Konuştuğu gibi dağınık bir şekilde yazan Jijek, Marx ya da Freud sözkonusu olunca teoride kendini biraz kaybetse de bu zaafını renkli anlatım tekniği ve dobralığı ile kolayca dengeliyor. Ve çift tuğla kalınlığındaki bu kitap su gibi akıp gidiyor. Ortodokslar tarafından liberal olarak suçlanmayı takmazcasına polemiklerini kendisine yakın görüşler savunan Badiou örneğin ya da daha sağ ve liberal isimler ile gerçekleştiriyor kitabın sayfalarında. Dolayısıyla göğsünü gere gere komünizmin gerekliliğinden, Komünizm Fikri'nden dem vuruyor, hem de gayet iradi özelliğin altını çizerek. (Buralarda Mao'nun deyişlerini alıntılamak şart oluyor) Tabi sadece Lenin'i değil Marx'ı da yeniden düşünen bir ideoloji söz konusu olan. Farklılıklar üzerine düşen diyalog neyse ki orada kalmıyor ve nihayetinde ahir zamanların son süper star filozofu görüşlerini de öğretme fırsatını sunuyor. Hegelci materyalizm ve Lacancı terimlerin yoğunluğu sebebiyle Marksist Hegelist Lacanist (MHL) gibi bir tanımlama yapmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Negri de Marksist Spinozist Foucaultist oluyor bu durumda MSF.
Ölümcül bir hastalık karşısında insanın geçirdiği psikolojik safhalardan esinlenerek kitabını İnkar: Liberal Ütopya, Öfke:Teolojik-Siyasinin Güncelliği, Pazarlık:Siyasal İktisadın Eleştirisinin Dönüşü, Depresyon: Nöronal Travma ya da Proleter Cogito'nun Yükselişi ve Kabul:Yeniden Kazanılan Dava altbaşlıkları altında derliyor. Bu kitabın bağlaçlarla bağlı bir özetini çıkarmaktan ziyade yine en sevdiğim yolu izlemeyi tercih edeceğim. Altını çizdiğim, dikkatimi çeken, bununla kalmayıp tezini anlamayı sağlayacak kilit paragrafları olduğu gibi almak (Kısa bir not: kendi görüşlerimi aktarmaktan kaçınacağım için sadece bir düşüncemi, en göze çarpan gözlemi belirtip geçeceğim; eklektik bir pragmatizme fazlasıyla kaydığından dolayı kendi içinde çelişkiye yaklaştığı konuların mevcudiyeti -hem çoğunluğa uzun vadede güvenilmeli deyip Gaulle örneğinde çoğunluğun düşüncelerini iradi bir şekilde ezmenin haklılığını belirtmesi, ilk aklıma gelen örnek, STKların yaptıklarını küçümsemeyelim ama yaptıkları kapitalizmi güçlendiren ve kitlelerin vicdanını rahatlatan şeyler demesi de ikincisi, aslında apaçık çelişki değiller , ancak siyah-beyaz, 1li 0lı düşünce geleneğimizi sarsan veriler olduğu için içimizi daraltıyor bu tarz bildiriler):
Yasanın düzenleme gücü esasen dolaysız yasaklarında, eylemlerimizin izin verilenler ve yasaklananlar olarak ikiye ayrılmasında değil, tam da yasaklamaların ihlalinin düzenlenişinde yatar. Yasa temel yasakların çiğnendiğini sessizce kabul eder (ve hatta bizi alttan alta bu yasakları çiğnemeyi çağırır) ve kendimizi suçlu hisseder hissetmez yasağı düzenlenmiş bir şekilde ihlal ederek ihlali yasayla nasıl uzlaştırabileceğimizi söyler.
Küreselleşmenin yerel gelenekleri tehdit ettiği, farklılıkları düzleştirdiği fikrine de .. karşı çıkmak gerekir. Küreselleşme gelenekleri bazen tehdit eder, fakat çoğu zaman da onları canlı tutar, canlı değilse bile canlandırır ve hatta zamanında başka koşullarda ortaya çıkmış olanlarını farklı koşullara uyarlar.
Modern müsamahakar, seküler, bencil vs toplumda mücadele ettikleri yozlaşma en başından beri vardı zaten. Bunu Zen Budizmiyle karşılaştırabiliriz. Zen'in Batılı Yeni Çağ imgesinde bir rahatlama tekniğine indirgendiğini ve bunun hakiki Japon Zen'ine ihanet olduğunu düşünenler, Batılılaştırılmış Zen'de olmasından üzüntü duydukları özelliklerin hakiki Japon Zen'inde zaten var olduğunu unutuyorlar. İkinci Dünya Savaşından hemen sonra Japon Zen Budistleri işletmeciler için Zen kursları düzenlemeye başlamıştı. Zaten bu Budistlerin çoğu savaş sırasında da Japon militarizmine arka çıkmıştı.
Gerçek bir eylem, belirli bir duruma yapılan stratejik bir müdahaleden ibaret değildir. o durum kendi koşullarıyla sınırlanmıştır zira. Gerçek bir eylem, geri dönüşlü olarak kendi koşullarını yaratır.
Geleneksel olarak liberalizmin her temel biçimi ister istemez bir diğerinin karşıtı olarak belirir. Liberal çokkültürcü hoşgörü savunucuları genel olarak iktisadi liberalizme karşı çıkar ve korunmasız olanları sınır tanımayan piyasa güçlerinden korumaya çalışır, serbest piyasa taraftarı liberaller ise genel olarak muhafazakar aile değerleri vb ni savunur. Dolayısıyla karşımızda ikili bir paradoks durmaktadır...Bugünse her iki veçhenin birleşebileceği yeni bir çağa giriyor gibiyiz. Örneğin Bill Gates gibi kişiler kendilerini hem radikal piyasacı hem de çokkültürcü insancıllar gibi gösteriyor...Liberal vizyonun merkezinde anti-ideolojik ve anti-ütopik bir tavır vardır. Kendisini kötünün iyisi siyaseti olarak görür liberalizm ve amacı da mümkün olabilecek en az kötü toplumu oluşturmak ve böylelikle daha büyük bir kötülüğün önüne geçmektir.
Çokkültürcülüğün hegemonik olduğunu söylerken, toplumsal ilişkilerin hakim biçiminin gerçekliğini tasvir ettiğini değil, bir ideoloji olarak hegemonik olduğunu kastediyorum sadece-çokkültürcülüğü bu kadar hararetle eleştirmem de bundandır. Ahmed 'çokkültürcülük çeşitli ırkçılık, şiddet, eşitsizlik biçimlerini gizleyen bir fantazidir' diyor; buna ekleyebileceğim tek şey var: Bu aslında her hegemonik ideoloji için geçerlidir....medeni ırkçılığın gerçekliği ancak ırkçılık karşıtı çokkültürcülük yanılsaması sayesinde işlerlik kazanabilir...hoşgörü terimi manidardır:İnsan onaylamadığı, ama ortadan kaldıramadığı bir şeyi hoş görür...Ahmed'in liberal hoşgörünün temelinde tekkültürlülüğün yani 'bizim gibi olun, Britanyalı olun!' buyruğunun yattığı varsayımına ise katılmıyorum. Tam aksine söz konusu olanın bir tür kültürel apartheid olduğunu iddia ediyorum: Başkaları bize çok yaklaşmamalı, kendi hayat tarzımızı korumalıyız.
Ya hakiki çokkültürcülük ya da evrensel talepten toptan vazgeçmek. Her iki çözüm de yanlıştır, bunun tek sebebi birbirinden hiç de farklı olmamaları, bilakis nihayetinde uyuşmalarıdır. Hakiki çokkültürcülük, her kültürün kendi kimliğini savunmasını sağlayan tarafsız bir evrensel hukuki çerçeve ütopyası olurdu. Yapılması gereken şey, alanın tümünü değiştirmek, bütünüyle farklı bir Evrensel'i yani belirli cemaatler arasında vuku bulmaktan ziyade, her cemaati içeriden bölen ve böylelikle cemaatler arasındaki kültür-ötesi bağın ortak bir mücadele için kullanılmasını mümkün kılan antagonistik mücadeleyi devreye sokmaktır.
(Hollandalı gayler ve Müslüman göçmenler arsasındaki) gerilim çokkültürcü bir hoşgörü ve anlayışla değil, her iki cemaati de çaprazlamasına keserek bölen ama her iki safta bir kenara atılmışları birleştiren bir evrensellik adına verilen ortak bir mücadele sayesinde çözülebilir.
Steve Weinberg'in şu iddiasına kulak vermemiz daha iyi olacak: Din olmasa, iyi insanlar iyi şeyler yapar ve kötü insanlar da kötü şeyler, ama iyi insanlara kötü şeyleri ancak din yaptırabilir.
Hepinizi seviyorum şeklindeki tümel önerme, ancak 'nefret ettiğim en az bir kişi var'sa fiili varlık düzeyine ulaşır.İnsanlığa duyulan tümel aşkın her zaman (reel) istisnaya yani insanlığın düşmanlarına karşı vahşi bir nefret duyulmasına yol açmış olması bu tezi fazlasıyla doğrulamaktadır...Aşk tümel bir kayıtsızlıktan doğarken, nefret tümel aşktan doğar.
Gerçek'in imkansızlığı, simgeseleştirilmesinde yaşanan başarızlığa göndermede bulunur. Gerçek, simgeselleştirmelerin etrafında dalgalanıp durduğu sanal sert çekirdektir: sözkonusu simgeselleştirmeler daima ve tanım itibariyle geçici ve istikrarsızdır; tek kesinlik, bunların varsaydığı/ortaya koyduğu Gerçeğin boşluğunun kesinliğidir.
..öbür yanağını çevirme jesti, teslimiyetçi bir direnmeme maskesinin ardında, gayet cüretkar bir biçimde ötekini bana dengi gibi, dengi olarak savunma ve saldırıyla karşılık verme hakkı olan dengi biri gibi davranmaya zorlar.
Antisemitizm bizzatihi ideoloji, hatta tüm ideolojilerin anasıdır...Lacan'ın 1+1+a şeklindeki formülünü en iyi örnekleyen sınıf mücadelesidir: iki sınıf, artı Yahudi fazlası, yani objet a, antagonist ikilinin tamamlayıcı unsuru. Bu tamamlayıcı unsurun ikili bir işlevi vardır: Sınıf antagonizmasının fetişist inkarıdır: fakat tam da böyle olduğu için, bu antagonizmayı temsil ederek sınıf barışına devamlı mani olur. Bir başka deyişle elimizde sadece iki sınıf (yani ilavesiz bir 1+1) olsa, o zaman saf sınıf antagonizması değil, tam tersine, sınıf barışı elde ederdik: birbirini tamamlayıp uyumlu bir bütün oluşturan iki sınıf. İşin paradoksal tarafı sınıf mücadelesinin saflığını belirsizleştiren ya da yerinden eden unsurun, bu mücadelenin itici gücü işlevi görmesidir. Toplumsal hayatta asla sadece iki karşıt sınıfın olmadığını söyleyerek Marksizmi eleştirenler, meselenin özünü idrak edemiyor: tam da asla sadece iki karşıt sınıf olmadığı için sınıf mücadelesi vardır....Örneğin bugün, hakiki antagonizma liberal çokkültürcülük ile fundemantalizm arasında değil, onların birbirine karşıt oldukları alanın kendisi ile dışlanmış Üçüncü (radikal özgürleşmeci siyaset) arasındadır.
İsrail Devletinin şiddeti dışındaki şiddetin kınanması, esas sorun olan devlet şiddetini örter: yasadışı yerleşimlerin kınanması yasal olan yerleşimlerin yasadışılığını örter. İsrail'deki dürüstlüğü pek methedilen yüksek mahkemenin ikiyüzlülüğü işte bu noktada açığa çıkar: Arada bir mülklerinden edilmiş Filistinliler lehine hüküm vererek, onların evlerinden tahliye edilmelerinin yasadışı olduğunu beyan etmek suretiyle geriye kalan vakaların büyük çoğunluğunun yasallığını teminat altına almaktadır.İsrail ile Batı Şeria'nın içinde bulunduğu gerçekliğe bakıldığında ortada tek bir devletin olduğu (yani tüm toprakların tek egemen güç olan İsrail Devleti tarafından fiilen kontrol altında tutulduğu) görülecektir. Bu devlet iç sınırlarla bölünmüştür, o yüzden yapılması gereken şey mevcut apartheidi kaldırıp onu seküler bir demokratik devlete dönüştürmektir.
Avrupa'nın iktidar olmasına yönelik heves bir anakronizmden ibarettir aslında. Varlığı bizzatihi iktidar siyasetinin reddine dayanan postmodern Avrupa'nın idealleriyle uyuşmayan atacı bir itkidir bu. Avrupa'nın yeni Kantçı düzeni ancak eski Hobbesçu düzenin kuralları çerçevesinde uygulanan Amerikan iktidarı şemsiyesi altında gelişebilirdi. Amerikan iktidarı, Avrupalıların iktiadrın artık önemli olmadığına inanmasını mümkün kıldı.Avrupalıların çoğu şu büyük paradoksu idrak etmiyor: Tarih-sonrası geçişleri, ABDnin aynı geçişi yapmamasına dayanıyordu. Avrupa'nın kendi cennetini muhafaza etmeye ve bu cennetin ahlaki bilinç kuralını henüz kabul etmemiş bir güç tarafından - gerek manevi gerekse de fiziksel olarak- istila edilmesini önlemeye yönelik bir iradesi veya gücü olmadığı için, Amerika'nın dünyada ala iktidar siyasetine inananları caydırmak ya da mağlup etmek için askeri gücünü kullanmaya gönüllü olmasına dayanıyordu.
Avrupa uluslararası ilişkilerde postmodern iken, tek tek Avrupa devletleri kendi içlerinde ABDden çok daha modern kalıyor, ABD ise uluslararası ilişkilerde bir modern ulusdevlet olarak hareket ederken ülkeiçi toplumsal iktisadi ve kültürel düzenlenişinde çok daha postmodern ( çokkültürcülük ve zayıflayan ulusal birlik hissi, hedonoizm ideolojisi vb) ... Yani ya Amerikan tarzı medeniyeti ya da yükselen Çin'in otoriterkapitalist biçimini tercih edebileceğimiz bir dünyada yaşamak ister miyiz? Eğer cevabınız hayırsa geriye kalan tek alternatif Avrupa'dır...Evet, Hitler iktidara (tam anlamıyla olmasa da) demokratik yollarla gelmiştir, yine de uzun vadede tüm dalgalanmalara ve kafa karışıklıklarına rağmen çoğunluğa güvenmek gerekir. Demokrasiyi canlı tutan şey bu iddiadır.
Badiou iktisadı salt 'durum'un (verili dünyanın yahut şeylerin ahvalinin) parçası olarak görüp bir kenara atmasının temelinde onu yurttaş-burjuva ikiliğine hapseden Rousseaucu-Jakoben yönelimi yatar..Komünizm Fikri'ni siyasi-eşitlikçi bir tasarıya indirgemek zorunda kalır.
Varlık'ın düzeninde , ötesinde farklı bir Olay düzeninin başladığı bir sınıra varamayız. Bu nedenle, kendimizi Devlet'in yozlaşmış düzeninden bütünüyle çıkarmanın bir yolu yoktur (buna lüzum da yoktur): Yapmamız gereken tek şey ona bir kırılma daha ilave etmek, içine Olay'a olan sadakatimizi kazımaktır. Böylece Devlet'in içinde kalır, fakat Devlet'i devletçi olmayan bir şekilde işler hale getiririz...Demek ki sınıf mücadelesi toplumsal gerçeklikteki belirli faillerin arasında süren bir çatışmaya indirgenemez. (Ayrıntılı bir toplumsal çözümlemeyle tasvir edilebilen) failler arasında farklılık değil, bu failleri meydana getiren antagonizma, yani bir 'mücadele'dir. Nitekim Marksist nesnelcilik iki kez kırılmalıdır: gerek meta biçimin öznel-nesnel a priorisine, gerekse de sınıf mücadelesinin nesnel ötesi antagonizmasına binaen. Asıl görev bu iki boyutu bir arada düşünmektir: toplumsal bütünlüğün işleyiş tarzı olarak meta biçiminin aşkın mantığı ve özneleşme noktası olarak, toplumsal gerçekliği boydan boya kesen antagonizma olarak sınıf mücadelesi.
Kapitalizmle birlikte kişisel özgürlük ve eşitliğe kavuşuruz. Açık bir toplumsal tahakküme lüzum yoktur, zira tahakküm üretim sürecinin yapısında örtük olarak zaten bulunur...işçilere kapitalistlere sattıkları metanın tam değeri ödenmiyor değildir. Sömürünün nedeni bir meta olarak emek gücünün, kendi ederinden daha fazla değer üretmek gibi paradoksal bir nitelik taşımasıdır.
Microsoft'un kazanmasının sebebi en iyi yazılıma sahip olması değil, kendisini kendi alanında standart olarak benimsetmeyi başarmış olmasıdır. Bir ürünün kendisini kendi alanında standart olarak benimsetebilmesi için pek çok işin yapılması gerekir ki bu işler de sözkonusu ürünün bünyevi niteliklerinden ziyade pazarlaması ve dağıtımıyla alakalıdır.
Tinsel töz olarak Tin, bir töz, kendisini ancak içindeki öznelerin aralıksız faaliyeti sayesinde var eden bir Kendinde-Şey'dir. Örneğin bir ulus ancak mensupları kendilerini bu ulusun mensupları sayıp bu doğrultuda hareket ettikleri sürece vardır; bu faaliyet dışında, kesinlikle hiç bir içeriği, hiç bir tözel tutarlılığı yoktur...Tin'in kendi kendine yabancılaşmasından önce hiç bir benliğin olmamasıdır. Yabancılaşma sürecinin kendisi, Tin'in yabancılaştığı ve ardından geri döndüğü benliği yaratır/üretir. Tin'in kendine yabancılaşması ile Tin'in Ötekisi'ne (doğaya) yabancılaşması aynıdır. Çünkü Tin kendisini, doğal Ötekiliğine dalmışlığından kendine dönmesi sayesinde oluşturur. Bir başka deyişle, Tin'in kendine dönüşü tam da döndüğü boyutu yaratır...Özne kendisini bir gösterge zinciri içine eklemlemeye çalışır, bu eklemleme çabası başarısız olur ve bu başarısızlık sayesinde özne gün yüzüne çıkar. özne kendi göstergesel temsilinde yaşadığı başarısızlıktır...Devrimci eylemin faili, bir şeyi yaparken ne yaptığını bilen o Lukascçı töz-özne olmaktan çıkar.
Altın musluk hayalleri kuranlar, çoğunlukla, yoksul insanlardır: zenginlerse evdeki her eşyanın basit bir işlevi olsun ister.
Bazen şeyin kendisi, kendi maskesi işlevi görebilir-toplumsal antagonizmaları örtbas etmenin en etkili yolu, onları açıkca sergilemekten geçer.
Karşımızda gerçek eşitliğe duyulan bir özlem değil, düzgün bir görünüm özlemi vardır.
..İki karşıt cevaptan bahsedilebilir. Deleuze ile Guattari'ninki Marksist bir cevaptır: Kapitalizm çokluğun üretkenliğini serbest bırakan bir yersiz yurtsuzlaştırma gücü olsa bile bu üretkenlik yeni bir yeniden yersiz yurtsuzlaştırmanın, tüm süreci çitleyen kapitalist kar çerçevesinin sınırları içinde kalır., ancak komünizmde çokluğun göçebe üretkenliği tam anlamıyla serbest kılınabilir. 68 sonrası kapitalizmin yeni zihniyetini savunanların cevabı ise tam tersidir: Onlara göre, toplumsal hayatı düzenleyen tek fail olarak Parti-devlet'in bütünleştirici-temsilci mantığına takılıp kalmış Marksizmin kendisidir; bugün, göçebe moleküler üretkenliğin tek etkili gücü kapitalizmdir. İşin paradoksal yanı, ikinci cevapta daha fazla hakikat olduğunu kabul etmemiz gerekir. Deleuze ile Guattari kapitalist çerçeveyi tam anlamıyla salıverilmiş üretkenliğin önündeki bir engel olarak tasavvur etmekte haklı olsalar da, Marx'ın düştüğü hataya düşüp engelin şeyin pozitif bir koşulu olduğunu ve o engeli ortadan kaldırmakla engellenen üretkenliği de paradoksal bir şekilde kaybettiğimizi görmüyorlar.
Özgürleşmeci siyasetin modernliğin evrenselci/seküler tasarısına sadık kalması son derece önemlidir.
Modernleşmenin evrenselliği ile tikel yaşam dünyalarının normalleştirilmiş biraradalığı postmodernliği tanımlayan özelliklerden biri değil midir? Pek çok gözlemcinin belirttiği gibi Postmodernlik modernliğin aşılmış değil gerçekleşmiş halidir. Post modern evrende, modern-öncesi artıklar tamamen sekülerleşmiş bir modernleşmeye doğru ilerleme sürecinde aşılacak engeller olmaktan çıkmış ve hiç bir soruna mahal vermeden çokkültürlü küresel evrene dahil edilecek şeylere dönüşmüştür-tüm gelenekler hayattadır, ama dolayımlanmış, doğallıktan çıkmış bir biçimde, yani sahici yaşama şekilleri olarak değil, özgürce tercih edilmiş yaşam tarzları olarak. Postmodernliğin marifeti burada yatar: Hintli programcı geleneksel ritüellerini icra edebilir ve bu pratikler yoluyla sahici yaşam dünyasıyla temasta kaldığına inanabilir, ama bu ritüellerin kendisi çoktan dolayımlanıp küresel kapitalizme dahil edilmiş ve küresel kapitalizmin pürüzsüz işleyişini mümkün hale getirmiştir... Peki ya varolmayan , yani evrenselliklerin daima çoktan katettiği, kapıp içine kattığı şey aslında kendi tikel kimliğimizse? bugünün küresel uygarlığında, zannettiğimizden daha evrenselsek ve asıl tikel kimliğimiz kırılgan bir ideolojik fantaziden ibaretse?..Küresel kapitalizmin tikel yaşamdünyalarını aşındırıp yok ettiği yolundaki genelgeçer şikayetekarşı şu cevabı vermek gerekir: Bu gibi yaşamdünyaları daima bir tür tahakküm ve baskıya dayanır, öyle ya da böyle gizli antagonizmaları hasıraltı eder, burada belirmekte olan her tür özgürleşmeci evrenselli kendi tikel dünyalarında doğru düzgün yerleri olmayanların evrenselliğidir.
Sağ'ın gitgide daha açık bir şekilde kabalaştığı günümüzde, basit edep adap kurallarına yeniden can vermek belki de Sol'a düşen bir görev. ...İktidardakiler kendileriyle devamlı dalga geçmekte ve iktidar da tıkır tıkır işlemeye devam etmektedir. Yapılması gereken şey yeni bir etik töze değil, medeniliğe can vermektir.
ABDnin 2003te Irak'ı işgal etmesine karşı yapılan büyük protestolar, iktidar ile savaş karşıtı protestocular arasındaki ortakyaşar hatta asalakça denebilecek tuhaf ilişkinin bir örneğiydi. Paradoksal sonuç, her iki tarafın da tatmin olmasıydı. Protestocular güzel ruhlarını kurtarmış, hükümetin Irak politikasıyla uyuşmadıklarını göstermiş, iktidardakilerse bunu sakince kabul etmiş hatta bundan nemalanmıştı: Protestolar çoktan karar verilmiş Irak işgalini önlemek namına hiç bir şey yapamadığı gibi paradoksal bir şekilde işgalin bir başka açıdan meşrulaştırılmasına bile sebep olmuştu. George Bush Londra ziyaretine karşı yapılan kitlesel eylemelre verdiği tepkiyle bu meşrulaştırmayu en iyi iekilde dile getirmişti: Bakın, işte biz bunun için savaşıyoruz, burada insanlar ne yapıyorsa, yani hükümetlerinin politikalarına nasıl karşı gelebiliyorsa, aynısı Irak'ta da mümkün olsun diye! ... Öyle görünüyor ki elimizdeki tek alternatif bundan birkaç sene önce Fransa'nın banliyölerinde patlak veren türden şiddetli isyanlar, yani 68 sonrasında oluşan Solcu terörist örgütlerden birinin adıyla söylersek l'action directe (doğrudan eylem) [çevirmen dipnot koymamış ama 70-80lerde Fransa'da faal RAF'a öykünen biraz daha otonom çizgiye yakın ve daha zayıf terör örgütünün ismiyle alaka kuruyor Jijek]. İhtiyacımız lan şey adlı adınca eylemin kendisi, yani büyük Öteki'nin ( hegemonik toplumsal bağın) altını oyup koordinatlarını yeniden düzenleyebilecek simgesel bir müdahale.
..yani küresel ısınma sayesinde artık Grönland'da daha çok sebze yetiştirilmesinin ekolojik farkındalıktaki artışla ilişkilendirilmesine dayanır. Bu gibi, fenomenler Şok Doktrini adlı kitabında , küresel kapitalizmin eski toplumsal kısıtlamaları bertaraf edip ileride açılacak beyaz sayfaya kendi gündemini dayatmak üzere felaketlerden nemalandığını anlatan Naomi Klein'in haklı olduğunu gösteren bir başka örnek değil de nedir? Belki de ilerideki ekolojik krizler, kapitalizmin altını oymak şöyle dursun, onu en çok canlandıran şeyler olma işlevini görecektir...Evrensel antagonizma (hayat için gerekli koşulların tehdit altındaki parametreleri) ile tikel antagonizma (kapitalizmin çıkmazı) arasındaki ilişkide, esas mücadelenin tikel mücadele olduğunu kabul etmek zorundayız. Evrensel sorun (yani insan türünün hayatta kalma sorunu) ancak önce tikel çıkmaz, yani kapitalist üretim tarzı ortadan kaldırılırsa çözülebilir.
Esas mesele elimizde doğru dürüst bir tercih yapmamızı sağlayacak türden bilgiler olmadan tercihte bulunmaya zorlanmamızdır -daha doğrusu, bizi hareket edemez duruma düşşüren şey henüz yeterince bilgi sahibi olmamamız değil, bilakis fazlasıyla bilgi sahibi oluşumuz; ama tutarlı bir bütün oluşturmayan bu bilgi yığınıyla ne yapacağımızı bilemez oluşumuz, bu bilgileri Ana Gösteren'e nasıl tabi kılabileceğimizi bilmememizdir.
Kitlesel performanslar özleri itibariyle faşist değildir, ahtta Sol ya da Sağ tarafından sahiplenilmeyi bekleyen tarafsız pratikler de değildir. Nazizm bunları asıl kökeninden, işçi hareketinden çalmıştır...Toplumsal bünyeyle toptan bütünleşme halini; iyi kalpli liberallerin hepsini tüm o 'totaliter' yoğunluğuyla afallatacak, ritüeli andıran ortak bir toplumsal performans içinde olma pratiğini utanıp sıkılmadan olumlamalıyız...Eleştirel bireyselliğin çözülerek disiplin içindeki kollektife akması Dionysosçu tekbiçimliliğe yol açmaz; bilakis zemini temizler ve sahici kendine özgülüklerin oluşmasına olanak sağlar...Ayin değişimin önündeki bir engel olmak şöyle dursun, anlamın yeni şekillerde icat edilmesini gerektiren gösterge ise anlam-sızı var ettiği sürece köklü değişim olanağını diri tutar. Disiplin yoluyla güç, cemaat yoluyla güç, eylem yoluyla güç, gurur yoluyla güç şiarını hiç vicdanı sızlamadan benimseyen ama eşitlikçi özgürleşme mücadelesine bağlı kalmaya da devam eden öznenin kişilik yapısından bahsediyorum.
Otoriter kişiliki bizzatihi açık liberal kişiliğin bastırılmış ters yüzü olarak görsek?
Mesele insanların ne istediklerini bilmemesi değil, sinik teslimiyetçiliğin onları bilgilerine göre davranmaktan alıkoyması ve sonuçta insanların düşünceleri ile hareketleri (ya da verdikleri oylar) arasındaki tuhaf bir boşluğun oluşmasıydı...Kendinden menkul bşr palyaço olan Berlusconi'nin halkın yüzde altmışının fazlasından rağbet gördüğü İtalyada yeniden bir tür şiddete başvurulması gerektiği açıktır.
..Jefferson'ın 'arada bir küçük bir isyanın olması iyidir' şeklindeki sözü meşhurdur:'Devletin sıhhat ve afiyette olması için gerekli olan bir ilaçtır. Allah korusun, yirmi senede bir böyle bir isyandan mahrum kalmayalım. Özgürlük ağacı ara sıra yurtseverlerin ve tiranların kanlarıyla canlanmak zorundadır. Onun doğal gübresi budur' İşte Fransız devriminin gerçek bir devrim olmasının sebebi budur, sürecin sonuna kadar gidip 'terörist' potansiyelini tam olarak açığa çıkarmamasıdır.
Elimizde üç yöntemden hangisini seçeceğiz? 1. Hiçbir şey yapmayarak Bartleby siyaseti mi güdeceğiz? 2. Radikal, şiddetli bir eyleme, bütünsel bir devrimci kalkışmaya mı hazırlık yapacağız? 3. Yoksa yerel pragmatik müdahalelerde mi bulunacağız?..Neden bir tercihte bulunmak zorunda olalım ki? Leninist somut durumun somut analizi sayesinde hangi durumda nasıl hareket edilmesi gerektiği belirlenebilir. Bazen, tikel sorunlar karşısında pragmatik önlemler almak uygun düşer, bazen radikal bir krizde olduğu gibi, toplumun tikel sorunlarının çözülmesinin tek yolu toplumun temel yapısının dönüşümünden geçer, bazen değiştikçe aynı kalan bir durumda, müesses nizamın yeniden üretimine katkıda bulunmaktansa hiç bir şey yapmamak yeğdir.
Tebaa gerek fiziksel zorlama (yada tehdidi) ve ideolojik libidinal bir yatırımları olduğu için itaat gösterir. İktidarın nihai neden, objet a'dır. arzunun nesne-nedeni, iktidarın kendi egemenliği altında tuttuklarına rüşvet vermesini sağlayan artı keyifdir.
Bugün krizler üretim sürecinin merkezinde değil, ekonomik hayatın iki kutbunda, ekoloji ve saf finansal spekülasyon, gerçekleşiyor. Dolayısıyla, sağduyuya dayalı şu basit çözümden kaçınmak hayati bir önem taşıyor. 'Spekülatörlerden kurtulup bu alana çeküdüzen verirsek, gerçek üretim devam eder' Ama kapitalizmden öğrendiğimiz şey, bu gerçekdışı spekülasyonların buradaki gerçeğin ta kendisi olduğudur; spekğlasyonları ortadan kaldırırsak, üretimin gerçekliği zarar görür.
Doğa ile insan endüstrisinin birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmesinin sonucu olarak, insan üretimi zaten yeryüzündeki doğal yeniden üretimim bir parçası haline gelmiştir; insan üretiminin aniden kesintiye uğraması, hiç beklenmedik aksaklıklar yaratabilir.
Lenin devletin ekonomik temel içindeki rolünü gözden kaçırmış, bunu kilit bir etken olarak ele almamıştır. Bu nedenle güçlü ve ceberrut devletin büyümesini önlemek şöyle dursun, devletin dizginsiz gücüne olanak tanımıştır: Devletin gücünü kimin dizginleyeceği sorusunu gğndeme getirmenin tek yolu, devletin gerek kendi haricindeki toplumsal sınıfları gerekse de kendisini temsil ettiğini kabul etmekten geçer...Leninizm tamamen Stalinist bir kavramdır..Lenin'in esas büyüklüğü ile Stalinist bir mit olan Leninizm aynı şey değildir...Anlaşılan o ki Lenin'in Stalin'e karşı son mücadelesi hakiki bir trajedinin tüm özelliklerini taşımaktadır: iyi adamın ktü adamla savaştığı bir melodram değil, kahramanın kendi eylemlerinin sonuçlarıyla savaşmakta olduğunu ve geçmişteki yanlış kararlarının kaçınılmaz gelişmelerini durdurmak için artık çok geç olduğunu fark ettiği bir trajedidir.
Yardım vakıflarının ve STKların emperyalist önyargılarını ne kadar elştirirsek eleştirelim, bu küresel farkındalık evrensel insancıllığın olumlu bir sonucudur.
Çağdaş kapitalizm hızlı ve geniş ölçekli müdahalelerin gerekli olduğu durumlar yaratıyor ama parlamenter-demokratik kurumsal çerçeve bu tür müdahalelere kolay kolay olanak tanımıyor. Ani finansal krizler, ekolojik felaketler, ekonomiyi kapsamlı bir şekilde yeniden yönlendirmek, bütün bunlar sonu gelmez demokratik müzakerelerin inceliklerini atlamak suretiyle , uygun karşı tedbirler alarak hızla karşılık vermeye dönük, tan yetkisi olan bir yapıyı gerektirir...Yasanın ötesinde durup bu tür çözümleri kabul ettirebilen Çin modelinin tek işlevi Komünist Partinin kontrolü elinde tutmasını sağlamak değildir, bu model günümüz kapitalizmin temel bir ihtiyacını giderir...Eğer bugünün en dinamik kapitalistleri Çin'de iktidarda olan Komünistlerse, bu durum kapitalizmin küresel zaferinin nihai göstergesi değil midir?
Badio bugün başlıca düşmanımızın kapitalizm, imparatorluk, sömürü vb değil de demokrasi olduğunu söylemekte hakldıır. Kapitalist ilişkilerin köklü bir şekilde dönüştürülmesine mani olan şey tam da bu demokrasi yanılsamasıdır.
Ezilenler için şiddet her zaman meşrudur ( çünkü ezilenlerin konumu maruz bırakıldıkları şiddetin sonucudur) ama asla gerekli değildir (düşmana karşı şiddete başvurup başvurmama kararı daima bir strateji meselesi olacaktır)
Bu sistemin istikrarı, ister ekonomik isterse de siyasi mahiyette olsun, karmaşık ayartma oyunlarına dayanır.
Müslüman kalabalıkların yoğun tutkusu sahici bir inancın yokluğuna delalet eder.Köktendincilerin ta içlerinde de hakiki bir inanç yoktur, şiddetli feveranları bunun bir kanıtıdır. Köktendincilerin sorunu onların bizden aşağı olduğunu düşünmemiz değil, onların kendilerini gizliden gizliye daha aşağı görmeleridir.
Belki de Yeni'ye ,en azından bizim hayal ettiğimiz gibi, dolaysız bir geçiş yoktur ve canavarlar bu geçiş zorlandığında ister istemez ortaya çıkıyordur.
eppur si muove
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder