Çevirmenin deyişiyle nasıl bu tuğla gibi kitabı tercüme etmek deli işi ise okumak da aynen öyle. Tahmin ediyorum ki Tutunamayanlar, Ulyses gibi kitaplarla birlikte pek çok kişinin kütüphanesinde göstermelik yer tutuyordur bu kitap da. Ben okudum, hakkını verebildim mi, hayır. Anlayabildiğim kadarıyla bir de özetlemenin getirdiği indirgemecilik sorunu sonucunda züccaciye dükkanına girmiş fil gibi arkamda bir iz bırakacağım. Affola!
Öncelikle yazar Heidegger başta olmak üzere çeşitli felsefecilerin izinde ve onlarla tartışarak üstüste biriken, açımlayıcı bir metodoloji izliyor. Kendi dilini icat etmenin zorluğunu sık sık örneklemlere başvurarak aşmaya çalışsa da hem akıcı bir okumaya dönüşmekten hem de net olarak anlaşılırlığı sağlamaktan uzak bir yerde. Alışageldik kabullenmelerin dışında kendi içinde tutarlı bir anlam dünyası sergilerken ayrıntılar arasında kaybolmak mümkün. Çünkü öğretmen edasında sonuçlara nasıl vardığını göstermek konusunda oldukça ısrarcı. Bu yönden bazı konularda örneğin varoluşçu psikanalizde ya da felsefesinin yapı taşı Özgürlük mefhumunda tam anlamıyla ikna edebildiğini söylemek zor. Belki de özgürlük kavramı insanların seçme zorunluluğu ile sorumluluk alması gerektiği ölçüsünde anlam kazanıyor. Diğer yandan "başkası için varlık" üzerinden açıkladığı yabancılaşma nosyonu beni bir noktaya kadar ikna etti. Ahlak gibi değinip geçilen konuların ise eksikliği hissediliyor. Bir kaç kelam da baskı hakkında. Kapak için yazarın ikon bir fotoğrafının seçilmesi daha iyi olurmuş, belki de sıradanlıktan kaçınılmak istendi. İkincisi de sayfa altlarındaki çevirmen notlarının metinle bağlantısında yıldız vessair gibi bir bağlantı aracı konmasının atlanması. Arkada sözlük var biliyorum ama böylesi daha hoş yafu. Yazarın sözleriyle başlayalım.
Öz, nesnenin içinde değildir, nesnenin anlamıdır, onu açık eden görünmeler dizisinin nedenidir.Olmak/varlık, nesnenin kavranabilir herhangi bir niteliği gibi bir nitelik de değildir, nesnenin bir anlamı da değildir. Nesne, bir imleme gönderdiği gibi bir varlığa göndermez, mevcut olmamak da aynı biçimde varlığı ortaya çıkarır, nitekim burada olmamak , yine de olmaktır. Nesne varlığa sahip olmadığı gibi, nesnenin varoluşu da başka bir tür ilişki kurmaz. Nesne vardır. Varolan fenomendir yani niteliklerinin düzenli bütünü olarak kendi kendisini belirtir, kendi varlığını değil kendi kendini belirtir. Bilinçten önce olduğu düşünülebilecek tek şey bir varlık doluluğudur ve bu varlık doluluğunun hiçbir öğesi, varolmayan bir bilince göndermede bulunamaz. Bilinç hiçlikten öncedir ve kendini varlıktan devşirir.
Şeyleri, onların görünüşlerine bağlı bir bütünlüğe indirgemiştik, sonra bu görünüşlerin, kendisi görünüş olmayan bir varlığı talep ettiklerini saptadık. Percipi [algı, Berkeley'in var olmak algılanmaktır sözünden hareketle] bizi bir percipiens [algılayan] e gönderdi ve onun varlığı da bize bilinç olarak açınlandı. Böylece bilginin ontolojik temeline, bütün öteki görünmelerin kendisine göründüğü ilk varlığa, her fenomenin kendine kıyasla görece olduğu mutlağa ulaşmış olduk. Bu hiçbir biçimde terimin Kant'taki anlamıyla özne değildir, özneliğin kendisidir, kendinin kendine içkinliğidir.
Nesnenin varlığı salt bir varlık-olmayandır. Nesne bir eksiklik olarak tanımlanır. (Nesnenin görünmeler dizisi sonsuz sayıda bile olsalar, öznenin içinde eriyip giderler, onlara nesnel varlık kazandıran şey mevcut olmayışlarıdır). [hilal örneği: onu hilal kılan şey bir tam dolunaydan eksik olan kısmıdır]
Bilinç bir şeyin bilincidir, bu demektir ki aşkınlık bilincin kurucu yapısıdır, yani bilinç kendisi olmayan bir varlıkta taşınarak doğar. Tam olarak öznellik diye adlandırılabilecek olan şey, bilinc(in) bilinc(i)dir. Bilinç kendi varlığı içinde varlığı kendisi için soru olan ve de bu varlık kendinden başka bir varlığı kapsadığı ölçüde soru olan bir varlıktır. Bilinç şunu gerektirir: görünenin varlığı yalnızca göründüğü sürece varolmamalıdır. Bilinç için olanın fenomenötesi varlığının ta kendisi, kendindedir.
Varlık kendidir. Varlık kendini gerçekleştiremeyen bir içkinlik, kendini olumlayamayan bir olumlama, kendi kendisiyle dopdolu olduğu için etkiyemeyen bir etkinliktir. Varlık kendinde-varlıktır, kendi kendisiyle dolu olduğu için kendi kendisine opaktır. Bunu da varlık ne ise odur diyerek ifade edeceğiz. Kendi bir varlık tipiyse diğeri de Kendi-için'dir. Kendi-için'in varlığı ise ne değilse o olan ve ne ise o olmayan biçiminde tanımlanır.
Varlıktan asla olumsuzlama türetilemeyecektir. Değil demenin mümkün olması için zorunlu koşul, varlık-olmayanın, içimizde ve dışımızda sürekli bir mevcudiyeti olmasıdır, hiçliğin varlığa musallat olmasıdır. Hiçliğin varlığa musallat olması, sadece varlığın hiçlik üzerinde mantıksal bir önceliğe sahip olması değil ayrıca hiçliğin de etkililiğini somut bir biçimde varlıktan devşirdiği manasındadır. Yalnızca hiçliğin içinde varlığın ötesine geçilebilir. Yani hiçlik olumsuzlamayı temellendirir. Olumsuzlama da kendimizi Varlık üzerinde sorgulayabilmemiz için yegane araçtır. İnsan hiçliğin dünyaya gelmesine aracılık eden varlıktır. İnsanın varlığı ile özgür oluşu arasında fark yoktur.
İçdaralması, olmamak kipinde kendi kendisinin geleceği olmanın bilincidir. Gelecekteki varlığım ile şimdiki varlığım arasında esasen bir münasebet vardır. Ama bu münasebetin bağrına bir hiçlik sızmıştır; ben olacağım kişi değilim. Öncelikle zaman beni ondan ayırdığı için değilim. Sonra, şimdi olduğum şey, olacağım şeyin temeli olmadığı için değilim. Nihayet hiçbir güncel varolan benim olacağım şeyi kesin bir şekilde belirleyemeceği için değilim. Yine de daha şimdiden olacağım şey olmamdan ötürü, ben , olacağım kişi olmamak kipinde olan kişiyim. [Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman üzerinden zamansallık üzerine koca bir bölüm var ki geçmişin şimdiki kararlarımız üzerinde etkisi olmadığı ve geçmişin gelecek tarafından belirlendiği gibi ilginç görüşler içeriyor] Dehşetimin içinden geleceğe doğru taşınırım ve dehşet, geleceği bir mümkün olarak oluşturduğu ölçüde hiçleşir. İçdaralması özgül özgürlük bilincidir. Öz, insan-gerçekliğinin kendi hakkında olmuş olan olarak kavradıklarının toplamıdır. İçdaralması biz olduğumuz için onu ortadan kaldıramayız, Bilmezden gelmek için kaçabilirim ama kaçtığımı bilmezden gelemem ve içdaralmasından kaçmak içdaralmasının bilincine varmanın bir kipinden başka bir şey değildir. İçdaralmasından kaçmak üzere içdaralması olan olarak kendi kendini hiçlemek kendini aldatma adı verilen şeydir. İçtenlik de aslında bir kendini aldatma fenomeninden başka bir şey değildir. Bilincin doğası öyledir ki dolaylı ile dolaysız onda tek ve aynı varlıktır. İnanmak, inandığını bilmektir ve inandığını bilmek de artık inanmamaktadır. Böylece inanmak artık inanmamaktır, çünkü bu da inanmaktan başka bir şey değildir. Hiçbir inanış asla yeterince inanamaz. [varlık eksiklikle malulse inanmak aslında inanmamayı içerdiğinden bulanık bir kavrama dönüşüyor]
Olumsuzlama bizi özgürlüğe, özgürlük kendini aldatmaya ve kendini aldatma da imkanın koşulu olarak bilincin varlığına gönderdi.
Kendi-için'in ilkeleri:Kendinde varlığa mevcut olan ve dünyaya angaje olmuş bir insan gerçekliğine görünebildikleri biçimiyle dış ilişkilerin kurucu bir ilkesi söz konusudur. Varlık kendine mevcutsa, bunun nedeni varlığın tümüyle kendi olmamasıdır. Hiç, özneyi kendi kendisinden ayıran şeydir. Kendinde hiç bir şeyi temellendiremez, kendi kendini temellendirse bile bunu ancak kendine kendi-için olma özelliğini katarak yapar. Kendinde ancak artık kendinde olmadığı ölçüde kendi kendisinin temelidir. O takdirde genel olarak temel, dünyaya kendi-için aracılığıyla gelecektir. Kendi-için , hiçleştirilmiş kendinde olarak kendisini temellendirmekle kalmaz, kendisiyle birlikte temel de ilk kez ortaya çıkar. [örneğin, öfke kendi-için olarak varolur; olgusallık, olduğum şey olmak için ulaşmak zorunda olduğum varlığa ilişkin olarak kendimi belirtmemdir] Kendi-içine musallat olan ve ele gelmeksizin kendi-içini kendinde varlığa bağlayan bu devamlı silikleşme halinde olumsallığı, kendi-içinin olgusallığı diye adlandıracağız. Kendi-için kendi-için olan olarak kendi kendisinin temeli olduğundan olumsallığı meydana gelir.
Arzu varlık eksikliğidir, arzulanan nesneye doğru kendiden sıyrılma olmalıdır. Eksik olunan temellendirme ediminin anlamı hep aşkındır. Kendi-için kendi varlığında başarısızlıktır, çünkü ancak ve ancak hiçlik olarak kendinin temelidir. Aslında bu başarısızlık kendi-içinin bizzatihi varlığıdır, ne var ki olmayı başaramadığı varlığın, yani kendi içinin hiçliğinin olduğu kadar varlığının da temeli olacak varlığın, yani kendisiyle örtüşmesi olarak onun temeli olacak varlığın mevcudiyeti karşısında kendi kendisini başarısızlık olarak kavrarsa bir anlamı vardır kendi-içinin. [Burada post yapısalcıların izini duyumsadım] İnsan-gerçekliği önce varolup daha sonra şundan yada bundan eksik kalan birşey değildir; öncelikle eksiklik olarak ve onda eksik olanla dolaysız sentetik bağlantı içinde varolur. ..Bu bütünlük, varlığı ve mutlak namevcudiyeti dünya ötesindeki aşkınlık olarak hipostazlaştırıldığında, daha sonraki bir dolayım devinimiyle Tanrı adını alır. Ve Tanrı baştan sona olumluluk ve dünyanın temeli olarak hem ne ise o olan bir varlık, hem de kendinin bilinci ve kendinin zorunlu temeli olarak ne ise o olmayan ve ne değilse o olan bir varlık değil midir? İnsan-gerçekliği kendi varlığında ızdırap çeker, çünkü kendi-için olmaktan çıkmaksızın kendindeye erişemeyeceğinden ötürü, o olmaya muktedir olmadığı bir bütünlüğün sürekli istilası altında varlıkta ortaya çıkar. Şu halde insan-gerçekliği doğası gereği mutsuz bilinçtir ve bu mutsuzluk halinin ötesine geçmesi imkansızdır. [Kısacası baştan sona olumluluk olan Tanrı olamadığımız için mutsuzuz]
Mümkün olan, kendi-için , kendi olmak için neyin eksikliğini çekiyorsa odur.
Kendi-içini kendi varlığı içinde belirlemek suretiyle kendindeyi açığa çıkaran bu gerçekleştirici ve iç olumsuzlamaya aşkınlık adını vereceğiz. İnsan gerçekliği, varlığı bütünlük olarak ortaya çıkaran şeydir.-yada insan gerçekliği, varlık dışında hiç bir şeyin (var) olmamasını sağlayan şeydir. Bir dünya ötesinin imkanı olarak bu hiç 1) varlığı dünya halinde açığa çıkaran olarak, 2) bu imkanı daha olacak olan insan gerçekliği olarak varlığa kökensel mevcudiyeti ile kendilik devresini kurar.
Kendi kendimize doğru koşarız ve biz bu olgudan ötürü kendi kendisiyle buluşamayan varlığız. Koşu, bir yönden anlamlılıktan yoksundur, çünkü sonu asla verili değildir, ona doğru koştuğumuz ölçüde icat edilmekte, projelendirilmektedir.
Başkasına ancak onun hakkında sahip olduğumuz bilgi aracılığıyla erişebiliyorsak Kendi-için bilincimin kendi kendisiyle dolaylanması bir başka bilinci gerektirse de, bilincimin kendi-için- varlığı -ve dolayısıyla da genel olarak varlığı- başkasına bağımlıdır. Ben başkasına nasıl görünüyorsam öyleyim. Ayrıca, mademki başkası bana göründüğü gibidir ve varlığım da başkasına bağımlıdır, benim kendime görünme tarzım da -yani kendime ilişkin bilincimin gelişme uğrağı- başkasının bana görünme tarzına bağımlıdır, Benim başkası tarafından kabul edilmemin değeri, başkasının benim tarafımdan kabul edilmesinin değerine bağımlıdır. Bu anlamda, başkası beni bir bedene bağlanmış ve yaşamın içine batırılmış olarak kavradığı ölçüde, ben kendim de bir başkasından ibaretim...başkası-için-varlık benim, kendim-için varlığımın zorunlu bir koşulu olarak görünür. Ich bin Ich (Ben benim) anlamında olduğum bir Ben de değildir, başkasının benim hakkımda edindiği ve sorumluluğunu tek başına taşıyacağı nafile bir imge de değildir: daha olacak olduğum benle kıyaslanamayan bu ben yine benim, ama bu yabancı yeni bir ortam tarafından başkalaştırılır ve bu ortama uyarlanır; bir varlıktır, benim varlığımdır ama tümüyle yeni varlık boyutları ve kiplikleri taşır; aşılamaz bir hiçlik tarafından benden ayrılmış bendir, çünkü bu benim, ama beni benden ayıran bu hiçlik değilim. Benim başkası-için varlığım, mutlak boşluk içinde nesnelliğe doğru bir düşüştür. Ve bu düşüş yabancılaşma olduğundan, kendimi benim kendim için nesne gibi olduramam, çünkü hiçbir durumda kendi kendime yabancılaşamam. Başkası, bilinç için ancak bizzat kendi-reddedilen olarak varolur. Ama tam da başkası bir bizzat-kendi olduğundan ötürü, benim için ve benim tarafımdan bizzat-kendi reddedilen olabilmesi ancak bizzat-kendi beni reddeden olduğunda mümkündür. Sonuçta olmayı reddettiğim şey, başkasının beni nesne kıldığı şeyin ben olmasının reddinden başkaca bir şey olamaz;ya da dilerseniz, ben reddedilen Benimi reddederim; kendimi Reddedilen benin reddi aracılığıyla bizzat ben olarak belirlerim; bu reddedilen beni, beni başkasından kurtaran belirişi içinde Yabancılaşan-ben olarak ortaya koyarım. Ancak bizatihi bu yoldan yalnızca başkasını değil, Başkası-için-benimin varlığını da olumlarım; çünkü gerçekten de eğer başkası için nesne varlığımı üstlenmezsem, başkası olmamam mümkün olmaz. Bu yabancılaşmış ve reddedilmiş Ben hem başkasıyla aramdaki bağdır hem de onunla mutlak ayrılığımızın sembolüdür... yabancılaşarak varolurum ve ne olmak zorunda olduğumu kendi dışarım aracılığıyla kendime öğretirim.
Beden, olumsallığımın zorunluluğunun aldığı olumsal form olarak tanımlanabilir. Beden kendi-içinden başkası değildir...biz seçimim ve varlık, bizim için bizi seçmektir. Izdırabını çektiğim bir sakatlığı bile, yaşamakta olmamdan ötürü üstlenirim, kendi projelerime doğru onun ötesine geçerim, bu sakatlığı varlığım için zorunlu engel yaparım ve kendimi sakat olarak seçmeksizin, yani sakatlığımı oluşturduğum tarzı ('hoşgörülemez', 'aşağılayıcı', 'gizlenmesi gereken', 'herkese gösterilmesi gereken', 'gurur nesnesi', 'başarısızlıklarımın doğrulanması'vb..) seçmeksizin sakat olamam. Ama bu kavranamaz beden, tam da bir seçimin var olmasının, yani aynı zamanda her şey olmamamın zorunluluğudur. Bu anlamda sonluluğum özgürlüğümün koşuludur, çünkü seçim olmaksızın özgürlük yoktur ve beden dünyanın salt bilinci olarak bilinci koşullandırdığı gibi, bizzatihi özgürlüğünün içine kadar bilinci mümkün kılar. Varettiğim biçimiyle bedenimden rahatsız olamam. Beni rahatsız etmesi gereken, başkası için olduğu haliyle bedenimdir. Başkası-için-beden, bizim-için-bedendir ama kavranamaz ve yabancılaşmıştır. [Başkası-için-beden ve başkası-için-varlık çözümlemeleri birbirine benzemektedir]
Başkası-için-varlığımdan sorumluyum, ama bu varlığın temeli değilim; dolayısıyla bu varlık bana yine de sorumlu olduğum olumsal bir veri formunda görünür ve başkası da benim varlığım 'var' formu altında olan olarak temellendirir, ne var ki bu varlığa olanca özgürlüğüyle, özgür aşkınlığıyla ve bu aşkınlık içinde temellendirmekle birlikte ondan sorumlu değildir. Böylece kendimi varlığımdan sorumlu olarak keşfeden ben, olduğum bu varlığa dair hak talebinde bulunurum; yani onu yeniden edinmek isterim, ya da daha doğru terimlerle söylersek, ben varlığımı yeniden edinme projesiyim. Sevgi işte bu bağlamda çatışmadır. Nitekim başkasının özgürlüğünün benim varlığımın temeli olduğunu işaret etmiştik. Ama tam da başkasının özgürlüğü aracılığıyla varolduğum içindir ki hiç bir biçimde güvende değilim, ben bu özgürlüğün içinde tehlikedeyim; bu özgürlük varlığımı yoğurur ve beni oldurur, bana değerler atfeder ve onları benden alır, varlığıma getirdiği şey edilgenlik içinde durmaksızın kendiden kaçıştır. İçinde angaje olduğum bu sorumsuz ve erimdışı, her biçime giren özgürlük, bu kez beni farklı olmanın bin türlü biçimine angaje edebilir. Varlığımı geri alma projem ancak bu özgürlüğü ele geçirirsem ve onu benim özgürlüğüme tabi özgürlük olmaya indirgersem gerçekleşebilir. Eşzamanlı olarak da, başkasının beni başkası halinde oluşturduğu, yani başkasıyla aramdaki gelecek bir özdeşliğin yollarını hazırlayabileceğim özgür içsellik olumsuzlaması üzerinde etkileyebilmemin tek yoludur. ..Kapmak istediğimiz şey başkasının özgürlüğüdür...Aşığın istediği şey başkasının özgürlüğünün kendi-kendisi tarafından kısılıp kalması, tutulmasıdır. ..bu sahiplenmeyi gerçekleştirmek için tasarlayabileceği tek yol kendini sevdirmektir. Böylece sevmenin, kendi özünde, kendini sevdirme projesi olduğunu görüyoruz. ..Bu yüzden her biri diğerinin tamamen yabancılaşmasını talep eden olarak yabancılaşır. Her biri diğerinin kendisini sevmesini ister, ama sevmenin sevilmeyi istemek olduğunun, ve böylece diğerinin kendisini sevmesini isterken, aslında diğerinin de onun kendisini sevmesini istediğini istemekten başkaca bir şey yapmadığının farkına varmaz. Ne kadar çok sevilirsem, varlığımı da o ölçüde yitirir, kendi sorumluluklarımla, kendi olma kudretimle o ölçüde başbaşa kalırım. [ki eserde sadizm ve mazoşizm üzerine ilginç çözümlemeleri okuyabilirsiniz]
İşlerin herkes için daha iyiye doğru gideceği bir başka durumun düşünülmesine neden olan şey bir durumun dayanılmazlığı ya da dayattığı ızdıraplar değildir; tersine, işlerin daha başka türlü de olabileceğini düşündüğümüz andan itibarendir ki acı ve ızdıraplarımızın üzerine yeni bir ışık düşer ve biz bunların dayanılmaz olduklarına karar veririz. [devrimler örneği üzerinden politik bir okuma ile bağlantılı]
İnsan gerçekliği yeterince olmadığı için özgürdür, durmadan kendi-kendisinden koparıldığı ve olmuş olduğu şey olduğu ve olacağı şeyden bir hiçlikle ayrıldığı için özgürdür. Nihayet, şimdiki varlığının kendisi de 'yansı-yansıtan' formunda hiçleyiş olduğu için özgürdür. İnsan özgürdür, çünkü kendi değildir ama kendine mevcudiyettir. İnsan kimi zaman özgür kimi zaman köle olamaz: tümüyle ve her zaman özgürdür, ya da yoktur.
İnsan-gerçekliği etkimek için önceden var değildir, insan gerçekliği için olmak, eylemektir ve eylemekten vazgeçmek, olmaktan vazgeçmektir. Kendimizi ancak yapılmakta olan seçim olarak kavrarız. Ama özgürlük basitçe seçimin hep belirlenmemiş olması durumudur. Bu seçim gerekçesiz olduğu için değil, seçmeme imkanı bulunmadığı için saçmadır.
Kendim hakkında verdiğim kararla şeylerin terslik katsayısına ve onların öngörülemezliğine varıncaya kadar her şeyi belirleyen ben değil miyim? Böylece, bir yaşamın içinde arızilikler yoktur, aniden patlak veren ve beni sürükleyen bir toplumsal olay dışarıdan gelmez, bir savaşta silah altına alınmışsam, bu savaş benim savaşımdır, beni gösterir ve onu hak ederim. Önce, intihar ya da firar yoluyla, kendimi her zaman ondan kurtarabildiğim için hak ederim: bu nihai mümkün olanlar (intihar,firar), bu durumu göz önüne almak söz konusu olduğunda her zaman farkında olmak zorunda olduğumuz mümkün olanlardır. Savaştan kaçınmış olmadığım için, onu seçmiş olurum; bu pısırıklık yüzünden, kamuoyunun verdiği korku yüzünden olabilir, çünkü bir takım değerleri (yakınlarımın hayranlığı, ailemin onuru vb.) savaşmanın bizzatihi reddinin oluşturduğu değere yeğlerim. Her durumda bir seçim sözkonusudur. Bu seçim sonradan sürekli olarak savaşın sonuna kadar yinelenecektir; şu halde J. Romains'in sözüne katılmak gerekir.'Savaşta, masum kurbanlar yoktur' Dolayısıyla savaşı ölüme ya da onursuzluğa yeğlemişsem, her şey sanki bu savaşın olanca sorumluluğunu ben taşıyormuşum gibi cereyan eder.
[ Yazarın değer, zamansallığın kurulumu, gizilgüçlülük, kullanabilirlik, bakış gibi teorisini kurmada faudalandığı diğer terimlere hiç girmedim, iyi okumalar efendim]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder