...
Nesnelliğin, olayların algılandığı süreçlerden etkilenmeyen özerk bir varlığa sahip olduğu düşünülmüştür. Bir hakikat temeli kurabilmek için, zihnin bilinen şey her ne olursa olsun ondan ayrı olmasına bağlı olarak nesnellik öznelliğin etkisinden kurtarılmıştır. Bu ayrım düalizmin merkezi noktasını teşkil eder. İnsana bulaşmamış bilgi mevcuttur. Bu görüşlere yani düalizme itiraz ise postmodernizmin en başta gelen temel özelliklerindendir. İnsana bulaştığı için bilgi kavranılır olur. Bilgi ve yorumun içselliğinden dolayı, hakikat belirsiz bir varoluşa sahiptir. Sezilebilir bir şeydir. Bu bakımdan hakikat bir tecrübedir.
Pozitif bilim olgu olma durumunun insani yanının önemini yok ettiği için, Heidegger varlığın dil kullanımıyla oluşturulan bir açık alanda ikamet ettiğini öne sürdü. Sonuçta dilin "Varlık'ın evi" olduğunu ilan etti. Dilde duran varlık, daima çeşitli konuşma nüanslarına göre değişiklik gösterir. O nedenle, Hölderlin'den ödünç alarak Heidegger 'bu yeryüzünde insanın şiirsel yaşadığını' yazdı. Dilin kullanım yoluyla, insan hayatını oluşturan fırsatlar hem neşe hem de hüzün saçar. Dünya temsil edilemez; yalnızca dil vasıtasıyla var olması gerçekleştirilir.Dolayısıyla postmodernistlere göre çok daha köklü okuma, metne dayalıdır ve dünya inşa etmektir. Bir olay okunduğu her durumda, kimliği dille takviye edilmiş olmalıdır. O nedenle postmodernistler Varlık'ın özünün arayışı içinde değildirler. Dilin etkisinden de asla sakınılamaz. Bunun nedeni, sembollerin dünya özerkmişçesine olguları işaret etmemesi, göstermemesi ve olguların yerine geçmemesidir. Konuşma kendi kendisini temsil eden bir şeydir. Yani yalnızca dolaylı şekilde veya konuşma kalıplarındaki değişmelere göre hakikate yaklaşılabilir. Bu nedenle Derrida 'herhangi bir merkez veya mutlak demirleme noktası olmaksızın sadece kontekstler vardır' diye yazar. Diğer yandan Merleau-Ponty gösterenin fazlalığından dolayı insanların her durumda niyet ettiklerinden daha az şey söylediklerinden yakınır. Mantığın aksiyomları bile, aldıkları dilsel mirası reddedemez ve bu nedenle asla nihai ve sabit bir duruma ulaşamazlar.
Heidegger'ın ontolojisinin genel hamlesi, nesnelerin dilbilimsel olarak kaydedilen kimlikleri dışında bir özlerinin bulunmadığıdır. Sartre, bu noktayı şu ünlü ifadesiyle dile getirmiştir: 'Varoluş özden önce gelir'. Bununla birlikte Roland Barthes, Jacques Derrida, Paul de Man ve Michel Foucault'ya göre Heidegger'ın Varlık incelemesi yeterince radikal değildir. Bu yazarlar, dilin Varlık için bir kanal değil, gerçekliğin kaynağı olduğuna inanırlar...Sözün gelişi Derrida, 'metin dışında hiç bir şey yoktur' dediğinde bu iki kola ayrılmayı yıkmaya teşebbüs etmektedir. Dil, daha yüksek bir gerçekliğin yerine ikame edilmekten çok, bütün anlamın kaynağıdır. Keza Jacques Lacan da, düşüncesindeki bu değişmeyi onaylar ve hakikatın gerçeklikten değil dilden çıkarılacağını öne sürer.
Bilimsel başlık altında olgusal bilginin bireysel bilincin dışında bağımsız bir varlığa sahip olduğunu savunan pozitivizme karşı olgulara inanmanın yanlışlığını vurgulayıp yalnızca yorumların varlığını vurgulayan postmodernizmin, pozivitizm ile uyuşmayacağı da aşikardır. Akılcılık evrensellik gibi öğeleriyle birlikte, postmodernistler tarafından mekanik mantık kavrayışının bir parçası olarak sorgulanır.
Gerçeklik önemli ölçüde dilsel bir alışkanlıktır.
Kişilerin eyleme geçmesi toplumsal ve psikolojik dürtülerle olmaz. Gerçekte insani niyetler çok önemlidir. Eylem uyarımı çnceler, motivasyon uyarımdan önce vardır. Motivasyon da toplumsal inşa edilir. Praksis varlığı olarak insanın kişiliği belirlenemezdir, bu yüzden de postmodernistler keşfedilemeyeceğini öne sürdükleri kişilikle ilgilenmezler. Bununla bağlantılı olarak toplum kolektif bilinçten çok kollektif praksisden oluşuyor olarak değerlendirilir.Düzen ve söylem, postmodernizmin bel kemiğini oluşturan kavramlardandır. Diğer radikal düşüncelerden farklı olarak sınıf ilişkileri gibi sistemlerin baskıya değil mutlak sayılan söylem oluşumlarına yol açacağını savunurlar. Dolayısıyla iktidar da kişiler arasında gerçekleşen ve baskıya sebep olabilecek söylemler yoluyla kanunlaştırılır. Bu noktada hakim anlamlar, normallik-anormallik gibi ayrımların gücü ortaya çıkar. Zira delilik gibi mefhumlar postmodernizmin en çok ilgilendiği alanlardan biridir. Postmodernistler, bu tarz farklı düşünen insanların kurumlara kapatılmak yerine cemaat vasıtasıyla toplum içinde dostlarıyla diyalog içinde yaşayabileceklerini öne sürer. Dil ve gerçeklik arasındaki ilişki hatırlanacak olursa, tedavinin kaynağının da iletişimin zenginleştirilmesinde yatıyor olduğu şaşırtmayacaktır.
Temel moral ilke ötekinin entegrasyonunun - ötekinin veya ötekinin farklılığının - bütün zamanlar için garantiye alınması gerektiğidir. Derrida 'ötekinin varlığı bulunmaksızın etik olamaz' der. Levinas, içinde kişilerin birbirleriyle indirgemeci olmayan bir tarzda yüz yüze geldikleri metafiziksiz bir ontoloji diye atıfta buna bulunur. Bireyler, kendi başlarına değerli olarak görülürler, tanrı ya da devletçe buyurulan bir başka amacın araçları olarak görülmezler. Toplum bir bütünü şekillendirir, fakat insanların işlerini nasıl yürütmeleri gerektiğini dikte eden bir bütünü değil. Gerçekten Lyotard, başkalarınca oynanan dil oyunlarını bozanları terörist diye damgalar...Postmodernizmin eleştirmenleri bu felsefeye hem Tanrı'nın hem de insanın temelinin yıkıldığı suçlamasında bulunurken, haklıdırlar. Yine de düzen bir kenara atılmaz; atılan yalnızca toplumsal düzenlemeleri meşrulaştırmak üzere elde tutulan 'sui generis gerçeklik'tir. Bir anlamda postmodernistler sözleşme teorisini radikalleştirirler. Belirli adetlere ilaveten, normlarla ilgili tartışmaların içinde gerçekleştiği bütün bir çerçeveyi gözden geçirirler. Bu nedenle toplumun varlığını idamesinin temeli esnek dil oyunları şebekeleridir.
Zeka doğal bir durum değil, toplumsal bir inşadır.
Kapitalist sistemde bir işçinin aldığı ücret, üretim araçları sahiplerinin üstlenmek zorunda kaldıkları bir başka bedeldir. Yalnızca o nedenle kapitalistler bu bedeli sürekli, mümkün mertebe düşük tutmaya çalışırlar. Bu amaca ulaşmanın en iyi yöntemi işçileri, üretim süreci içinde ücret taleplerini yumuşatmaları için, arızi olduklarına ikna etmektir. Bundan dolayı, genellikle işçiler akılsız, ruhsuz, zevklerini ertlemeye yeteneksiz, işyerinin yönetimi konusundaki sorunlara ilgisiz kişiler olarak resmedilir. Bu kampanyanın amacı işçileri, işlerinin çok az hüner gerektirdiğini ve hemen herkesçe yapılabileceğini göstererek alçaltmaktır. O nedenle işçiler, yalnızca ekonomik faktörle alçaltılmazlar; sembolizmle de alçaltılırlar. Bu bakımdan dilin tekelleştirilmesi totalitarizme yol açar.Bu sömürü ilişkisini emniyete almanın en iyi yolu, işçileri hayat şartları konusunda herhangi bir iyileşme olmayacağı konusunda ikna ederek, meydan okumalarını engellemektir. Bu nedenle kapitalizm mümkün olan sistemler içinde en iyisidir yargısının zihinlere kazınmış olması tesadüf değildir.
Postmodernistler insanların hayatlarının sorumluluğunu taşımalarını ister.
7,50
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder