6 Temmuz 2014 Pazar

M. Hardt & A. Negri - Çokluk

Que la victoire demeure a ceux qui auront fait la guerre sans l'aimer *

Radikal'de yazın tatile götürülmeyecek kitaplar listesinde yer almadığını görünce ben de sahilde, divan-çardaklarda, şelongda okunacak ciddi kitaplar arasına Çokluk'u dahil ettim. İmparatorluk'u çokluk kavramı üzerinden detaylandırmaya çalıştığı için zorlu bir okuma olduğunu söyleyemeyeceğim. Diğer bir deyişle yeni bir şeyler yok.
Kendi görüşlerimi daha önce belirtip belirtmediğimi hatırlamıyorum. Hala emperyalizmin imparatorluğa evrildiğine ya da işçi sınıfının her hangi bir çokluk'a indirgenmesine ikna olmuş değilim. Misal çokluk'un ekonomik modelinin yapılmaması dikkat çekiyor. vs..
Yazarlar diyor ki; Asli öğeleri ya da düğümleri arasında hakim ulus-devletler kadar ulusüstü kurumlar, önde gelen kapitalist korporasyonlar ve başka güçler bulunan bir ağ-iktidar yani yeni bir egemenlik biçimi ortaya çıkıyor. Bu ağ iktidarın emperyalist değil emperyal olduğunu iddia ediyoruz. İmparatorluk sadece iç bölünmeler ve hiyerarşilerle çatlamış olmakla kalmayıp sürekli savaş içinde olan bir küresel düzeni yönetiyor.
Çokluk tüm tekil farkların çoğulluğudur. Küreselleşmenin ikinci yüzü, farklılıklarımızı korurken iletişim kurup ortak hareket etmemizi sağlayan ortak paydayı keşfetme imkanı yaratıyor. O halde çokluk da bir ağ olarak kavranabilir: Tüm farkların özgürce ve eşitçe ifade edilebileceği açık ve genişleyici bir ağ, ortak çalışmamız ve yaşamamız için gereken ilişkilenme imkanlarını yaratan bir ağ. İşçi sınıfı en geniş kullanımıyla tüm ücretlileri kapsarken, yoksulları, ücretsiz ev işçilerini ve ücret almayan diğer herkesi dışarıda bırakır. Çokluksa aksine açık ve kapsayıcı bir kavramdır.İşçi sınıfı dünya çapındaki sayıları azalmasa da, artık küresel ekonomide hegemonik bir rol oynamıyor; diğer yandan bugün üretimin sadece ekonomik değil daha geniş anlamda toplumsal üretim olarak anlaşılması gerekiyor yani sadece malların değil iletişimin, ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin de üretimi olarak. Böylelikle çokluk, potansiyel olarak, toplumsal üretime katılan tüm figürlerden oluşur. İletişim ve işbirliğimiz ortak payda üzerinde yükselmekle kalmıyor aynı zamanda spiral halinde genişleyen bir ilişki içerisinde ortak paydayı bizzat üretiyor. Örneğin enformasyon üzerinde çalışan herkes, tohumların çeşitli özelliklerini geliştiren tarımcılardan yazılım programcılarına kadar, başkalarının aktardığı ortak bilgiden faydalanıyor ve kendisi de yeni ortak bilgiler yaratıyor. Bu özellikle fikir, imaj, duygu ve ilişkiler gibi maddi olmayan projeler yaratan emek için geçerli. Biyopolitik üretim. İşbirliği ve iletişim öznelliği yaratır ve öznellik de dönüp yeni işbirliği ve iletişim biçimleri yaratır.
Siyaset giderek başka araçlarla yürütülen bir savaşa dönüşmektedir. Yani savaş toplumun örgütlenmesinin ana ilkesi haline geliyor ve siyaset sadece savaşın bir aracı ya da kisvesi oluyor. Savaş, bir biyoiktidar rejimi, yani sadece nüfusu kontrol etmeyi değil toplumsal yaşamın tüm yönlerini üretme ve yeniden üretmeyi amaçlayan bir irade biçimi haline gelmiştir. Bugün küresel savaş halinin tüm ülkeleri, hatta en demokratik olanları bile otoriter ve totaliter olmaya zorladığını görebiliriz.Yüksek teknolojili askeri stratejinin sıfır zayiay politikasıyla beden savaş alanından kayboluyor derken, beden tüm dehşet verici, trajik gerçekliğiyle (intihar bombacıları örneğinde) geri dönüyor. Abd liderleri bedensiz ya da askersiz bir savaş hayal ettiklerinde elbette sadece abd askerini düşünüyorlar. Düşmanların bedeniyse yok olmak durumunda. Dolayısıyla tarafların sadece biri savaşa son verme isteğini yitirdiği için,  bu asimetri çelişkiyi daha da büyütüyor. Savaştan hiç hasar görmeyen bir güç neden savaşa son vermek istesin ki?
İmparatorluğun idaresi ulusal idarelerin olumsuzlanmasını zorunlu kılmaz. Aksine, günümüzde emperyal idare büyük ölçüde hakim ulus-devletlerin yapıları ve personeli aracılığıyla yürütülüyor. Devletler yasal ve iktisadi düzenin belirlenmesinde ve muhafazasında temel bir rol oynamaya devam etse de devletlerin eylemleri giderek ulusal çıkarlara değil yeni doğan küresel iktidar yapısına göre şekilleniyor.
Bir eğilim, maddi olmayan emeğin çeşitli biçimlerinde iş zamanıyla iş dışı zaman arasındaki ayrımın bulanıklaşması , bir diğer eğilim de maddi olmayan emeğin sabit uzun süreli sözleşmeler olmadan çalışması dolayısıyla esnek ve hareketli hale gelip güvencesiz bir konuma itilmesi.
(1. ilke) Her örgütsel biçim, ..devirme gücünü en yükseğe çıkarmalıdır. İkinci ilke siyasal ve askeri örgütlenme biçiminin ekonomik ve toplumsal üretimin mevcut biçimlerine tekabül etmesidir. Son ve en önemli nokta da direnişin örgütsel biçimlerinin gelişiminde demokrasi ve özgürlüğün sürekli yol gösterici ilke vazifesi görmesidir. Bugünse bu üç ilkenin örtüştüğü bir noktadayız. Dağınık ağ yapısı, hem hakim ekonomik ve toplumsal üretim biçimlerine tekabül eden hem de hakim iktidar yapısına karşı en güçlü silah olan, tamamen demokratik bir örgütlenme modeli sunar bize. Çokluğa bağımlı olan sermaye , çokluğun kendi komutasına ve otoritesine direnmesi nedeniyle sürekli krize giriyor.
Halk birdir. Nüfus elbette sayısız farklı birey ve sınıf içerir, ama halk bu toplumsal farkları bir özdeşliğe indirger,bir sentez yaratır. Çokluksa aksine birleşik değildir ve çoğulluğunu korur. Hakim siyaset felsefesi geleneğine göre halkın bir egemen iktidar olarak yönetmesi mümkünken çokluk için bunun mümkün olmamasının nedeni budur. Çokluk bir dizi tekillikten oluşur. Burada tekillik sözüyle, farkları bir özdeşliğe indirgenemeyecek, farklılığı baki kalan bir toplumsal özneyi kastediyoruz. Ancak çokluk,anarşik yada uyumsuz değildir. Kalabalığı meydana getiren farklı bireyler ya da gruplar birbiriyle uyumsuzdurlar, kendi başlarına hareket edemezler. Dış manipülasyona bu kadar açık olmalarının nedeni de budur işte. Çokluk iç farkları olan çoğul bir toplumsal öznedir ve onun kuruluşu ve eylemi , özdeşliğe yada birliğe değil, ortak paydaya dayanır.Irk ya da toplumsal cinsiyet farkının olmadığı bir dünya değil, ırk ve toplumsal cinsiyetin önemli olmadığı, bunların güç hiyerarşileri üretmediği bir dünya isterken çokluğa duyduğumuz özlemi dile getiriyoruz. Çokluğun gelişiminin anarşik ya da kendiliğinden olmadığını, çokluğun örgütlenmesinin tekil toplumsal öznelerin işbirliğinden doğduğunu anlatmaya çalıştık. Alışkanlıkların ya da performativitenin oluşumu, özellikle de dillerin oluşumu gibi, çokluğun üretimi de ne merkezi bir komuta ve istihbarat noktasından yürütülür ne de bireyler arasındaki kendiliğinden bir uyumun sonucudur: bu üretim aradaki alanda, toplumsal iletişim alanında gerçekleşir. Çokluk müşterek toplumsal etkileşimden doğar.
Marx'ın yöntemine uymak istiyorsak, Marx'ın eleştirdiği kapitalist üretim ve bir bütün olarak kapitalist toplum değiştiği ölçüde Marx'ın teorilerinden uzaklaşmamız gereklidir. Özetle, Marx'ın izinden gitmek için aslında Marx'ın ötesine geçmek ve mevcut durumumuza uygun olarak onun yöntemi temelinde yeni bir teorik aygıt geliştirmek gereklidir. Ancak..bu şekilde Marx'ın ötesine geçmeye kalktığımızda garip bir biçimde, onun zaten bizden önce oralardan geçtiği şeklinde derin bir şüpheye kapılacağız sürekli olarak.
Bugün değerin temel ölçü birimi olarak zamansal emek birimini kullanmak anlamsız.
Borç bir köleleştirme mekanizması olarak işliyor.
Sosyalizmin büyük tarihsel deneylerinin ardında, az ya da çok faşist olan bir çok ideolojik yan ürün de bırakmış olduğunu, bunların bazılarının işe yaramaz kıvılcımlara bazılarınınsa korkunç bir cehenneme dönüştüğünü hatırlamadan edemiyoruz. Demokratik bir düzen yaratmak için modern temsil modellerine geri dönemeyiz. Farklı temsil biçimleri ya da belki de temsilin ötesine geçen yeni demokrasi biçimleri icat etmeliyiz. Eğer bir etik kurtuluş söz konusu olacaksa bunun sistemin içinde kurulması gerekecektir.
Çokluğun güçlerini genişletecek her tür gerçek kurumsal reform yararlıdır, kabulümüzdür; elbette bir üst otorite figürü olarak kutsanıp, nihai çözüm diye sunulmadığı sürece...Burada reform ve devrim arasında bir çelişki yoktur. Bunu dememizin nedeni, reformun ve devrimin aynı şey olduğunu düşünmemiz değil, içinde bulunduğumuz koşullarda ikisinin ayrılamayacağını düşünmemiz. Bugün demokrasi için yeni silahlar icat etmek gerek. Yeni silahlar bulma yolunda birçok yaratıcı girişim mevcut..Bugünkü küreselleşme protestolarında iyice yaygınlaşan çeşitli karnaval ve gösteri biçimleri de bir diğer örnektir. Milyonlarca insanı bir eylemde sokaklara dökmek de bir silahtır; yasadışı göçlerle oluşturulan basınç başka bir silah. Bütün bu çabalar yararlıdır, ama yetersiz oldukları da aşikardır. Sadece yıkıcı olmakla kalmayan bizzat bir kurucu güç biçimi teşkil eden silahlar yaratmalıyız. Çokluk, çıkışını direniş biçiminde tasarlamakla kalmamalı, bu direnişi bir kurucu güç biçimine dönüştürmeyi de başararak yeni bir toplumun ilişkilerini ve kurumlarını yaratmalıdır.
Devrimcinin dayattığı şey pür zorun gücünden ziyade ısrarcı bir arzu mekanizmasıdır. Devrimcinin örgütlediği ve dayattığı zor, sürecin başında değil sonunda sahneye çıkar. Devrimci realizm, arzunun oluşumunu ve yoğunlaşmasını üretir ve yeniden üretir.

Gözyaşartıcı gazın acı kokusu duyularınızı keskinleştirir ve sokakta polisle çatıştıkça kanınız öfkeyle kaynar; yoğunluk patlama noktasına yaklaşır. Ortak paydanın yoğunlaşması sonunda antropolojik bir dönüşüm yaratır ve mücadelelerin içinden yeni bir insanlık çıkar.

*Zafer, savaşı istemeye istemeye yapanların olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder