Peyniraltı Edebiyatı
Geçen ayın sayısı hayatına kendi elleriyle son veren Sylvia Plath'a adanmıştı. Ona ithafen yazılan şiirlerin yanısıra onunla ilgili röportajlar, yapıtlarıyla hayatının paralelliliğini irdeleyen yazılara yer verilmiş durumda. Sylvia Plath şiiri üzerine analizi vasıtasıyla da Nilgün Marmara sayının olmazsa olmazlarından biri olarak sayfalarda yer buluyor. Dosyadan bağımsız değerlendirme-eleştiri yazısı olarak Sivil Şiir başlığında makale ürüne dayalı politikanın değiştiğine dair ümit saçsa da yeni sayıda devamını görmüyoruz. Bu sayıdaki öyküler mükemmel olmasa da iç gıcıklayıcı olabiliyorlar. Çocuk, Hanım-efendiler, Başlangıç,Birisi, Adı Özlem'di gibi.
Son / Berker Berki
Alsancak'ta bir alçak,
bir yüksek.
bir de tirşe rengi sütyeni olan teşne bir kız,
bolca şüphe ve otel odasına davet edilmiş
bir torbacı eşlik ediyor bize.
hangimiz sivil, hangimiz benim ölen kuzenim?
odamızın ortasında bir eza çeşmesi
akıp gidiyor tüm İzmirli kızların ortak neşesi ve teşnesi
mirket maymunundan bozma bir köpek etrafta dolanıyor
neyse ki yatak benim yatağım değil,
(yatağımı yeterince köpekle paylaştım ben)
duvarda bir niş, nişin içinde ucuz imitasyon bir put.
imitasyon putun yarattığı indüksiyon etkisi
acı haplar yalatıyor bize.
İzotopum kuş tüyü yastık, vektörüm magma yönünde.
Polis beni yakalayamaz, tirşe sütyen dokunamaz
torbacı adımı ağzına alamaz, mirket maymunu kulağımı yalayamaz.
"Köpeğime de biraz bira verin" diyor torbacı,
Bardağımız yok.
Cebinden kaburga kemiğim uzunluğunda bir bıçak çıkartıyor.
Bira kutusunun kıçını kesiyor, bira kutusu olmadığıma şükrediyorum.
Bir Havva boyu yarık açıyor kelebek, tenekenin cildinde.
İç kızım diyor. İç. Köpek de teşne, alkolik ibne.
Şıplama sesleri ve metal tenekenin bükülme seslerine kafa çevirmiyorum.
(Yeterince susamış köpek gördüm ben.)
Komidinin üzerinde endgame
bunca hengame
sonumuz hiç kötü değil fakat iyi de değil bu gidişle.
(Yeterince son göremedim henüz ben.)
Son sondur, iyisi kötü olmaz işte.
Ense Tıraşı / Tan Babür
ıssız bir caddenin buz kesmiş kaldırımının
sertliğini hissediyordum kıçımda
başıma gelecekleri avuç içim gibi biliyordum
ve seneler evvel doğramıştı bileklerimi babam
iki duble rakının arasına bir bardak çay sıkıştırınca mutlu olan esnafın
sofrasında bile gözü olan insan müsveddeleri
sırtlarını beton direklere dayamışlardı
ve ağızlarına gelen her lafı tükürüyorlardı
yeni dökülmüş,
buharlar saçan asfalta
farkında değildim bu adamların
bir orospunun 2 haftadır değiştirmediği ucuz külotunu koklamak için
beni şişleyebileceklerinin
toydum,
erkekliğim bir kayısının üzerindeki tüylerden ibaretti
ve sokakları sadece kıran kırana geçen mahalle maçlarının üzerine içilen
-moraran bileklerimizin hakkıyla kazandığımız-
ılık, gazı kaçmış koladan tanıyordum
enseme vuran lokmamı alırdı
ancak ensemde saçlarım pek gür çıkardı
ufak tefektim, çelimsizdim
ve kendime gelmeye çalışırken bile yarım saat geç kalırdım
düşüncelerim
her gece gözbkapaklarımın gardları düşmeden
-hadi çabuk ol uykun gelmeden!-
beynime tecavüz ederlerdi
ben ise zevk almaya çalışırdım
zira nur topu gibi bir isyanı doğurmaktan başka çarem yoktu
güzel ülkemde kürtaj yasaktı ve benim doğum kontrol haplarına karnım toktu
özgürlüğü tadamadım belki ama
açtırmadıklarında gagamın fermuarını
insanlık namına sustum
apartman arkalarından koştum
berber duvarlarına tırmandım
ve kendime kaçtım
kucağımı da
sadece kendime açtım
kalbim patlayacak gibi atıyordu
gövdemi saran ince,kıllı kollarım ise bana güven veriyorlardı
öğrendim ki
ben sadece kendime vardım
ve suratıma gülen,
kafamı okşayıp, gözyaşlarınla suladığım yanaklarımdan makas alan
tüm sokak serserileri
ensemi onların cömert bir bağışı olan tıraş makinesiyle
tıraş etmemi istiyorlardı
Sigara Üfleyen Şiir'den (İsmail Sertaç Yılmaz)
.
.
.
bende kalabalık diye bir hastalık var / yol diye bir sancı/
düşünmek gibi bir bellek terlemesi / (sigarasını üfledi)
neyse ki kendim kendime adamakıllı benziyor / ama aynı dili konuşmuyorlar
kendime kalkan yumruk yine kendime iniyor
insanın kendine benzeyen bir kendiyle yaşaması zor /dil bilmezsin, din bilmezsin, iz bilmezsin
kendin kendinin kendinde açtığı izlerle yaralarla boğuşur durur/
kanaya kanaya boğar insan kendini kendinde/
sızmaz da, konuşmaz da ulan ağzından tek bir laf da çıkmaz/boğulur boğulur boğulur/
iki aynı yönde gitmekte ısrarlı bir tren değildir ki ruh ile beden/
sığmaz insan raylara (sigarasını üfledi) / ama gider gider gider hiç bir yere gidemese de.
.
.
UP
Kapağı Samuel Beckett süslese de ilk sayfaları Nobuyoshi Araki'nin erotik fotoğrafları kaplıyor. Kara sayfalarının bir kısmı Bela Tarr'ın sinemasının Deleuze'cü görüş ışığında irdelendiği teşvik edici bir yazıya ayrılırken diğer yarısı ise metalcilerin hep bir bildikleri Napalm Death'e ayrılmış durumda. Grubun biyografisinin wikipedia makalesinden öte bir ruhla, deneme ve eleştirinin dinamik süzgecinden geçirilerek yazılması çok daha etkileyici olurdu. Kapakta Beckett'in konuk edilmesinin sebebi, Pierre Tal-Coat, Andre Masson ve Bram van Velde ismindeki hiç duymadığım kimi ressamlar üzerine yapılan bir diyaloğa sayfalarda yer verilmesi. Mimari olarak ormanla uyumlu yarı şeffaf Hohlen evine yer veriliyor. Gary Snyder'ın yetmişlerde bir konferansa sunduğu Etnopoetiğin Politikası ismindeki metin biraz outdate kalsa da hala sorduğu soru sebebiyle güncelliğini koruyor. İlkel kabilelere antropolojik müdahale, asimilasyon, kültürel yıkım, kültürlerin kayda alınması gibi konulara kafa patlatıyor yazı. Şenol Erdoğan'ın Küf ismindeki oldukça tepkisel yazısı "pislikten, bağımlılıklardan, acıdan uzak bir hayatın içinde bembeyaz gömleğinle kitap okumaktasın. Git buradan!" narasıyla sona eriyor. Ben de UP'yi maziye gömüp gideceğim herhalde.
Hürriyet Gösteri
Demiştim ki anaakım olarak eleştirilen bazı edebiyat dergileri ki elbette pek çok eleştiriyi hak etmekle beraber, birilerinin ontolojik varolma sebebi olacak kadar önemli bir yer tutmamalı. Bakın, bir internet sayfası bile yok bu derginin, kapak resmini bile bulamıyorum. Diğer yandan popüler kültür dergisi olarak bir OT var, ne bileyim Kafa var, Fil var. Bunlar kaç satar, içerik nedir, analize tutulmalı. Yine gayet geniş bir içerikle çıkan dergide söyleşi yapılan isimler: Eleştiri odaklı Ahmet Bozkurt, Paris ekseninde Cüneyt Ayral, yeni şiir kitabı üzerinden Yusuf Alper, güreşçileri konu alan romanı üzerinden Kemal Ateş. Eleştirilen romanlar arasında Eren Aysan'ın Gece Uyurken, Latife Tekin'in Berci Kristin Çöp Masalları bulunmakla beraber Tarık Buğra'nın Küçük Ağa ve Samim Kocagöz'ün Kalpaklılar karşılaştırması yapılan bir yazı da yer almakta. Venedik'te biten aşkları, ilişkileri yazıya döken Nedim Gürsel'in Aşk Kırgınları, kaybolan meslekler ve zanaatkarları konu alan Rita Ender'in Kolay Gelsin'i ve YKYden yeni yayımlanan Proust'un Edebiyat ve Sanat Yazıları isimli eseri deneme-inceleme tarzında konu alınan kitaplar. Gülseli İnal'ın ve Arife Kalender'in şiirini irdeleyen uzunca yazılar ilginç bir okuma sunuyor. Ayrıca yine şiir alanında şiir ve absent içkisi arasındaki bağlantıyı ortaya koyan ve Belçikalı sembolistlerin Ahmet Haşim üzerindeki etkisini yazıya döken makaleler de unutulmamalı. Stalin'in dil sorununa da el atıp oluşturduğu görüşler Marksizm ve Dil adlı makalede işlenmiş. Periyodik yazılarda 80 kuşağı şiiri üzerine Ahmer Erhan sayfalara taşınıyor, İsmail Uyaroğlu bu sefer öykü tadında bir metin ortaya koyuyor, sinemada yönetmen müzisyen birlikteliğinde Arabistanlı Lawrence, Dr Jivago gibi filmlere imza atan David Lean ile Maurice Jarre örneği inceleniyor. Şairin Niyeti-Okurun niyeti köşesinde Mustafa Fırat'ın bir şiiri yine Baki Ayhan T tarafından yorumlanıyor.
*** (Devrim Bağman)
aynı yatağın
iki ayrı tarafındayız
sen cama yakınsın
ben kapıya
uçacaksın bıraksam
kanatların var senin
gitmek harcım değil benim
farkındayız ikimiz de
bakıyoruz açık kapıya
Hiç
Maalesef ana akım dergilerde ürünlerini sergileme fırsatı bulamayan grafikerler alternatif edebiyat dergilerini güçlendiren büyüten dalganın bir parçası olmayı başarabiliyorlar. Bu dergiyi de almamın bir sebebi kapak resmiyse ki arkadaki örnek de gayet şık, diğeri de Halikarnas Balıkçısını konuk almaları. Gayet mütevazi derginin bir diğer özelliği ise kısıtlı kadrosunun çoğunun kadınlardan oluşması. Kurgusal olarak yayımlanan öyküler en azından benim dikkatimi o kadar da celp etmese de yazarların dile hakimiyeti oldukça belirgin. Dergi aynı zamanda inceleme yazılarına da yer veriyor. Varlık sorununu inceleyen yazı felsefe içinde kaybolmaktan ziyade estetiğe başvuruyor. Yazı yine de divan edebiyatından örnekler verecek kadar bir derinlik sergilemeyi ihmal etmiyor. Halikarnas Balıkçısı eserleri bazında bir incelemeye tabi tutulmakla beraber çok sayıda öykü kitabının bir romana göre analizinin yapılmasının zorluğu yazının vuruculuğunu bir nebze etkiliyor. Bununla birlikte deniz ile, Bodrum ile Cevat Şakir Kabaağaçlı arasındaki tutkuyu hissedebilmemiz mümkün. Bodrum'a sürgün edilmesi dillendirilmekle beraber sebebi ve yazarın Anadolucu fikriyatı es geçilen başlıklar. Halikarnas Balıkçısının Aganta Burina Burinata adlı romanından alınan bir paragraf üzerinden yayın kurulundaki isimler bir öykü oluşturmuşlar. Tutarlı olduğunu söylemek zor olmakla beraber hangi yazarın nasıl bir kaleme sahip olduğunu görebilmek için güzel bir fırsat. Bu arada bu öykünün karşısındaki sayfada bulunan ve vesikalık bir resimden faydalanılan portreye bayıldım. İnceleme yazıları Rayiha yani koku üzerine bir yazıyla ve aşk derdiyle aldatma yoluna giren kadınları konu alan kitapları inceleyen Sevme Tutkusu ismindeki yazıyla ve Theodoros Angelopoulos'un filminden ilhamlanarak yazılan bir denemeyle devam ediyor. Şiir olarak ise Cahit Külebi'nin ünlü İstanbul şiiri ve Artvinli bir çobanın şiiri sayfalarda yer bulmuş. Yani aslında yeni ürün olarak şiire yer verilmemiş. Siyaset olarak da farklı düşüncelere sahip yazar ve şairlere aynı yazıda bile yer verebilen eklektizm, sergileyen ya da o ılımlılıkta, yine de divan edebiyatı gibi daha çok muhafazakarların ilgi alanına giren bir duyarlılık sergileyen estetik ağırlıklı bir görüşe sahiplermiş gibime geldi ki tek sayıda bunu anlayıp adlandırabilmek güç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder