3 Mart 2012 Cumartesi

Yavuz Aslan - Türkiye Komünist Fırkası'nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi

Türk Tarih Kurumu'ndan çıkan ve önceki seneki kitap fuarından oldukça uygun bir meblağ karşılığında alma fırsatı bulduğum bu araştırma inceleme eseri isminin işaret ettiği gibi TKP'nin kuruluş yıllarında Mustafa Suphi'nin hayatını ve daha da önemlisi ölümünün arkasındaki sırı konu alıyor. Resmi bir kurum tarafından yayınlanmasına rağmen olabildiğince objektif davranılmaya çalışılmış hissi biraz irdelenince dağılıveriyor. Zira bolşevizmi ısrarla Anadolu'ya getirmeye çalışan TKP kadrolarının yeni rejim için nasıl bir tehlike arzettiğinin vurgusu gayet açık. Öncelikle kurtuluş savaşına samimi bir şekilde destekleyen bu kadroların gerçekten de bolşevik bir rejimi savunmak konusunda da zihinleri oldukça net ve dönemin devrimci ruhundan etkilenerek fazlasıyla iyimserliğe teslim olduklarını söylemek mümkün. Güçleri o kadar cılızken yarın devrim, daha doğrusu Anadolu örneğinde dönüşümü yapabilecek gibi bir tavır göstermeye sebep olan bir iyimserlik bu. Aynı zamanda Ruslar ve Ankara hükümeti arasında aracılık yapmaktan çok iki büyük kuvvetin arasında çıkar ilişkisinin arasında boğulmuş görünüyorlar. Ki cinayetlerin ardından Rusya'nın tepki göstermekten ziyade Anadolu hükümeti ile yeni anlaşmalar imzalaması yazarın vurguladığı adventurist-macerası eleştirilerinin haklılığına paye veriyor. Kendileri davalarına adamış bu öncü kadroların bir Güney Afrika örneğinde olduğu gibi legale çıkarak kurtuluş savaşı esnasında rejimin sol vicdanı olabilme ihtimalinin, tarihin gidişatına biraz daha dikatle bakınca aslında hiç olmadığını görüyoruz. Diğer yandan Sovyetlerin eski çarlık topraklarına genişlemesine baktığımızda da gerçekten kitle hareketinden çok militarist yayılmacılığa yaslandığına tanık oluyoruz.Yani geçmişe yönelik safiyane bir retrospektif taraf tutma olgusu ancak ideoloji çerçesinden mümkün hale geliyor. Gelelim Karadeniz'de bu öncü kuvvetin katledilmesi mevzusuna. Yazarın belirttiği gibi Kars yoluyla Erzurum'a gelen kadroların zaten isyanlar ve iç muhalefetle uğraşmakta olan Ankara hükümeti tarafından hoş karşılanmayacağı bir müddet sonra ortaya çıkıyor. Gitikleri her yerde halk galeyana getirilerek komünistlerin bu topraklarda tutunamayacağı hissini verdirmek süretiyle hem siyasi hayatlarının büyük kısmını sürgünde geçiren bu kadrolara hem de Sovyet Rusya'ya mesaj verme gayesi güdülüyor. Hükümetin emirlerini ise valiler aracılığıyla yürüten kişi Kazım Karabekir. Fakat ne oluyorsa oluyor, Trabzon'da Rusya'ya iade edilmek için bindirildikleri motorda o dönemin Trabzon'da sözü geçen karanlık bir kişiliğe sahip Kahya Yahya ve arkadaşları tarafından katlediliyorlar. Bu kişilerin bu kararı kendi başlarına verdikleri inanmak gayet güç. Diğer yandan Ankara hükümetinin de kılı kırk yararcasına Rusya'yı gücendirmemek için sergilediği müsamerenin sonucunda ölüm emrini vermesi de öyle. Fakat böyle bir ortamın yaratılması düşük seviyede memurların seviyesinde yanlış uygulamalara yol açması da kaçınılmaz. Yani kurtuluş savaşını yerelde yürütenler , valilikten milislere kadar değişik ünvanlarla, eskinin İttihatçısı değil mi ki zaten? Şundan söylüyorum, belki de doğrudur, bolşeviklere düşman olan ve o dönem Trabzon'da güçlü İttihat Terakki destekçilerinin bu cinayeti işlediği kabul gören görüştür. Böyle bile olsa bu gergin ortamı yaratan Ankara hükümetinin sorumluluğunu hafifletmiyor. Zorbalıkları sonucu mahkemeye çıkıp salıverilen Kahya Yahya'nin çok üzerime gelirlerse herşeyi söylerim demesinin ardından öldürülmesi de ilginç bir anektot. Zaten düşmanı çok olan bu şahsın katil zanlısı olarak Atatürk'ün yaverinin yakalanması ise gizemi muamma haline getiriyor. Ölüm emrini veren Ankara hükümeti ise bu olayların bu kadar açığa çıkmasına neden izin veriliyor? Öyle değilse neden Atatürk'ün kahyası bize Kahya Yahya'yı öldürün dediler,öldürdük diyor? Neden bu sözleri tarihin sarı sayfalarında kaybolmuyor. İşte kitabın zayıf taraflarından biri de bu muammayı sadece bir kaç cümlede geçiştirmesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder