün en büyük satranç oyuncusu
elimizden birşey gelmiyorsa
bu zehirler bize sabahı bulduracak.
ben ishak'a bakıyorum, ishak bana bakıyor. ishak
yüzün ışıklarını söndürdü, ölü öldü
çekip gidecek bir gün buralardan koparak
eski bir yazı makinesine benziyen gözleriyle
ne acı, ne hüzün, ne işkence
sadece gözleriyle, o kadar
saati kurmadık ya, hiçbiri aklımızda kalmayacak.
Tragedyalar da ise antik bir yöntemle tiyatro sahnelerinin tozunu hissedir duruma geliyoruz. Önceki kitaplarda derece derece ağırlık kazanan dramatik yapı artık tümüyle kitaba hakim duruma geliyor. Koro'nun seslendirdiği
çünkü bir bir yıkılmakta açsanız radyoları/sokaklar,köpekler,tanrının bütün eşyaları
mısralarındaki eksiltme duygusu ve ardındaki episode'un ilk mısralarında,
biter elimizdeki şey, biter her şey/kalırız kan gibiyiz,donarız bir tanrısallıkta, yer alan bitim, tükeniş duyguları kitabın daha başlangıçta ne yöne doğru bir seyir izleyeceğine dair işaretler oluyor. 278. sayfanın üzerine terkediş, sürgünlük; 280. sayfanın üzerine kalıntı;
hepimiz tanrı kaldık, kimse mutluyum demesin mısrasını içeren 281. sayfanın üstüne gitmek sözcüklerini kazımışım. Kan ve ölüm gibi temaların ağırlığıyla ilk tragedyaları okumak tekinsiz bir hal alıyor.
Beşinci tragedyada ise uyumsuz fertleriyle bir aile konuk ediliyor. Oğul Stepan ve Diran, Diran'ın eşi Lusin, anne Vartuhi ve baba Armenak. Stepan nihilist bir yabancılaşmanın aktörü olarak bu uzun şiirin etrafında örüldüğü en etkileyici karakterlerden biri oluyor. Çözülmenin, düşkünleşmenin ağındaki aile fertleri için hayat bir oyun alanına dönüşmüş durumda. Ve bu yıkıcı nihilizm bir yeniden inşaya evrilemiyor, kişisel duyarlılıklar ailevi yıkıntı içinde kayboluyor.
III.
...
KORO
Birdenbire yapayalnızsanız her yerde
Ve bundan korkuyorsanız
En küçük şeylerden bile. Örneğin birine saati sorsanız
Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
Sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
Biriyle bir şeyler konuşsanız
Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. Postacı her gün mektup getirse
Sözgelimi bir resmi dairede
Fazlaca oyalansanız
Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste, neden olmasın
Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
Tuhaftır
Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.
Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar
Biraz da güldünüzdü aklınızdan geçen bir şeye
Ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
Ama az ötede düğmeleriyle oynayan
Ve yiyen tırnaklarını bir adam
Duraksız sizi izliyordur belki de.
Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.
Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
EPİSODE
Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Doğrusu en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
İçimizde kahverengi bir dağ ölüsü yatar
Bir yarasa ayaklanır. Aç gözlü bir kuş
Varır kocaman bir şey olmanın bilincine
Birden bir ses biçiminde, radyomuzun içinde
Duyurur iki caz parçası arasından biri
Ya gülünç bir yas töreni
Ya toptan bir öldürme.
Belki de
Soğumaya yüz tutmuş bir fincan sütlü kahve
Dönüşür ellerimizde kanlı, kırbaçlı
Bastırılmış bir greve, yırtılmış dövizlere
Örneğin üç yüz ölü, bir o kadar yaralı
Ve sömürge şapkalı ve sten tabancalı
Gözü dönmüş biriyle
O güvenlik manşetleri birtakım gazetelerde.
Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Belki en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
Ki bütün işkenceler, ezinler ve kırımlar
Damlayan bir musluktur yerine göre
Yoksa bir enkaz altında bir ölüm
Ya da puslu bir havada, bir cinayette
Bir ölüm
Ölümün anlamı ne?
KORO
Sizin hiç korkmadığınız şeyler ya da hep öyle sandığınız
Beslenir kimi zaman de sevgilerle
Çok içten bir selamla ve içten bir gülümsemeyle
İşte her sabah rastladığımız birinin
Durakta, yolda, işyerinde
Ya da bir meyhanenin kuytu bir köşesinde
Yıllarca süren o dostça ilişkinin
Ve hatta bir sevgilinin
Yerine
Kin dolu gözleriyle bir ölüm yargıcı gibi
Biri
Kapkara giysilerle, özenti bir zincirle
Öyle
Dikilmiş sorguya çekiyor sizi
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Canım en basiti, arkanızdaki bir duvarın
Mineler, sarmaşıklar, o yaban gülleriyle
Örtülü bir duvarın ansızın
Kanlı, kireçli bir taş yağmuru halinde
Korkunç bir silah olduğunu yerine göre
Düşünün
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Ya da bir düşte yürüyor gibi
Islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi
Şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız
Tutarak sapından bembeyaz bir karanfili
Sevinçle okşadınız
Ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi
Öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız
Tam o sıra kapının zili
Tuhaf şey.. bu saatte.. kim olabilir ki
Ve işte az önce aldınızdı gazeteleri
Öyleyse?
Yaktınız bir sigara daha, kapıya yöneldiniz
Bırakıp masaya kahvenizi
Kilidi çevirdiniz, açtınız kapıyı usulca
Bir kurşun!
Birden o zamansız, o yersiz başdönmesi
Hani av araçları satılan bir dükkan vardı
İçi doldurulmuş çulluklar, kardelen çiçekleri
Bir kurşun!
Geçerken uğrardınız, iyiydi, cana yakındı
Yeleğinden çıkmazdı elleri
Bekardı, umutsuzdu, yalnızdı
Ve belki..
Bir kurşun!
Sormayın kendinize: bir vahşet mi bu, değil mi
Düştünüz sırtüstü yere ve işte avlandınız
Sadece avlandınız
Ağız dil bilmaz söylemeyi.
Ötede
Islak mavi bir sabahtı. Gökyüzü
Bembeyaz karanfiller, pencere
Kahveniz, masanız, kahvaltınız
Bir yankı
Ve bütün çay fincanları: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
V.
..
LUSIN
Öyleyse yalnız da değilsin sen. Ayrıca
Tutsaksın yalnızlığına Stepan.
STEPAN
Bunu yadsımıyorum ki Lusin. Yadsımıyorum da
Demek istiyorum ki, sen de yalnızsın benim gibi
Biz ikimiz de yalnızsak...ve işte bu durumda
İki kişilik bir yalnızlık olmaz mı bizimkisi?
Yok sanki bir şey yapacak...
.
.
Hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun
Ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça
Konuştukları dil de değişir
Sonunda hiç anlaşamazlar...
.
.
Duymuyorum ben acılarımı. Ve yitirdim çoktan
Yitirdim bütün karşıtlıkları. Ne umut
Ne umutsuzluk, ne hiçbir şey
Kurtaramaz varlığımı benim. Ve yoğun bir anlamsızlığın içinde
Sanki renksiz, boyutsuz
Ve göksüz, zamansız bir evrende
Tek çıkar yol yaşamaksa Lusin
Yaşıyorum ben de kaygısız
Değişmez bir anlamsızlığı böylece.
.
.
Bense bir yalnızlık tarihini örüyorum ustaca. Ve gelecekteki
Bir önseziyi kuruyorum şimdiden.
.
İnsan kendini korumaktan yorgun
.
VARTUHİ
Boşuna yoruluyorsun, dinler mi hiç Stepan bizi
Tam on yaşındaydı, hiç unutmam
Biri dövmüştü onu, dudağı yarılmıştı
Ve hatırlar mısın günlerce
Dudağında gezdirmişti o kanı.
ARMENAK
Vardıkça üstüne kanattıydı yeniden.
VARTUHİ
İşte yıllarca böyle
Kanadı durdu Stepan kendi renginde.
ARMENAK
Önce bir kan biçiminde, önce bir kan biçiminde
.
.
İçmek artık çok yeni bir metafizikti
Öyleydi
Size günlerimizi gösterelim, geceleri
Yırtıcı kuşlarımızı ve örümceklerimizi
Didik didik edildiğini gövdemizin bay yargıç
Ah öyle değil
İçmek burda çok yeni bir metafizikti
Kitaba ismini veren Çağrılmayan Yakup ile kendi içinde çelişkili, şizofrenik bir ruh halinin diyalogdan varoluşçu bir monoloğa çevrildiğine şahit oluyoruz. Postmodernist düşüncenin araştırma nesnesi olmayı hakeden bir şiir olarak göze çarpıyor Çağrılmayan Yakup bu anlamda. İnternet diyor ki bu Yakup Asmalımescit'te ünlü bir meyhane sahibi imiş. Bu tarz anlatım tekniğine dayanan şiirler kitabın geri kalanında da sıklıkla yer alıyor. Karakter yaratımı Dökümcü Niko ve Arkadaşları başlığı taşıyan bir ara bölüm meydana getirecek kadar yoğun bir hal alıyor. Durum draması ağırlıklı bu şiirlerde öznenin parçalanması yabancılaşmanın tezahürü olarak doğan bir sürecin parçası oluyor.
Çağrılmayan Yakup'tan
..
Ben, yani Yakup, Yakub'un hiç çağrılmamış şekli
.
.
Onlar ki...onlara benzer şeyleri ben çok gördüm
Ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar
Ve sordum
Yakup daha başka nasıl bir Yakup olsun
Ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki
..
Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
Yakub'un gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.
Cadı Ağacı'ndan
..
Bu törenlerden ne umarlardı, bilmem ama
Bir gün birinin ölüsünü çok gezdirdiler
Oradan oraya boyuna
Ölüyle, ölünün dünyasızlığı arası hiç mi hiç kısalmadı
Kısalmadı da, ölü gecikti, çok gecikti mesela
Yıllarca gezdirildi, ben bunu böyle anladım
Ölü durdu, bir başka hayat buldu yepyeni dünyasında
..
Dökümcü Niko ve Arkadaşları'ndan
..
Yenilmek susmak yenilmek susmak
Saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
Ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
Saat derseniz
Kaçı gösteriyor ve sormak
..
Biz neyiz, biz neyiz
Dedik ve sustuk
Susmasak bizim olacaktı durmadan kirlendiğimiz.
Fener Bekçisi Salih Anlatıyor'dan
..
Denizler göğe dönüktür, gök desem şehirlerin üstüne
O kadar dönüktür ki, içinde insanlar olan
Bir sorunun en akıl almaz örtüsüdür
Ben Salihe dönüğüm, yani doğmak ve ölmek ve doğmak fiilinden
bir Salih
Ve kuşkum ve korkum ve bilinmezliğim
Başkaca bir şey yoktur
Varsa da anlayamam, bende hiçbir şey barınamaz
Salih’in kendi bile
Bende hiç barınamaz
Neden derseniz, ben biraz “ertesi gün” gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyim
..
insan yaşarken ölüler bırakmalı ardında.
Cadı Ağacı
V.
Üç kişi iniyoruz, üç kişi biniyor, biz kendi yarattığımız bir yola sapıyoruz
Dağlarda dağ çiçekleri
Öylece kalıyor
Ve tuhaf bir şekilde bir uçuruma akıyoruz
Ne düşmek, ne sarkmak, ne gitmek bir parça ileriye
Öylece kalıyoruz
Öylece kalıyoruz
Öylece kalıyoruz.
Pesüs
I.
Ben denizin kumları üzerinde durdum
Bir heykel tadında olan ve bunu geçen
Bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
Durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
Diyordum. Ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
Ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
Hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
Bir şey olsa gerek
Ben bunu duyuyordum.
Yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
Oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
Bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
Üstüme aktıkça benim
Ben kendimi koruyordum
Sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
Mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
Bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
Ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
Bir anlam
Sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
Yırtıcı bir hayvan gibi işte ben
Yapılması akla gelmedik
Daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
Pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
Sonra ben yoruluyordum.
Yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
Pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
Aşılır bir yer sanan o beton duvarları
Mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
Ben
Geri çekiliyordum biraz
Güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
Ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
Neresinden bozulur
Bilmiyordum ki
Bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
Diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
Ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
Duymuyordum ki
Olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
Düzlük
Ve gerçekten yaptırıyordu da
Mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
Uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
Uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
Bembeyaz taneciklerin üstüne
Artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
Geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
Ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
Ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
Biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
Bir bağışlanmamış dünyaydı
Artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
Gittikçe bizim olmayan bir
Dünyaydı
Ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
Bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
Gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
Diyemem
Çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
Ve bazı düşünceler.
Şöyle ki:
Martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
Dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
Ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
Ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
Bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
Çığlık çığlığa
Bu metalsi görünümler arasından
Sonra ben belki de gözlerimi yumdum
Her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
Etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
Ve hayallerimi
Yemeye
Demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
- Ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
Kimseler tanımayacak beni. Deniz hayvanlarının
Kurumuş iskeletlerine döneceğim
Korktum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi
Doğruldum işte yeniden
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Denizin kumları üzerinde durdum.
Ben denizin kumları üzerinde durdum
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
Değişen bir şey olarak ve değiştiren
Bir anlamım var
Peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
Neden
Gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
Ve onlar güçlüydüler, biliyorum
Ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
Onların istediği bir öfke oluyordu ki
Sonra ben susuyordum
Ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
Ben neydim.
Anlatıyor Oltacı Eyüp Anlatılmazını
Sanki bir öyküm varmış, herkes bir öykü bilir de ondan
Benim öyküm yok
Çayımı içtim, ekmeğimi unuttum, dik bir yokuşu usulca indim
Kıyıya vardım, denize dokundum, bir süre boşluğa baktım baktım baktım
Sabahın ilk saatleri, dedim, kendi kendime
İnce bir aydınlık daha yoğun bir aydınlık tarafından kovalanıyor
Dedim ve çiçekler kendi renkleri tarafından
Kovalanıyor
Ve taşlar bir katılıktan başka bir katılığa o kadar çok geçiyorlar ki
Kumlar, kumların üstünde ufacık kurtlar
Bir görünmezlikten bir görünürlüğe adım adım
Durmadan geçiyorlar ki, ben bunları görüyorum
Görüyorum da bir yana, kendimi itiyorum kendimi sıkıştırıyorum ortalığa
Ve büyük bir şekilde bağırıyorum: senin korkun insanın korkusudur eyüp
Eyüb'ün korkusudur
-Evet anlıyorum-
Anlıyorum da bir yana,sorduğum en derin şeydir Eyüp
Sorduğum en derin şeydir ve korkum nedir
Dışımdan bana doğru büyüyen bir takım adamlar gezinir
Başıboş bir atın ayak sesleri gezinir içimde
Anlamı bir gibidir,anlamı bir gibidir
Beni kimse bulamaz
Beni kimse bulamaz, ben kendimi ayrı tutarım, eyübü
Çünkü
Ben onu ayrı tutarım
Nasıl derseniz, yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır
Dediğim kadar da uzundur
Ben onun bir düğümünü çözerken o bir deniz dibinden doğmuş gibidir
Ben kendimi çözerken?..
Çıktım. Sabahın ilk saatleri. Gizlene gizlene kıyıya vardım
Denizi geçtim, kayalar bir iki üç halinde arkamda kaldılar
Belki de olmadılar,sonrada hiç olmadılar
Bir yelkovan sürüsü, bir sis bulutu
Yavaşça geçtilerse de yanımdan
Ben sordum:doğanın akıl almaz bir görünümü olabilir mi bu korku
O benim korkum
Olabilir mi
Bilemem,kendimle konuşuyorum şimdi ve yüksek sesle
Bunu böyle yapmasam o anda kıyamet kopacak gibime geliyor
Yani yok olmam ve çıldırmam gerekecek
Bana öyle geliyor
Ve yatay bir düzlük içinde yüksele yüksele
Denize uzuyorum
Ben denize uzadıkça da kocaman bir eyüp oluyor deniz
Kim bilir, bu da bir saklanma biçimi -belki-
Ya da ben kendimi ayrı tutmaktan o kadar çoğalıyorum ki
Saklanıyorum böylece
Sulardan ve beyaz martı göğüslerinin izlerinden
Başkaca bir şey kalmayınca ortalıkta
Diyorum: geldim
Ayrıca bunu gövdemdeki bir yol alıştan da anlayabilirim
Bir iki daha çekiyorum kürekleri, seslenerek
Dur şimdi Eyüp! duruyorum, dinlerim ben Eyüb'ü
Ayağa kalkıyorum
Önce bir kerteriz tuttur! tutturuyorum, bir düşle bir başka düşün kesiştiği bir yerden
Ve kürekleri bırakıyorum kendime sokularak
Seni hiç bulamazlar
Beni hiç bulamazlar,eyübü
Bir yunus sürüsü geçiyor, bir karabatak havalanıyor
Ve ipler halka halka denize akmaya başlayınca
Eyüp!
-Evet anlıyorum-
Bir korku ne de olsa bir korkudur, diyorum
Bir gizdir kelimesinden doğmayan
Eşyalar ve şekilsiz insanlar halinde
İnsanlar ve şekilsiz eşyalar halinde
Ben bunu biliyorum
Bilince de diyorum, karım beni arıyordur şimdi de
Üç çocuğumla beni arıyordur
Ve benim korkum eyübün korkusu olduğuna göre
Eyüp!
-Evet anlıyorum-
Ve birden hatırlıyorum kendime görünerek
Ne gibi bir yüzleri vardır, biliyor muyum
Ne gibi eşyaların içinde
Ve bütün bunların içinde ...biliyor muyum
Hayır ,size yemin ederim ki bilmem
Daha doğrusu bilemem, çünkü ben evlenmedim
Eyüp hiç evlenmedi
Yani
Böyleyken korkuyorum , çarşıdan geçemiyorum
Eyüp! Eyüp! Eyüp!
Dönüp arkama bakmıyorum, oltalarımı eskitmiyorum
Ve sorarsam ben soruyorum:Eyüp ne haber?
Ne olsun, yok işte, bulunamıyorum.
Onlar beni bulamaya dursunlar, ben bazı kağıtlar buluyorum
Eve dönüyorum ya, bir de bakıyorum taşın üstünde
Birtakım renkli kağıtlar
Bazan de bir zarfın içinde, üstünde pullar ve mühürler olan
Kocaman bir Eyüp yazan en üst köşede
Korkuyla bakıyorum
Bakmamla yırtmam bir oluyor. Sonra bir güzel çukur kazıyorum
Dolduruyorum çukurun içine onları
Diye bulmasınlar Eyüb'ü
Ne olur bulmasınlar
Ama hiç bulmasınlar, olur mu
Sağ elimde bir sakatlık var, onu da
Sapsarı dişlerimi, göz beyazlarımı
Bulsalar ne yapacaklar
Bulsalar?..
Bunu korkuyla söylüyorum ve yüksek sesle, bir kalabalığa dalıyorum
İkiye,üçe, sonra tekrar ikilere,üçlere
Dağılan bir meydanın ortasında ben
Ve olanca Eyüp'lüğümle işte
Ve kimseye sezdirmeden çevremi kolluyorum.
Yarısı kopmuş bir hayvan kabartması görüyorum bir binanın üstünde
Anlaşılması güç bir acının boşluğunda etkinliğini deniyor
Denedikçe de
Ben anlatmaya yetiştiremiyorum anlatılmazımı
Yetişemiyorum
Demek oluyor ki, benim hızım başkalarının hızı değildir. Öyleyse
Beni kimse bulamaz
Eyüb'ün kendi bile
Bulamaz
Saat desem -meydan saati- zaten işlemiyor
İşlemeyince de
Her şey bir ıssızlığın içinde. Bir de bu 'her şey'
Soruyormuş gibi bir ıssızlık diliyle
Öyle mi
Bir yanıt:evet öyle.
İki tel parçası yalnız taş kabartmanın üstünde
İki tel parçası ve
Zorlanmaz bir şekilde katılaşıyor boşluk
Gittikçe katılaşıyor
Ve bir köstebek gibi dolaştırıyor bizi içinde
Alışıyoruz buna da, kimse kimseye bir şey sormuyor
Neden mi, bilmem ki, sormuyor işte
Mesela bir çocuğun dondurmasını düşürüyorum yere, gidip bir yenisini alıyor
Sonra bir daha düşünüyorum, düşüren ben değilim de sanki
Ve düşen dondurma değil de
Dünya hiç kımıldamadan öyle duruyor
Yalnız durmak da değil, bir beton heybetiyle soruyor bize
Öyle mi
Bir yanıt: evet öyle
Bulsalar? Şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz
Bulmak istese bile
Bulamaz
Ama ben oltacı Eyüp olduğuma göre, bulunmasam da
Eyüb'üm gene
Eyüp'lere bölünmüş bir Eyüb'üm ben
Gece
Fenerimi yaksam mı, karanlığımı
bekleyip dursam mı öylece.
1970 yılında Kirli Ağustos basılır. Kitapta kısa ve kendine odaklanmış şiirlerin sayıları artmıştır. Sonraki kitaplarında beliren çizgilerin oluşum safhalarını burada görmek mümkün. Zaten şairin eserleri birbirini besleyen ve evrilen diyalektik bir süreç izlemektedir.
..
İnsanın insana verebileceği en değerli şey
Yalnızlıktır.
..
Yani eşyaların kadın olma saati
...
Bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
Sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
Ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.
...
Bomboşuz, korkuyoruz da... ve kemikleri bunlar gökyüzünün
Altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün.
..
Varsa da aşkımın bir uzak yeri
Kırmızı bir salkım üzümle sularda ayak izleri
Ey yalnız olan gök, ey su verilmemiş bıçak!
Herkes senin ozanındır
Herkes senin ozanındır bağışlatmak için kendini.
..
Sanırım böyle böyle yaratmışlar tanrıyı da
Bir gün bir ateşin başında doğurmuşlar onu
Bir kişi doğurmuştur bana kalırsa
Sonra birlikte beslemişlerdir el ele verip
Büyüyünceyedek
..
On parmağımdan akan kan on ayrı renkte
...
Bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
Gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
Ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
O an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
Gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye.
..
Uzat elini artık, kutla kendini
Götür bir bardak sonsuz suyu ağzına
Bak
Gördün mü, hem de nasıl
Bir gül dönüyor öteki avucunda
..
Acımaktan bir zamansan ki bazan susarsın
Çocuklar büyükler gibi konuşur sefaletten
..
Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.
..
Ötelerde, ama çok ötelerde
Kocaman bir gözyaşıydın ey usta deniz
Konuşuyordun, sözlerini bulamıyordun yalnız.
Öğle Sonu
Titriyor sazan balıkları
Suyun altında
Daha altında suyun saçları kesik
Bir kızın yürüyüşü
Gök bulanık ağlarken.
Kırlangıç tarlaya yaslanmış
Buğday giyinmiş duruyor
Tuğla yüklü bir araba
Geçiyor yoldan
Göğsünde kırlangıcın
Tuğlaların iniltisi.
Öğle sonu yaşlılıktır biraz.
Ha Yanıp Söndü Ha Yanıp Sönmedi Bir Ateş Böceği
I.
Vurdum güneye o zaman
Eski bir su dibi mühendisiyle
Yokluktu olan bir şimdi içinden
Damarlarıma dolan bir şimdi içine
Aktım patlayınca avlular balkonlar açan höyüklerden
Ben. Yüzümde o zambak işareti, eski
Bir benim bir onun bir kimin ikindisi
Vurdum güneye
Üstünü konuşulmamış sözlerle örten.
Bembeyaz alevlerdi kanını yakan bir geminin
Hırslı bir tanrının soluğuyla süslenen
Ve deniz atlarının üstünde
Dizginleri tunçtan gümüşten
Yağmacılardı o gemiye üşüşen
Emiyorlardı armasından sızan son kanı
Öpüyorlardı güvertesinde çırpınan yüreğini
Seviyorlardı şehvetle
Yaldızlar çiviler altınlar
Şaraplar sakızlar amberler saçan bordasını.
Boş durmaz açık deniz, üretir kargaşayı
İlk gelişi gibi yazın
Kanırtır yol kenarlarını, uyarır
Yürekten gözkapaklarına giden ırmağı
Ve değiştirir birden çığlığın anlamını
Geçirir dişlerini kıskaçlarını kumlara
Salar hiç değilse rüzgarını fırtınasını
Evet, der bir balıkçı
Ne saatler işler ne de bir takvim sesi duyulur
Denizle kurulur insan, denizlerden öğrenir yaşını.
Denizle deniz arası ey ıslak vakit
Gördüm içini otlar bürümüş kalenin son kralını
Geçerken mavi gömleğinden, ağzı
Bir ağıttı geçmişe. Anlattı bana
Anlattı Rodoslu bir derebeyinin
Kaç kadının meme uçlarını kesip de bıçakla
Sedef işlemeli bir kutuda sakladığını
Defne yaprakları arasında
Ki zulüm yeşertmemiş ki onun kanını
Sert ve soğuk kanını
Uçsuz bucaksız verimli toprağında
Kıpkızıl bir kayanın hamuruydu şimdi gövdesi
Ve bilir diyordu herkes, bilir Rodos'ta
İnleyen bir kaya olduğunu arasıra
Kuşların konmadığı, yılanların sokulmadığı
Kurtların uzak tuttuğu yavrularını
Bir kaya, tek başına….
Anlattı bütün bunları ayrıntılarıyla, sustu
İnsandan, daha doğrusu bir insan yüreğinden kadehini
Götürdü birden ağzına
Damladı bir damla kan, bu sevgi elçisini
Kutsamak için
Ateşten çarşısına kentin
Bir deniz kırlangıcı kendini yakaraktan geçti.
III.
Bir ilişkiydim içkiydim
Masanın eksik olanına
Türkünün bizsiz gelenine
Ayvanın hamına, balığın olmamışına
İlişkiydim içkiydim
O zeytin dalından eşkıya yazmasına
Ah sinema biletsiz çocuk yaşına
Anımsarsınız, bir şiir vardı, çok geç bitecek
Her şeyin her şeyin her şeyin
Ah her şeyin bir bir olmasına.
Ey yitik deniz senin az çok oğlunum
Kazdımsa ben nereni orda mavi bir ceset buldum
Ey yitik deniz, yitikliğin de denizi
Mil mi çektiler erkek suyuna
Bir yandan bir yana geçer şimdi adamlar
İçi boş bir lokanta kalır ortada
Ben ceketimden kayarım
Durur gözbebeklerim kendi ormanında
Ve salar gölgesini, o soğuk gölgesini durmak.
Biz böyle sıkıldık, ya onlar nasıl sıkılacak
Ya onlar nasıl.
Sensiz bensiz bir sorudur
Temmuzlar kedi yavruları gibi sokulurken ağustosa
Ve ağustoslar eylüle
Bir yol alış duygusudur ki, biliriz
İnsan zamanlardan önce boğulur.
Balkonlar açar çocuk yaşında, yalnızlık kurur
Bir iki ölmeyle bir iki yaşamayla ancak kurtulunur.
Ne kaldı o yükselişlerden. kalan ne
Ey kiremit renkli büyü, güneyin kızgın birimi
Biri öldüyse çok geç
Biri öldüyse çok erken belki
Pınarlar, arıkuşları, ayçiçekleri
Gece
O kadar yalnızım ki birden, gördüm de
Binlerce yıldızıyla bu sonsuz mağaranın içini
Ha yanıp söndü, dedim
Ha yanıp sönmedi bir ateş böceği.
Şahinin Kopardığı Elmas
IV.
Konuşulmaz fırtınada, çünkü ölüm
Katar özünü fırtınaya da
Neyi bekliyoruz böyle neyi
Yendik mi yenik mi düştük yoksa
Bir ufak kuş yukarıda
Sürüyüp duruyor gölgemizi
Çözmüşüz nasıl olsa ipini sandallarımızın da.
VII.
Uzatmışlar ölüsünü kumlara
Mavi yüzlü çocuğun
Unutulmayan maviden
Hiç unutulmayan
İri bir balık asılı durur ağaçta
Dik ve bulanık
Ayrı ayrı yönlerine sonsuzluğun
İkisi de
Eriyen kar sıcaklığında
Ve ufuk
Kurtulmuş tanrıların kucağından
Uçsuz bucaksız bir yolculuğun koynunda
Aydınlığın Dört Bir Yanı'ndan
Selim : Peki, ya biz gelmeden önce
Hep aynı plak mı çalıyordu gene?
Yoksa...
Garson : Siz gelmediniz ki, buradasınız
Öteden beri Kaç gündür buradasınız
Özür dilerim ama, kaç yıldır Burdasınız hep
Baksanıza traş bile olmadım
Traştan geçtim, gömleğimi bile değiştiremedim
Ya giysilerim! nasıl da eskidi bilseniz
Doğrusu yaşlandım da
Ne yalan söyleyeyim, adımı bile unuttum.
Cengiz : Yani bu akşam gelmedik mi biz?
Garson : Hayır!
Cengiz : Desene burda doğduk, ya da
Burda olmamızı bizim
Sahneye koyuyorsun kendince.
Garson : Yok canım, o kadar da değil
Tanımıyorum bile sizi ben
Bildiğim, her zaman burdasınız, yalan mı?
Bir de bir çift geliyor işte, bakın
Tezgahta oturuyorlar şimdi
Belli bir saatte gidiyorlar, onları anlıyorum
Yeniden geliyorlar bir başka akşam
Yeniden gidiyorlar sonra
Bir gidip bir gelmek bütün işleri
Çocukları da oluyor bazan
Adam ölüyor arada bir
Bir kez denizde ölmüştü, bir kez de trafik kazasında
Sizin anlayacağınız bir süre dul kalıyor kadın
Siz deyin on yıl, ben diyeyim yüz yıl
Derken evleniveriyor bir gün, ne denir
Yeniden çocukları oluyor
Adam dönünce işler düzeliyor mu sanki
Elbette
Birlikte gidip geliyorlar gene
Baksanıza yüzlerine, nasıl da durmadan değişiyor
Kimi zaman ikisi de yaşlı
Kimi zaman ikisi de genç
Kimi zaman da biri genç biri yaşlı
Her neyse...
Size gelince... doğrusu tanımıyorum ki sizi
Ne ölmeyi biliyorsunuz, ne ölmemeyi.
(Sessizlik)
Başka bir isteğiniz var mı?
Olursa çağırırsınız beni
Olmazsa çağırmazsınız
Ben işte gidiyorum
Şuraya gidiyorum
Orada duracağım
Çağırırsanız gelirim
Çağırmazsanız gelmem
Bazan çağırmasanız da gelirim
Yıl 1974: Toplumsal olayların gölgesinde Sonrası Kalır yayınlanır. Kirli Ağustos'da artmaya başlayan deniz, su, güneş imgeleri ve güney sayfiye kasaba tasvirleri bu kitapta da devam etmekle birlikte asıl dikkati çeken şey soğuk anlatımın yerini canlılığa bırakıyor olması ki Edip Cansever için alışılmadık bir şey bu. Anlaşılıyor ki toplumsal hareketlenmeler umut alevini harlayan ve mutluluğu ve ölümü daha bir irdeleyen canlı bir ruh hali olarak yansıyor sayfalara. Bu etki işçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz dizesini kurduracak kadar belirgin. Tırnak içinde mutluluğu somutlaştıran diğer bir etmen ise doğa ile diyalektik bir uyumun yakalanması. Nihayetinde sıkıntını, bunaltının; mücadele etmenin, bir ideal uğruna mücadele etmenin yıkıcı ve yapıcı diyalektiği içinde doğan hazzı lehine dağılmaya başladığını belki de nitelik değiştirdiğini görüyoruz.
..
Ben suyun bir dakika durduğu
Durunca boğulduğu bir yerdeyim.
...
Biliyordur ki bir eylemdir yerine göre susmak.
Duvar diplerinde ve sakınaraktan
Bütün paslar kabarıyor bir bir
Ağzın ve dilin ve parmakların pası
Yüreğin ve bilincin
..
Çünkü her şey eskiye kaldı, anılar bile
...
Neden olmasın, yeni yakılan bir sigarayla da anlatılabilir şiir
Apansız bir yolculukla da
Bir karpuzu ikiye bölmekle, bir portakalı dilim dilim ayırmakla
Anlatılabilir.
Ama bizim memleketimizde şir
Yazık ki ölümle anlatılır biraz
Ölümle anlaşılabilir
Olsun, diyeceksin, ne çıkar bundan
Biz hayatı şiirden
Şiiri hayattan özümlemedik mi
...
-Nedir mutluluk
Çam ağacındaki yürek gibi
Köpükli sakız kokusu gibi
Dallardan yapraklardaki kılcal damarlara giden
Ve damarlardan koskoca bir ormanı öpen
İnsandan insanlığa doğru
Olsun ki usul usul
Mutluluk, bizden
...
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.
...
Büyük sular büyük gemileri sever çünkü
İdris'le Konuşma
-İdris, sen ne yapıyorsun kuşların yanında
-İdris'le konuşuyorum
Kuşları okuyorum içimde, ağacın kuşlarını
Yeni pişmiş çilek reçeli gibi kaynayan
Dalların üzerinde
Gemilere dadanan kuşları okuyorum bir de
Göklerde bir başına dolaşan
Görkemle
Büyük denizlerdeki yalnız kuşları
Ve okuyorum yıllardır bütün yalnızlıkları
Okuyorum da
Kuş olsun, insan olsun
Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı
İşte
Suları fiyakayla göğüsleyen yelkovan kuşları
Geçiyorlar martıların peşi sıra
Ve küçük bir evin üst katı martı
Duvarlarından sümbüller akan
Sanki çok öpüşmelik kuşlar bunlar, çok sevişmelik
Ve seninle biz iyi ki
Sevmelerin ustasıyız, güzel şaşkınlıkların
Önce yüreklerimizi alıştırmışız buna, sonra kafalarımızı
Ki bu yüzden içimiz hiçbir zaman yoksul değil
Yoksul olmadı.
Bak
Bu kalın kalın ellerimi soruyordun, bu çürük çürük bakan
gözlerimi
Dokunuyor ellerim gördüğün gibi
Anlıyor dokunduğunu benden önce
Emiyor suyu gözlerimse
Emziriyor güneşi
Ve uçsuz bucaksız bir maviliği yaratıyor onlar
Her gün
Yaratacaklar elbette
Ve sözgelimi ben
Üstünde gökyüzünün
Kum taşıyan mavnalar gibiyim
Kimi zaman kavuniçi, kimi zaman Osmanlı yeşili
Sabahtan akşama kadar seyrederim
Ve derim ki biz
Çok değerli bir yüzük taşının halkasında sıralanmışız
Ana sütü gibi bir aydınlık içinde
Yani şu yeryüzünü bir uçtan bir uca kuşatmışız
Dik tutarak gövdemizi
Umutla
Bazan da yıkılarak kendiliğimizden ya da bir kurşunla
Ve bu hızlı akışa yaşayıp ölmek deriz.
Yaşayıp ölmek, deriz, ne denir daha başka
Denir, çok şeyler denir, biliyorum
Geçecektir hayatımıza mutlaka
Çok inandığımız bir şeyin çocukluğu
Sonra gençliği, sonra oturmuşluğu
Sonra hayat hayat gibi olacaktır.
Bakma sen, kuşlar bir uçumluktur ne de olsa
Denizler bir fırtınalık görkemli
Bizse kendimizi insan olarak
Bir tohum gibi dikmişiz sonsuzluğa.
Mendilimde Kan Sesleri
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konya'nın beyaz
Antep'in kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben -
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler; cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler; eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
Ölü mü Denir
Ölü mü denir şimdi onlara
Durmuş kalbleri çoktan
Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir peki
En büyük limanlara demirlemiş
En büyük gemiler gibi
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir şimdi onlara.
Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı
Suratları gergin
Bir savaş alanına benziyor suratları
Dudakları nemli
Son defa kendi etini öpüp
Yani son defa gerçek bir insan etini
Hazla kapanmışlar öyle
Geçirmiyor gövdeleri soğuğu
Geçirmiyor sıcağı da
Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları
Akıyorlar sonsuza
Ölü mü denir şimdi onlara.
Kimse hüzünlü olmasın
Sırası değil hüznün daha
Bir gün bir şehrin alanında
Bir mermer yığınının gözlerine
Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı
Hüzünlensin yaşayanlar o zaman
Sırası değil hüznün daha.
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.
Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık
O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.
Ölü mü denir
Ölü mü denir şimdi onlara.
...
Kendimi görmeye parklara gidiyorum
...
Hadi hep bir ağızdan bu kadar ağız
Hadi hep bir elden bu kadar el
Biz nerde oluruz böyle güzel
Biz nerde oluruz böyle güzel
...
Acı Bahriyeli
binlerce geyik ya da binlerce kuşun beraberliği
aşk, o benim en güzel hayvanımdır
en yeşil ormanların en yeşil mantığında
duyulmaz, öpülmez balığında deniz altlarının
ya da bir akşamüstü lokantası gibi
çöküp de köylülerin yorgun argın
aşk
çok belli bir dudakta iki kişi olmanın.
çok gördüm bir kadındır atlanıp gözlerinden
göz,o benim en deli hayvanımdır
bir fiildir ne zaman, durakalmış bir fiil
ucuza yaralanmış, vurulmuş serserilikten
gözdür, kim ne derse desin, bütün aşkların en serserisi
karasız, durgun ve küçülmüş bunca serüvenden
aşk
en bitirim acılarda en dayanıklı büyüyen.
tükenmez ağızlarda tükenmez seslenişler
ses, o benim en çoğul hayvanımdır
değil ki yaşarken, niteliksiz sevişirken
bendeki her şeye sizdeki her şeye bir uzanım
ya da bir sıkıntıya renk katar gibi
fışkırmış içinden bunca kısırlığın
ses
en kesin çığlıkları kendiyle konuşmanın.
duygular patronu, özeti meyhanelerin
laleler, onlar ki benim en çiçek hayvanların
elinde bir çakıyla her zaman bahriyeli
durup en değersiz yerinde kaldırımların
ya da bak kardeşim benim adım süleyman
orası karşı kaldırım, orospu bahçeleri..
bana kalırsa yan yana gelmeyelim
bahriyeli!
belki bir sıkıntı var denizsiz gemilerin.
bir sorumsuz kapı çalar her sabahleyin
kapılar, onlar ki benim en kadın hayvanlarım
oysa ben her türlü kıpırtının ardından
bir böcek, bir ışık ve yoksullar gibi korkarım
ya da bir yolculukta bunalmış gibi
varıp da farkına uzaklığımın
korkular
bak kardeşim benim adım ismayıl
kafamı kızdırma adamı bıçaklarım.
binlerce yıl da binlerce yılın niteliği
zulümler, onlar ki benim en kesin hayvanlarım
tunç öküzler içinde yanması esirliğin
en soysuz ağızları en katı mantıkların
ya da bir neron’un yeniden gelişi gibi
görüp de halini deşilmiş karınların
aşk
en bitirim acılarda en dayanıklı kalmanın.
sen miydin acı lale, cam dışları gibi gösterişli
laleler, onlar ki benim yakınlık arkadaşlarım
en canlı yüreklerin en canlı mantığında
sürüler, sürüler, insan sürülerinin
ya da bir sivaslının gölgesi gibi
karanlık, ağır, mahzun dönmenin
laleler
kim bilir nerde kim bilir kimi sevdiğimin.
Ben Bu Kadar Değilim
Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman
Bir güzel at durdukça gider
Gittikçe döner bir bir güzel at durdukça
Askerim, benim ağzım kuşlardan.
Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan
Dalları sormuyorum dallardan daha iyi
Yüzümü istiyorum bir süvari alayından
Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan
Gözlerim ormanlara asılı
Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan
O kadar geçiyorlar ki, sadece duruyorum
Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan.
Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman.
Nerde Antigone kitabıyla şairin ustalığı perçinlenir. Daha önce tarif etmeye çalıştığım tahrik edici kapalılığı lezzetli mısralarla harmanlayan güzel örnekler yer alır sayfalarda. Bununla birlikte sonraki kitaplarında kendi içine klostrofobik dönüşün yerine imgelerin açıklığı, geniş yayılımı göze çarpıyor. Dramatik şiirlerinde görüldüğü üzere bazen şairin kendini ifadesi ile yarattığı karakterler arasındaki ayrım silikleşir.
...
Bir tayın dişinde ince bir taflan
...
Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış birdeniz bulacaksam orada
...
Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Hiçbir şey ! Kimse bir gün gözlerimi sevmiyecek biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmiyecek, korkuyorum
...
Yılkı
Ben burada bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum
Benim atım her zaman.
Kim bilir kime sesleniyorum sessizlik
Yosunlar, taşlar, o mezar yazıtlarından
Yaz gelmiş, zakkumlar açmış, elimi bile sürmedim
Sürsem bile ne çıkar, ama sürmedim
Ölü bir şey kalıyor dünyadan, yapraklardan.
Ben burada bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum
Benim atım her zaman.
Ölü Öldü
dün bütün gün yağmurlardı, bugün yaprak
ben yaprak diyorum ya
bizim yıkık manastır yüreğimiz
ağrısı tutmuş bir tayfa, yalınayak
konuşmayı bitirmiş sessizliğe geçiyor
sessizliği bitirmiş ölümü kullanarak
bizim yıkık manastır yüreğimiz
bir pencere, üç iskemle ve ishak.
"ben, ben olanım" diyen tanrısı ishak'ın
bizim yıkık manastır yüreğimiz
sonu gelmiş bir dağ yolu gibi kendine katlanarak
bir kaçış, bir bıçak altı, bir zehirli su
ve bakışlarımız günün en büyük satranç oyuncusu
elimizden birşey gelmiyorsa
bu zehirler bize sabahı bulduracak.
ben ishak'a bakıyorum, ishak bana bakıyor. ishak
yüzün ışıklarını söndürdü, ölü öldü
çekip gidecek bir gün buralardan koparak
eski bir yazı makinesine benziyen gözleriyle
ne acı, ne hüzün, ne işkence
sadece gözleriyle, o kadar
saati kurmadık ya, hiçbiri aklımızda kalmayacak.
çünkü bir bir yıkılmakta açsanız radyoları/sokaklar,köpekler,tanrının bütün eşyaları
mısralarındaki eksiltme duygusu ve ardındaki episode'un ilk mısralarında,
biter elimizdeki şey, biter her şey/kalırız kan gibiyiz,donarız bir tanrısallıkta, yer alan bitim, tükeniş duyguları kitabın daha başlangıçta ne yöne doğru bir seyir izleyeceğine dair işaretler oluyor. 278. sayfanın üzerine terkediş, sürgünlük; 280. sayfanın üzerine kalıntı;
hepimiz tanrı kaldık, kimse mutluyum demesin mısrasını içeren 281. sayfanın üstüne gitmek sözcüklerini kazımışım. Kan ve ölüm gibi temaların ağırlığıyla ilk tragedyaları okumak tekinsiz bir hal alıyor.
Beşinci tragedyada ise uyumsuz fertleriyle bir aile konuk ediliyor. Oğul Stepan ve Diran, Diran'ın eşi Lusin, anne Vartuhi ve baba Armenak. Stepan nihilist bir yabancılaşmanın aktörü olarak bu uzun şiirin etrafında örüldüğü en etkileyici karakterlerden biri oluyor. Çözülmenin, düşkünleşmenin ağındaki aile fertleri için hayat bir oyun alanına dönüşmüş durumda. Ve bu yıkıcı nihilizm bir yeniden inşaya evrilemiyor, kişisel duyarlılıklar ailevi yıkıntı içinde kayboluyor.
III.
...
KORO
Birdenbire yapayalnızsanız her yerde
Ve bundan korkuyorsanız
En küçük şeylerden bile. Örneğin birine saati sorsanız
Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
Sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
Biriyle bir şeyler konuşsanız
Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. Postacı her gün mektup getirse
Sözgelimi bir resmi dairede
Fazlaca oyalansanız
Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste, neden olmasın
Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
Tuhaftır
Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.
Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar
Biraz da güldünüzdü aklınızdan geçen bir şeye
Ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
Ama az ötede düğmeleriyle oynayan
Ve yiyen tırnaklarını bir adam
Duraksız sizi izliyordur belki de.
Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.
Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
EPİSODE
Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Doğrusu en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
İçimizde kahverengi bir dağ ölüsü yatar
Bir yarasa ayaklanır. Aç gözlü bir kuş
Varır kocaman bir şey olmanın bilincine
Birden bir ses biçiminde, radyomuzun içinde
Duyurur iki caz parçası arasından biri
Ya gülünç bir yas töreni
Ya toptan bir öldürme.
Belki de
Soğumaya yüz tutmuş bir fincan sütlü kahve
Dönüşür ellerimizde kanlı, kırbaçlı
Bastırılmış bir greve, yırtılmış dövizlere
Örneğin üç yüz ölü, bir o kadar yaralı
Ve sömürge şapkalı ve sten tabancalı
Gözü dönmüş biriyle
O güvenlik manşetleri birtakım gazetelerde.
Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Belki en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
Ki bütün işkenceler, ezinler ve kırımlar
Damlayan bir musluktur yerine göre
Yoksa bir enkaz altında bir ölüm
Ya da puslu bir havada, bir cinayette
Bir ölüm
Ölümün anlamı ne?
KORO
Sizin hiç korkmadığınız şeyler ya da hep öyle sandığınız
Beslenir kimi zaman de sevgilerle
Çok içten bir selamla ve içten bir gülümsemeyle
İşte her sabah rastladığımız birinin
Durakta, yolda, işyerinde
Ya da bir meyhanenin kuytu bir köşesinde
Yıllarca süren o dostça ilişkinin
Ve hatta bir sevgilinin
Yerine
Kin dolu gözleriyle bir ölüm yargıcı gibi
Biri
Kapkara giysilerle, özenti bir zincirle
Öyle
Dikilmiş sorguya çekiyor sizi
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Canım en basiti, arkanızdaki bir duvarın
Mineler, sarmaşıklar, o yaban gülleriyle
Örtülü bir duvarın ansızın
Kanlı, kireçli bir taş yağmuru halinde
Korkunç bir silah olduğunu yerine göre
Düşünün
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Ya da bir düşte yürüyor gibi
Islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi
Şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız
Tutarak sapından bembeyaz bir karanfili
Sevinçle okşadınız
Ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi
Öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız
Tam o sıra kapının zili
Tuhaf şey.. bu saatte.. kim olabilir ki
Ve işte az önce aldınızdı gazeteleri
Öyleyse?
Yaktınız bir sigara daha, kapıya yöneldiniz
Bırakıp masaya kahvenizi
Kilidi çevirdiniz, açtınız kapıyı usulca
Bir kurşun!
Birden o zamansız, o yersiz başdönmesi
Hani av araçları satılan bir dükkan vardı
İçi doldurulmuş çulluklar, kardelen çiçekleri
Bir kurşun!
Geçerken uğrardınız, iyiydi, cana yakındı
Yeleğinden çıkmazdı elleri
Bekardı, umutsuzdu, yalnızdı
Ve belki..
Bir kurşun!
Sormayın kendinize: bir vahşet mi bu, değil mi
Düştünüz sırtüstü yere ve işte avlandınız
Sadece avlandınız
Ağız dil bilmaz söylemeyi.
Ötede
Islak mavi bir sabahtı. Gökyüzü
Bembeyaz karanfiller, pencere
Kahveniz, masanız, kahvaltınız
Bir yankı
Ve bütün çay fincanları: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
..
LUSIN
Öyleyse yalnız da değilsin sen. Ayrıca
Tutsaksın yalnızlığına Stepan.
STEPAN
Bunu yadsımıyorum ki Lusin. Yadsımıyorum da
Demek istiyorum ki, sen de yalnızsın benim gibi
Biz ikimiz de yalnızsak...ve işte bu durumda
İki kişilik bir yalnızlık olmaz mı bizimkisi?
Yok sanki bir şey yapacak...
.
.
Hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun
Ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça
Konuştukları dil de değişir
Sonunda hiç anlaşamazlar...
.
.
Duymuyorum ben acılarımı. Ve yitirdim çoktan
Yitirdim bütün karşıtlıkları. Ne umut
Ne umutsuzluk, ne hiçbir şey
Kurtaramaz varlığımı benim. Ve yoğun bir anlamsızlığın içinde
Sanki renksiz, boyutsuz
Ve göksüz, zamansız bir evrende
Tek çıkar yol yaşamaksa Lusin
Yaşıyorum ben de kaygısız
Değişmez bir anlamsızlığı böylece.
.
.
Bense bir yalnızlık tarihini örüyorum ustaca. Ve gelecekteki
Bir önseziyi kuruyorum şimdiden.
.
İnsan kendini korumaktan yorgun
.
VARTUHİ
Boşuna yoruluyorsun, dinler mi hiç Stepan bizi
Tam on yaşındaydı, hiç unutmam
Biri dövmüştü onu, dudağı yarılmıştı
Ve hatırlar mısın günlerce
Dudağında gezdirmişti o kanı.
ARMENAK
Vardıkça üstüne kanattıydı yeniden.
VARTUHİ
İşte yıllarca böyle
Kanadı durdu Stepan kendi renginde.
ARMENAK
Önce bir kan biçiminde, önce bir kan biçiminde
.
.
İçmek artık çok yeni bir metafizikti
Öyleydi
Size günlerimizi gösterelim, geceleri
Yırtıcı kuşlarımızı ve örümceklerimizi
Didik didik edildiğini gövdemizin bay yargıç
Ah öyle değil
İçmek burda çok yeni bir metafizikti
Kitaba ismini veren Çağrılmayan Yakup ile kendi içinde çelişkili, şizofrenik bir ruh halinin diyalogdan varoluşçu bir monoloğa çevrildiğine şahit oluyoruz. Postmodernist düşüncenin araştırma nesnesi olmayı hakeden bir şiir olarak göze çarpıyor Çağrılmayan Yakup bu anlamda. İnternet diyor ki bu Yakup Asmalımescit'te ünlü bir meyhane sahibi imiş. Bu tarz anlatım tekniğine dayanan şiirler kitabın geri kalanında da sıklıkla yer alıyor. Karakter yaratımı Dökümcü Niko ve Arkadaşları başlığı taşıyan bir ara bölüm meydana getirecek kadar yoğun bir hal alıyor. Durum draması ağırlıklı bu şiirlerde öznenin parçalanması yabancılaşmanın tezahürü olarak doğan bir sürecin parçası oluyor.
Çağrılmayan Yakup'tan
..
Ben, yani Yakup, Yakub'un hiç çağrılmamış şekli
.
.
Onlar ki...onlara benzer şeyleri ben çok gördüm
Ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar
Ve sordum
Yakup daha başka nasıl bir Yakup olsun
Ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki
..
Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
Yakub'un gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.
Cadı Ağacı'ndan
..
Bu törenlerden ne umarlardı, bilmem ama
Bir gün birinin ölüsünü çok gezdirdiler
Oradan oraya boyuna
Ölüyle, ölünün dünyasızlığı arası hiç mi hiç kısalmadı
Kısalmadı da, ölü gecikti, çok gecikti mesela
Yıllarca gezdirildi, ben bunu böyle anladım
Ölü durdu, bir başka hayat buldu yepyeni dünyasında
..
Dökümcü Niko ve Arkadaşları'ndan
..
Yenilmek susmak yenilmek susmak
Saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
Ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
Saat derseniz
Kaçı gösteriyor ve sormak
..
Biz neyiz, biz neyiz
Dedik ve sustuk
Susmasak bizim olacaktı durmadan kirlendiğimiz.
Fener Bekçisi Salih Anlatıyor'dan
..
Denizler göğe dönüktür, gök desem şehirlerin üstüne
O kadar dönüktür ki, içinde insanlar olan
Bir sorunun en akıl almaz örtüsüdür
Ben Salihe dönüğüm, yani doğmak ve ölmek ve doğmak fiilinden
bir Salih
Ve kuşkum ve korkum ve bilinmezliğim
Başkaca bir şey yoktur
Varsa da anlayamam, bende hiçbir şey barınamaz
Salih’in kendi bile
Bende hiç barınamaz
Neden derseniz, ben biraz “ertesi gün” gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyim
..
insan yaşarken ölüler bırakmalı ardında.
Cadı Ağacı
V.
Üç kişi iniyoruz, üç kişi biniyor, biz kendi yarattığımız bir yola sapıyoruz
Dağlarda dağ çiçekleri
Öylece kalıyor
Ve tuhaf bir şekilde bir uçuruma akıyoruz
Ne düşmek, ne sarkmak, ne gitmek bir parça ileriye
Öylece kalıyoruz
Öylece kalıyoruz
Öylece kalıyoruz.
Pesüs
I.
Ben denizin kumları üzerinde durdum
Bir heykel tadında olan ve bunu geçen
Bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
Durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
Diyordum. Ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
Ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
Hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
Bir şey olsa gerek
Ben bunu duyuyordum.
Yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
Oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
Bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
Üstüme aktıkça benim
Ben kendimi koruyordum
Sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
Mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
Bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
Ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
Bir anlam
Sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
Yırtıcı bir hayvan gibi işte ben
Yapılması akla gelmedik
Daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
Pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
Sonra ben yoruluyordum.
Yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
Pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
Aşılır bir yer sanan o beton duvarları
Mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
Ben
Geri çekiliyordum biraz
Güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
Ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
Neresinden bozulur
Bilmiyordum ki
Bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
Diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
Ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
Duymuyordum ki
Olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
Düzlük
Ve gerçekten yaptırıyordu da
Mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
Uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
Uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
Bembeyaz taneciklerin üstüne
Artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
Geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
Ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
Ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
Biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
Bir bağışlanmamış dünyaydı
Artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
Gittikçe bizim olmayan bir
Dünyaydı
Ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
Bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
Gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
Diyemem
Çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
Ve bazı düşünceler.
Şöyle ki:
Martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
Dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
Ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
Ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
Bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
Çığlık çığlığa
Bu metalsi görünümler arasından
Sonra ben belki de gözlerimi yumdum
Her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
Etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
Ve hayallerimi
Yemeye
Demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
- Ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
Kimseler tanımayacak beni. Deniz hayvanlarının
Kurumuş iskeletlerine döneceğim
Korktum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi
Doğruldum işte yeniden
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Denizin kumları üzerinde durdum.
Ben denizin kumları üzerinde durdum
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
Değişen bir şey olarak ve değiştiren
Bir anlamım var
Peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
Neden
Gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
Ve onlar güçlüydüler, biliyorum
Ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
Onların istediği bir öfke oluyordu ki
Sonra ben susuyordum
Ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
Ben neydim.
Sanki bir öyküm varmış, herkes bir öykü bilir de ondan
Benim öyküm yok
Çayımı içtim, ekmeğimi unuttum, dik bir yokuşu usulca indim
Kıyıya vardım, denize dokundum, bir süre boşluğa baktım baktım baktım
Sabahın ilk saatleri, dedim, kendi kendime
İnce bir aydınlık daha yoğun bir aydınlık tarafından kovalanıyor
Dedim ve çiçekler kendi renkleri tarafından
Kovalanıyor
Ve taşlar bir katılıktan başka bir katılığa o kadar çok geçiyorlar ki
Kumlar, kumların üstünde ufacık kurtlar
Bir görünmezlikten bir görünürlüğe adım adım
Durmadan geçiyorlar ki, ben bunları görüyorum
Görüyorum da bir yana, kendimi itiyorum kendimi sıkıştırıyorum ortalığa
Ve büyük bir şekilde bağırıyorum: senin korkun insanın korkusudur eyüp
Eyüb'ün korkusudur
-Evet anlıyorum-
Anlıyorum da bir yana,sorduğum en derin şeydir Eyüp
Sorduğum en derin şeydir ve korkum nedir
Dışımdan bana doğru büyüyen bir takım adamlar gezinir
Başıboş bir atın ayak sesleri gezinir içimde
Anlamı bir gibidir,anlamı bir gibidir
Beni kimse bulamaz
Beni kimse bulamaz, ben kendimi ayrı tutarım, eyübü
Çünkü
Ben onu ayrı tutarım
Nasıl derseniz, yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır
Dediğim kadar da uzundur
Ben onun bir düğümünü çözerken o bir deniz dibinden doğmuş gibidir
Ben kendimi çözerken?..
Çıktım. Sabahın ilk saatleri. Gizlene gizlene kıyıya vardım
Denizi geçtim, kayalar bir iki üç halinde arkamda kaldılar
Belki de olmadılar,sonrada hiç olmadılar
Bir yelkovan sürüsü, bir sis bulutu
Yavaşça geçtilerse de yanımdan
Ben sordum:doğanın akıl almaz bir görünümü olabilir mi bu korku
O benim korkum
Olabilir mi
Bilemem,kendimle konuşuyorum şimdi ve yüksek sesle
Bunu böyle yapmasam o anda kıyamet kopacak gibime geliyor
Yani yok olmam ve çıldırmam gerekecek
Bana öyle geliyor
Ve yatay bir düzlük içinde yüksele yüksele
Denize uzuyorum
Ben denize uzadıkça da kocaman bir eyüp oluyor deniz
Kim bilir, bu da bir saklanma biçimi -belki-
Ya da ben kendimi ayrı tutmaktan o kadar çoğalıyorum ki
Saklanıyorum böylece
Sulardan ve beyaz martı göğüslerinin izlerinden
Başkaca bir şey kalmayınca ortalıkta
Diyorum: geldim
Ayrıca bunu gövdemdeki bir yol alıştan da anlayabilirim
Bir iki daha çekiyorum kürekleri, seslenerek
Dur şimdi Eyüp! duruyorum, dinlerim ben Eyüb'ü
Ayağa kalkıyorum
Önce bir kerteriz tuttur! tutturuyorum, bir düşle bir başka düşün kesiştiği bir yerden
Ve kürekleri bırakıyorum kendime sokularak
Seni hiç bulamazlar
Beni hiç bulamazlar,eyübü
Bir yunus sürüsü geçiyor, bir karabatak havalanıyor
Ve ipler halka halka denize akmaya başlayınca
Eyüp!
-Evet anlıyorum-
Bir korku ne de olsa bir korkudur, diyorum
Bir gizdir kelimesinden doğmayan
Eşyalar ve şekilsiz insanlar halinde
İnsanlar ve şekilsiz eşyalar halinde
Ben bunu biliyorum
Bilince de diyorum, karım beni arıyordur şimdi de
Üç çocuğumla beni arıyordur
Ve benim korkum eyübün korkusu olduğuna göre
Eyüp!
-Evet anlıyorum-
Ve birden hatırlıyorum kendime görünerek
Ne gibi bir yüzleri vardır, biliyor muyum
Ne gibi eşyaların içinde
Ve bütün bunların içinde ...biliyor muyum
Hayır ,size yemin ederim ki bilmem
Daha doğrusu bilemem, çünkü ben evlenmedim
Eyüp hiç evlenmedi
Yani
Böyleyken korkuyorum , çarşıdan geçemiyorum
Eyüp! Eyüp! Eyüp!
Dönüp arkama bakmıyorum, oltalarımı eskitmiyorum
Ve sorarsam ben soruyorum:Eyüp ne haber?
Ne olsun, yok işte, bulunamıyorum.
Onlar beni bulamaya dursunlar, ben bazı kağıtlar buluyorum
Eve dönüyorum ya, bir de bakıyorum taşın üstünde
Birtakım renkli kağıtlar
Bazan de bir zarfın içinde, üstünde pullar ve mühürler olan
Kocaman bir Eyüp yazan en üst köşede
Korkuyla bakıyorum
Bakmamla yırtmam bir oluyor. Sonra bir güzel çukur kazıyorum
Dolduruyorum çukurun içine onları
Diye bulmasınlar Eyüb'ü
Ne olur bulmasınlar
Ama hiç bulmasınlar, olur mu
Sağ elimde bir sakatlık var, onu da
Sapsarı dişlerimi, göz beyazlarımı
Bulsalar ne yapacaklar
Bulsalar?..
Bunu korkuyla söylüyorum ve yüksek sesle, bir kalabalığa dalıyorum
İkiye,üçe, sonra tekrar ikilere,üçlere
Dağılan bir meydanın ortasında ben
Ve olanca Eyüp'lüğümle işte
Ve kimseye sezdirmeden çevremi kolluyorum.
Yarısı kopmuş bir hayvan kabartması görüyorum bir binanın üstünde
Anlaşılması güç bir acının boşluğunda etkinliğini deniyor
Denedikçe de
Ben anlatmaya yetiştiremiyorum anlatılmazımı
Yetişemiyorum
Demek oluyor ki, benim hızım başkalarının hızı değildir. Öyleyse
Beni kimse bulamaz
Eyüb'ün kendi bile
Bulamaz
Saat desem -meydan saati- zaten işlemiyor
İşlemeyince de
Her şey bir ıssızlığın içinde. Bir de bu 'her şey'
Soruyormuş gibi bir ıssızlık diliyle
Öyle mi
Bir yanıt:evet öyle.
İki tel parçası yalnız taş kabartmanın üstünde
İki tel parçası ve
Zorlanmaz bir şekilde katılaşıyor boşluk
Gittikçe katılaşıyor
Ve bir köstebek gibi dolaştırıyor bizi içinde
Alışıyoruz buna da, kimse kimseye bir şey sormuyor
Neden mi, bilmem ki, sormuyor işte
Mesela bir çocuğun dondurmasını düşürüyorum yere, gidip bir yenisini alıyor
Sonra bir daha düşünüyorum, düşüren ben değilim de sanki
Ve düşen dondurma değil de
Dünya hiç kımıldamadan öyle duruyor
Yalnız durmak da değil, bir beton heybetiyle soruyor bize
Öyle mi
Bir yanıt: evet öyle
Bulsalar? Şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz
Bulmak istese bile
Bulamaz
Ama ben oltacı Eyüp olduğuma göre, bulunmasam da
Eyüb'üm gene
Eyüp'lere bölünmüş bir Eyüb'üm ben
Gece
Fenerimi yaksam mı, karanlığımı
bekleyip dursam mı öylece.
1970 yılında Kirli Ağustos basılır. Kitapta kısa ve kendine odaklanmış şiirlerin sayıları artmıştır. Sonraki kitaplarında beliren çizgilerin oluşum safhalarını burada görmek mümkün. Zaten şairin eserleri birbirini besleyen ve evrilen diyalektik bir süreç izlemektedir.
..
İnsanın insana verebileceği en değerli şey
Yalnızlıktır.
..
Yani eşyaların kadın olma saati
...
Bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
Sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
Ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.
...
Bomboşuz, korkuyoruz da... ve kemikleri bunlar gökyüzünün
Altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün.
..
Varsa da aşkımın bir uzak yeri
Kırmızı bir salkım üzümle sularda ayak izleri
Ey yalnız olan gök, ey su verilmemiş bıçak!
Herkes senin ozanındır
Herkes senin ozanındır bağışlatmak için kendini.
..
Sanırım böyle böyle yaratmışlar tanrıyı da
Bir gün bir ateşin başında doğurmuşlar onu
Bir kişi doğurmuştur bana kalırsa
Sonra birlikte beslemişlerdir el ele verip
Büyüyünceyedek
..
On parmağımdan akan kan on ayrı renkte
...
Bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
Gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
Ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
O an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
Gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye.
..
Uzat elini artık, kutla kendini
Götür bir bardak sonsuz suyu ağzına
Bak
Gördün mü, hem de nasıl
Bir gül dönüyor öteki avucunda
..
Acımaktan bir zamansan ki bazan susarsın
Çocuklar büyükler gibi konuşur sefaletten
..
Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.
..
Ötelerde, ama çok ötelerde
Kocaman bir gözyaşıydın ey usta deniz
Konuşuyordun, sözlerini bulamıyordun yalnız.
Öğle Sonu
Titriyor sazan balıkları
Suyun altında
Daha altında suyun saçları kesik
Bir kızın yürüyüşü
Gök bulanık ağlarken.
Kırlangıç tarlaya yaslanmış
Buğday giyinmiş duruyor
Tuğla yüklü bir araba
Geçiyor yoldan
Göğsünde kırlangıcın
Tuğlaların iniltisi.
Öğle sonu yaşlılıktır biraz.
Ha Yanıp Söndü Ha Yanıp Sönmedi Bir Ateş Böceği
I.
Vurdum güneye o zaman
Eski bir su dibi mühendisiyle
Yokluktu olan bir şimdi içinden
Damarlarıma dolan bir şimdi içine
Aktım patlayınca avlular balkonlar açan höyüklerden
Ben. Yüzümde o zambak işareti, eski
Bir benim bir onun bir kimin ikindisi
Vurdum güneye
Üstünü konuşulmamış sözlerle örten.
Bembeyaz alevlerdi kanını yakan bir geminin
Hırslı bir tanrının soluğuyla süslenen
Ve deniz atlarının üstünde
Dizginleri tunçtan gümüşten
Yağmacılardı o gemiye üşüşen
Emiyorlardı armasından sızan son kanı
Öpüyorlardı güvertesinde çırpınan yüreğini
Seviyorlardı şehvetle
Yaldızlar çiviler altınlar
Şaraplar sakızlar amberler saçan bordasını.
Boş durmaz açık deniz, üretir kargaşayı
İlk gelişi gibi yazın
Kanırtır yol kenarlarını, uyarır
Yürekten gözkapaklarına giden ırmağı
Ve değiştirir birden çığlığın anlamını
Geçirir dişlerini kıskaçlarını kumlara
Salar hiç değilse rüzgarını fırtınasını
Evet, der bir balıkçı
Ne saatler işler ne de bir takvim sesi duyulur
Denizle kurulur insan, denizlerden öğrenir yaşını.
Denizle deniz arası ey ıslak vakit
Gördüm içini otlar bürümüş kalenin son kralını
Geçerken mavi gömleğinden, ağzı
Bir ağıttı geçmişe. Anlattı bana
Anlattı Rodoslu bir derebeyinin
Kaç kadının meme uçlarını kesip de bıçakla
Sedef işlemeli bir kutuda sakladığını
Defne yaprakları arasında
Ki zulüm yeşertmemiş ki onun kanını
Sert ve soğuk kanını
Uçsuz bucaksız verimli toprağında
Kıpkızıl bir kayanın hamuruydu şimdi gövdesi
Ve bilir diyordu herkes, bilir Rodos'ta
İnleyen bir kaya olduğunu arasıra
Kuşların konmadığı, yılanların sokulmadığı
Kurtların uzak tuttuğu yavrularını
Bir kaya, tek başına….
Anlattı bütün bunları ayrıntılarıyla, sustu
İnsandan, daha doğrusu bir insan yüreğinden kadehini
Götürdü birden ağzına
Damladı bir damla kan, bu sevgi elçisini
Kutsamak için
Ateşten çarşısına kentin
Bir deniz kırlangıcı kendini yakaraktan geçti.
III.
Bir ilişkiydim içkiydim
Masanın eksik olanına
Türkünün bizsiz gelenine
Ayvanın hamına, balığın olmamışına
İlişkiydim içkiydim
O zeytin dalından eşkıya yazmasına
Ah sinema biletsiz çocuk yaşına
Anımsarsınız, bir şiir vardı, çok geç bitecek
Her şeyin her şeyin her şeyin
Ah her şeyin bir bir olmasına.
Ey yitik deniz senin az çok oğlunum
Kazdımsa ben nereni orda mavi bir ceset buldum
Ey yitik deniz, yitikliğin de denizi
Mil mi çektiler erkek suyuna
Bir yandan bir yana geçer şimdi adamlar
İçi boş bir lokanta kalır ortada
Ben ceketimden kayarım
Durur gözbebeklerim kendi ormanında
Ve salar gölgesini, o soğuk gölgesini durmak.
Biz böyle sıkıldık, ya onlar nasıl sıkılacak
Ya onlar nasıl.
Sensiz bensiz bir sorudur
Temmuzlar kedi yavruları gibi sokulurken ağustosa
Ve ağustoslar eylüle
Bir yol alış duygusudur ki, biliriz
İnsan zamanlardan önce boğulur.
Balkonlar açar çocuk yaşında, yalnızlık kurur
Bir iki ölmeyle bir iki yaşamayla ancak kurtulunur.
Ne kaldı o yükselişlerden. kalan ne
Ey kiremit renkli büyü, güneyin kızgın birimi
Biri öldüyse çok geç
Biri öldüyse çok erken belki
Pınarlar, arıkuşları, ayçiçekleri
Gece
O kadar yalnızım ki birden, gördüm de
Binlerce yıldızıyla bu sonsuz mağaranın içini
Ha yanıp söndü, dedim
Ha yanıp sönmedi bir ateş böceği.
Şahinin Kopardığı Elmas
IV.
Konuşulmaz fırtınada, çünkü ölüm
Katar özünü fırtınaya da
Neyi bekliyoruz böyle neyi
Yendik mi yenik mi düştük yoksa
Bir ufak kuş yukarıda
Sürüyüp duruyor gölgemizi
Çözmüşüz nasıl olsa ipini sandallarımızın da.
VII.
Uzatmışlar ölüsünü kumlara
Mavi yüzlü çocuğun
Unutulmayan maviden
Hiç unutulmayan
İri bir balık asılı durur ağaçta
Dik ve bulanık
Ayrı ayrı yönlerine sonsuzluğun
İkisi de
Eriyen kar sıcaklığında
Ve ufuk
Kurtulmuş tanrıların kucağından
Uçsuz bucaksız bir yolculuğun koynunda
Aydınlığın Dört Bir Yanı'ndan
Selim : Peki, ya biz gelmeden önce
Hep aynı plak mı çalıyordu gene?
Yoksa...
Garson : Siz gelmediniz ki, buradasınız
Öteden beri Kaç gündür buradasınız
Özür dilerim ama, kaç yıldır Burdasınız hep
Baksanıza traş bile olmadım
Traştan geçtim, gömleğimi bile değiştiremedim
Ya giysilerim! nasıl da eskidi bilseniz
Doğrusu yaşlandım da
Ne yalan söyleyeyim, adımı bile unuttum.
Cengiz : Yani bu akşam gelmedik mi biz?
Garson : Hayır!
Cengiz : Desene burda doğduk, ya da
Burda olmamızı bizim
Sahneye koyuyorsun kendince.
Garson : Yok canım, o kadar da değil
Tanımıyorum bile sizi ben
Bildiğim, her zaman burdasınız, yalan mı?
Bir de bir çift geliyor işte, bakın
Tezgahta oturuyorlar şimdi
Belli bir saatte gidiyorlar, onları anlıyorum
Yeniden geliyorlar bir başka akşam
Yeniden gidiyorlar sonra
Bir gidip bir gelmek bütün işleri
Çocukları da oluyor bazan
Adam ölüyor arada bir
Bir kez denizde ölmüştü, bir kez de trafik kazasında
Sizin anlayacağınız bir süre dul kalıyor kadın
Siz deyin on yıl, ben diyeyim yüz yıl
Derken evleniveriyor bir gün, ne denir
Yeniden çocukları oluyor
Adam dönünce işler düzeliyor mu sanki
Elbette
Birlikte gidip geliyorlar gene
Baksanıza yüzlerine, nasıl da durmadan değişiyor
Kimi zaman ikisi de yaşlı
Kimi zaman ikisi de genç
Kimi zaman da biri genç biri yaşlı
Her neyse...
Size gelince... doğrusu tanımıyorum ki sizi
Ne ölmeyi biliyorsunuz, ne ölmemeyi.
(Sessizlik)
Başka bir isteğiniz var mı?
Olursa çağırırsınız beni
Olmazsa çağırmazsınız
Ben işte gidiyorum
Şuraya gidiyorum
Orada duracağım
Çağırırsanız gelirim
Çağırmazsanız gelmem
Bazan çağırmasanız da gelirim
Yıl 1974: Toplumsal olayların gölgesinde Sonrası Kalır yayınlanır. Kirli Ağustos'da artmaya başlayan deniz, su, güneş imgeleri ve güney sayfiye kasaba tasvirleri bu kitapta da devam etmekle birlikte asıl dikkati çeken şey soğuk anlatımın yerini canlılığa bırakıyor olması ki Edip Cansever için alışılmadık bir şey bu. Anlaşılıyor ki toplumsal hareketlenmeler umut alevini harlayan ve mutluluğu ve ölümü daha bir irdeleyen canlı bir ruh hali olarak yansıyor sayfalara. Bu etki işçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz dizesini kurduracak kadar belirgin. Tırnak içinde mutluluğu somutlaştıran diğer bir etmen ise doğa ile diyalektik bir uyumun yakalanması. Nihayetinde sıkıntını, bunaltının; mücadele etmenin, bir ideal uğruna mücadele etmenin yıkıcı ve yapıcı diyalektiği içinde doğan hazzı lehine dağılmaya başladığını belki de nitelik değiştirdiğini görüyoruz.
..
Ben suyun bir dakika durduğu
Durunca boğulduğu bir yerdeyim.
...
Biliyordur ki bir eylemdir yerine göre susmak.
Duvar diplerinde ve sakınaraktan
Bütün paslar kabarıyor bir bir
Ağzın ve dilin ve parmakların pası
Yüreğin ve bilincin
..
Çünkü her şey eskiye kaldı, anılar bile
...
Neden olmasın, yeni yakılan bir sigarayla da anlatılabilir şiir
Apansız bir yolculukla da
Bir karpuzu ikiye bölmekle, bir portakalı dilim dilim ayırmakla
Anlatılabilir.
Ama bizim memleketimizde şir
Yazık ki ölümle anlatılır biraz
Ölümle anlaşılabilir
Olsun, diyeceksin, ne çıkar bundan
Biz hayatı şiirden
Şiiri hayattan özümlemedik mi
...
-Nedir mutluluk
Çam ağacındaki yürek gibi
Köpükli sakız kokusu gibi
Dallardan yapraklardaki kılcal damarlara giden
Ve damarlardan koskoca bir ormanı öpen
İnsandan insanlığa doğru
Olsun ki usul usul
Mutluluk, bizden
...
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.
...
Büyük sular büyük gemileri sever çünkü
İdris'le Konuşma
-İdris, sen ne yapıyorsun kuşların yanında
-İdris'le konuşuyorum
Kuşları okuyorum içimde, ağacın kuşlarını
Yeni pişmiş çilek reçeli gibi kaynayan
Dalların üzerinde
Gemilere dadanan kuşları okuyorum bir de
Göklerde bir başına dolaşan
Görkemle
Büyük denizlerdeki yalnız kuşları
Ve okuyorum yıllardır bütün yalnızlıkları
Okuyorum da
Kuş olsun, insan olsun
Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı
İşte
Suları fiyakayla göğüsleyen yelkovan kuşları
Geçiyorlar martıların peşi sıra
Ve küçük bir evin üst katı martı
Duvarlarından sümbüller akan
Sanki çok öpüşmelik kuşlar bunlar, çok sevişmelik
Ve seninle biz iyi ki
Sevmelerin ustasıyız, güzel şaşkınlıkların
Önce yüreklerimizi alıştırmışız buna, sonra kafalarımızı
Ki bu yüzden içimiz hiçbir zaman yoksul değil
Yoksul olmadı.
Bak
Bu kalın kalın ellerimi soruyordun, bu çürük çürük bakan
gözlerimi
Dokunuyor ellerim gördüğün gibi
Anlıyor dokunduğunu benden önce
Emiyor suyu gözlerimse
Emziriyor güneşi
Ve uçsuz bucaksız bir maviliği yaratıyor onlar
Her gün
Yaratacaklar elbette
Ve sözgelimi ben
Üstünde gökyüzünün
Kum taşıyan mavnalar gibiyim
Kimi zaman kavuniçi, kimi zaman Osmanlı yeşili
Sabahtan akşama kadar seyrederim
Ve derim ki biz
Çok değerli bir yüzük taşının halkasında sıralanmışız
Ana sütü gibi bir aydınlık içinde
Yani şu yeryüzünü bir uçtan bir uca kuşatmışız
Dik tutarak gövdemizi
Umutla
Bazan da yıkılarak kendiliğimizden ya da bir kurşunla
Ve bu hızlı akışa yaşayıp ölmek deriz.
Yaşayıp ölmek, deriz, ne denir daha başka
Denir, çok şeyler denir, biliyorum
Geçecektir hayatımıza mutlaka
Çok inandığımız bir şeyin çocukluğu
Sonra gençliği, sonra oturmuşluğu
Sonra hayat hayat gibi olacaktır.
Bakma sen, kuşlar bir uçumluktur ne de olsa
Denizler bir fırtınalık görkemli
Bizse kendimizi insan olarak
Bir tohum gibi dikmişiz sonsuzluğa.
Mendilimde Kan Sesleri
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konya'nın beyaz
Antep'in kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben -
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler; cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler; eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
Ölü mü Denir
Ölü mü denir şimdi onlara
Durmuş kalbleri çoktan
Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir peki
En büyük limanlara demirlemiş
En büyük gemiler gibi
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir şimdi onlara.
Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı
Suratları gergin
Bir savaş alanına benziyor suratları
Dudakları nemli
Son defa kendi etini öpüp
Yani son defa gerçek bir insan etini
Hazla kapanmışlar öyle
Geçirmiyor gövdeleri soğuğu
Geçirmiyor sıcağı da
Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları
Akıyorlar sonsuza
Ölü mü denir şimdi onlara.
Kimse hüzünlü olmasın
Sırası değil hüznün daha
Bir gün bir şehrin alanında
Bir mermer yığınının gözlerine
Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı
Hüzünlensin yaşayanlar o zaman
Sırası değil hüznün daha.
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.
Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık
O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.
Ölü mü denir
Ölü mü denir şimdi onlara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder