SONUÇ
On yedinci yüzyılda İngiltere'de başlayan isyanlar-devrimler döngüsü gelecekte de devam edecek mi? Tartıştığımız türden bir devrimin Avrupa'dave Amerika'da hala gerçekleşme olasılığı var mı?Buna kesin bir cevap vermek zor. Devrimci çağın sona erip ermediğini ancak zaman gösterecektir. Fakat tarihsel olayların gidişatını şekillendirmede kendine özgü olanın, rastlantısal olanın ve bireysel olanın oynadığı rol, başarılı bir devrimi gerçekleştirmek için kullanılabilecek bir elkitabı sunmayı güçleştirmektedir. Birbirine benzer olaylar çarpıcı bir şekilde mevcut olsa da, bütün devrimci gelişmelere uygulanabilecek şematik formüllere ya da yasalara sahip değiliz. Bu tür formüllerle yasaları üretme yönündeki girişimler insanları hep yanlış yönlere sevk etmiştir, Bolşeviklerin 1920'lerde kendi Ekim Devrimlerine (ya da darbelerine) özgü olayları dünyanın başka yerlerinde girişilen devrimlere empoze etme gayretlerinde görüldüğü gibi.
Ancak tarihin bize öğrettiği ders şudur: devrimci bir hareket, kendi ilkelerinin, eylemi bir ağ gibi sarıp kımıldayamaz hale getiren katı bir dogma haline dönüşmesine izin vermemelidir. 1917-18 yıllarında Avrupa'daki hiç bir devrimci parti Rusya'daki Sol Sosyalist Devrimcilerle (SD) ideolojik açıdan boy ölçüşemezdi. SD'lerin programı, Rus işçileriyle köylülerinin büyük çoğunluğunun istediği ve coşkulu bir şekilde destek verecek olduğu eyleri, diğer bütün Rus sosyalist grupların programlarından çok daha fazla ifade ediyordu. Fakat SD'ler işçilerin kendiliğinden bir devrim başlatacak yaşam enerjilerine şaşmaz bir inanç besliyorlardı. Devrimci partinin tek bir hareketiyle proletarya ve köylülüğün kendiliğinden başkaldıracağını ve yeni bir toplumsal düzen kuracağını ümit ediyorlardı. İsyanı andıran eylemlerine başladıklarında ve hatta Çeka'nın başı Feliks Dzerzhinski'yi rehin aldıklarında, artık avuçlarının içine kadar gelen iktidarı Kremlin'e girip almaya yanaşmadılar. Bunun yerine safdil bir tutumla, kitlelerin kendi başlarına ayaklanmasını beklediler. Yani tarihsel açıdan en kritik anda dogmanın esiri oldular. Böylece kendi hareketlerinin, tam da güçlerinin doruğundayken, yok olmasına imkan verdiler.
Buna karşılık Lenin, kariyeri boyunca büyük bir taktiksel esneklik sergiledi. Kurnaz bir devrimci olan Lenin, koşullara bakarak kavgadan ne zaman vazgeçmesi, ne zaman diretmesi gerektiğini biliyordu. Sol SD'ler devrimci hareketlerine başladıklarında onların yarı gönüllü her çıkışını bertaraf etti ve onları hızla siyaset sahnesinin dışına itti. Diğer hasımlarıyla da gene hiç vakit yitirmeden başa çıkmayı bildi. Dogmanın kendisini felç etmesine izin vermeyen Bolşevik lider, pragmatik bir anlayışla adamlarını bütün önemli pozisyonlara yerleştirdi ve böylece partisinin Ekim 1917'de ve sonrasında galebe çalmasını mümkün kıldı.
İspanyol anarko-sendikalistler Sol SD'lerle şu temel inancı paylaşıyorlardı: gerçek bir devrim organik ve kendiliğinden olmalıdır; onun başarısı inceden inceye planlanmış bir stratejiye dayanmamalı, doğal bir gelişim seyri izlemelidir. Dolayısıyla da anarko-sendikalistler, kendi devrimci jimnastiklerinde 1930'ların başındaki her grevi bir kalkışmaya, her kalkışmayı bir ayaklanmaya, her ayaklanmayı da bir devrime dönüştürmeye çalıştılar. Bu ultra-devrimci ilkeler katı bir dogma haline geldi. Sokaklara dökülmek diye adlandırılan bu pervasız pratik öylesine klişeleşti ki, ultra devrimci Asturiaslı madenciler bile 1934'teki Ekim ayaklanması sırasında, CNT üyelerinin devrimi tahammül edilebilir sınırların ötesine taşıyıp başarısızlığa mahkum edecekleri korkusuyla, CNT-FAI üyelerine silah temin etmeyi reddettiler.
Tarihin bize öğrettiği bir diğer ders de şudur: savaşkanlık/militanlık devrimcilikle aynı şey değildir ve onunla karıştırılmamalıdır. 1918-23 yılları arasında Alan işçiler orta Avrupa'nın en savaşkan, en militan işçileri arasındaydılar. Dışarıdan bakan herkese bu işçiler bir konsey cumhuriyeti istiyorlar gibi geliyordu. Gerçekteyse, Sosyal Demokrat liderler konvansiyonel demokratik reformları sosyalist reformalr ya da en azından sosyalist bir topluma erişmek için atılan adımlar olarak göstererek, bu işçileri yanlış yöne sevk etmekte neredeyse hiçbir güçlük çekmemişlerdir. Ebert ile onun Halk Komiserleri Konseyi'ndeki işbirlikçileri, Alman işçilerini, sosyalist retorikle süslü bir temel demokratik cumhuriyeti kabul etmeye kolayca yönlendirebilmişlerdir.
Bu tarihin öğrettiği bir başka ders, iktidar uğruna birbiriyle çekişenlerin, birbirlerine karşı, yoldaşça davranmak şöyle dursun, genelde hiç de iyicil olmayan bir tavır içerisine girdikleri gerçeğidir. Devrimci çağda, örgütlü askeri birlikler kitlesel ayaklanmaları bastırmada olağanüstü bir yeteneğe sahiptiler. Üç bin civarında Freikorps askeri, 1919 yılında sayıca kendilerinden on kat büyük ve oldukça iyi silahlanmış olan Bremen işçilerini zorlanmadan dağıtabilmiş, bunda paramiliter kuvvetlerin kente yaklaşmakta olduğu haberi de büyük rol oynamıştır. Troçki kaçan Kızıl askerleri kentin dış bölgelerinde olağanüstü bir kişisel cesaret örneği sergileyerek toparlamamış olsaydı, Beyaz Rus komutan general Yudeniç Petrograd'ı kolaylıkla ele geçirebilirdi.
Karşı-devrimin emrinde de genelde iyi eğitimli, iyi donanımlı ve görece disiplinli ordular vardır. Geçmişte, devrimin başarıya ulaşması çoğunlukla benzer şekilde örgütlenmiş ve eğitilmiş bir asi kuvvetin oluşturulmasına değil sadece, fakat aynı zamanda sıradan neferlerin bağlılıklarını ve desteklerini devrimcilere ne denli sunduklarına da bağlıydı. Bunun en çarpıcı örneği Şubat 1917'de Kazaklar kalabalığa ateş açmayı reddettikleri zaman vuku buldu; böylece isyan tüm kente yayıldı ve çar devrildi. Troçki, Brest-Litovsk'ta Alman işçilerini kendi askeri ve politik liderliklerine isyan etmeye çağıran büyük bir kampanya başlattığında, askerlerin sadakatini kazanmanın ne denli nemli olduğunu biliyordu.
Ne var ki bugün ordular, bir zamanlar askerleri halktan ayırmayan askere alma uygulamasına aykırı olarak, gönüllü ve hatta elit askerlerin başı çektiği birliklerden oluşmaktadır giderek. Günümüzde, elit askerler şöyle dursun, sıkı disiplinli askerlerin , kendilerini isyancılardan ayıran o neredeyse mistik çizgiyi geçeceklerine inanmak muazzam derecede güçtür. İroniktir, bugünün anti-militarist radikalleri askere alma uygulamasına karşı çıkarak, askerlerin devrimcilere/halka bağlılıkla hareket etmesini neredeyse imkansız kılmışlardır. Dahası, modern silahlar askeri tarzdaki ayaklanmaları daha da geçersiz kılmıştır. Egemen sınıflar teknik olarak çok gelişmiş, politik olarak da herhangi bir kaygı gözetmeyen, inanılmaz derecede etkili bir savaş makinesinin desteklediği bir askeri güce sahip olmanın bütün avantajlarına sahiptir. Lazer ve uydu güdümlü silah sistemleri bir yada iki kuşak önce tahayyül bile edilmeyen bir isabet kaydetme ve öldürme gücüne sahiptir. Ahlaki ikna ile siyasi ideolojinin güçlü bir psikolojik etki yarattığı inkar edilemese de, insan bedeni soğuk çeliğe ve güçlü patlayıcılara karşı koyamaz. Bu tür kuvvetler karşısında zayıf eğitimli, merkezileşmemiş ve eşitlikçi ilişkilerin hakim olduğu bir kuvvetin yenilgiye uğraması kaçınılmazdır.
Dolayısıyla bugün devrimci bir hareketin önündeki en önemli görev halkın büyük çoğunluğunu kendi safına çekmektir. Devrimci çağın Üçüncü Devrim'de incelediğimiz büyük kalkışmaları, farklı yollardan da olsa, bu tür çağrılarda bulunmaya çalıştı. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin liderleri - bu devrimler demokratik devrimlerdi ve kendi hedeflerini yönetimsel kurumların değişitirilmesi açısından tanımlıyorlardı - toplumun büyük kesiminin -küçük mülk sahibi beyaz erkeklerin- yararına hareket ettiklerine inanıyorlardı. On sekizinci yüzyıl ansiklopedistleri gibi toplum teorisyenleri, yazılarında, bu kitleye halk diye hitap ediyor, soylu sınıfın gasp ettiği özgürlüklerin yeniden getirilmesini savunuyorlardı.
Ne var ki Marksist tarihçilere göre bu demokratik devrimler burjuva devrimleriydi, çünkü onların halk için öngördükleri devrolunamaz doğal haklar, bir bütün olarak, nüfusun ancak küçük bir kesiminin -burjuvazinin- istifadesine sunulan haklardı (* İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerini burjuva devrimler diye nitelemek saçmadır, çünkü Amerikan İç Savaşı'nın oluşturduğu olası istisna dışında hiçbir burjuvazi bir halk ayaklanmasına önderlik etmeye kalkışmamıştır. Tam tersine burjuvazinin devrimden korkması için sağlam nedenleri vardır. Devrimci kargaşa sadece mülk sahibi spesifik sınıfları değil, fakat bizatihi mülkiyet olgusunu da tehdit eder. Sözüm ona devrimci burjuvazi ise her türlü kitlesel eylemden, bu eylem hangi davayı güderse gütsün, hep korkmuştur) Oysa Marksistler nüfusun çok daha geniş bir kısmının -işçi sınıfının- lehine olan devrimci fikirler ortaya atıyorlardı. Proletaryanın henüz nüfusun çoğunluğunu oluşturmadığı durumlarda bile, işçiler eninde sonunda büyük çoğunluğa ulaşacaklardı. Demografik açıdan bakıldığında toplumda temel bir rol oynamaya yazgılı olan proletarya, tarihsel süreç içerisinde hegemonik güç olacak ve otantik özne olarak hem siyasi hem de iktisadi değişimi gerçekleştirecekti.
Birinci Dünya Savaşı'nı önceleyen on yılda, modern sanayinin ve sivil hakların sürekli gelişme kaydetmesinin proletaryayı mutlak çoğunluk yapacağına ve bir bütün olarak nüfus içerisinde en önemli pol,tik unsur haline getireceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Fakat proletarya İngiltere'de, Almanya'da ve Birleşik Devletler'de ne denli büyük olsada, bu ülkelerin hiç birinde nüfusun mutlak çoğunluğu haline gelmedi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da kendine özgü tarzda gerçekleşen her sosyalist devrim gerçekte bir azınlık devrimiydi. 1914'te Rus sanayi proletaryası nüfusun yüzde sekizi bile değildi, oysa köylü sınıfı nüfusun geri kalanının büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. Lenin, Sol SD'lerin köy komünleri aracılığıyla toprağın yeniden dağıtılmasını öngören tarım politikalarını benimsememiş olsaydı , Bolşevikler kırlarda tutanamazlardı. Rus köylüleriyle olan ilişkilerinde aldatmacaya başvuran Bolşevikler, kendi aralarında küçük burjuva diye gördükleri ve muhtemelen de uygulamak gibi bir niyetlerinin de olmadığı bir tarım programına bağlı kalacaklarını savlamış, ayrıca işçilerin sanayiyi kontrol etmelerini destekleyeceklerini bildirmişlerdi. (Ekim Devrimi'nden sadece bir kaç ay sonra Lenin'in tek kişi yönetimini ve sanayinin millileştirilmesi lehine, bir kenara attığı bir görüştü bu) Komünistler esas itibariyle Sol SD'lerin damgasını taşıyan bu politikalardan vazgeçtikten sonra halk desteğini kaybetmeye başladı; belli bir andan sonra komünist rejim varolabilmek için baskı ve zor uygulamasına bel bağlamak durumunda kaldı. Böylelikle bir azınlık diktatörlüğü bile değil, Rus işçileriyle köylülerinin büyük çoğunluğunun karşı çıktığı politikaları uygulamaya koymak için ülke içinde terör estiren ve iç savaş içinde iç savaş veren tek parti diktatörlüğü kuruldu. Bu da çok geçmeden Bolşevikleri ülkenin büyük bölümünde halktan tecrit etti ve düpedüz tek kişinin despotizmine dönüştü.
Batı ve Orta Avrupa'daki Sosyal Demokratlar nüfus içerisindeki bir azınlık tarafından kalkışılan bir devrim hareketinin, Rusya örneğinde görüldüğü üzere, kaçınılmaz bir biçimde iç savaşa yol açacağına ve bu azınlığın, giriştiği darbenin başarılı olması halinde, kendisini ancak nüfusun çoğunluğu üzerinde (bir sınıfsal azınlığın bile değil) sivil bir azınlığın diktatörlüğünü kurarak idame ettirebileceğine inanıyorlardı. Bu bakış açısı, Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin lideri Friedrich Ebert'in, 1918'de devrimi günahı kadar sevmediğini söylemesine neden olmuştur. Alman işçi sınıfının büyük çoğunluğu da devrimci falan değildi. Devrimci MArksizmin izolasyonunu, hiç bir şey 1914 ile 1939 yılları arasında belli başlı hiçbir Avrupa ülkesinde tek bir sosyalist ya da komünist partinin seçimlerden birinci parti olarak çıkmayı başaramaması olgusundan daha kati surette gözler önüne seremez. İşçi sınıfı içerisinde devrimciler hep azınlığı oluşturmuşlardır, 1917-1918 yılları arasında Rusya'daki durum hariç.
Aslında proletarya, bir bütün olarak, genelde ayaklanmalardan korkmuş, ancak çok istisnai koşullarda isyankar bir tavırla hareket etmiştir. 1919 Ocak ayının başında Berlin işçilerinin üç günlük silahlı gösterisi bu hükmü geçersiz kılmaz. Hem Luxemburg'un hem de Lenin'in isabetle gösterdiği gibi, ayaklanmadaki gecikmenin -hatta saatlerle ölçülebilecek bir gecikmenin- faturası çok ağır olabilir. Alman proletaryası bugün Batı Avrupa ülkeleri içerisinde mevcut kapitalist sisteme sosyal açıdan en fazla entegre olmuş işçi sınıfıydı belki de; ihtiyat ve ılımlılıkta Avrupa'nın diğer işçi sınıflarından sadece derece bakımından farklıydı. Bunun iki büyük istisnası belki de İspanya ve Rusya'ydı. Bu iki ülkede silahlı işçiler çoğunlukla silah kullanmaya ve kanlı bir altüst oluşa sebebiyet vermeye heves etmemiş olsa da, pek çok işçi-köylü, kırdaki geçmiş yaşantılarının içlerinde bıraktığı tortudan ötürü, doğrudan eylem geleneğinin etkisi altındaydı. İspanya'da ve Rusya'da aleni sömürüye ve kötü muameleye alışıldık tepki verme biçimi toplumsal devrim değil, saf ve basit doğrudan eylemdi.
Yirmi birinci yüzyılın başında çeşitli nedenlerden dolayı sanayi işçileri nüfusun ufak ve giderek de ufalan bir kesimi olarak önümüzde durmaktadır. Fakat başarılı olmayı uman her devrim nüfusun çoğunluğunun desteğini almak zorundadır; dolayısıyla da işçi partilerinin ortaya koyduğu programların radikal bir değişime tabi tutulması gerekmektedir. Bu partilerin programı kelimenin tam anlamıyla uygarca bir bildirim olmak durumundadır - iktisadi bir bildirim olmanın yanı sıra hümanist, ekolojik ve ahlaki bir bildirim. Yönetimsel kurumların farklı biçimlerini doğurduğu karmaşıklıkları dikkatlice çözmek ve özgür bir topluma yaklaşmak için onları kullanmanın yollarını bulmak, tek ve şiddetli bir darbeye değil adım adım gerçekleştirilecek ilerlemelere dayanmak zorundadır.
Devrimler, güçlü bir zorunluluk insanları, kişisel olarak tehlikeli ve toplumsal olarak da istikrarsızlaştırıcı önlemlere başvurmaya -yani, insanların yüzyıllar içerisinde inşa etmiş oldukları demokratik kurumları çoğaltmaya- itmedikçe gerçekleşmez. Marksistlere göre klasik zorunluluklar (Marx'ın Kapital'inin üçüncü cildinde betimlendiği üzere) bütünüyle iktisadiydi ve Fransız Devrimi'yle birlikte ortaya çıkan siyasi zorunlulukları tamamlamayı amaçlıyordu. "Kar oranındaki azalma kapitalist birikimde genel bir kriz" doğuracak, bu kriz işçi sınıfını sefalet koşullarına itecek, bunun sonucunda da proletarya -nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan sınıf olarak- bütün burjuva kurumlara karşı ayaklanıp onların yerine sosyalist bir toplumu koyacaktı. Dolayısıyla birçok Marksiste göre, kapitalizm zorunlu ve kaçınılmaz bir biçimde, yerini sosyalizme bırakacaktır, insan öznesine bile sahip olmaksızın.
Geçen yarım yüzyıl o eski Marksist iktisadi zorunlulukların artık iler tutar bir yanının olmadığını gösterdi. 1930'lardan bu yana hiç genel kriz yaşanmadı; kapitalizm bugün, herhangi bir devrimci sosyalistin öngörebilmiş olduğundan çok daha sağlam. Sosyalist teori kapitalizmin gelişimini tamamlayıp tam olgunluğa erişip erişmediği konusunda bile henüz kararını vermiş değil. Kapitalizmin yaşam döngüsünün tam olarak hangi evresinde -ergenlik, gençlik ya da olgunluk dönemi- olduğumuzu doğrusu bilmiyoruz. Dahası, proletarya kendi sınıf kimliğini ve burjuva sınıfına yönelik mücadele geleneklerini giderek kaybediyor. Hatta orta sınıfla büyük bir tutumsal yakınlık içerisinde. Kapitalizm hala sağlam bir toplumsal düzen; onun çöküşü belirsiz bir geleceğe ertelenmiş durumda. Kapitalizm, iki dünya savaşı arası dönemde pek çok Marksistin ileri sürdüğünün aksine, can çekişmiyor, gerilemiyor ya da teknolojik gelişmenin önünde engel oluşturmuyor.
Gelgelelim, kapitalizmin geleceğini tartışmaya açan yeni bir zorunluluk ortaya çıkmış durumda. Bu iktisadi değil ekolojik bir zorunluluk. Kapitalizmin iktisadi yasası piyasada giderek artan bir rekabetten ve sermayenin sonsuz büyümesinden oluşur. Kapitalist toplum düzeni büyü ya da öl diyen teknolojik zorunluluğa dayanır. Böylesi bir zorunluluk ortamında kapitalist toplum en sonunda doğayla çatışmaya girmek ve toprağı kuma, organik olanı da inorganiğe çevirerek doğal dünyanın basitleşmesine yol açmak durumundadır. Kapitalist toplum, amansız bir biçimde, biyosferin zengin flora-faunasının yerine camı, çeliği, çimentoyu ve tuğlayı koymaya sürüklenmekte, bu arada denizleri hiçbir canlının yaşamadığı lağım göllerine, ormanları ise kum ve çimento çöllerine dönüştürmektedir. Atmosfere zehirli maddeler bırakırken, nehirleri karmaşık yaşam biçimlerinin muhafazasıyla bağdaşmayan kimyasal atıklarla kirletmektedir. Bu problem soyut bir teori değildir, bu konuda atmosferdeki karbondioksit miktarına, tarıma elverişli toprakları yok eden erozyonun ulaştığı boyuta, tarımın besleyici değeri şüpheli ürünler üretecek şekilde sanayileşmesine, kanser vakalarının artışına vb. bakarak nesnel bir değerlendirme yapılabilir.
Ekolojik çöküş sadece bir sınıfın önündeki problem değildir. Toplumun kendisine içkin olan bir piyasa mekanizmasını içerdiği için bütün sınıfları tehdit etmektedir. Özcesi, devrim artık sınıfla sınırlı bir kavram değil, bir bütün olarak insanlığı etkileyen bir kavramdır. Ekolojik çöküşün etkilediği kesimler nüfusun çok büyük bir çoğunluğunu oluşturmaktadır. Ekolojik çöküş ancak rekabetçi piyasa sisteminin ortadan kaldırılmasını ve doğal verimliliğin desteklenmesiyle önlenebilir.
Böylesi bir devrimin, toplumu ille de şiddet yoluyla dönüştürmesi gibisinden bir zorunluluğu yoktur. Kurumlar, nüfusun büyük çoğunluğunun desteğiyle, toplumu değiştirmenin başat araçları haline gelebilirler. Özgür basının ve yeni iletişim teknolojilerinin verili olduğu bir ortamda, kent konseyleri ve mevcut demokratik kurumların büyümesi, insanların bilincini dönüştürme ve burjuva özçıkarının yerine yeni bir kamusal fayda anlayışını koyacak civic bir etik anlayışı canlandırma yolunda büyük mesafe kaydedilmesini sağlayabilir. Rasyonel bir ekolojik toplumda geleneksel siyaset kurumları, mesleki faaliyet ve ilgilerin çeşitliliğine rağmen, geniş kitleler arasında demokrasiyi maksimize etmek üzere geliştirilebilir.
Rasyonel bir ekolojik toplumun eski toplumların binlerce yıl içerisinde üretmiş olduğu bütün değerli teknolojik özellikleri bir kenara atmasına gerek yoktur; tersine, otomasyona dayanan üretimin büyüdüğü bir ortamda yeni toplum, kişilerin kendilerini geliştirmelerine ve siyasete katılmalarına imkan veren boş zamanı temin edebilir. Gerçekten, ürünlerin giderek yeterli hale gelmesi kıtlığın ve zahmetli çalışmanın yerini kullanım hakkı ile boş zamanın almasını sağlayabilir, beşeri potansiyellerin estetiksel, psikolojik ve politik açıdan geliştirilmesi tek boyutlu işçilerin yerine toplumun yönetiminin ve değişmesinin öznesi olarak çok boyutlu yurttaşın geçmesini mümkün kılabilir.
Devrimci çağ boyunca formüle edilen büyük toplumsal ideallere ulaşmanın, insanlığın sahip olduğu potansiyellerin haddinden fazla kullanımını gerektirip gerektirmeyeceğini ancak zaman gösterebilir. Bana göre, sosyalizmin iki yüzyıl önce ortaya koyduğu o büyük toplumsal proje bugün kırılgan gözükse de asla ölmemiştir. Demokratik kurumlar sahici bir dönüşüme uğradıkça ve zamanla daha da büyüdükçe, devrim nosyonu da değişime açık olmak durumunda kalacaktır. Ancak bu öngörü zamanın vereceği hükmü beklemelidir. Yeni bir toplumsal gerçeklik yaratma görevi gelecek kuşakların çözmesi gereken bir problem olarak karşımızda durmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder