30 Haziran 2011 Perşembe
RETRO: In Flames - Black-Ash Inheritance (1997) EP
Yeni parça olarak Goliath Disarm Their Davids isimli kendi tarzlarından hafifçene farklı bir kayıt içeren bu kısa albüm beni dinle beni dinle sinyalleri gönderemiyor. Gyroscope iyi bir parça, akustik potpori fena değil, binbir defa dinlediğimiz Behind Space'ın konser yorumu çok da iç açmıyor. İşin özeti bu.
7,50/10
29 Haziran 2011 Çarşamba
Robert Jordan - Zaman Çarkı 7-II : Kılıçtan Taç
Samael Granedel ile birlikte Sevanna liderliğindeki muhalif Aiellere farklı bir kimlikle görünüp onlara yardım bahanesiyle manipüle işlemlerini olağanca hızıyla sürdürür. Eboudar'da Mat ile Brigitte iyi anlaşmaya başlar. Aviendha, Elayne ve Nynaeve şehirdeki beyazcübbeli elçinin karanlık dostu olduğunu öğrenirler. Havayı kontrol eden tas tabak neyse yi bulmak için çabalarken Aviendha'nın da uyarısıyla istemeye istemeye Mat ile aralarını düzeltmeye karar verirler. Mat'in kaldığı hana geldiklerinde onları sevgili peşinde koşan uçarı kızlar sanan hancı kadın, önesürdükleri Aes Sedai olma iddiasına da hiç kulak vermez. Yaptıkları büyüyü, kuleyi terkeden kaçaklar olduklarına yorar ve onları şehirdeki gizli bir topluluğun yanına sürükler. Bir grup büyü gücüne az çok sahip olan kadın kuleden gizli ama kesinlikle onlara muhalif olmayan bir topluluk grup benzer bir hiyerarşiyi geçmişten beri uyguluyorlarmış. Rüzgarlar çanağının bu grupta olabilme ihtimalini seven kızlar aşağılanmayı göze alırlar, sonrada evden kovulurlar.
Kamptan kaçan Moghedien karanlıkların efendisi tarafından yokedilecekken son anda affedilir, canını temsilen bir kolye yabancı bir adama teslim edilir, Moridin. Onun kölesi olarak entrikalara kaldığı yerden devam etmeye başlar. Ve sonunda Seanchan istilasını da görürüz. Beyazcübbelilerin kalesi basılır, kent ele geçer. Kalede misafir Kraliçe Morgase'e Seanchanlar tarafından teklif yapılır. Ya onlara sadık olarak topraklarını yönetmeye devam edecektir ya da bedeli ödetilecek. Tabi o aşamada bir kaçış planı yürürlüğe sokulur.
Perrin ise Rand ile kavga etmiştir, kalabalık bir birlikle Ghealdan'e kapıyoluyla varır. Ejder yeminlisi olarak etrafa korku saçan bir grup haydutu ikna etme görevini taşıyorlar. Mat EbouDar'da saraya taşınmaktan büyük bir pişmanlık duymaktadır. Kendilerine has düelloya ve şiddete düşkün olan bu halkın kraliçesi de farkılı değildir ve üstelik Mat'in peşindedir. Sonunda bıçak zoruyla Mat'i yatağa atmayı başarır. Oğlu Beslan da olan biteni normal karşılar. Elayne diğer Aes Sedailere otoritesini kabul ettiri ve Kandaş denen topluluğu Aes Sedailerin kendi fraksiyonuna katmaya karar verir. Nynaeve ise bir kayıktayken Moghadien'in suikastına uğrar. Bilinmez yerlerden Lan çıkıp kurtarır. Direkt aşk böcüklerine dönüşürler. Bu arada Nynaeve'nin büyğü yapmasına engel olan tutukluk da kalkar. Kuledeki Amyrlin makamı Elaida'nın koltuğunun altı ise yardımcısı tarafından yavaş yavaş oyulmaktadır. Ki yardımcısı kara ajahlardan sanırsam. Min de sonunda Rand'ı tavlamayı başarır. Rand ile ona sadık Aes Sedailer deniz halkının elçisi ile görüşmeye başlar. Sonra kafasına eser Min'i de yanına alıp Cairhen'de kendisine muhalif aristokrasinin kurduğu ordu kampına gider, sadece Lady bilmemneye kendini tanıtır. Kamptayken ilginç Aes Sedai Cadsuane'yi de görür. Ancak sisler altında kamp saldırıya uğrar canavarlar tarafından. Kambur cüce Padan Fain tarafından zehirli bıçakla yaralanır. Aslında bu kısımlar çok saçma. Neyse ilerleyelim.. Eboudar'daki grubumuz bir grup asker, kandaş ve Aes Sedai ile birlikte eski bir depoda bissürü büyülü nesne bulur. Ancak herşey bu kadar kolay gerçekleşmez. Kara Ajahların saldırısına uğrarlar. Ortaya kılıçtan bıçaktan büyüden etkilenmeyen bir adam peydah olur. Bir güzel bizim tarafı benzetir ki Mat'ın tilki kolyesi sadece etki yapar. Yıllar yıllar önce Aes Sedaileri öldürme amaçlı yaratılmış bir yaratıkmış felan. Ancak o kadar zayiata karşın ki Mat sağ kolunu, organ değil adam, kaybeder, çanağı bulabilirler. Çanağı kullanabilmek için şehir dışına çıkmaya karar verirler. Mat ise gitmeden önce yanındaki küçük çocuk Oliver'i bulmak için şehre iner. Pek de normal görünmeyen fırtına şehre gelince bunun Seanchan istilası olduğu ortaya çıkar. Rand ise Ashaman ve Aes Sedailerin ortak yardımıyla hayata geri döner ve sonunda Samael'e karşı seferi başlatır. Samael kandırdığı muhalif Aes Sedaileri habersiz onların önüne göndererek, güçlerini zayıflatmaya çabalar. Rand ise beraberinde bir ordu kapıyoluyla doğrudan Illian'a saraya saldırır. Samael ile biraz dalaştıktan sonra onu önceki kitaptan da hatırladığımız lanetli şehir Shadar Logoth'a kadar takip eder. Orada sisteki yaratık tarafından Samael'in yutulduğunu görür ve şehre döndüğünde de Illian'ın kılıçlar tacını giyer.
Rage - Extended Power (1991) EP
5 parça olağanüstü bir şey sunmamakla birlikte eğlence dozajını heavy metal sınırları içinde belirgin hale getirmeyi başarıyor. İlk dönemlerindeki klas parçalardan Battlefield'in içeriğini boşaltıp sarhoş şarkısı yapmaları ise gayet garip.
Bu kısa EP'ye kısa tanım: eğlenceli ve enerjik.
7,0/10
28 Haziran 2011 Salı
Trainspotting - Soundtrack (1996)
Filmi kadar çarpıcı ve şoke edici olmasını dilediğim albüm bu umudu boşa çıkarıyor. Aksine dönemin pop şarkılarını toplamışlar. Brit-pop'dan örnekleri ya da envai çeşitte elektronik dans parçasını bulabilirsiniz. Iggy Pop da punk rock türünü ve asiliği temsilen burada. Fakat black death metale aşina biri olarak soundu o kadar yumuşak geliyorki kulağa. Dede dedeciim diye çenesini mıncıklayasım geliyor Nightclubbing ya da Lust for Life'ı dinlerken Iggy amcanın. Pop demişken über-melodik Atomic (Sleeper) ya da 2:1 (Elastica)'nın isimleri sayılmadan geçilmemeli. Ağır abilerden Lou Reed Perfect Day'i ile yer alıyor. Onca dans parçasından ise elbette Underworld ve Born Slippy öne çıkıyor. Gelmiş geçmiş gelecek en etkileyici elektronik parça?
7,25+/10
27 Haziran 2011 Pazartesi
Kül - Artık Güçler Dengede (2011)
Alternatif rock olayı bizim ülkemizde çok tutmuş bir fenomen. Köken olarak punk/nu-rock/vıdı vıdı agresiflikte bulan bu tarz yer yer yerel musikimizle birleşiyor yer yer biz oluyor siz oluyor kimi zaman aşk kokuyor kimi zaman politika kusuyor. En has hacip örneği de Kurban. Kül de bu modern çizgiyi devam ettiriyor. Ama daha üniversal bir tarzda. Araya serpiştirdikleri ara parçalarla, piyano gibi enstrümanlarla, post grunge'ı hatırlatan tonlarla müziklerini progresif bir tarafa büküyorlar. Dinledikçe bestelerin beyninizde hep başka grupları andırması bir noktadan sonra rahatsız edebilir. Yine de kotarılan iş, gösterilen performans , muhalif tavır, güçlü sound grubun takdir edilesi özelliklerini oluşturuyor. Ve albüme kolaylıkla ulaşılamıyor. Taksim'de bir kaç yere baktım, göremedim vallahi.
Klip parçası Derin, tepkisel Kafa Patlatın, sonracıma Kral Çıplak, hartkor 3 Maymun ala pek ala şarkılar.
8,0/10
26 Haziran 2011 Pazar
Between the Buried and Me - Alaska (2005)
Teknik müzikten genelde uzak dururum, hele hele ekstrem metalde teknik mevzular hepten uzaktır bana. Metalkor kabilesinin mathcore sülalesinin dedelerinden olan bu albüm ile yabancısı olduğum bu türlere bir kulak vereyim, kültürel çeperimi arttırayım dedim. Zira cahillik kötü bir şeydir., her alanda.
İlk dinleme: Kafam, kafam, bu ne karmaşa. Haklı çıktım galiba..
İkinci dinleme: Dur dur bir hele, enteresan bir şeyler dönüyor burada.
Üçüncü dinleme: Demekki bilgisayardan dinleyince hiç bir şey anlaşılmıyor.
Dördüncü dinleme: E niye hala bilgisayardan dinliyorsun?
Beşinci+ dinlemeler: Evet hala enteresan, takdir ettim, güzel bir performans ama yine de benim tarzım değil.
Güçlü sert sound ve güçlü sert vokal, değişken tempo ile şovmen misali gitar öğeleri ile birleşince ekstrem müzik ihtiyacım doyurulmuş oluyor. Zaten işin takdir ettiğim kısmı bu. Lakin besteler ilgiyi ayakta tutacak kadar gruuvi değil. Hiç yok demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Azından bayyan vokal, clean vokal, akustik ve en son parçada gördüğümüz kalipso gibi maceracı ama silik denemeler de mevcut. Ancak ben müzisyen olsam işi daha da ileriye götürürdüm. Yinelenen riflerle kreşendo olayını, ambiyans endüstriyel uzaysı efektleri, yerel melodileri misal gümür gümbür davullar, ağıtlar, sufi zikirleri andıran ritimleri, çok çok ani tempo ve manik depresif duygu değişimlerini de ihmal etmezdim. Sirk gibi bir şey çıkardı yani ortaya. Neyseki değilim.
7,0/10
25 Haziran 2011 Cumartesi
Sofia Gubidulina - Seven Words; Ten Preludes; De Profundis (2002)
Sözkonusumodern klasik albüm 3 parçadan oluşuyor. 7 bölümlü Seven Words, 10 bölümlü Ten Preludes ve bölümsüz De Profundis. Son parçanın bölümleri yok, olsaydı isminde geçerdi diye düşünüyorum. Sade bir soundu, sadece keman, viyolonsel ve bir çeşit akerdeon, türdaşlarında olduğu gibi ürpererek gerim gerim dinliyoruz. Keman bu şekilde de çalınabiliyormuş demek ki, akerdeon tersten tutulup karatahtaya sürtünerek bu sesi çıkarıyor olsa gerek gibi bir düşünce silsilesi zihnimizden geçmiyor değil dinlerken. Yedi Cümle hristiyanlıktan esintili bir konsepti takip ediyor. Hemen hemen bölümlerin (movements diyor ecnebi, Türkçesini ben de merak etmekteyim) birbiriyle uyumlu olduğunu söyleyebiliriz, albümdeki diğer parçalara nazaran. Albüm kapağında simgelendirildiği gibi derinden akan bir gücün gerilimini hissetmemek mümkün değil. (uyduruyorum yine, albüm kapağında resmedilen güç patlamış durumda, burada öyle bir şey yok) Bu gerilim ise sadece enstrümanlardan kaynaklanmıyor, çünkü uyumsuzluk ahenksizlik akıyor albüm boyunca. İlk parçada hissedilen ve bir türlü patlama noktasına varamayan bu gerilim daha çok sessizliğin efektif kullanımına dayalı, hatta sessizliğin kreşendosu diyeceğim.
10 Preludes ise birbirinden bağımsız yaylı çalgı ağırlıklı parçalardan oluşuyor, hoşlanması daha güç daha riskli bir iş sonuçta. Akerdeon destekli son parça ise sırf bu sebeple bile çok daha ilgi çekici, enteresan. Nihai olarak bu tarzdan pek hoşlanmasam da ilginç bir dinleme deneyimi.
6,50/10
24 Haziran 2011 Cuma
RETRO: In Flames - Clayman (2000)
Grubun en sevdiğim albümü sonraki dönemin emarelerini gösterse bile metalkor düzen tertibatı bestelerin içine henüz nüksetmememiş durumda. Yırtıcı vokaller, ağlak olmayan hatta endüstriyelizme göz kırpan clean vokallerle dengelenince dinlemesi son albümlere göre çok daha kolaylaşıyor. Bir kaç ortalama şarkı dışında besteler süper, melodik tarzı yılışıklığa düşmeden taşıyabiliyor. Çeşitlilik bol, bolca vitamin içeriyor bu albüm kısaca.
Konserde görebildiğim kadarıyla da şöyle ilginç bir durum var. Grubu son dönemiyle tanımış sevmiş bağrına bastırmış bir gençlik var. Kesin bu albümü de severler.
9,25-/10
23 Haziran 2011 Perşembe
Iron Maiden - Fear of the Dark (1992)
En sevdiğim Iron Maiden albümü oldu. Bu yüzden elimden bırakamıyor kulağımdan çekemiyorum, konser geçse bitse bile. Bu albümü daha buluyorum, daha enerjik, daha dengeli, spektrumu daha geniş, daha duygulu, daha çeşitli, daha tutarlı.
Fear of the Dark, Afraid to Shoot Strangers, Childhood's End, Wasting Love, Chains of Misery öne çıkanlar.
8,50+/10
22 Haziran 2011 Çarşamba
Nusrat Fateh Ali Khan - Shahen-Shah (1989)
Rotamız Pakistan. Haber ya da belgesellerde duyduğumuz melodiler Nusret Fatih Ali Han isimli dünyaca ünlü dünya müziği ustasından dökülüyor. Aslında bu batılılaştırılmış bir tanımlama. Çünkü kendi yurdunda bu tür yerel müzik qawwali olarak adlandırılıyor. Bir nevi Hint müziği ile İslam sufizminin çakışması, yani şarkıcı bu albümdeki kulaklara en aşina parça Allah,Muhamad,Char,Yaar'ın isminden algılayacağımız gibi ilahi söylüyor aslında. Klasik Hint müziğinin oldukça ağır kurallara ve normalin üstünde performansa dayalı olduğunu biryerlerden öğrenmiştim. Her notanın makamın ne zaman nasıl çalınacağı seslendirileceği bellidir, belliymiş. Buradaki parçalarda da vokalin müthiş performansını, duyguyu coşkuyu vecd halini duyumsamamak mümkün değil. Nakaratlardaki destek vokallerin varlığı bile fark yaratıyor. Vokaller kadar baskın olmasa da bizim dünyamıza yabancı enteresan enstrümanlar çalınıyor albümde. Duyabildiğim kadarıyla akerdeon'a benzeyen bir çalgı ve su dolu bidonumsu bir dümbeldenek var.
Her şey bu kadar güllük gülistanlık değil maalesef. Bir kere albüm çok uzun 1 saat 10 dakika. Sondan bir önceki parça çıkarılabilirmiş aslında. Ayrıca 2-3 ve 4. parçaların yer yer benzeştiğini söyleyebilmek de mümkün. Ve her ne kadar saygın bir müzikle karşı karşıya olsak da sonuçta Hint müziği bu, ister istemez akılda kınalı hızmalı kız ve kara kara oğlan dansçılar beliriyor.
8,50-/10
21 Haziran 2011 Salı
2011 Sonisphere
Konsere katılacak grupların hepsi de benim için görsem iyi olur sınıfındaydı. Ee hepsi birlikte gelince de görmek şart kipine dahil oldu. 150 lirayı verdik. Ama kuruçeşme mevzusu sarpasardıkça ve 100 tl lik bilet fırsatı da karşıma çıkınca rakibe yenilen evsahibi takım moduna girdim. Üstelik yeni In Flames'den ümidim yoktu. Alice Cooper şüpheliydi. Slipknot eski şarkılarına ağırlık verecekti. Felan. Beklentisiz gittim yani. Yanıma gidecek birini de bulamadım, herkes benim gibi zengin değil zahir. Kapının geç açıldığını duymuştum. 2 gibi sıradaydım, bir saate kadar kuyrukta bekleyerek belki de Iron Maiden'dan daha fazla merak ettiğim , zira Iron Maiden'ın kötü bir performans göstereceğini zannetmiyordum, Mastodon'u kaçırdım. Sinir strese gerek yok, organizatörlere iki küfür salla, yarın iş güç var, hayat devam ediyor, ohmmm gibi kendini motive yöntemlerinden güç alarak içeri girebildik. Grubun son iki şarkısını dinlemedim bile. Konser havasına o an girmekten uzaktaydım çünkü. Ancak çimlerin orada bir arkadaşın çalıştığını gördüm. Onla takıldık biraz. Bunu konserden sıkıldığım her an yineleyerek, duvar diplerine, çim üzerine çömerek devam ettirdim. Böylece bu konser armut gibi piştiğim kalabalık içinde kendimi zevk almalıyım eğlenmeliyim stresine soktuğum konserlerden biri olmaktan uzaktı. Kuul idim çil aut idim. İşte bu aşamada alan hakkında iki çift laf edeyim. KÇP gayet genişletilmişti. Etrafta yetersiz olsa da dinlenme ve promosyon çadırları vardı. S.O.S oradaydı, t-shirt standı (neden sadece Iron Maiden ve Sonisphere t-shirtleri vardı, ben mi kaçırdım yoksa?) gençtürkcelle yarışanlar vardı, Bruce baba ile fotoğraf çektirenler felan. Yemek içecek standları da genişti, Allah var yukarda. Maksimum 10 dakika bekledim köfte ekmek için. (fiyatları eleştirenleri de anlamıyorum, hayatında kaç kez böyle konsere katılıyorsun ki? öğrenciysen part-time çalış, burs al, borç al, olmadı gelme yeterki ağlama, zira ben konserleri 20 küsur yaşımda para kazanınca takip etmeye başladım pişman mıyım evet ağladım mı hayır) Tuvaletler kalabalık ve hallice hamam atmosferinde olsa da aşma taşma görmedim, kenef kısmına silah zoruyla bile böyle ortamlarda yaklaşmayacağım için o kısımları sormayın. Kısaca hafiften hafiften konserden ziyade festival havası aşılanmaya çalışılmış. Daha da güzeli arkadaki çim kısmının yükseltilmiş olmasıydı. Zira alanın en efektif konser izleme mekanı bu yükseltinin ön kısımlarıydı. Ses ki genel olarak konserde iyiydi, bu alana çok şugar ulaşıyordu, sahne tam önünde, çılgın kitle ayağının altında, dev ekranlar sağlı sollu. Ayrıca buradaki insanlar da alandan kopuk değillerdi, elleri dirseklerinde evet güzel performansmış mirim neydi bunların isimleri diyenlerden değildi. Ben buradan izlemedim o ayrı konu. Kısacası alanın olanakları içinde organizasyon düzenlemeler konusunda elinden geleni yapmış.
Sonra In Flames başladı. Pinball'a kadar dayanabildim. Sorun vokalin nedense sesinin kısık olması ya da yeni ın Flames'in kötü olması değil. Yeni albümlerine de 7-7 buçuk puan verdim vakti zamanında. Ama gruuvi girişleri süper olan parçaların hepsi de mi clean nakaratta ağlak bir hale dönüşür, bu kıyıma daha fazla tanık olmamak adına yine gerilere kaçtım. Alanda evet gölge mekan azdı ama oturup dinlenecek, eğer bilmemnerenin prensi prensesi değilseniz, yerler vardı, bir duvar dibi, bir demir üstü bir çayır üstü , olur yani. O yüzden kasmadan bir konser izleyerek ilk kez belim ve ayaklarım ağrımadan eve ulaştım. Yediğimi yedim, içtiğimi içtim. (Sonradan akşama doğru yiyecek kalmadığını yazıyorlar forumda, gülmemek elde değil, elbette kalmayacaktı, burası Türkiye, bunu tahmin ederek Alice Cooper çalarken ilk köfte ekmeğimi götürdüm, ikincisini de ne etinden olduğu belli olmayan köftecilerden aldım çıkarken, kömür köfte, eh he adama 20 lira veriyorum, bana ne kadar geri para vereyim diyor, beyin gitmiş satıcı amcada) Aslında bir duştan sonra evet hayat yeni başlıyor daha erken hop hop diye kendi kendimi gaza getirdim ta ki iş aklıma gelene kadar. Arada sadece bir majezik çaktım, o da artık Slipknot'un sonlarındaydı, beyin akma fasılasında. Neyse oraya geleceğiz.
Alis baba başladı. Best of unu dinlediğim için profesyonel bir performans bekliyordum zaten. Çok afedersiniz elimize verdi, çok afedersiniz ağzımıza etti. İlk başta millet anlamadı ama sonlara doğru herkes mest olmuştu. Hele ki Schools Out'u Wall ile bağladığı anda Serdar Ortaç'a lan dingil bak bu iş nasıl yapılıyor dediğini düşünce balonunda görüyor gibi oldum. Her bir herkes birlikte söyledi şarkıyı. O anda zaten konserin en iyi ikinci mekanını bulmuştum. Oradan bütün alanın dolduğunu görünce ahan da izdiham olacak Iron Maiden'da endişesi sardı kalbimi. Konserin o güzelim ikinci güzel izleme spotu hemen sol girişteki rampalardı. Sahne çok net olmasa da ekrandan takip edilebiliyor, sesi çok temiz alabiliyor ve tüm kitle ayağınızın altında tepkilerine ortak olabiliyordunuz. Yoruldunuz mu rampanın berisindeki demirlere oturup dinlemeye devam et, ya da rampanın dibine otur, sonra gel izlemeye devam et. Çoğu kişi farkında değildi ama beton zeminde boyun uzatıp kalabalığın içinde boğulmaktan katbekatbekatbekat daha tercih edilebilir bir yerdi. Bir de aslında özellikle Iron Maiden'da maksimum seviyede olmakla birlikte kitlenin tepkisi çok iyiydi, her zaman yerinde değildi belki. Allahım oradaki 13-15 bin kişinin hepsi mi metalci işareti çakar, hepsi mi alkış tutar, görüntü çok estetikti. Metallica konserinde de katılımcı sayısı binlercedir ancak bir o kadar da Unforgiven'a geçsinde gidelim Fatmagül'e ne oldu başlayacak televizyonda diyen bir güruh vardır. İşte onlar burada yoktu. Bu yüzden kantitatif olarak Metallica Iron Maiden'ı döver, kalitatif ise Iron Maiden seyircisi çok daha üstündür, genellemelerle ifade edersek. Konuya yeterince bilimsel sıfatlar ayırdık sanırım.
Slipknot bu senenin Rammstein'ıydı. Dinlemelikten ziyade seyirlikti. Farkında olmadan konser alanının önlerine doğru kaykıldığımı farkettiğim anda kendimi gerilere attım. Sonlara doğru albümlerinden çok daha kaotik çaldıkları parçaların biraz da eski sert playlistlerinden seçilmiş olmalarından kelli beyin yorgunluğuna tutuldum. Yine gezdim, muhabbet , kola, vişne, su,su ve su, böyle uzun bir konserde en iyisi alkol almamak zaten o beni hiç sevmez. Sonracığıma Iron Maiden başladı. O profesyonellik o performans görmeye değermiş doğrusu ki hiç de grubun hayranı değilim. İlk başlarda son albümlerine fazlaca eğilmeleri bünyede bir sıkıntı yarattı doğrusu, pek çok klasik parçayı da çalmadılar. Tamam anlıyorum Final Frontier turundasın kardeşim de her turunda buraya uğruyor musun ki ne? Playlist mevzusu dışında bir sorun görmüyorum, aferin oğlum 5 otur.
Organizasyondan ben kendi adıma baştaki kuyruk acısı dışında çok rahatsız olmadım. Artık Iron Maiden'da alan tıklım tıklımdı ama izdiham yoktu. Bir kaç bin bilet daha satsalar kıyamet kopardı. Yani adamlar optimum noktayı bulmuşlar, alanın verdiği maksimum kapasiteyi de kullanmışlar. Lakin Küçükçiftlik park. Ne kadar modifiye edersen et, anca bu kadar olur. Biraz da Keynes abinin dediği gibi herşey beklentilerle ilgili. Beklentimiz sıfır hatta sıfırın altındaydı. Başarılı performansları gördükçe belki çok eğlenmedim ama müthiş keyif aldım. Ortamdan ben de akıllı faydalanmaya çalıştım. İşin aslı böyle uzun soluklu festival mevzusunu özlemişim ve son olarak Kilyos beach diyorum.
Son olarak başka şeyler de söyleyeyim: Eve gelip üstümü çıkardığımda aynada bembeyaz formasıyla İrlanda futbolcusu görür gibi oldum. Kafkas güzelleri gibi cildim sütbeyaz, farkında olmadan amele yanığı da olmuşuz, kırmızı beyaz. Hani İrlandalılar da kızıl olur ya genelde (esprisini anlatan adam konumuna düşmek...) Neyse bir kaç günlüğüne müziğe doyuran çok keyifli o gün için kendime teşekkür ediyorum. 150 tl verdim ülenn.
Bir de son söz (3 etti), dışarıda birileri dayak yemiş fena. Ama aslında dışarıdan içeriye şişe atıyorlarmış. Arkadaş, arada bir faşistliğim tutuyor, sırf bu yüzdense dayak yemeniz iyi olmuş diyesim geliyor geliyor dilime de hadi büyük bir neyyyseeeee.
Sonra In Flames başladı. Pinball'a kadar dayanabildim. Sorun vokalin nedense sesinin kısık olması ya da yeni ın Flames'in kötü olması değil. Yeni albümlerine de 7-7 buçuk puan verdim vakti zamanında. Ama gruuvi girişleri süper olan parçaların hepsi de mi clean nakaratta ağlak bir hale dönüşür, bu kıyıma daha fazla tanık olmamak adına yine gerilere kaçtım. Alanda evet gölge mekan azdı ama oturup dinlenecek, eğer bilmemnerenin prensi prensesi değilseniz, yerler vardı, bir duvar dibi, bir demir üstü bir çayır üstü , olur yani. O yüzden kasmadan bir konser izleyerek ilk kez belim ve ayaklarım ağrımadan eve ulaştım. Yediğimi yedim, içtiğimi içtim. (Sonradan akşama doğru yiyecek kalmadığını yazıyorlar forumda, gülmemek elde değil, elbette kalmayacaktı, burası Türkiye, bunu tahmin ederek Alice Cooper çalarken ilk köfte ekmeğimi götürdüm, ikincisini de ne etinden olduğu belli olmayan köftecilerden aldım çıkarken, kömür köfte, eh he adama 20 lira veriyorum, bana ne kadar geri para vereyim diyor, beyin gitmiş satıcı amcada) Aslında bir duştan sonra evet hayat yeni başlıyor daha erken hop hop diye kendi kendimi gaza getirdim ta ki iş aklıma gelene kadar. Arada sadece bir majezik çaktım, o da artık Slipknot'un sonlarındaydı, beyin akma fasılasında. Neyse oraya geleceğiz.
Alis baba başladı. Best of unu dinlediğim için profesyonel bir performans bekliyordum zaten. Çok afedersiniz elimize verdi, çok afedersiniz ağzımıza etti. İlk başta millet anlamadı ama sonlara doğru herkes mest olmuştu. Hele ki Schools Out'u Wall ile bağladığı anda Serdar Ortaç'a lan dingil bak bu iş nasıl yapılıyor dediğini düşünce balonunda görüyor gibi oldum. Her bir herkes birlikte söyledi şarkıyı. O anda zaten konserin en iyi ikinci mekanını bulmuştum. Oradan bütün alanın dolduğunu görünce ahan da izdiham olacak Iron Maiden'da endişesi sardı kalbimi. Konserin o güzelim ikinci güzel izleme spotu hemen sol girişteki rampalardı. Sahne çok net olmasa da ekrandan takip edilebiliyor, sesi çok temiz alabiliyor ve tüm kitle ayağınızın altında tepkilerine ortak olabiliyordunuz. Yoruldunuz mu rampanın berisindeki demirlere oturup dinlemeye devam et, ya da rampanın dibine otur, sonra gel izlemeye devam et. Çoğu kişi farkında değildi ama beton zeminde boyun uzatıp kalabalığın içinde boğulmaktan katbekatbekatbekat daha tercih edilebilir bir yerdi. Bir de aslında özellikle Iron Maiden'da maksimum seviyede olmakla birlikte kitlenin tepkisi çok iyiydi, her zaman yerinde değildi belki. Allahım oradaki 13-15 bin kişinin hepsi mi metalci işareti çakar, hepsi mi alkış tutar, görüntü çok estetikti. Metallica konserinde de katılımcı sayısı binlercedir ancak bir o kadar da Unforgiven'a geçsinde gidelim Fatmagül'e ne oldu başlayacak televizyonda diyen bir güruh vardır. İşte onlar burada yoktu. Bu yüzden kantitatif olarak Metallica Iron Maiden'ı döver, kalitatif ise Iron Maiden seyircisi çok daha üstündür, genellemelerle ifade edersek. Konuya yeterince bilimsel sıfatlar ayırdık sanırım.
Slipknot bu senenin Rammstein'ıydı. Dinlemelikten ziyade seyirlikti. Farkında olmadan konser alanının önlerine doğru kaykıldığımı farkettiğim anda kendimi gerilere attım. Sonlara doğru albümlerinden çok daha kaotik çaldıkları parçaların biraz da eski sert playlistlerinden seçilmiş olmalarından kelli beyin yorgunluğuna tutuldum. Yine gezdim, muhabbet , kola, vişne, su,su ve su, böyle uzun bir konserde en iyisi alkol almamak zaten o beni hiç sevmez. Sonracığıma Iron Maiden başladı. O profesyonellik o performans görmeye değermiş doğrusu ki hiç de grubun hayranı değilim. İlk başlarda son albümlerine fazlaca eğilmeleri bünyede bir sıkıntı yarattı doğrusu, pek çok klasik parçayı da çalmadılar. Tamam anlıyorum Final Frontier turundasın kardeşim de her turunda buraya uğruyor musun ki ne? Playlist mevzusu dışında bir sorun görmüyorum, aferin oğlum 5 otur.
Organizasyondan ben kendi adıma baştaki kuyruk acısı dışında çok rahatsız olmadım. Artık Iron Maiden'da alan tıklım tıklımdı ama izdiham yoktu. Bir kaç bin bilet daha satsalar kıyamet kopardı. Yani adamlar optimum noktayı bulmuşlar, alanın verdiği maksimum kapasiteyi de kullanmışlar. Lakin Küçükçiftlik park. Ne kadar modifiye edersen et, anca bu kadar olur. Biraz da Keynes abinin dediği gibi herşey beklentilerle ilgili. Beklentimiz sıfır hatta sıfırın altındaydı. Başarılı performansları gördükçe belki çok eğlenmedim ama müthiş keyif aldım. Ortamdan ben de akıllı faydalanmaya çalıştım. İşin aslı böyle uzun soluklu festival mevzusunu özlemişim ve son olarak Kilyos beach diyorum.
Son olarak başka şeyler de söyleyeyim: Eve gelip üstümü çıkardığımda aynada bembeyaz formasıyla İrlanda futbolcusu görür gibi oldum. Kafkas güzelleri gibi cildim sütbeyaz, farkında olmadan amele yanığı da olmuşuz, kırmızı beyaz. Hani İrlandalılar da kızıl olur ya genelde (esprisini anlatan adam konumuna düşmek...) Neyse bir kaç günlüğüne müziğe doyuran çok keyifli o gün için kendime teşekkür ediyorum. 150 tl verdim ülenn.
Bir de son söz (3 etti), dışarıda birileri dayak yemiş fena. Ama aslında dışarıdan içeriye şişe atıyorlarmış. Arkadaş, arada bir faşistliğim tutuyor, sırf bu yüzdense dayak yemeniz iyi olmuş diyesim geliyor geliyor dilime de hadi büyük bir neyyyseeeee.
Zifir - Protest Against Humanity (2011)
İlk albümündeki avantgartlıktan fersah fersah uzaktaki bu çalışma kimilerince depresif black metal olarak nitelendiriliyor. Her ne kadar black metalik depresif bir tarafı olduğu su götürmez bir gerçekse bile ben tür olarak bu isimlendirmeyle pek haşır neşir olmadım. Sadece bildiğim bir şey var: Nietzche'nin üstün insan kavramının tersine banyo küvetlerinde yamulmuş ya da kendini ağaçlara dallara asmış uzun saçlı metalciyi kapak yapan albümler black metalin güçlü sert imgesine ne kadar yakışır sorusu ve onun cevabı. Evet müziğini bilmem ama felsefeye ters.
İlk albümünden en büyük farkı müzikal değişim, değişim ama ayrıca drama maşinden vazgeçmiş grup, canlı kanlı davullar yani. Girişteki tatlı akustik parça atmosferik bir albüm habercisi gibi açılışı yapıyor. Ancak gibi de kalıyor. İnlemeleri ile bol bir şarkıya bağlanıyor. Albümün güçlü parçalarından biri olan bu parça, Shame, yine de tam olmamış gibi duruyor. Arada ortodoks black metale yakınsayan şarkılar dinliyoruz, orjinalliği olmayan lakin belli bir gruuvilik sertlik sergileyen şarkı silsilesi 8 dakikalık Goat's Throne isimli gayet sıkı epik bir parça ile sonlanıyor.
6,50/10
18 Haziran 2011 Cumartesi
Oğuzhan Müftüoğlu - Bitmeyen Yolculuk
Oğuzhan Müftüoğlu'nun müteveffa DY'un lideri olduğunu çok sonraları öğrenmiştim. Bana bu hareketin liderlik kültünü empoze etmeye çalışmadığı yönünde emare verdiğine inanmıştım. Ancak yine son vakitlerde ÖDP içinde bir şef kültüründen bahsedildiğini de duyduktan sonra , hiiiç aklım ermez böyle şeylere deyüp, çıkarsadığım fikirleri geri geri cebime ittiriverdim. Bunların ardından Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı altbaşlığıyla iddialı bir kitabın yayınlanması da tesadüf oldu. Nedir bu kitap, uzunca bir söyleşi. Hareketin teorik ve politik gidişatına yönveren Müftüoğlu'nun hayatı etrafından kestirme Dev Yol tarihine giriyoruz.
Kitap aslında bilinmedik şeylerin yanına az şey katıyor. Örneğin Fatsa belediye başkanlığının kazanıldığı ara seçimlerde hareketin Tunceli ve Malatya'da da aday çıkarttığı gibi. Müftüoğlu'nun özellikle askeri kanat hakkında bir şeyler söylemekten kaçınması anlaşılr. Ama bu durum hareketin şiddet eylemlerinin savunmadan ibaret olduğuna dair bir anlatıgelen iddianın da geçersizliğine dalalet ediyor.
Kısaca bu kadar büyük bir siyasal hareketin yönetimde dahi teori ve pratik ve hatta çeşitli alanlar etrafında bölündüğüne tanık oluyoruz, daha doğrusu hareketin tarihinin bir kaç kişi tarafından kapsanamayacak kadar detaylanması neticesinde geliştirilen kendiliğinden işbölümü diyelim. Dolayısıyla zamanın DY'sini anlayabilmek için bu kitabın yanısıra sahadaki kadronun da, diğer liderlerin de hatıratına bakmak gerekli.
White Lies - Death E.P. (2008)
Yine remiksin aslını ezdiği bir durumla karşı karşıyayız. Crystal Castles'ın Death yorumunu dinleyince bana hak verecekseniz. Post-punk ve elektronik müziği dreamy bir ambiyans içinde yoğuran çalışma kolayca albüm versiyonunu geçiyor. İtiraf etmek gerekirse bunu biraz da White Lies'ın debü albümünde yer alan Death'ın o kadar da ahım şahım bir şarkı olmamasına borçlu. Evet, abartılı bir parça. Haunts remiksi ise şarkının özündeki karamsarlığı parti havasına taşıması ile en azından ilginç tanımını hakediyor. Ve nihayetinde EPdeki 4. parça Black Song, eli yüzü düzgün, bir sakatlığı defoluğu yok.
7,50+/10
7,50+/10
17 Haziran 2011 Cuma
RETRO: Hammerfall - Renegade (2000)
Ne eklenebilir ki? Grup aynı tarzı devam ettiriyor. Ama nasıl yapıyorlar ediyorlar bilmiyorum şöyle bi uzaklaşıp değerlendirme yaptığınızda çıkan ürüne çürük bu yahu diyemiyorsunuz. Anca anca ben bunu daha önceden yemiştim diyebilirsiniz.
7,0/10
16 Haziran 2011 Perşembe
RETRO: Candan Erçetin - Çapkın (1997)
Çocukluğumda defaatle dinlediğim albüm Candan Erçetin'in kulak verdiğim tek yapıtı. Aslında batı altyapısının başarıyla yedirildiği bu albüm güzelliğini şukellalığını büyük ölçüde Mete Özgencil'e borçlu. Elbette alaturka besteler albümün zayıf karnını Aşil topuğunu oluşturuyor. Yine de kişisel olarak efsane diye tanımlayabileceğim parçaların varlığının yanında böyle kusurları esgeçebiliriz. Yalan, Onlar Yanlış Biliyor, Geri Dönemem zamanın karşısında dimdik ayakta. İşin ilginci albüme hakim cesur çizgiyi sanatçı takip etmiyor ve ibreyi alaturkaya,yerel müziğe kırıyor.
8,50/10
15 Haziran 2011 Çarşamba
Slipknot - All Hope Is Gone (2008)
Artık nu-öetal'i sadece tki olarak gördüğümüz bu son albümde alternatif metal soundu ağırlık kazanıyor. Pek beğenmediğim dinamikleri yok eden modern prodüksiyonla birlikte albüm mentalite açısından grubun önceki işlerinden hem çok farklı, şarkı sözleri çok daha yetkin ve yetişkin, mizal Gematria, hem de farksız. Farksızlığı şöyle, ben bestelerin sertliğini biraz Iowa dönemine benzettim. O yüzden de albümdeki şarkıların tümünü beğendiğimi söyleyemeyeceğim. İstisnalar Psychosocial, Vendetta, Snuff.
7,25+/10
14 Haziran 2011 Salı
Earth - Angels of Darkness, Demons of Light 1 (2011)
Albümü şöyle özetleyebiliriz: dınn dınn DINNN dınn dınn DINN dınn dınn DINN.
Evet biraz haksızlık yapıyorum. Aslında drone metal, gitar tonları bluesy sludge, post-rock atmosferi ve bir de albüm kapağının ilginçliği gel beni dinle demişti. Bir de önceki albüm Aslan Kafasında Bal Yapan Arılar'dan dinlediğim bir kaç şarkının da daveti olmadı değil. Ha keza albüm konseptinden ayrı buradan da bir kaç parça dinlesem aklım çelinir. Amma ve de üstelik lakin 1 saat boyunca sözlü şarkı içermeyen bu albümü dinlemek insanı diri diri tabuta sokuyor, çıkarır gibi yapıp tekrar sokuyor. Boğuk, klostrofobik ve bol yinelenen minimal bir atmosfer, kürek kürek toprak atılmış gibi üstüme. Ha ben de bunları istiyorum zaten diyorsanız müthiş bir albüm.
5,25/10
13 Haziran 2011 Pazartesi
RETRO: In Flames - Colony (1999)
Seçim sonuçlarında görüyoruz ki CHP AKPlileşmedikçe tek başına hükümet olamayacak. Ve uzuuuun bir dönem , isimler farketmiyor, popülist, sağcı, demagog, lümpen, otoriter ve pragmatik liderler tarafından yönetilmeye devam edileceğiz. Biri gidecek , inşallah gidecek, diğeri gelecek.
Yaw akla zarar zihni sinir projeleri hatırladıkça bir gözümden hüzün sebebiyle diğerinden de eğlencesine gözyaşı geliyor. Kanalistanbulmuş, Çanakkale boğazına köprüymüş, Taksim gezi parkına kışlaymış...
8,0+/10
12 Haziran 2011 Pazar
Barış Müstecaplıoğlu - Perg Efsaneleri III: Bataklık Ülke
Büyük çoğunluğu tehlikeli bir bataklıktan ulaşan ve yerlisi insansı lakin değişik bir ırktan oluşan ülke konsepti ve bu ırkın sekter çatışma içinde kutuplaşması etrafında şekillenen konunun ilgi çekiciliğini inkar edemeyeceğim. Hemen hikayeye geçelim.
Leofold, Nume, Nela ve elinde Mederan'ın sırrını bataklık ülke'de bulabileceklerini düşündükleri esrarengiz büyücüye aktarma görevini üstlenmiş Guorin, avcı kaptan Korman'ın gemisiyle yola çıkarlar. Baştan söyleyeyim, serüven boyunca Nela ile Guorin'in yakınlaşmasına tanık oluruz. Grubumuz bazı denizcilerle bataklıklarda kaybolmuşken ve yaratıklar tarafından saldırıya uğramışken çocuksu görünümlüBurfen halkından müteşekkil bir grup tarafından kurtarılırlar ve kampa getirirler. Aradıkları büyücünün arada bir kamp yakınlarına geldiğini öğrenirler. Kampın ehtiyar lideri adadaki politik durumdan bahseder: Deniz ve Gök tanrısına tapınım etrafında bölünen iki şehrin hakimiyetindeki adanın savaşın eşiğine geldiğini, emir denilen hükümdarların taşıdıkları tanrısal gücü dini bağnazlığa dönüştürdüklerini öğrenirler. Bu kamp ise baskıdan kaçan Burfenler tarafından oluşturulmuş gizli bir özgür bölgedir. Emirlerden birinin oğlu kaybolmuştur ve diğer emir suçlanır. Oğlu kaybolan emir bataklıklarda saklı dev savaşçıları uyandırmak için ayinlere başlamıştır bile. Ki bu güç diğer şehrin emirine de kendi tanrısı tarafından ihsan edilmiştir. Dolayısıyla bu savaş adanın görüp görebileceği son savaştır. Grubumuz büyücüyü beklerken emirin kayıp oğlunu bulma ve savaşı önleme görevini üstlenir. Ancak hiç bir şey göründüğü gibi değildir. Emirin oğlu aslında babasından kaçmıştır. Emir oğlunu öldürtmeye çalışarak bağnaz savaşı için bahane yaratmaktadır. Neyse, emirin oğlu binbir meşakkatten sonra bulunur bulunmasına ama burfenler emirlerine ölesiye bağlı olduğu için bir çözüm ortalıklarda görünmemektedir. Korman'ın efsane gemisinin önündek sihirli aslan heykeli canlandırılır, şehre salınır, emir büyüyü bitiremeden öldürülür. Oğlu gelir yeni emiriniz benim der, savaş olmaz. Evet sonu pek bir garip.
Grubumuz büyücüyü beklerken Perg dışından gelen biri büyücünün ağır yaralandığını ve bekledikleri Merderan'ın sırrı aracılığıyla sonunda savaşı kazanabileceklerini iletir. Onları deniz anasına benzeyen bir uzay gemisi ile alır. Yani 4. kitaba geçiyoruz.
Iron Maiden - No Prayer for the Dying (1990)
Düz besteleri ile hayranlarının tepkisini çeken albüme bence gereğinden fazla haksızlık yapılıyor. Bir kere sinir tellerimi oynatan bir şarkı içermiyor albüm. Dolayısıyla Holy Smoke ve Run Silent Run Deep gibi enercayzır parçaların da etkisiyle diğer albümlerin benim üzerimde yarattığı etkiye ulaşıyor.
7,50+/10
11 Haziran 2011 Cumartesi
John Coltrane - Giant Steps (1960)
Yeni bir Love Supreme arayışı içinde sanatçının son albümlerine göz atıyor kulak veriyorum. Heyhat! Nafile! Coltrane'in saksafonu ile albüme katkıda bulunan diğer müzisyenlerin enstrümanları arasında dengesizlik göze çarpıyor. Daha doğrusu diğer dinlediğim tek tük caz yapıtlarında her müzisyenin solosu olur kendi hünerini gösterirdi. Burada ağırlık deli ve hızlı soloları ile saksafonda. Elbette oranlardan bahsediyorum, kontrbas ve piyanonun birlikte takıldığı pasajlar da hiç az değil.
Hareketli ritmik bestelerin hakim oluğu albümde bu aralarda istediğim sofistike atmosfere sadece Naima isimli parça biraz yaklaşabiliyor. O da tekrarcı ve bana göre sıradan melodisi ile etkileyici bir konuma gelemiyor. Sanki albüm klasik cazla free emprovize caz arasında bir geçişi ifade ediyor gibi. Zira sallıyor da olabilirim. Sonuçta bu türe aşina olmayan biri olarak her cazcının yere göğe sığdıramadığı albümler hakkında kendi fikirlerimi söylüyorum, yanlış varsa da benim.
7,0/10
9 Haziran 2011 Perşembe
Alice Cooper - Mascara & Monsters: The Best of Alice Cooper (2001)
Bir Alice Cooper en iyiler derlemesinin sadece Poison, Poison (radio mix), Poison (Tiesto remix), Poison (2000s mix) gibi parçalardan oluşacağını düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içindesiniz. Hele hele No More Mr.Nice Guy ve School's Out gibi klasik rock parçalarının Alis ağbimize ait olduğunu bu albüm vasıtasıyla öğreniyorsunuz ayıp size, ee, ayıp bana. Geri kalan şarkılar çok öne çıkmasa bile taşıdıkları 70'ler soundu ve ruhu ile keyifli bir dinleme sunuyorlar. Şaşıracak bir şey yok, çünkü parçaların hemen hepsi 70'lere ait. Pop piyasasına yaklaştığı 70'lerin son dönemine ait bir kaç parça dışında sound aynı kulvar etrafında dönüp duruyor: klasik rock, blues rock, bir kaç orkestral parça, bir kaç şık balad, nedense bana Rolling Stones'u hatırlatan bir hal ve ahval.
Poison'ın (ve ek olarak Clone) kendi tarzından oldukça farklı bir çalışma olduğunu göreceğiniz bu best of ile Alice Cooper'ın Poison'dan öte güzel bir iş çıkardığına ve imajının sunduğunun tersine teyatral şov müziği gibi bir anlayış taşımadığına tanık olacaksınız, benden söylemesi.
8,25/10
8 Haziran 2011 Çarşamba
Rage - Reflections of a Shadow (1990)
Pek değişen bir şey yok. Ham kaba heavy metal ya da power metal. Vokal balad söyleyemeye o kadar namüsaitki albümde aşk acısı kalp yarası power baladı yok. Doğal olarak. Bir de düşünün bu adam aşk şarkıları söylemeye çalışsaydı. Ama vokalin kaybettiği babasına adadığı bir şarkı yer alıyor albümde. Grubun yazıp yazabileceği en progresif beste olsa gerek. Yine melodi kalibresi yüksek bazı nakaratlarda süslüyor şarkıları, dinlenebilirliği arttıran bir faktör bu. Tabi bu vokali ve bu düz tekniği sindirdiniz varsayıyorum.
6,50+/10
6 Haziran 2011 Pazartesi
Agalloch - Marrow of the Spirit (2010)
Methini çokcana duyduğum grubun son albümü 3 buçuk dakika kadar süren uzunca bir introyla açılıyor. Kemanın nedense bana Japon müziğini hatırlattığı bu parça şırıl şırıl akan deri sesine karışan kuş börtü böcek sesleriyle birlikte olağanüstü bir atmosfer sunuyor. Çok vakit kaybetmeden de albümün en güzel parçası Into the Painted Grey başlıyor. Grubun zayıf taraflarından biri olan vokal parçanın etki tesirini hafifletmiyor. Şarkının tam ortası ise kreşendo ardından acı gitara teslim oluyor. Güzel parça netekim. Zaten bu parça da albümün zirve noktası. Yavaşça durulmaya başlıyoruz ardından . The Watchers Monolith indie rock rifi ile folk özene bezenesi ile atmosferik havayı devam ediyor. Hele ağustos böceklerinin ötüşü ile diğer parçaya geçişin mutsuz bir yaz gecesini elle tutulur somutluğa indirgemesi tüyler ürpertir bir tanıklık yaratıyor. (lafa bak be..) Black Lage Nidstang isimli takip eden parça ise uzun , uzun demişken çoook uzun 17 dakika, parçaların ortak özelliğine sahip şekilde bir öyle bir böyle performans gösteriyor. Yani ağır ritmi ve pek hazzetmediğim fısıltı tarzı söyleme tekniği ile out. Yavaaaş yavaşş hızlanması ve ikinci kıtada vokalin sesinin çatallaşması ile in. Ambiyans kısımlarına ise nötr kalmayı seçiyorum. Sonraki parça ile biraz tempomuzu arttırırken Drown ile albümü sonlandırıyoruz. Ağır atmosferik başlayan Drown neyseki leziz bir rifle döne döne ot rüzgar hışırtısına karışa karışa bitiyor.
Kişisel görüşüm şu; atmosferik olalım doğayı yansıtalım kısmını müzikle dengeleyemişler, daha doğrusu tam harmanlayamamışlar gibi geldi bana. Biraz daha kreşendolar baskın olsa, ne bileyim fısıltılı sessiz kısımlar azalsa, vokal değişse. Yine de herkesin hayran kaldığı Agalloch bu, fikir ve müzisyenlik iyi, bu yazdıklarım da neden bu albümü baş tacı edemediğimin analizi. Baştacı değil belki ama göğüs hizasında.
7,75+/10
5 Haziran 2011 Pazar
Mastodon - Blood Mountain (2006)
Sonisphere'de en fazla merak ettiğim grup Mastodon.
Nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama oldukça ekstrem ve karmaşık soundlarını bile dinlenebilir kılıyorlar. Gitar tonunun tatlılığı yoğunluğun getirdiği baş ağrısını ekarde edebiliyor. Vokal çeşit çeşit, ne olağanüstü iyi ne olağanaltı kötü. Dinlediğimiz albümleri neticesinde besteler bizi şaşırtmasa da progresif yanlarını koruyorlar. Bu albümde bir kaç şarkıdaki endüstriyel efekt denemeleri biraz rahatsız etmekle birlikte Sleeping Giant ve Colony of Birchmen gibi şarkıların varlığı ilgimizi uyanık tutuyor. Yani moderen zamanın ilginç ve ilginçliği popülerliğine ayakbağı olmayan bu grubu her zaman konser vermeye İstanbul kapılarında gelmiş göremeyiz. Öğle sıcağında da olsa halimize şükredelim derim ben.
8,0/10
4 Haziran 2011 Cumartesi
Aphex Twin - Selected Ambient Works 85-92 (1992)
Entellijansiyanın dans müziği gibi bir etikete sahip olmasına rağmen kendisi için dans edilemeyen ambiyatik atmosferik elektronik müzik gibi gayet açıklayıcı bir tanım kulanabileceğim albüm Aphex Twin'in ilk yapıtı. Galiba 85 ve 92 yılları arasında bestelediği parçaları bir araya getirmiş. Nereden çıkardım, bilmem ki. İşte bu noktada bu zihin bu akıl bi duraklıyor. O yıllara göre gayet progresif ataklar bunlar çünkim. Ambiyans teknonun atasıda sayılabilir diğer bir yandan. Uzun lafın kısası kendi türü içinde şık ve enfes bir hareket. Benim için ise keyifli ama soluğu kısa bir çalışma olabilmenin ötesine pek geçemiyor.
6,75/10
3 Haziran 2011 Cuma
Iron Maiden - Seventh Son of a Seventh Son (1988)
Closer'ın acıklı bir bölümüne rastgeldim, vallahi gözlerim şişti. Son sözleri işleri sarpa sardım anne olan ve bunları o sırada annesi zannettiği Brenda Johnson'a yönelten çocukcağız..
Geçen albümde klavyenin gücüne tanık olmuştuk. Burada da atmosfere güç katmaya devam ediyor. Örneğin Moonchild ve albümün ikinci güzel şarkısı 7. veledin 7. veledinde görebiliyoruz. Birinciliğin tahtına ise klasikleşmiş The Evil That Men Do kuruluyor. Bunu en sonda söyleyecektim. Ama daha fazla tutamıyorum içimde. Şu: Her ne kadar bu dönemlerinde hafiften hafiften progresif arenaya da kaysa grubun beni rahatsız eden tarafı nakaratların basit , tekrarcı olması ve fazlasıyla vokale dayanması. Hatta ve hatta kimi durumlarda çocuksuluğa bile kaydığını ekleyebilirim. Moonchild'ı da, Can I Play With Madness'ı da bu sebeplerle sevemedim. İşte bu parçalar yüzünden konsept yapısından gereği büründüğü atmosfer kulaklara hoş gelse de genel hoşlanma endeksi (GHIndex) negatif eğimli bir trend izliyor. Bu arada albümün üçüncü güzeli The Clairvoyant.
7,75+/10
2 Haziran 2011 Perşembe
RETRO: In Flames - Whoracle (1997)
İş güç bilmemkaç günün ardından eve normal vakitte gelebildim. Bu süreçte müzik dinleyemedim pek, dinlesem de keyfim kaçtı. Asık suratla ve kulaklıkla dolaşan bir adam rolündeydim. Müzik fon bile olamadı neredeyse . Neyse konumuz In Flames. Severim ederim ama Dark Tranquillity bir başkadır. Özellikle bu albümde ağırlık kazanmaya başlayan yırtıcı vokalden de pek hazzedemiyorum. Geçmişe döndüm şimdi. Gençliğimde konsere gelmişlerdi. Bir arkadaş hadi gidelim diyor. Yok diyorum DT daha iyi. Müziği benzer diyor, eski vokalleri aynıydı, felan. Ben kıvıyorum. Yiğitliğe şit sürdürmeyeceğim için diyemiyorum ki ule para yok çulsuzum. Aradan vakit geçti, o zamanlar tav olduğum bu albümden geriye Episode 666 ve bir de güzel süper demiyorum ama ilginç Depeche Mode coverı Everythings Counts kaldı.
7,75/10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)