Temasını toprak kokan doğadan, buz kokan dağlardan, sülfür kokan cehennemden almayan atmosferik black metal grubu Dark Space, ambiyans hakkını yine uzaydan yana kullanıyor. Ritmiyle elektronikaya göz kırpan dram maşin, az biraz ciyuv ciyuv efektleriyle, endüstriyel takır tukuruyla yine de ucuzluğa düşmemeyi başarıyorlar. Önceki albümlerini dinleyenler prodüksiyon kalitesinin düzeldiğini ve grubun vurucu kırıcı yönünün kaybettiğini söylüyor. Ne genel anlamda ortalığı yıkıp geçiriyor ne de ambiyans deyu deyu uyuklatıyor. Arada öyle böyle bir dinamizm sergiliyor. Dolayısıyla farklı anlar öne çıkabiliyor. Zaten biri 28, diğerleri 18 küsür dakikadan oluşan üç parçadan ibaret albümü şarkı bazlı değiştirmek namümkün. Şöyle de bir gerçek var ki uzayda klostrofobi , karanlık ve soğuk bir iklim yaratabilmek için bazen mühendisliğin abartıldığını, şarkı sürelerinin fazlasıyla uzun tutulduğunu düşünmüyor değilim. İlk şarkıda neredeyse şarkıda kaybolup uzayda sürükleniliyor sanki. Ya da thrashy black dinlemeyi özledim, adrese teslim. Diğer yandan şarkıların özellikle introları, tüyler ürpertici. İkinci parçanın girizgahı özellikle (uzay kıyafetinde nefes alma sesleri, gizemli uzaysı efektleri), rife bağlanıp sürdüğü dakikalar gayet etkileyici. Son şarkı ise oldukça kaotik ve sıradan başlamakla birlikte sonradan ilginçleşiyor ve kafa sallanır duruma geliniyor. 2010 ismindeki bir filmden konuşma alıntıları içermekte.
Peki uzay nasıl kokar acaba?
7,75-/10
30 Eylül 2016 Cuma
27 Eylül 2016 Salı
Pink Floyd - A Saucerful of Secrets (1968)
Bu tempoda Pink Floyd dinlemeye devam edersem yetmişlerdeki efsanevi albümlerine sıra ancak ellilerimde gelecek galiba. Saykedelik sularda ilerlemeye devam eden albüm biraz daha griliklere yelken açmış durumda. Bir yanıyla ilk albümden daha iyi bir noktaya varmışken diğer yanıyla da sergilemiş olduğu sapmalarla bu avantajını kaybetmesini biliyor. İlk üç şarkı, melodi ve atmosferi ile çok ala, pek hoş parçalar. Başımızın üstünde yerleri var. Corporal Clegg, David Bowie'nin ilk albümünde yer alsa anlarım, burada ise bu makaraya gelmek pek zor. Albüme adını veren trippy ambiyans parçası ise sayıklamadan öteye geçemiyor. Bu noktada konsantrasyon o kadar bozuluyor ki son iki şarkıya odaklanamıyorsunuz bile. Antik hesaplama tekniğime geri dönersem, şuradan 10 puan, oradan sekiz, bu anca iki eder, karekökünü alırsak sonra da türev, şuradan da teğet geçerse ki hep geçer
6,75/10
6,75/10
26 Eylül 2016 Pazartesi
Babylon 5 (2. &3. sezon) - Dark Matter (2. sezon) - A Young Doctor's Notebook (1. ve 2. sezon)
Babylon 5, ikinci sezonu hızlı açsa da bir süre sonra yine büyük hikayeden ayrılıp bölümlük konulara dalıyor. Kaptan, Minari gezegenine elçi olarak gönderilirken yerine yine dürüst bir adam Sheridan atanır. Değişim geçirip insansı görünüme kavuşan Minbari elçisi Delenn ile yakınlaşması ise en basit ifadeyle enteresan. Gölgeler nihayet kendilerini gösterir. Yardım ettikleri Centauriler ezeli düşmanları Narnları neredeyse kırıma tabi tutar. Sempatik elçi Molari, ikilemleri ile işlense dahi artık gözümde sempatisini kaybetmiştir. Yardımcısı Vir ise tam adamım. Vur enseye, lokmasını al. Gölgeler dünya işlerine de karışır ve federasyon dağılmaya başlar. Farkına varmadan spoiler vermeye başlamışım. Şöyle toparlayayım, üçüncü sezon ile evrensel savaşa dalıyoruz. Süper süprizler felan. Keyifle izletiyor.
Dark Matter, ikinci sezona daha bir serpilip güzelleşerek devam ediyor. Mükemmel değil, ama olumsuz eleştirileri de hak etmiyor. Kişisel şeytanları ile baş etmeye çalışırken birbirleriyle güçlü bir bağ kurabilenlerin arkadaşlık dostluk hikayeleri her zaman iyidir. Benim eleştirilerim ise başlangıçtaki mapusane sahneleri bir kaç bölüm sürebilirmiş, Prison Break tadında. Sevmediğim bir karakter sonunda ölüyor ve arkadaşlarının öcünü alıyorlar, güzel. Ama yeni kadro konusu ise sıkıntılı. Biri başta hain çıkıyor zaten, yakışıklı sarışın çocuğun gidişi de apamansız oluyor. Geriye siyahi güzel kalıyor, artık onu da ciğerlerine basmaları gerek. Genel konu, şirketler savaşı olaraktan belirmeye başlıyor. Ama ekibimiz bu savaşı fişteklemeden ziyade durdurmaya çalışıyorlar. Asıl bomba ise Japon olanın çıldırması. Ben ki mutlu Darth Vader, üzgün Darth Vader, kızgın Darth Vader tişörtünde görüldüğü üzere taş suratlı bir vatandaşım. Bunu aşmak için de abartılı tepkiler vermeye çalışırım. Hmm, galiba burada şaşırıyor olmam lazım. Gözleri büyüt, ağzı arala, a-a-a de, gibi kendime telkinlerde bulunurum yeri geldiğinde. 12. bölümde bunlara hiç gerek kalmadı, koltuktan düştüm ve 13. son bölümü de kalbim tekleyerek izledim. Yalnız ufaktan toplanmaya başlamaları lazım. 6-7 sezon sürecek potansiyel göremiyorum zira. Bir de Androidi insanlaştırmayın lütfen, böylesi çok tatlu. Resimdeki bizzatihi o.
Genç bir doktorun not defteri. İlk görüşte bir İngiliz dizisi olduğunu anlıyorsunuz. İyi oyunculuk ve oyunculuğu parlatan kamera açıları. İlginç bir mizah anlayışı ki gore kısımlar bana uygun değil. Baş rollerde Hayri Pıtır ve Mad Men'deki karizmatik ağbimiz yer alıyor. Bulgakov'un hikayelerinden esinlenmiş. 20 küsür dakikada 8 bölüm, iki oturuşta bitirilebilir diyebiliriz ama yine de buna engel bir ağırlığı var. Bu ikisi aslında aynı doktor oluyor. Orta yaşlarında morfine bağımlılığı yüzünden kariyerini kaybeden doktor geçmişini gözden geçirir. Sanki zaman yolculuğu yapmış gibi daha taze taşra kasabasına atandığı haliyle karşılaşarak onunla konuşur, tartışır, kararlarından vazgeçirmeye çalışır. Ama tarih yazılmıştır bir kere. Gençken de her ne kadar öyle gösterilmeye çalışılsa da bağımlılığından öte tam bir pisliktir, korkaktır, şerefsizdir yafu, daha ne diyeyim. Diğer yandan günahlarının kefaretini ödemek için bir yolculuğa çıktığını anladığımızda dokungaçlı götürgeç bir şeyler hareket eder içimizde. Kaliteli bir iş çıkarmışlar doğrusu. Böyle katman katman bir lezzet bırakıyor ağızda. Öyle bir şey işte.
Dark Matter, ikinci sezona daha bir serpilip güzelleşerek devam ediyor. Mükemmel değil, ama olumsuz eleştirileri de hak etmiyor. Kişisel şeytanları ile baş etmeye çalışırken birbirleriyle güçlü bir bağ kurabilenlerin arkadaşlık dostluk hikayeleri her zaman iyidir. Benim eleştirilerim ise başlangıçtaki mapusane sahneleri bir kaç bölüm sürebilirmiş, Prison Break tadında. Sevmediğim bir karakter sonunda ölüyor ve arkadaşlarının öcünü alıyorlar, güzel. Ama yeni kadro konusu ise sıkıntılı. Biri başta hain çıkıyor zaten, yakışıklı sarışın çocuğun gidişi de apamansız oluyor. Geriye siyahi güzel kalıyor, artık onu da ciğerlerine basmaları gerek. Genel konu, şirketler savaşı olaraktan belirmeye başlıyor. Ama ekibimiz bu savaşı fişteklemeden ziyade durdurmaya çalışıyorlar. Asıl bomba ise Japon olanın çıldırması. Ben ki mutlu Darth Vader, üzgün Darth Vader, kızgın Darth Vader tişörtünde görüldüğü üzere taş suratlı bir vatandaşım. Bunu aşmak için de abartılı tepkiler vermeye çalışırım. Hmm, galiba burada şaşırıyor olmam lazım. Gözleri büyüt, ağzı arala, a-a-a de, gibi kendime telkinlerde bulunurum yeri geldiğinde. 12. bölümde bunlara hiç gerek kalmadı, koltuktan düştüm ve 13. son bölümü de kalbim tekleyerek izledim. Yalnız ufaktan toplanmaya başlamaları lazım. 6-7 sezon sürecek potansiyel göremiyorum zira. Bir de Androidi insanlaştırmayın lütfen, böylesi çok tatlu. Resimdeki bizzatihi o.
Genç bir doktorun not defteri. İlk görüşte bir İngiliz dizisi olduğunu anlıyorsunuz. İyi oyunculuk ve oyunculuğu parlatan kamera açıları. İlginç bir mizah anlayışı ki gore kısımlar bana uygun değil. Baş rollerde Hayri Pıtır ve Mad Men'deki karizmatik ağbimiz yer alıyor. Bulgakov'un hikayelerinden esinlenmiş. 20 küsür dakikada 8 bölüm, iki oturuşta bitirilebilir diyebiliriz ama yine de buna engel bir ağırlığı var. Bu ikisi aslında aynı doktor oluyor. Orta yaşlarında morfine bağımlılığı yüzünden kariyerini kaybeden doktor geçmişini gözden geçirir. Sanki zaman yolculuğu yapmış gibi daha taze taşra kasabasına atandığı haliyle karşılaşarak onunla konuşur, tartışır, kararlarından vazgeçirmeye çalışır. Ama tarih yazılmıştır bir kere. Gençken de her ne kadar öyle gösterilmeye çalışılsa da bağımlılığından öte tam bir pisliktir, korkaktır, şerefsizdir yafu, daha ne diyeyim. Diğer yandan günahlarının kefaretini ödemek için bir yolculuğa çıktığını anladığımızda dokungaçlı götürgeç bir şeyler hareket eder içimizde. Kaliteli bir iş çıkarmışlar doğrusu. Böyle katman katman bir lezzet bırakıyor ağızda. Öyle bir şey işte.
24 Eylül 2016 Cumartesi
Ihsahn - Arktis. (2016)
İhsan efendinin son albümü albüm kapağında verdiği buz gibi bir atmosferi dinleyiciye tam manasıyla geçiremiyor. Yine de black metalin soğuk yüzünü gösterdiği anlar olsa bile o kadar farklı alanlara referans yapıyorlar ki biraz garip kaçıyor. Genel olarak şarkılar kendi içinde bütünlük teşkil etse de bunu albümün tümü için söylemek oldukça zor. Elektronik var, South Winds ki güzel bir şarkı, 80'ler hard rock var, baladımsı bir şeyler var, progresif metal zaten olacak, senfonik dokunuşlar öne çıkıyor bir diğer şarkıda vessair vessaire. Bazı sololar ya da riffler yeterince orjinal değil, sorun değil ama vitrinde bu kadar önlere konmasalardı keşke. Clean vokalde bir kaç yerde emo tınısı yakalamakla beraber genel olarak görevini başarıyla icra ediyor. Ihsahn'ın brütal vokaline Emperor'dan biliyorsanız o kışkırtıcı soğuk ses rengine (renksizliğine mi demeli) zaten aşinasınız. My Heart is of the North ve soft girişten brütale dönüşün iyice yansıtıldığı balad Celestial Violence diğer hoş parçalar. Avantgarde/progresif metal'in tıkandığı, artık belli normlarda sıkıştığına dair görüşleri yıkmak için iyi ama zayıf bir girişim.
7,75-/10
7,75-/10
23 Eylül 2016 Cuma
Emre Varışlı - Bir Günahkarın Bilmesi Gerekenler
Şair kimliği ile tanıdığımız yazarın bu incecik kitabını ki Altıkırkbeş yayınlarının Bu ne perhiz bu ne Bahama Kuşkusu dizisi altında basılmış, bir kalıba sokmak yeraltı edebiyatı tanımıyla ilişkisini düşünürsek oldukça zor. Denememsi öykümsü bir şeyler. Hassas kalpler için ise kesinlikle tavsiye edilmiyor. Politik, hemcinsel küçük küçük anti metinlerden (22 adet) oluşan sayfalarda pek çok acayip desen de yer buluyor. Diğer deyişle dindarlar, ahlakçılar, naif ruhlar, kapı hemencecik şurada, çıkınız! Şiirlerinde olduğu gibi kendi öz bizzatihi hayatını baz alarak metinlerini oluşturuyor. Kesik kesik anlatımıyla, tematik yaratıcılık sergileme derdinde de değil. Romantik lirik şiirler, denemeler ve öykülerden gına gelmişlere antidot. Kabul ediyorum derinlik konusunda sıkıntılar taşımakla beraber bir kez daha okunmayı hak ediyor. Bir kaç laf taşıdım şuraya, onlarda böyle midir:
Demokrasi kalabalıkçı, özgürlük yapayalnızlık...
Kafamı gövdemden ayıracaksan bile, üzerime işeyeceksen bile, çekip gideceksen bile, faşist bir aptal olmayı seçtiysen bile, hoyrat olma.
Ayrıca çektiğim hastalık yüzünden allaha bile inanabilirim.
7
Demokrasi kalabalıkçı, özgürlük yapayalnızlık...
Kafamı gövdemden ayıracaksan bile, üzerime işeyeceksen bile, çekip gideceksen bile, faşist bir aptal olmayı seçtiysen bile, hoyrat olma.
Ayrıca çektiğim hastalık yüzünden allaha bile inanabilirim.
7
22 Eylül 2016 Perşembe
Eskiz - Türkçe Sözlü Ağır Müzik (2015) EP
Nefis bir albüm kapağı eşilğinde yayınladıkları bu kısa albümü dijital platformlarda bulmak mümkün. Grup kısaca yaptıkları işi saykodelik rock'n roll olarak tanımlıyor. Ritmi, çiğliğiyle ve kaliteli müzisyenlik ile biraz daha ötesini sundukları kesin.Özellikle cayır cayır dumanı üstünde bir stoner-garage tadını bulmak mümkün. Kayıtta yer alan şarkıların ismi, sırasıyla İnadına Tersine, Kertenkele, Patron ve Sakar Şair. Sözlerde muhalif sosyal temalar öne çıkıyor. Şarkı isimlerinden anlaşıldığı üzere Türkçe. Tür ile birlikte değerlendirildiğinde ilk dinlemelerde kulağa garip kaçtığı söylenebilir. Anladığım kadarıyla the Ringo Jets ile de bir kardeşlik durumu mevcut. Örnek misalinden Patrondaki aaalayan koro ile başlayan gitar solo gibi bazı incelikler çıldırtıcı güzellikte. Yine de tam anlamıyla grubun yaptığı işler üzerine doğru tumturaklı bir kanıya varmak için uzun soluklu bir kayıt dinleme ihtiyacındayım.
6,75/10
6,75/10
21 Eylül 2016 Çarşamba
Konrad Bayer - Kuşların Yüzeyi
Şiir kitabı olduğunun farkına varmadan satın aldığım bu kitap Avusturyalı şairin şiirlerinden yapılan bir derleme aslında. Genç yaşta intihar eden şair, karamsarlık, şehver, hermetiklik, şiddet, sıradanlık gibi birbiriyle uzlaşmaz görünen unsurları ve dada, gerçeküstücülük, Sade, Wittgenstein, Stirner gibi etkileri yapıtında farklı bir dil yaratarak bir araya getirmekle tanımlanıyor, önsözde.
7
....
elinde
patlıyor
bir kuş
çığlık çığlığa
öğleye
gözlerinde
patlıyor
bir yıldız
çığlık çığlıya
geceye
saçlarında
patlıyor
yaz
güze
...
pazartesi gülleri ortalığa savurursa
durur pencerede beklerim
salı yağmuru kıyıyı vurup parçalarsa
o zaman durur pencerede dans ederim
çarşamba güneşle bozuşursa
durur pencerede ağlarım
perşembe parkta hacını kaybederse
geldiğim gibi pencereden uzaklaşırım
cuma elbisesini bulutlara dolarsa
o zaman durur pencerede seni iki kez aldatırım
cumartesi saçını bacada bulursa
o zaman durur pencerede şarkı söylerim
pazar ölümü boş yere bağışlarsa
o zaman durur pencerede beklerim
...
anna: onu terk etmek kolay değil
rosa: zor olmalı
anna: evet çok.
ama onu terkeden önce
kahvaltı yapmak istiyorum
gömlekleri ütülemek
sobanın kurumlarını silkelemek istiyorum
kuştüyü yatakları kabartmak
gaz faturasını ödemek
odayı süpürmek istiyorum
ve faizi ödemek
ve ayakkabıları almak
ayakkabıcıdan.
rosa: evet bunu yap
anna: evet bu olmak zorunda
ama öncesinde
gömlekleri yıkamak istiyorum
ekmeği kesmek istiyorum
süpürgeyi aramalıyım
ve kömür almalıyım
kömürlükten.
rosa: evet bunu yap
anna: evet bu olmak zorunda
yakına gelin
ve eziyet çekeni görün
daha yakına gelin ki
eziyet çekeni daha iyi görün
...
her temas dayanılmaz oluyor
kediler mi? fareler mi?
benim parmaklarım mı bunlar?
her temas dayanılmaz oluyor
...
daha önce de dediğim gibi
yaşıyorum bu şehirde
burada evler var
meydanlar
ve caddeler
akşamları karanlıktır bütün bunlar
...
duyduğum kadarıyla onlar sağır
gördüğüm kadarıyla onlar kör
hissettiğim kadarıyla orada değiller bile
7
....
elinde
patlıyor
bir kuş
çığlık çığlığa
öğleye
gözlerinde
patlıyor
bir yıldız
çığlık çığlıya
geceye
saçlarında
patlıyor
yaz
güze
...
pazartesi gülleri ortalığa savurursa
durur pencerede beklerim
salı yağmuru kıyıyı vurup parçalarsa
o zaman durur pencerede dans ederim
çarşamba güneşle bozuşursa
durur pencerede ağlarım
perşembe parkta hacını kaybederse
geldiğim gibi pencereden uzaklaşırım
cuma elbisesini bulutlara dolarsa
o zaman durur pencerede seni iki kez aldatırım
cumartesi saçını bacada bulursa
o zaman durur pencerede şarkı söylerim
pazar ölümü boş yere bağışlarsa
o zaman durur pencerede beklerim
...
anna: onu terk etmek kolay değil
rosa: zor olmalı
anna: evet çok.
ama onu terkeden önce
kahvaltı yapmak istiyorum
gömlekleri ütülemek
sobanın kurumlarını silkelemek istiyorum
kuştüyü yatakları kabartmak
gaz faturasını ödemek
odayı süpürmek istiyorum
ve faizi ödemek
ve ayakkabıları almak
ayakkabıcıdan.
rosa: evet bunu yap
anna: evet bu olmak zorunda
ama öncesinde
gömlekleri yıkamak istiyorum
ekmeği kesmek istiyorum
süpürgeyi aramalıyım
ve kömür almalıyım
kömürlükten.
rosa: evet bunu yap
anna: evet bu olmak zorunda
ama incesinde
gömlekleri dikmeliyim
bıçağı bilemeliyim
ve anahtarı bulmalıyım
kömürlüğün.
rosa: evet bunu yap
anna: evet bu olmak zorunda
ama öncesinde
toplu iğne satın almak zorundayım.
ama bugün pazar.
öyleyse ancak yarın
toplu iğne alacağım
sonra da iplik
ve gömlekleri dikeceğim
ve kömür alacağım
ve iti yapacağım
sonra ayakkabıları alacağım
ve odayı süpüreceğim
ve sobayı yakacağım
ve bıçağı bileyeceğim.
ve sonra onu terk edeceğim.
rosa: zor olmalı
anna: evet çok.
...
anna: evet bu olmak zorunda
ama öncesinde
toplu iğne satın almak zorundayım.
ama bugün pazar.
öyleyse ancak yarın
toplu iğne alacağım
sonra da iplik
ve gömlekleri dikeceğim
ve kömür alacağım
ve iti yapacağım
sonra ayakkabıları alacağım
ve odayı süpüreceğim
ve sobayı yakacağım
ve bıçağı bileyeceğim.
ve sonra onu terk edeceğim.
rosa: zor olmalı
anna: evet çok.
...
yakına gelin
ve eziyet çekeni görün
daha yakına gelin ki
eziyet çekeni daha iyi görün
...
her temas dayanılmaz oluyor
kediler mi? fareler mi?
benim parmaklarım mı bunlar?
her temas dayanılmaz oluyor
...
daha önce de dediğim gibi
yaşıyorum bu şehirde
burada evler var
meydanlar
ve caddeler
akşamları karanlıktır bütün bunlar
...
duyduğum kadarıyla onlar sağır
gördüğüm kadarıyla onlar kör
hissettiğim kadarıyla orada değiller bile
20 Eylül 2016 Salı
Die Antwoord - Donker Mag (2014)
Hava serinledi, yağmurun gök gürültüsü eşliğinde ara ara sağanak şeklinde yağmasıyla şehrin nemi temizlendi. Palamut yanına rokalı kıvırcıklı salata, kahretsin soğanı unutmuşum. Bir de yanına bomonti filtresiz, ohh keyfim gıcır. Eşlik eden müzik olarak ise pek uygunsuz kaçan Die Antwoord... Bu albümde sanki biraz durulmuşlar. Çeşitlilik kafa karıştırıcı oranda sergilenmiş. Hatta nostaljik çocuk seslendirmesiyle Alcest'e bile öykünmüşler, hah ha! Bu hip hopçuların sample deyü deyü değişik besteleri yağmalamalarına da bitiyorum. Güzelce birleştirip yeni bir şeyler de üretmek bir hüner. Dolayısıyla çeşitlilik deyince Eminem'den başlayıp ötelere giden diğer farklı etkileri benim sağır kulağım bile duydu. Acayip vahşi bir kliple görselliğe kavuşan Pitbull Terrier ise kendilerinin tam bir parodisi olmaktan öteye geçemiyor. Ayrıca albümü baştan sona dinlemek evliya sabrı gerektiriyor. Rap aleminin skit dediği şeyi dibine kadar şarkı aralarına serpmişler. Kah küfrediyorlar, kah kahkaha kah bilmem ne. İtici kelimesinden daha itici ne bulabilirim, mide bulandırıcı, iğrenç, kusmuk, ayak tırnağı. İşte böyle bir badireyi atlattığınızda dahi tekno Happy Go Sucky Fuck ve latin etkili Girl I Want 2 Eat U gibi saçma isimli ama eğlenceli şarkılara rastlayabilirsiniz. Diğer bir deyişle ceza olarak cömertçe puanlarından siliyorum. Al sana al sana dışın dışınn.
4,75/10
4,75/10
19 Eylül 2016 Pazartesi
Zhenibek Karmenov / Kairat Baibosynov - Бiржан сал Қожағұлұлынын әндерi (1988)
Latin müziğine kısa bir ara verip ata topraklara yüzümüzü çevirelim. İki ozanın şarkıları ayrı ayrı seslendirmesi sebebiyle split tarzı bir kayda denk düşüyor. Saza benzer dombıra eşliğinde seslendirilen şarkıların melodisini göz önünde bulundurunca ozan geleneğinin Anadolu'ya gelene kadar nasıl bir değişim gösterdiğini izlemek oldukça heyecan verici. Aslında belki de köklere daha yakın olması sebebiyle dramatik yapı ve vokalin gücüne yaslanış çok daha belirgin. Yalnız oldukça dinamik insan tarihini düşününce kültürde de saflığı aramak yanıltıcı olacaktır. Her ne kadar Kazaklar Türk dili konuşsa da, genlerinde büyük oranlarda Moğol halkının da izlerini taşımakta. Kültüre ve müziğe yansımasını ise uzmanlar açıklasın gayrı. Kaydın isminin Latin alfabesinde karşılığı Birjan Sal Kojağululının Anderi gibi bir şey. Birjan Sal Kojağululı Kazak müziğine damgasını vuran şair ve besteci imiş. Büyük ihtimalle, yanılma ihtimalini göz ardı etmeden, burada seslendirilen bestelerin bu büyük ozana ait olduğunu ve kaydın da bu şahsa ithafen yayınlanan bir saygı albümü olduğunu düşünebiliriz. İnternetin bile zorlandığı bir alandayım. Google'dan dumanlar tütüyor, cazırtılar geliyor.
Yapılan müziğin çevresinden uzak düşmediği kanısıyla, Tuva müziği gibi bu kaydı dinlerken coğrafyası ister istemez gözümde beliriyor. Arada yine de fark var. Burada gözde beliren şey dağlardan ormanlardan ziyade uçsuz bucaksız bir gökyüzü altında bozkır oluyor. Gözlerde yaş biriktirecek derece tüyler ürperten A4 ve daha eğlenceli B2 albümdeki favori şarkılarım.
7,75/10
Yapılan müziğin çevresinden uzak düşmediği kanısıyla, Tuva müziği gibi bu kaydı dinlerken coğrafyası ister istemez gözümde beliriyor. Arada yine de fark var. Burada gözde beliren şey dağlardan ormanlardan ziyade uçsuz bucaksız bir gökyüzü altında bozkır oluyor. Gözlerde yaş biriktirecek derece tüyler ürperten A4 ve daha eğlenceli B2 albümdeki favori şarkılarım.
7,75/10
18 Eylül 2016 Pazar
Enki Bilal - The Cruise of Lost Souls & Townscapes
Yine erken dönem çalışmaları olan bu iki albüm aslında birbirinden farklı değil. Kısacası The Cruise of Lost Souls hikayesi hem kendi ayrı adıyla basılmış hem de Townscapes'i oluşturan üç hikayeden biri olarak o grafik kitabında da yer bulmuş. Okuyana kadar farkında değildim elbet. Bu hikayelerin ortak noktası özgürlükçü bir sol çizgide sıradan halkın, köylünün yanında militarizm, kalkınma, otorite karşıtı bir tutum içinde gelişmeleri.
Kayıp Ruhların Gezintisi diye çevirebileceğimiz ilk hikaye günlük hayatlarını kıtı kıtına idare ettiren bir köyde geçiyor. Yakınlardaki askeri laboratuvarda geliştirilen bir cihazın etkisiyle köydeki binalar yerçekiminden kurtulmaya başlıyor. Birbirine bağladıkları köy evlerinin içinde köylüler hiç çıkmadıkları bir seyahatin keyfini sürerken hükümetin bu rezaleti medya yardımıyla da gizleme çalışmaları ve nihayetinde militarist aldırmazlığın dizginlenmesi resmedilmiş. Diğer hikayelerde de rastladığımız Hızır benzeri büyük ihtimalle Enki Bilal'in kendisini temsil eden esrarengiz kişi bilinçli veya bilinçsiz olaylara müdahale ederek bir nevi ajitatör rolünü üstleniyor. Her yerde olduğu gibi gördüğü her olumsuzluk karşısında komünistleri, hainleri, öcüleri suçlayan bir çıbanbaşı da hikayemizde rahatı kaçıran bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Çizgiler inanılmaz ayrıntıda işlense de karakterizasyonda estetikten ziyade çirkinlik ön plana çıkarılmış. Üstelik halka yabancılaşmanın imgesi olarak deney yaptıkça çizerin uzaylıları çizerken kullandığı tiplere benzeyerek çirkinleşen, iğrençleşen askeri personelden bahsetmiyorum. İlginçtir arkamekanı da Fransa'dan çok Amerika'ya benzettim. Belki de yazar Pierre Christin, Fransa'nın Abdleştiğini işaret ediyor.
Belirttiğim gibi Townscapes aslında üç hikayenin birleştiği bir koleksiyon kitap. İlk hikayeden bahsettim bile. Yine tüm öyküler Pierre Christin'in aklından çıkma. And Thus A Legend Born, ne diyebiliriz? Ve böylece bir efsane doğdu. Burada esrarengiz karakterin çok etkin bir şekilde hikayede rol aldığını görüyoruz. Bir grup güvenlik ve istihbarat şefi bir köşkte bir araya gelir. İlginç bir kişiyi araştırmaktadırlar. Tarih boyunca değişik yerlerde otorite karşıtı mücadelelerde farklı kimliklerle yer almış, kimi zaman 68 Paris günlerinde, kimi zaman Che ile birlikte dağlara çıkmış, kimi zaman Abd'de Kara Panterlerle çalışmış bu kişiyi konuşurlarken, 'güvenilir' uşak tek tek bu kişileri çeşitli mazeretlerle odadan dışarı çıkartır. Giden gelmez. Nihayetinde köşkte patlama olur ve uşak kılığındaki bu gizemli kişinin çağırdığı kişiler yer altındaki kanalizasyonda yürürken bir kez daha o kişi tarafından alt edildiklerine hayıflanır. Hikaye ve çizimler, bir bildiri netliği taşıyor, kısacası çok parlak sayılmayan bir çalışma.
Son hikaye Ship of Stone yani taştan gemi. Yine Fransa'nın kırsalında çok eski bir şatonun gölgesinde yine fakir ama gururlu insanların yaşadığı bir balıkçı köyündeyiz. Kodamanlar gelişme ve kalkınma adına buraya da göz koymuşlar. Şato taşınacak, siteler rezidanslar AVM'ler yapılacak köy replika tadında alışveriş mahallesine dönecektir. Köylü üzgün olsa da karar verilmiştir. Yıkıma şatoya gelen insanlar ise şatodaki Fransızca bile bilmeyen yaşlı bir adamın direnişiyle karşılaşır. Adam bir tür muhafız büyücüdür. Taştan gemiyle buraya gelip medeniyeti kuran ataların topraklarını gözetmektedir. Hızır Bilal'in aklına yine bir şey gelir. Bir gemi kaçırırlar. Şatodaki dedenin çağırdığı binlerce ata ruhun yardımıyla köy ve şato taş taş gemiye taşınıp Arjantin kıyılarına taşınır. Bir gecede kaybolan köyün esrarı yetkilileri şaşkınlığa çevirirken suya düşen planlar hemen uygun duruma göre değiştirilir. Rezidans ve replika köy hayali uçmuş olabilir ama bu kıyı tam da nükleer santraller için uygun bir yerdir.
Ve son hikaye, evet Townscapes'de üç değil dört hikaye varmış; The Town That Didn't Exist. Bir kasabayı hayatta tutan fabrikada grev vardır, işçiler perişandır. Grev yaptıkları fabrikanın yaşlı sahibi ise aniden ölür. Holdingdeki tüm kocabaşlar toplanır, vasiyet bellidir, kötürüm kız torun başa geçecektir. Kızın bakımını yine karşımıza çıkan Hızır İlyas yapmakta yani onun için örnek alınacak bir karakter olmaktadır. Kız tek tek bu kocabaşları zaaflarına göre etkisiz hale getirmeyi başarır. Aklındaki fikri böylece hayata geçirebilecektir. Holdingin parasıyla ütopik bir kasaba inşa ettirir. Kasaba dev bir cam fanus içindedir. Fakat Hızır İlyas dahil tek tük insanlar bu cam kavanoz içinde tıkılmaktan sıkılacaktır. Örneğin işçilerden biri 'mantıksız' bir şekilde ailesini terkedip ütopyayı reddetmiş ve komşu kasabadaki başka bir fabrikada çalışmaya başlamış ve orada da sendikal mücadele başlatmıştır. Yani politik temelde ütopya eleştirisi olan bu hikaye ile Ship of Stone çizimleri gayet keyifli. Yalnız uyarlamadan bir kaç kare çıkartmak faydalı olurmuş.
8
Kayıp Ruhların Gezintisi diye çevirebileceğimiz ilk hikaye günlük hayatlarını kıtı kıtına idare ettiren bir köyde geçiyor. Yakınlardaki askeri laboratuvarda geliştirilen bir cihazın etkisiyle köydeki binalar yerçekiminden kurtulmaya başlıyor. Birbirine bağladıkları köy evlerinin içinde köylüler hiç çıkmadıkları bir seyahatin keyfini sürerken hükümetin bu rezaleti medya yardımıyla da gizleme çalışmaları ve nihayetinde militarist aldırmazlığın dizginlenmesi resmedilmiş. Diğer hikayelerde de rastladığımız Hızır benzeri büyük ihtimalle Enki Bilal'in kendisini temsil eden esrarengiz kişi bilinçli veya bilinçsiz olaylara müdahale ederek bir nevi ajitatör rolünü üstleniyor. Her yerde olduğu gibi gördüğü her olumsuzluk karşısında komünistleri, hainleri, öcüleri suçlayan bir çıbanbaşı da hikayemizde rahatı kaçıran bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Çizgiler inanılmaz ayrıntıda işlense de karakterizasyonda estetikten ziyade çirkinlik ön plana çıkarılmış. Üstelik halka yabancılaşmanın imgesi olarak deney yaptıkça çizerin uzaylıları çizerken kullandığı tiplere benzeyerek çirkinleşen, iğrençleşen askeri personelden bahsetmiyorum. İlginçtir arkamekanı da Fransa'dan çok Amerika'ya benzettim. Belki de yazar Pierre Christin, Fransa'nın Abdleştiğini işaret ediyor.
Belirttiğim gibi Townscapes aslında üç hikayenin birleştiği bir koleksiyon kitap. İlk hikayeden bahsettim bile. Yine tüm öyküler Pierre Christin'in aklından çıkma. And Thus A Legend Born, ne diyebiliriz? Ve böylece bir efsane doğdu. Burada esrarengiz karakterin çok etkin bir şekilde hikayede rol aldığını görüyoruz. Bir grup güvenlik ve istihbarat şefi bir köşkte bir araya gelir. İlginç bir kişiyi araştırmaktadırlar. Tarih boyunca değişik yerlerde otorite karşıtı mücadelelerde farklı kimliklerle yer almış, kimi zaman 68 Paris günlerinde, kimi zaman Che ile birlikte dağlara çıkmış, kimi zaman Abd'de Kara Panterlerle çalışmış bu kişiyi konuşurlarken, 'güvenilir' uşak tek tek bu kişileri çeşitli mazeretlerle odadan dışarı çıkartır. Giden gelmez. Nihayetinde köşkte patlama olur ve uşak kılığındaki bu gizemli kişinin çağırdığı kişiler yer altındaki kanalizasyonda yürürken bir kez daha o kişi tarafından alt edildiklerine hayıflanır. Hikaye ve çizimler, bir bildiri netliği taşıyor, kısacası çok parlak sayılmayan bir çalışma.
Son hikaye Ship of Stone yani taştan gemi. Yine Fransa'nın kırsalında çok eski bir şatonun gölgesinde yine fakir ama gururlu insanların yaşadığı bir balıkçı köyündeyiz. Kodamanlar gelişme ve kalkınma adına buraya da göz koymuşlar. Şato taşınacak, siteler rezidanslar AVM'ler yapılacak köy replika tadında alışveriş mahallesine dönecektir. Köylü üzgün olsa da karar verilmiştir. Yıkıma şatoya gelen insanlar ise şatodaki Fransızca bile bilmeyen yaşlı bir adamın direnişiyle karşılaşır. Adam bir tür muhafız büyücüdür. Taştan gemiyle buraya gelip medeniyeti kuran ataların topraklarını gözetmektedir. Hızır Bilal'in aklına yine bir şey gelir. Bir gemi kaçırırlar. Şatodaki dedenin çağırdığı binlerce ata ruhun yardımıyla köy ve şato taş taş gemiye taşınıp Arjantin kıyılarına taşınır. Bir gecede kaybolan köyün esrarı yetkilileri şaşkınlığa çevirirken suya düşen planlar hemen uygun duruma göre değiştirilir. Rezidans ve replika köy hayali uçmuş olabilir ama bu kıyı tam da nükleer santraller için uygun bir yerdir.
Ve son hikaye, evet Townscapes'de üç değil dört hikaye varmış; The Town That Didn't Exist. Bir kasabayı hayatta tutan fabrikada grev vardır, işçiler perişandır. Grev yaptıkları fabrikanın yaşlı sahibi ise aniden ölür. Holdingdeki tüm kocabaşlar toplanır, vasiyet bellidir, kötürüm kız torun başa geçecektir. Kızın bakımını yine karşımıza çıkan Hızır İlyas yapmakta yani onun için örnek alınacak bir karakter olmaktadır. Kız tek tek bu kocabaşları zaaflarına göre etkisiz hale getirmeyi başarır. Aklındaki fikri böylece hayata geçirebilecektir. Holdingin parasıyla ütopik bir kasaba inşa ettirir. Kasaba dev bir cam fanus içindedir. Fakat Hızır İlyas dahil tek tük insanlar bu cam kavanoz içinde tıkılmaktan sıkılacaktır. Örneğin işçilerden biri 'mantıksız' bir şekilde ailesini terkedip ütopyayı reddetmiş ve komşu kasabadaki başka bir fabrikada çalışmaya başlamış ve orada da sendikal mücadele başlatmıştır. Yani politik temelde ütopya eleştirisi olan bu hikaye ile Ship of Stone çizimleri gayet keyifli. Yalnız uyarlamadan bir kaç kare çıkartmak faydalı olurmuş.
8
Fire! Orchestra - Ritual (2016)
Bu grup ile ilintili Fire! namındaki ekibin de kaydını dinleyince, açıkçası vokalin, kalabalık bir ekibin ve poliritmik ve polifonik seslerin olumlu yönde çok fazla fark yarattığını duyabiliyorum. Mariam'ın alttaki müziğin harmonisinden bağımsız seslendirmesi, grubun yapıtlarına çok yakışıyor. Tıpkı değişik üflemeli çalgılar gibi. Tanımlandıkları big band tarzı jazzın aslında dağılmaya başladığını, biraz bar atmosferinin biraz rock mantığının da işletildiğini söylemek mümkün. İlk dinleyişte kulağınıza hücum edecek kaotik seslerin de bir süre sonra altında yatan kalıbı sergilemekte oldukça cömertkar davrandığını göreceksiniz ki bu yüzden belki de yirmi kez dinlemişimdir ve bir o kadar da zevkle dinleyebilirim. İlk tanışma şerefine nail olduğum Exit! ve Enter adlı yapıtlarından sonra bir kaç adım geriye gitmiş olabilirler. Ama bu şevkli, istekli yaklaşımlarının hiç de azaldığı manasına gelmiyor. Öne çıkan can sıkıcı bir gerçek ise şarkıların başlangıcında yönlerini kaybetmişçesine harcadıkları vakit. Buraları biraz daha toparlamalılar bence. Özellikle müziklerine sızdıklarına tanık olduğum rock tınılarına karşı ne diyebilirim ki, pek bir bahtiyar pek bir memnunum.
8,0--/10
8,0--/10
16 Eylül 2016 Cuma
65daysofstatic - One Time for All Time (2005)
Ne zamandır post-rock dinlemediğimi hatırlayınca hiç riske girmeden ilk albümüyle beni de etkilediklerinin arasına dahil eden grup 65days'in takipteki albümüne kulak vereyim dedim. Aynı kulvarda olmakla beraber ilk albümün gücüne erişemediği gerçeğini de bir kenarda tutarsak albüm dinledikçe açılıyor saçılıyor güzelleşiyor, şuh edasıyla dinleyeni kendinden geçiriyor. Grubun özellikle klasik post-rock beste gidişatını arada bir de olsa tersyüz etmesi, beklenmedik atılımları şarkının her bir tarafına giydirebilmesi, normalde rahatsız edici glitch gibi elektronik efektleri müziğine ustalıkla yedirebilmesi, hızlı ritimleri kısacası math rock etkisi sayesinde dinlerken kendimi daha canlı, yaşıyor hissediyorum. Piyano melodik olarak kayıtta yumuşatıcı bir etkide bulunarak bateriyi dengeliyor. Bu dengeleme işini süreyi çok da uzatmayarak da sağlıyorlar. Neticede o kadar şey dönmesine rağmen insanı yormayan bir iş ortaya çıkıyor. Öyle işte.
7,75+/10
7,75+/10
15 Eylül 2016 Perşembe
RETRÖ: Motörhead - Ace of Spades (1980)
Efsanevi Ace of Spades'in yanında The Hammer ve Emergency gibi bir kaç hızlı ve rock'n roll'a selam çakan parça haricinde vakti zamanında çok da dikkatimi çeken bir çalışma olmamıştı. Aradan yıllar geçti, tekrar dinliyorum da fikirlerimde değişen bir şey yok. Tabi önceki albümlerden dinlemeye başladıysanız kıyaslamanızda onları baz alacaksınız. Değerlendirmenizi de ona göre yapmış olacaksınız. Albüm kapağı klas oğlu klas, o ayrı.
6,75/10
6,75/10
14 Eylül 2016 Çarşamba
Hürriyet Gösteri #319 - Yabani #3 - Cazkedisi #6, Artistik Bellek #11
Hürriyet Gösteri'nin 319.sayısı hacim olarak daha geniş bir yer kaplıyor gibime geldi. Yanılıyor olabilirim, zira kafam güzel, af dilerim. Konu başlıkları ilginç olsa da içerik teori yönünden biraz cılız kalıyor: Türk Edebiyatında Kadın Yazarlardan Feminist Uzamlar, Sönük Bir Kadının Silik Öyküsü. Ağaç-Kadın-Güzel Yaprak-Yapmak İlişkisi. Şairin Niyeti/Okurun Niyetinde Özcan Erdoğan'ın Singin isimli şiiri konuk ediliyor. Şair diyor ki: duygu gelip geçer, duyarlıksa devinir, aşkı ve şiiri yeniden yaratır. Şiir ağırlıklı yazılarda Selçuk Uçku Letrist şiiri ile, Gültekin Emre biyografisi ile, Cengiz Bektaş mekanları ile, Aydın Afacan tereddüt kavramı ışığında, Osman Çakmakçı genel bir değerlendirme ile, Selahattin Yolgiden göç temasıyla, Barış Erdoğan hümanist bakış açısıyla ve Joyce Carol Oates sadece şair kimliğiyle sınırlı kalmamak koşuluyla konu edilmiş. Oates hakkında genel bir değerlendirme ve zoraki bir söyleşi de sayfalarda yerini bulmuş. Oates'un Eski Amerika Evine Ölmeye Geldi şiiri gerçekten etkileyici. Söyleşiler Aşk Mavidir Öğretmenim kitabı ardından Atalay Girgin ve Barış Erdoğan ile devam etmekle beraber burada sonlanıyor. Yönetmen-besteci ilişkisinin irdelendiği köşede efsanevi westernlere değiniliyor. (spagetti olanlara mı desek?) Bu yazının kapsamı altında Sergio Leone ve Ennio Morricone ikilisinin yapıtları mercek altında. Yücel Kayıran'ın son şiir eleştiri kitabı ele alınmış. Temelsiz ve dayanaktan yoksun ama sağlam görülen ve öyle kabul edilen argüman ve kavram tanımlarının temelsizliğini ve dayanaksızlığını gösterme etkinliği olarak elenkhos kavramı bende de yankısı bulunan bir değinme oluyor bu yazı başlığı altında. Yaşamını son günlerde kaybeden değerli tarihçi Halil İnalcık'ın kitabı hakkında yazının kısalığını basımın daha öncesinde olmasına bağlıyorum. Müesser Yeniay, bir şair olarak şiir yazma itkisini kendi örneği üzerinde açıklıyor. Gültekin Emre yine Çalışma Masası ismindeki köşesinde çalışma masasına uğrayan öykü ve roman kitapları hakkında fikirlerini kaleme almakta. Hüseyin Atabaş'ın Çağdaş Şiirimizde Karadeniz Duyarlığı, Melih Ergen'in Varuna'nın Bin Gözü ve Ömer Faruk'un Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları namındaki kitapları da makalelerde yankısını buluyor. Bir kaç sinema sanatı üzerine ilham alınan yazı da bulunmakta. Şiirlerine yer verilen isimler ise Veysel Çolak, Mehmet Yaşin (yok aslında yanlış anlaşılmasın/ ben de istemez miydim bir aşk yaşamayı?), Yavuz Özdem, Sadık Yaşar, Nisa Leyla, Barış Erdoğan.
Yabani'nin 3. sayısı orta şeker kıvamında okuyucuyu karşılıyor. Metal dünyasını aralayan Golgotha, kendini beğenmiş TV program yapımcısı bir gurmenin hikyesinin irdelendiği Itadakimasu, ismi üzerinde Zombi Günlükleri çizgi hikayeler olarak çizimlerde olmasa bile uyarlamada sıkıntılar sergiliyor. Bir duyarlık ve intikam hikayesi olan Kartel'in son karelerini anlayamadım bile. Kralına İsyan'ın ise büyük bir merakla sonraki gösterimini bekliyoruz. Hikayelerde korku unsuru taşıyan Istrancalar'da Kaçamak, eğer ironik bir komedi gözüyle de bakıyorsanız anlam kazanıyor. Temizlikçi sonu biraz aceleye gelmekle beraber iyiydi. Öteki de kusurları ile birlikte yine de kendini okutmasını bildi. Fırıldak'ta distopik arka yapısıyla ve klasik aşk-kıskançlık örgüsüyle akılda kalıcıydı. Şaka maka 4. sayıyı bekliyorum ki çıkmış sanırım bu aralar.
Caz Kedisi 6. sayıyı ile karşımızda. Tanıştığım geçen sayıdan sonra heyecanım biraz dinmiş durumda. Şairler: Serdar Koç,
sahi sen mi söylemiştin
konuktur diye insan yaşama
Mehmet Mümtaz Tuzcu,Ece Apaydın, Yusuf Alper, Can Sinanoğlu, Rahmi Emeç, Mustafa Demircioğlu (Senin Bütün Sarılar isimli dört kıtalık şiire yer vermek isterim ama neyse, başka bahara...), Gökhan Taner Günsan, Beytullah Kılıç, İmran Tali, Örsan Gürkan Aplak, Süleyman Aytaç, Muharrem Sönmez,
akşamı toplamak mı
işte o pazarcıların işi
Recep Özkan,, Osman Koca, Nesrin Z. İnankul,Şerif Tezgören ve çeviri şiirleriyle/taşlamalarıyla antik Roma'dan Marcus Valerius Martialis (bütün çevirileri alıntınlamayı hak ediyor). Hüseyin Alemdar 41 maddede kişisel manifestosunu açıklıyor. Hülya Deniz Ünal genç şairlerin yapıtları üzerine görüşlerini belirtmeye devam etmekte. Hüseyin Peker de şairlerin isimlerinden esinlenerek ansiklopedi benzeri bir açılışı A harfiyle gerçekleştiriyor. Barış Erdoğan'ın yazısı edebiyatta intihar örnekleri üzerine. Ray Charles'ın hayatını konu alan film eleştirisi, Hülya Deniz Ünal söyleşisi, Mozaik Müzik Topluluğu, Monolog diğer yazılar. Ayrıca Erkan Karakiraz ve Mahzun Doğan'ın günceleri de devam ediyor.
Artistik Bellek 11 nolu sayıda Street Beatfest Özel Sayısı ekini veriyor. Ek, Cemal Erdem,
gidiyorum, erken giden şiirler ardında
bileklerindeki kolanya kokusuyla feryat
figan
masallar ören annem aklımda
sırt çevrilmenin yarası
kesikli omuzlarımda
Zafer Yalçınpınar, Jack Micheline, Kenneth Patchen, Bella El-Sabha'dan şiirlerin yanısıra, deneme ve öyküler ile neo-beat açılımı üzerine tanıtım yazıları içermekte. Dergiye dönersek, iştah açıcı bir sinema yazısı ile karşılaşıyoruz. Zeki Demirkubuz'un Yazgı'sını izlemek istiyorum bu yazıyı okuduktan sonra. Türker Ayyıldız'ın öykü kitabı Şikeste'den bir tutam ağzımıza bal niyetine çalınıyor. Şiirlerine yer verilen isimler Aslan Kocaman, Damla Selen Eraydın, Kadir Sevinç, Tan Doğan, Ezgi Aslan, Cemal Erdem, Neslihan Yalman oluyor. Öykü ve denemelerine yer verilen isimler ise Enes Üzengi, Semih Samyürek,Yusuf Duran, Fahri Küçük, Merve Tavuskarlı ve Deniz Fırat.
Yabani'nin 3. sayısı orta şeker kıvamında okuyucuyu karşılıyor. Metal dünyasını aralayan Golgotha, kendini beğenmiş TV program yapımcısı bir gurmenin hikyesinin irdelendiği Itadakimasu, ismi üzerinde Zombi Günlükleri çizgi hikayeler olarak çizimlerde olmasa bile uyarlamada sıkıntılar sergiliyor. Bir duyarlık ve intikam hikayesi olan Kartel'in son karelerini anlayamadım bile. Kralına İsyan'ın ise büyük bir merakla sonraki gösterimini bekliyoruz. Hikayelerde korku unsuru taşıyan Istrancalar'da Kaçamak, eğer ironik bir komedi gözüyle de bakıyorsanız anlam kazanıyor. Temizlikçi sonu biraz aceleye gelmekle beraber iyiydi. Öteki de kusurları ile birlikte yine de kendini okutmasını bildi. Fırıldak'ta distopik arka yapısıyla ve klasik aşk-kıskançlık örgüsüyle akılda kalıcıydı. Şaka maka 4. sayıyı bekliyorum ki çıkmış sanırım bu aralar.
Caz Kedisi 6. sayıyı ile karşımızda. Tanıştığım geçen sayıdan sonra heyecanım biraz dinmiş durumda. Şairler: Serdar Koç,
sahi sen mi söylemiştin
konuktur diye insan yaşama
Mehmet Mümtaz Tuzcu,Ece Apaydın, Yusuf Alper, Can Sinanoğlu, Rahmi Emeç, Mustafa Demircioğlu (Senin Bütün Sarılar isimli dört kıtalık şiire yer vermek isterim ama neyse, başka bahara...), Gökhan Taner Günsan, Beytullah Kılıç, İmran Tali, Örsan Gürkan Aplak, Süleyman Aytaç, Muharrem Sönmez,
akşamı toplamak mı
işte o pazarcıların işi
Recep Özkan,, Osman Koca, Nesrin Z. İnankul,Şerif Tezgören ve çeviri şiirleriyle/taşlamalarıyla antik Roma'dan Marcus Valerius Martialis (bütün çevirileri alıntınlamayı hak ediyor). Hüseyin Alemdar 41 maddede kişisel manifestosunu açıklıyor. Hülya Deniz Ünal genç şairlerin yapıtları üzerine görüşlerini belirtmeye devam etmekte. Hüseyin Peker de şairlerin isimlerinden esinlenerek ansiklopedi benzeri bir açılışı A harfiyle gerçekleştiriyor. Barış Erdoğan'ın yazısı edebiyatta intihar örnekleri üzerine. Ray Charles'ın hayatını konu alan film eleştirisi, Hülya Deniz Ünal söyleşisi, Mozaik Müzik Topluluğu, Monolog diğer yazılar. Ayrıca Erkan Karakiraz ve Mahzun Doğan'ın günceleri de devam ediyor.
Artistik Bellek 11 nolu sayıda Street Beatfest Özel Sayısı ekini veriyor. Ek, Cemal Erdem,
gidiyorum, erken giden şiirler ardında
bileklerindeki kolanya kokusuyla feryat
figan
masallar ören annem aklımda
sırt çevrilmenin yarası
kesikli omuzlarımda
Zafer Yalçınpınar, Jack Micheline, Kenneth Patchen, Bella El-Sabha'dan şiirlerin yanısıra, deneme ve öyküler ile neo-beat açılımı üzerine tanıtım yazıları içermekte. Dergiye dönersek, iştah açıcı bir sinema yazısı ile karşılaşıyoruz. Zeki Demirkubuz'un Yazgı'sını izlemek istiyorum bu yazıyı okuduktan sonra. Türker Ayyıldız'ın öykü kitabı Şikeste'den bir tutam ağzımıza bal niyetine çalınıyor. Şiirlerine yer verilen isimler Aslan Kocaman, Damla Selen Eraydın, Kadir Sevinç, Tan Doğan, Ezgi Aslan, Cemal Erdem, Neslihan Yalman oluyor. Öykü ve denemelerine yer verilen isimler ise Enes Üzengi, Semih Samyürek,Yusuf Duran, Fahri Küçük, Merve Tavuskarlı ve Deniz Fırat.
13 Eylül 2016 Salı
RETRO: Mithotyn - Gathered Around the Oaken Table (1999)
Büyük bir kusuru var. Onun dışında mükemmelliğin vücut bulmuş hali diyebilirim. Ama diyemiyorum, çünkü vokal hava kaçırıyor fosur fosur. Viking metal'in gözardı edilmiş bir kaydı olmasına da belki sebep oluyor bu zayıflık. Tempolu, heyecanlı, enerji verici tatlı riflerle dolu, viking marşları ve melodileri ile yüklü, sololu, korolu, pozitif katma değerli müthiş eğlenceli bir albümle karşı karşıyayız. Tam da albümün adının işaret ettiği gibi toplanmış bir masa etrafında geçmişin görkemini, zafer dolu anılarını kahkahalarla yad ediyoruz. İçimizden biri yeterince kafayı bulmuş, masa üzerinde dans ediyor.
Yetmediyse sizi medieval music hardcore party mix 'e davet edeyim. Duacı olacaksınız.
9,0+/10
Yetmediyse sizi medieval music hardcore party mix 'e davet edeyim. Duacı olacaksınız.
9,0+/10
12 Eylül 2016 Pazartesi
Plebian Grandstand - False Highs, True Lows (2016)
Deathspell Omega olabilmek için sadece yakıp yıkmak değil karmaşadan çarpık bir güzelleme inşa etmesini de bilmek gerekiyor. Grubun bocaladığı yer bu nokta oluyor. Daha doğru bir deyişle tam da tercihleri bu şekilde. Çünkü kan çeker misali, kaotik hardcore geçmişi hükmünü vermiş bile. İster sludgy deyin ister mathcore ister powerviolence. Black metal yöneliminin altını oyan isimsiz ve yahut bol isimli köstebek bu. Bu alt türleri seviyorsanız bu kombinasyonu da, ki sentez oldukça başarılı, sevecekseniz. Ama aradığınız DsO ise kısa bir süreliğine;o da büyük oranda uyumsuz akor ve tonlamalar sayesinde, idare etmenin ötesine geçmeyecektir. Albümün en über şarkısı yarı uykuda yarı uyanık olduğum bir otobüs yolculuğunda beni trip'e sokan Tame the Shapes olsa gerek. Çirkince bir kafadan uzanan tren benzeri yarı soyut bir dil, film şeriti gibi ilerliyor. Oluşturduğu ufuk çizgisinin altı gökyüsü, üstünde yılan gibi bir şeyler yüzüyor. Enki Bilal'in grotesk kafalarıyla buluşuyor, Paskalya adasında modern insanların tapındığı devasa heykelin açılan ağzından bir karanlığa giriyorum, orada uzayla buluşup yıldızların parıltısını seçiyorum ve soğuk, beyaz bir soğukluk ve müziğin aniden kesilmesiyle yıldızların içe sönümlemesi.
6,75/10
6,75/10
11 Eylül 2016 Pazar
Beck - Odelay (1996)
Kuul adam Beck'i 90'lardan aşina olanlar Loser adlı şarkısıyla en çok hatırlayacaktır. Fakat hemen sonrasında çıkardığı bu albümle zirveye ulaşacak, beğeni sınırlarını zorlayacaktır. Eğer bu albümün üç sloganı olacaksa onlar da şunlar: eklektik!eklektik!eklektik! Indie rock, alternatif soundlar, amerikan folk'u, hip-hop, elektronik ve dans büyük bir kolaj oluşturur. Konvensiyonel formlarda Where It's At, High Five, JackAss gibi az sayıda parça vardır ki bunlar bile bildiğimiz, aşina olduğumuz normallikte değildir. Bununla birlikte ne yapar eder, bu karmaşadan birbiriyle uyumsuzluğa düşmeyen bir düzen inşa etmesini bilir Beck. Bir büyük istisna vardır: rahatsız edici seslerle süslemeler şeklinde karşımıza çıkan cızırdayan efektler, vokal bozulması vessair alternatif tanımından öteye müziğine bir şey kazandırmıyor. Yine de kırık ritimler ile birlikte bu yeniden yaratım süreci içinde çok hoş bir naiflik barındırıyor. Ful uzunlukta bonus cd'ye baktığımızda elektronik eveleme gevelemeleri geçince blues ve folk sularında gezinen son kısmı çok daha çarpıcı dakikalar sunmakta. Yani şöyle düşünün, evinize bir mutfak yaptırıyorsunuz, işçilik şahane. Ne bir silikon sızıntısı var, ne bir yamukluk. Her şey milimi milimine uygun, pürüzsüz ve sağlam. Şöyle uzaklaşıp bakınca bu modelin evinize pek uymadığını görüyorsunuz. Bu noktadan sonra her şey zevke kalıyor diğer bir deyişle. Tek tek bazı şarkılardan pek çok hoşlanmakla beraber, işçiliği müthiş takdir etmekle beraber, bende karşılığı bir yere kaddar.
6,75-/10
6,75-/10
7 Eylül 2016 Çarşamba
Cartola - Cartola (1974)
Samba'nın çılgın Rio karnavallarından ötesinde bir hikayesi olduğunu artık öğrenmiş bulunuyorum. Elbette kökleri Afrika'ya kadar dayanan bu Brezilya halk musikisi diğer türlerden de esinlenerek bugüne kadar varan yolculuğunda Cartola gibi önemli isimler aracılığıyla dünyada da saygın bir konuma kavuşmuş. Dolayısıyla delişmen ritimlerden ziyade daha ağırbaşlı oturaklı bir sound ile karşı karşıyayız. Türün genel özelliği olarak tempo sabit bir şekilde ritmi izliyor. Bunun neticesinde neden caz ile bu kadar çabuk kaynaştığını anlayabiliyoruz. Zira ruh ikizi gibiler. Yine aynı sebeple kah fon müziği kah chill out bir karaktere de kolayca bürünecek gibi duruyor. İşte bu değişmezlik, tarih karşısında neredeyse sabit bir yer işgal etme durumu, ait olduğu topraklar dışında zamanın hızlı temposuna ayak uydurmuş moderen dünyalıyı garipsetecektir. Diğer bir yandan hıçkırık gibi, korna gibi kulağı tırmalayan enstrüman (vallahi erinmedim araştırdım, cuica olsa gerek) da rahatsızlık verecektir. Evet, kendimden bahsediyorum. Kadın vokallerin devreye girmesi, bestelerin kuul performansı ise elbette kaydın artılarını oluşturuyor. Dediğim gibi Latin Amerika müzikleri benim için netametli bir konu. O yüzden gerekli ihtimamı sevgiyi gösterememiş olabilirim. Amma saygım sonsuz, derya deniz.
6,75-/10
6,75-/10
6 Eylül 2016 Salı
The Piano Guys - Wonders (2014)
Klasik müziği geniş kitlelere yaymayı hedefleyen ve popüler normlara da başvurmak çekinmeyen bir alt tür vardır: crossover derler klasik musiki aleminde. Bu albüm ise crossover'ın crossover'ı olabilir. Bir kere keman piyanodan çok daha fazla dikkat çekiyorken neden niye niçin isminiz Piano Guys? Tamamiylen hedef şaşırtmaca. İkinci ise popüler unsurlara bu kadar gerek var mıydı? Filmlerden alınma parçaları değiştirip uyarlayarak nananalayarak sunmak? Eklektizmin dipdipi. One Direction'dan Story of My Life, Batman'ın eski dizi müziği, hani Betmeen diye çığrıyorlar, dahil filmlerinden alınan bestelerin mixi, Swedish House Mafia'nın Dont You Worry Child'ı... İşin komik tarafı çok da başarılılar, misal Kung Fu Panda'nın titrek Çin melodisi uyarlaması. Ama kafam karıştı. Hala şaşırmadıysanız, yafu Hintçe bile şarkı var. Evet vokal kullanımından da çekinmiyorlar, hele bak! Üçüncüsü inanılmaz temiz bir prodüksiyon. Yani her yerinden piyasaya oynadıkları belli oluyor. Belli ki bizim buralarda bilinmiyor ama yüz binleri aşan satış rakamına ulaşmışlar. Klasik müzikte bir yetkem bilgim olduğunu düşünmek haddime değil. Ancak bana bile hafif gelmişse bu kayıt, buralarda bir yerlerde işte tam oralarda bir şeyler vardır.
5,75/10
5,75/10
4 Eylül 2016 Pazar
Enderunlu Fazıl - Güzel Oğlanlar Kitabı
Ana akımın dışındaki şeyleri takip etmeye çalıştığım sanırım fark ediliyor. Genç erkekleri ülkelerine göre kategorize edip endamlarını, yatak tecrübelerini anlatan bu metni güncel müdahalelerin ve önsözün ışığında okuyunca gerçekliğinden bile şüphe duymuştum. Ama gerçekten 1700'lü yılların sonunda yaşayan, aynı zamanda Kadınlar Kitabı'nı da yazan zevke ve sefahate düşkün bir Enderunlu Fazıl varmış. Bugünün şartlarına bakıldığında pedofilinin izlerini taşıyan metni değerlendirirken anakronizm hatasına düşmek istemem. Ancak ecdadımızın en azından bir kısmının ne işlerle meşgul olduğunu da geçmişi göklere çıkaran bir kısım insana hatırlatmakta fayda var. Bu dönemin öncesinde saraydan köşklere yayılan (ve hatta köylere) ve normal kabul edilen bir ilişkiler bütünü... Edebi açıdan bakıldığında ise açıkçası gaylere yönelik (gay edebiyatı demek istemedim, var mı böyle bir adlandırma acaba) edebi alanda bile akılda kalıcı bir etki bırakması imkansız. Sadece tarihe düşülen bir nottan ibaret görevi. O yüzden notum iki ya da üç, ne farkı varsa artık.
Ama asıl bahsetmek istediğim şey, daha öncede azıcık ucundan bahsettiğimi düşündüğüm Kore takıntım. Aslında böyle bir takındım da yok da kelime bulamadım şimdi. Linkini aşağıda vereceğim 1 Nights 2 Days reality şovunun hastasıyım. Koreliler genel olarak nazik ruhlu insanlar. (Kuzey Kore'yi, Güney'in yıllarca otokratik bir hükümet tarafından yönetilmesi gibi şeyleri gözardı edersek eğer, eh geriye de pek bir şey kalmadı. Ama süper nazik komşunun uygun şartlarda sizi öldürmeyeceğinin tarihte bir garantisi de yok: bkz Bosna) O yüzden reality şovları bile süper eğlenceli. Yıllardır süren bu şov gibi.
1 Night 2 Dayssssss
Ne K-dramaları ne de K-pop radarıma bugüne kadar girmeyi başarabildi. Bu şovun aylarca önce bir bölümünde BTS adlı bir grubun Dope adlı klibini görmüştüm. Vaoww, bu yeniyetme grupların konserleri boyunca dans ettiklerini biliyordum ama buradaki koreografi ve klibin prodüksiyonu, dönen kameralar, değişen mekanlar, aklımı almıştı. Sustum, otuzlu yaşlarda K-pop fanı olacak değilim herhalde. Hala da değilim. Rezalet bir şekilde kapattığım cuma gününün ardından moral düzeltici bir şeyler ararken youtube'da bir kaç saat; tamam yalan söyledim üç beş saat, hala yalan söylüyorum kaç saat olduğuna dair hiçbir fikrim yok, süren vaktimi bu grubun dans performanslarını (ve diğer insanların reaction videolarını) izleyerek geçirdim. Yakıyorlar, öldürüyorlar. Hava su yerine dans ve müzikle vakitlerini geçiriyor olmalılar. Biliyorum, Kore'de sektör bu çocukları acımasızca sömürüyor. Böyle bir şeyler ortaya çıkacaksa no problem arkadaş. İnsanlığın evrim geçirmiş bir üst aşaması gibi rahat (kot ve botla dans diyor birisi!) dans performansları, müzik ve birbiriyle maksimum uyum, izleyiciyi kolayca avucuna alacak kıvamda düzeyli tekrarların yanısıra hünerlerini gösterecek mükemmel koreografilerden oluşuyor. Komplekse girmeye gerek yok. Abd'liler bile kendi ülkelerinde böyle bir şey olmadığını söylüyor. K-pop hala benim için batıdaki ünlü isimlerin tarzlarının, Beyonce, Lady Gaga, Nicki Minaj, Rihanna, Backstreet Boys ve N'Sync gibi aklınıza gelen her kim varsa, fabrikasyon şekilde bir araya getirildiği ve günün ihtiyaçlarının overdoze şeklinde sunumundan ibaret olsa da örnek mukabilinden dinlemeye başlarsam sanırım bu BTS'den başlamak olacak. Aşağıdaki videoda ise koreografinin dışına çıkarak eğlenceli emprovize figürler ekliyorlar. Kendilerinden başka dalga geçecek kimse kalmamış herhalde. İnanılmaz eğlenceli. Moral artırıcı doping niyetine gelsin pazartesi öncesi. Sözlere dikkat, patronlar duymasın!
(video görünmüyor olabilir link: BTS - Silver Spoon)
Ama asıl bahsetmek istediğim şey, daha öncede azıcık ucundan bahsettiğimi düşündüğüm Kore takıntım. Aslında böyle bir takındım da yok da kelime bulamadım şimdi. Linkini aşağıda vereceğim 1 Nights 2 Days reality şovunun hastasıyım. Koreliler genel olarak nazik ruhlu insanlar. (Kuzey Kore'yi, Güney'in yıllarca otokratik bir hükümet tarafından yönetilmesi gibi şeyleri gözardı edersek eğer, eh geriye de pek bir şey kalmadı. Ama süper nazik komşunun uygun şartlarda sizi öldürmeyeceğinin tarihte bir garantisi de yok: bkz Bosna) O yüzden reality şovları bile süper eğlenceli. Yıllardır süren bu şov gibi.
1 Night 2 Dayssssss
Ne K-dramaları ne de K-pop radarıma bugüne kadar girmeyi başarabildi. Bu şovun aylarca önce bir bölümünde BTS adlı bir grubun Dope adlı klibini görmüştüm. Vaoww, bu yeniyetme grupların konserleri boyunca dans ettiklerini biliyordum ama buradaki koreografi ve klibin prodüksiyonu, dönen kameralar, değişen mekanlar, aklımı almıştı. Sustum, otuzlu yaşlarda K-pop fanı olacak değilim herhalde. Hala da değilim. Rezalet bir şekilde kapattığım cuma gününün ardından moral düzeltici bir şeyler ararken youtube'da bir kaç saat; tamam yalan söyledim üç beş saat, hala yalan söylüyorum kaç saat olduğuna dair hiçbir fikrim yok, süren vaktimi bu grubun dans performanslarını (ve diğer insanların reaction videolarını) izleyerek geçirdim. Yakıyorlar, öldürüyorlar. Hava su yerine dans ve müzikle vakitlerini geçiriyor olmalılar. Biliyorum, Kore'de sektör bu çocukları acımasızca sömürüyor. Böyle bir şeyler ortaya çıkacaksa no problem arkadaş. İnsanlığın evrim geçirmiş bir üst aşaması gibi rahat (kot ve botla dans diyor birisi!) dans performansları, müzik ve birbiriyle maksimum uyum, izleyiciyi kolayca avucuna alacak kıvamda düzeyli tekrarların yanısıra hünerlerini gösterecek mükemmel koreografilerden oluşuyor. Komplekse girmeye gerek yok. Abd'liler bile kendi ülkelerinde böyle bir şey olmadığını söylüyor. K-pop hala benim için batıdaki ünlü isimlerin tarzlarının, Beyonce, Lady Gaga, Nicki Minaj, Rihanna, Backstreet Boys ve N'Sync gibi aklınıza gelen her kim varsa, fabrikasyon şekilde bir araya getirildiği ve günün ihtiyaçlarının overdoze şeklinde sunumundan ibaret olsa da örnek mukabilinden dinlemeye başlarsam sanırım bu BTS'den başlamak olacak. Aşağıdaki videoda ise koreografinin dışına çıkarak eğlenceli emprovize figürler ekliyorlar. Kendilerinden başka dalga geçecek kimse kalmamış herhalde. İnanılmaz eğlenceli. Moral artırıcı doping niyetine gelsin pazartesi öncesi. Sözlere dikkat, patronlar duymasın!
(video görünmüyor olabilir link: BTS - Silver Spoon)
3 Eylül 2016 Cumartesi
Die Antwoord - TEN$ION (2012)
Üç kişiden oluşan Güney Afrikalı grup Yolanda ve Ninja namındaki iki deli üyesiyle daha çok biliniyor. Bunların filmlerini de, Chappie, çok tutmuştum. Müziklerindeki deliliği ekrana taşıyan duygusal bilim kurgu dram romantik absürd komedi gibi bir türde çekilmişti. Daha azı kurtarmaz zaten. Müziklerini ise basitçe dans rap gibi tanımlayabiliriz. Youtube'da videolarını izlediğim uçarı şarkılar bir araya getirilince sinerji tersi bir etki yaratıyor. Birsen Tezer'in albümü hakkında yazarken belirttiğim gibi bazı şarkılar bir araya gelince sinerji yaratırken bazı güçlü şarkılar bir araya geldiğinde ise dinleyeni zorluyor. Bir kere Ninja'nın konuşmaları can sıkıcı, Yolanda'nın da çocuksu tonları kimilerini rahatsız edebilir. Zaten bu ürünü müzikal açıdan değerlendirmeye de gerek yok. Toplumu şoklama amaçlı faaliyet gösteren bir yeraltı sanat akımının mensupları olarak şov sergilemek daha öncelikli. Ve bunu da iyi yapıyorlar. Agresif ritimler, aksan ve argo ile birleştiğinde ne gerçek ne sahte ne şov amaçlı, ayırt etmek zorlaşıyor. En deneyimsiz kulak bile Fat Boy Slim gibi doksanlardan ödünç alınan melodileri ayırt edebilir. Yine de I Fink U Freeky, Faty Boom Boom, U Make A Ninja Fuck gibi bas ağırlıklı rave parçalarda kendilerine ait bir sound'u üretebildiklerini söylemek mümkün. Bununla birlikte bazı single parçaları ise ilk şok etkisi geçtikten sonra bakılınca kulağa pek zayıf geliyorlar. Dolayısıyla konu komşuyu korkutma ve partilerde eğlenmek için güzel bir silah.
6,75-/10
6,75-/10
1 Eylül 2016 Perşembe
Hans Zimmer - Interstellar (2014) OST
Yine beni hedef tahtasına koyacak, tepki çekecek şeyler söyleyeceğim. Bunun film var ya, hayatımda izlediğim en gösterişçi, en abartılı, en haksız beğenildiğini düşündüğüm filmlerden birisidir. İlk yarısında kuraklık ve baba kız duygusallığı derken sonrasında kara deliklere girip sağ salim çıkabilmesi, zaman yolculuğu felan akıl almaz. Muhteşem bir seyir, efektler pek ala, süper ötesi, bilimsel gerçeklerden de faydalanıyor. Lakin kara delikten canlı çıkmak mı, ben almayayım sağol, sağır sultan bile duydu, parça pinçik olursun. Bilim adamları kara deliğin içine giren şeyleri yapı taşına indirgeyerek madde ve enerji boyutunda tartışıyorlar. Böyle aklı fikri hür tam takım bir beden olarak değil. İşin içine yeni çağ duygusallığı ve muhteşem görsellik girdi ya geri kalan her şey hap yapılır, yutulur. Neyse müziği filmle sahne sahne aynı doğrultuda ilerlese de bir kademe daha iyi. Ki yine herkesler müziğine de bir hayran, bir hayran ki sorma gitsin. Dolayısıyla dinlerken filmi bir bir işitssel olarak da bir kez daha tecrübe etme imkanı var. Fakat uzay atmosferinde kullanılan ve ne Ailenvari korku gerilime ne de eğlenceli lazeryon efektlerine bulaşmayan ve boşluk hissiyatı uyandıran bu tarz dramatik seslendirmelere tam anlamıyla ısınabildiğimi de söylemem mümkün değil. Hep telli bir çalgı arıyor kulağım. Müzikte de efektlerin, efektin geleneksel rolünü aşıp melodilere dönüşmesini evrimsel bir sonuç olarak doğal bulmakla beraber yine de bu vardığı noktada kendimi yabancı hissediyorum.
7,25/10
7,25/10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)